Ahmet
Doğançayır 24.09.2016 Yalansız
Hemşire
Ayşegül Terzi’nin belediye otobüsünde başına gelen sıradan bir olay değil,
Türkiye’de insanların nasıl her an ve her yerde muhafazakârlığın tehdit ve
baskısı altında olduklarını kanıtlayan bir göstergedir. Ayşegül Terzi ‘’Bu
kadınlar şeytan, uğursuzluk saçıyorlar.’’ Diyen bir saldırganın tekmeli
saldırısına uğruyor. Bütün otobüs yolcularının ve şoförün seyirci kaldıkları
saldırının nedeni, Ayşegül Terzi’nin şort giymesinin Abdullah Çakıroğlu’nun
‘mezhebine uymaması’.
Devletin, saldırganların yurttaşın
yasal davranış ve yaşamına mahalle baskısı yoluyla müdahale eden saldırısını
önlemek yerine ona seyirci kalması halinde kışkırtılmış, ısmarlanmış bir
mahalle baskısı ortamı doğar ki, bu durumda vatandaş her durumda, her yerde
baskı, zulüm ve yobazlığın tehdidine açık olarak yaşamak durumunda olur. Bu
durum vatandaşın, kendi giyiminin, davranışının, yemesinin, içmesinin sokaktaki
herhangi bir saldırganın değer yargılarına uygun olmaması halinde ölüme kadar
varabilecek bir tehdit altında yaşamaya mahkûm olacağı anlamına gelir.
Kışkırtılmış
mahalle baskısı rejimlerinde devlet, iktidar gibi düşünmeyen, onun kullandığı
tornadan çıkmayan vatandaşa karşı mahalle baskısıyla el, ele hareket
etmektedir. Burada kışkırtılmış,bir mahalle baskısı söz konusudur.
Bugün
yasal haklarını, temel özgürlüklerini kullanmak isteyen vatandaş, bunları hem
devlete hem de onun kışkırttığı kitlelere ya da bireylere yani mahalleye karşı
savunmak durumunda kalıyor. Böyle bir düzende vatandaş yalnız devletin
erklerini elinde tutan ceberut siyasi iktidarın değil, aynı zamanda onun bir bileşeni
olan ‘’mahallenin baskısıyla’’ karşı karşıyadır. İfade, basın, örgütlenme
özgürlüğü başlıkları altına giren konularda vatandaş, devlet ve günlük yaşam
alanında da devletin koruması altında olan kışkırtılmış mahalle baskısı
karşısında savunmak durumundadır. Yaşadığımız dönem vatandaşın devletine ve
halkına karşı meşru müdafaa konumuna itildiği bir dönemdir.
Bugün
yaşadığımız Globalleşme diye özetlenen dönem, toplumsal ve siyasal kimliklerin
kayganlaşmasını, melezleşmesini beraberinde getiriyor. Bu karmaşada dini
ideoloji ile milliyetçilik öze yönelik ve bütüncül kimlikler sunarak insanlara
bir değere kendini yaslama imkânı veriyor ve böylece yükseliyor.
Milliyetçiliğin ‘’modernleşme’’ ile ilişkisinin muhafazakârlaşması, dinsel
siyasal geleneklerle kilitlenmesine yol açıyor. Dinin evrenselci ve
özgürleştirici maneviyat arayışını daralttığını, milliyetçiliğin dünyevi
otorite ve diğer kaynakları mukaddesatçı şekilde yorumlayan bir baskıcı
ideolojiyi kuvvetlendirdiğini görmek gerekiyor.
Bu
çerçevede bir kadına şort giydiği için tekme atılması, bu saldırı sırasında,
otobüste bulunanların, sessiz kalıp, izleyici olması da şaşırtıcı olmuyor.
Saldırganın savunmasını dini ve manevi değerler üzerinden yapması ve bunun
İslam hukukuna göre yorumlanıp, salıverilmesi de yadırganmamalı. Tepkiler
sonrası yeniden gözaltına alınması, tutuklanması da doğal. Bu olan bitenin
ardından bildik çevrelerin saldırgana sahip çıkması da memleketimizin günlük
yaşamının parçasıdır. Hepsi ideolojik göstergelerdir bunlar. Bunlar Türkiye de
devletin ideolojik geleneği ve bugün AKP’nin şifrelerini çözmek için anlamlı
ipuçlarıdır. Vatandaş tepkisini “görev”
haline sokan bir zihniyetin sonuçlarıdır bunlar. İşin içine bir de mahalle
ahlakına aykırılık girdi mi, sonuç olarak kurban suçlu bile çıkartılıyor.
Sınırlarını ve elbette içeriğini de, kendilerinin belirlediği o ahlak her neyse
tabii ki hep kadın üzerinden hatırlatılıyor. Şort giydi diye genç kızı
tekmeleyen İslamcı da muhtemelen o kızın ana babasından beklediği, ama
olmadığına inandığı için hatırlatmayı kendine vazife bildiği “ahlaka davet etme
görevini” tekmeyle sağlamaya çalışıyor. “Toplum içinde böyle giyinilir mi?”
den yola çıkarak kendisini bizzat toplum yerine koyan bu kişi, kendisine
verilen görevi yerine getiriyor.
Bir
Mahalle olarak Türkiye!
Aslında
Türkiye de yaşanan tarihsel pratik bütün ülkeyi tek bir mahalle gibi görmüştür.
Bu pratik Mahallede olduğu gibi naralar atarak ülkeye çeki düzen vermeye
çalışan ‘’kabadayıları’’; bir taraftan ‘’birlikten kuvvet doğar’’ şiarını
kusturacak kadar çok tekrar ederken diğer taraftan patron cemaatlerini kurmakla
meşgul olan ‘’muhtarları’’; mahalle baskısının çeşitli örneklerini ortaya
çıktıklarında normalleştiren, sorun yapmayan ve hatta destekleyen kahvehane
sahip ve sakinleri ve mahallede düzeni ‘’mahalle baskısı’’ kurarak sağlamaya
çalışan ‘’mahalle bekçileri’’ etrafında oluşmuştur. Mahalle baskısından endişe
duyanların bunlarla ilgili bir sorunu yok.
Devlet’in
‘’Kamunun düzenini sağlamak’’ için resmiyet dışı iş görenler kullanması ile vatandaşın
adalet arayışını resmi adalet mekanizması dışında ‘’iş görenlere’’ havale
etmesi arasında bir paralellik olsa gerek. Bütün bunlar devletin bir tüzel
kişilik olarak değil, bir cemaat olarak çalıştığının işareti olarak
yorumlanabilir. Aksi takdirde devlet hukukuna bağlı olarak ve kanunlar ve
bürokrasi ile iş görürdü.
Türkiye’de
bazı toplantıların temel olarak yasaklanmadığı bunun yerine ‘’Bu toplantıya
tepki var, sizi koruyamayabiliriz. ’gibi sözlerle/korkutmayla bir çeşit mahalle
baskısının devreye sokulduğunu biliyoruz. Bu ülkenin Başbakanları ‘’mahalle
sakinleri’’ tarafından dövülen insanları halkımızın hassasiyetlerine saygılı
olmaya çağırırken aslında bu mahalle baskısını yeniden üretiyorlardı. Bugün
geçmişte yapıldığı gibi benzer saldırıların kayıtsızlıkla cesaretlendirilmesi
başka semt ve şehirlerde potansiyel linç guruplarının bu tür eylemlere göz
yumulacağı sonucunu çıkarıp harekete geçmelerine yol açabilir.
‘Milli duygu ekonomisi’ alanı olarak mahalle baskısı
Özel
alana karşı açılmış olan yıpratma savaşı da, özel olanın ‘’kamusal olan’’
içinde çözündürme ya da en azından özel olanın ‘’kamusal’’ olarak kabul
edilebilir biçime sokulmaya direnen bütün parçalarının işgal edilmesini ve
parça, parça ama amansızca sömürgeleştirilmesini ifade ediyor. Zaten otoriter
diktatörlük eğilimleri özel alanı tümüyle yok etmeyi, özel alanı, ‘’kamusal’’
devlet alanı içinde geri dönülmez bir biçimde eritmeyi amaçlar. ‘’Kamusal’’
devlet iktidarı ile özel bireylerden geriye ne kaldıysa onun arasındaki
iletişim kanallarını kapatır. Diyaloga gerek yoktur, çünkü konuşulacak bir şey
yoktur. Yalnızca ters, ters buyruklarla ‘’günlük emirler’’ verilir, gerisi ise
kendini rutine, artık hiç düşünmeksizin gösterilen itaate bırakır.
Yeni iktidar tekniklerinin devreye
sokulmasıyla iktidarın icra edildiği toplumsal yapıya yeni bir maddilik
kazandırmayı hedefleyen bir dizi uygulamaların, kanalların, dayanakların
düzenlemesiyle oluşturuluyor.Bunu sağlamak için güçlü bir
depolitizasyon sürecine gerek duyulmaktadır. Bu sınıf atlama umudunun köşeyi
dönme ideolojisi ile birlikte sürekli olarak aşılanmasıyla birlikte gelişen
depolitizasyonla Din, aile, ırk vb. kavramlar öne çıkarılarak insanların parti
ve sınıf ilişkilerinin ötesinde salt sosyal ve ahlaki sorunlar çerçevesinde
toplanmasına çalışılıyor. Saray-AKP iktidarı Özge
Can’ın katledilmesinden bu yana kadın isyanını tetikleyen olaylarda, iktidarın
kadın düşmanı ve gerici politikalarının sonucu olan kadına yönelik şiddeti
görmezden gelmeye, yaşananları münferitleştirmeye ve failleri kriminalize
etmeye devam ediyor.
Kritik eşiğin aşıldığını düşünen AKP,
hem tabanın bağlılığını devam ettirme açısından hem olası toplumsal muhalefet
dinamiklerinin gelişmesini bertaraf etmek açısından hem de kendi burjuvalarını
daha etkin biçimde doyurma açısından belirli türden siyasi hamleler yapmaya
yönelecektir. İşçi hareketine, sosyalist muhalefete, sokak eylemlerine
alabildiğine polis terörüyle saldırılacak, insanların yaşam tarzlarına müdahale
yönünde daha cüretkâr girişimlerde bulunulacak, itaat eden ve lütuf dilenen bir
toplum yaratma yönünde düzenlemeler yapılacaktır. Kentlerin yağmalanmasında daha
dizginsiz bir şekilde davranılacak, kentlerde kendi ideolojik yönelimini hâkim
kılma yolunda fren mekanizmaları boşaltılacak ve tüm bunlar yapılırken, iktidar
sarhoşluğu içinde, her sesini çıkaran hoyratça ezilecektir.
Sonuç olarak atılan adımlar mevcut otoriter
yapıyı pekiştirmek üzere atılıyorsa, otoritenin üniformalı ya da üniformasız
olarak uygulanması fark etmez, her iki durumda da tereddütsüz ve aynı şiddette
karşı çıkmak gerekir. Bu açıdan
önümüzdeki dönem otoriter liderlik ve otoriter yönetim tarzını, başka bir
otoriter güce ihtiyaç duymadan son vermeyi başarıp başaramayacağı, Tek adam
rejimini yeniden oluşturmaya çalışan siyasal aktöre toplumun kendi başına dur
diyebilme güç, cesaret ve becerisini gösterip gösteremeyeceği sınanacaktır.
Bunun epey sancılı ve büyük gerilimlerle yaşanacak olması doğaldır. Çatışmalı
olup olmayacağını ise tek adamın tavrı ve siyaseti esas olarak belirleyecektir.
Bunun ipuçları ortaya çıkmaya başlamıştır. Yaşadığımız süreçte karşılaşılacak
şey, çatışmacı üslubun devam ettirilmesi, özgürlük alanlarının daraltılması,
muhalif ve taraftarlara karşı izlenen tutumlarda ikinciler lehine doğan
sonuçların ise ‘’doğallaştırılmaya’’ çalışılmasıdır.
Mevcut kanun ve düzen, kurulu
hiyerarşinin koruyucularının kanun ve düzenidir. Toplumdaki özgürlük ve haklar
ezenlere kanuna uygun şiddet uygulamalarını sağlamaktadır. Baskı yapan
toplum bu temele dayanarak kendisini ve hayati savunma noktalarını yeniler.
Kanun ve düzenin mutlak otoritesine bu kanun ve düzen altında acı çekenlere, savaşanlara
karşı harekete geçmesi için çağrıda bulunmak saçmadır. Onlar için resmi
kuruluşların, polisin ve kendi vicdanlarının dışında başka bir yargıç yoktur.
Günümüzde
mahalle baskısı üzerine yorumlar yapan kendini milliyetçi, muhafazakâr ve
İslamcı olarak tanımlayanların siyasal alandaki konumlarına bakıldığında
sermayenin küreselleşmesinin yedeğinde olduklarını görürüz. Toplumsal dünyayı
belirleyen kapı bekçileri olarak çalışan medyanın ve kapitalist ekonominin
belirleyeni olan her kesimin bu süreci ‘milli duygu ekonomisi’ alanı olarak
algıladığını ve bu alandan beslendiğini görmemiz gerekir.
Milliyetçilik,
ırkçılık, faşizm, şovenizm, İslamcılık hangi adla toplumsal alanı dolduruyor ve
belirliyor olursa olsun kapitalizmin uzantısı ve doğal sonucu olan bu siyasetlerin
sonunu getirecek geniş bir sınıfsal hat vardır. Bu hattın Sınıflar ve farklı
kesimler arasındaki dengelerin sağa sola demokratik yeniden inşa tasarımları
vaaz ederek değil; ekonomik, politik ve İdeolojik alanlarda herkesin kendi
hesabına mücadele etmesi sonucu oluşacağını bilmek gerek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder