Demir Küçükaydın 19/04/2013
1 Mayıs’a Katılacak Sosyalistlere İki Somut Öneri
Sosyalistlere Bir Öneri
Politik Bir Profil İçin Öneri: “24
Nisan’ı 1 Mayıs Yapalım”
SYK’nın Politik Profili İçin Bir Kampanya
Önerisi Hakkında Ek Açıklamalar
Bir Tükenişin İki Resmi” serisinin devamı
olarak: “İkinci Resim: Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi”ni yazacaktık ikinci
yazıda. Ancak bu arada bir rahatsızlık nedeniyle yazma işinden uzak durmak
zorunda kaldık. Ve bu arada 24 Nisan kapıya dayandı, 1 Mayıs yaklaşıyor. Bu
durumda, hem bu konuları ele alalım hem de bu bağlamda somut bir örnek olarak
tükenişin ikinci resmini yavaş yavaş somutlayalım.)
Gerçeklik somuttur. Yani değişen koşullara
göre, doğru her an değişebilir. Buradaki doğru kavramı, elbette ezilenlerin
kurtuluşuna azami katkı; ezilenleringenel ve tarihsel çıkarına uygunluk
anlamındadır. Yoksa ezenler açısından doğru farklıdır, ezilenler açısından
farklı.
Evet, bugünün Türkiye’sinde 1 Mayıs karşı
devrimci, 24 Nisan devrimcidir.
Neden böyledir?
Çünkü 1 Mayıs, bugünün Türkiye’sinde sınıf ve
enternasyonalizm diyerek gerçekte demokratik görevlerden kaçmanın; böylece Türk
Devletinin ve ulusunun, varoluşunu, Türklüğünü ve doğuşunu gündemden
düşürmenin, dolayısıyla onun devamına hizmet etmenin bir aracı haline
gelmiştir.
Bugünün Türkiye’sinde en temel sorun
demokratikleşme, demokratikleşmenin en temel sorunu da devletin ve
ulusun Türklükle tanımlanmış olmasıdır.
Savaşın altın kuralı güçlerin en
irisini düşmanın en yaralanabilir yerine yığmaktır.
Türkiye’deki sosyalistlerin güçlerini en iri
biçimde bir noktaya yığabildikleri yer ve zaman 1 Mayıs’ta İstanbul
gösterileridir.
Bu gösteriler yıllardır, en radikal olduğu
zamanlarda bile, yani Taksim için mücadele ettiği zamanlarda bile, savaşın bu
altın kuralını ihlal ediyorlardı.
Çünkü Türkiye’de bu rejimin en yaralanabilir
yeri, varlığıdır, varlığını ise Ermeniler ve Rumlar ve diğer Hıristiyanların
yokluğuyla mümkündür. O yok olanlar yok oldukları için artık bunu gündeme
taşıyamayacaklarına göre, Türkiye’nin Demokratikleşmesinin tek yolu, Türklerin
kendi varlıklarını bu yokluğa borçlu olduklarını görüp, bu borçlarını ödeyerek,
onları yeniden var ederek, Türklüğü yok etmeye yönelmeleri gerekmektedir.
Türklüğü yok etmek, Türklüğü kişilerin özel sorunu yapmak, ulusun ve devletin
Türklükle tanımlanmasını ortadan kaldırmak demektir.
Türk ulusu, Hıristiyanların katli ve
sürülmesiyle kalan ve bu eyleme katılan Müslüman ahaliden yaratılmıştır.
Müslümanlar, Hıristiyanları katlederek, sürerek, mallarına konarak Türk olmuşlardır.
Bu nedenle Türkiye’nin demokratikleşmesi, Türklerin Türklüğü karşı mücadeleye
girmeleri olmadan mümkün değildir. Yani ulus hiçbir şekilde Türk dili ve
tarihiyle tanımlanmamalıdır. Tabii kategorik olarak herhangi bir dille, dinle,
etniyle, soyla, sopla, tarihle tanımlanmamalıdır. Türkler bunun için mücadeleye
girmedikçe, yani Türk devletini ortaya çıkaran tarihe karşı mücadeleye
girmedikçe bir demokrata dönüşemezler; Türkler birer demokrata dönüşmedikçe de
bu ülkede en küçük bir demokratikleşme olamaz.
O halde, bu sorun en temel, rejimi ve devleti
en can alıcı yerinden yaralayabilecek, güçlerin en irisinin yığılabileceği ve
yığılması gerektiği sorundur.
Bütün sosyalist strateji, bunu gündemleştirme
üzerine yoğunlaşmalıdır.
İşte 1 Mayıs’lar ise tam da bunu yapmayarak,
gözlerden kaçırarak, unutturarak hem kendi varlığıyla gün
olarak, 24 Nisan’ı ikinci plana iterek; hem içeriğiyle (yani
enternasyonalizm, isçi sınıfı, sosyalizm türünden söylemiyle); hem de biçimiyle (bir
tür karnavala dönüşmüşlüğü ve bu gerici devletin demokrasi vitrininin mankeni
oluşuyla) bu stratejiye uymamaktadır.
(Bu yıl Taksim’e izin verilmeyeceği söylendi.
Şimdi kimileri esas tartışmayı ve vuruş yönünü bu yasağa çekerek aslında
İktidarın ve devletin oyununa ortak olmuş olurlar. Çünkü, Taksim 1 Mayıs’ındır
diye yürütülecek bir mücadele ki bütün sosyalistler buna teşne görünüyor,
sadece 24 Nisan’ı gündemden düşürmekle kalmaz, aynı zamanda başarıya ulaşsa
bile, bu anti demokratik rejime demokrasi mankeni olabilme mücadelesinden başka
bir anlama gelmez. 1 Mayıs’ta taksim yok mu, biz de 1 Mayıs’ı kutlamıyor 24
Nisan’da kutluyoruz diyerek İktidar kendi oyununa getirilebilir. Harika bir
fırsattır aslında 24 Nisan’ı Türklüğün doğuşunu; Hıristiyanların yok oluşunu
gündemleştirmek için. Ama Türkiye’nin sosyalistlerinde o feraset nerede. O
halde biz de 1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapıyoruz deyin hemen yan ürün olarak bu
devletin size 1 Mayıs’ta Taksim’in kapılarını açtığını görürsünüz.)
Kimileri, canım, bunları alternatif olarak
koymak anlamsız, 1 Mayıs’ta 24 Nisan’ı sloganlaştırırız diyebilir. Hayır, bu
mümkün değildir ve şu an eldeki sınırlı güçlerle yapılabilecek olan tek şey,
bunları alternatif olarak, birbirine karşı koymak olabilir. Çünkü fiilen
öyledirler.
1 Mayıs’ın esas olarak zaten büyük bölümü
ulusalcı olan Türk sosyalistlerinin egemen olduğu damgasını vurduğu ortamı
içinde, birkaç akımın 24 Nisan’dan da söz etmesi, hiçbir etki bırakmaz ve arada
kaybolur gider.
Yanlış bir strateji içinde doğru işler
yapılamaz.
Yapılması gereken stratejik bir dönüş
olmalıdır. Demokratik görevlerden kaçmayan sosyalistler, radikal demokratlar 1
Mayıs’ın artık somut olarak karşı devrimci bir işlev gördüğünü; 24 Nisan’ı
ikinci plana atmak; demokratik görevleri mücadele hedefinden uzaklaştırma
işlevi gördüğünü söyleyip, “Türkiye’de 1 Mayıs 24 Nisan’dır” sloganıyla
harekete geçmelidir. Ancak bu takdirde 24 Nisan ve demokratikleşme gündeme
taşınabilir. Ancak bu takdirde, sınırlı güçler efektif olarak kullanılıp
düşmanın en yaralanabilir yerine yığılabilir.
Evet, karşı devrimci 1 Mayıs’a karşı, devrimci
24 Nisan.
24 Nisan’ı 1 Mayıs yapalım.
Bu öneriyi son yıllarda defalarca yaptık ve
gereken neredeyse bütün argümanları sıraladık.
Aşağıya bu yazılarımızı koyuyoruz. Yazının
sonunda da tam bu konu bağlamında tükenişin bir resmi olarak Sosyalist Yeniden
Kuruluş’un örneği gösterilecektir.
24 Nisan’ı 1 Mayıs yapma ya da 1 Mayıs’ı 24
Nisan’da yapma önerimizi ilk kez 1 Mayıs’ın izinli kutlamasından sonra dolaylı
biçimde şöyle yapmıştık:
1 Mayıs’a Katılacak Sosyalistlere İki Somut Öneri
“On yıl hapis, çeyrek yüzyıl da sürgün
yaşayınca Türkiye’de kitlesel olarak kutlanabilen bir 1 Mayıs’a ilk kez geçen
sene katılabilmiştim.
İlginç bir rastlantı sonucu uzun yıllar sonra
ilk kez Taksim’de kutlanıyordu. Katılan kitlenin genel karakterini anlayabilmek
için bir tek yerde durmayıp Mecidiyeköy’den Taksim’e hızlı yürümüş, sonra da
diğer yönlerden gelenleri ve alanda bekleyenleri gözlemeye çalışmıştım. Sonuç
olarak izlenimim, 1 Mayıs kutlamasının aslında, sosyalizm ve
enternasyonalizm ardına gizlenerek demokratik görevlerden kaçmanın, kaba veya
rafine bir ulusalcılığın bir biçimi olduğu sonucuna ulaşmıştım.
Güneş’in altında henüz yeni bir şey yoktu. Türkiye’nin solcuları ve
sosyalistlerinin gerici milliyetçiliğe teslim olmuşluğu, tüm 1 Mayıs’a katılan
kitleye damgasını vuruyordu. Hem sloganlarıyla, hem de katılanların sınıfsal
konumlarıyla böyleydi bu.
Bir süre önce Newroz’a da katılmıştım.
İstanbul’un en yoksul proleterleri ise Newroz alanında Zeytinburnu’nda
bulunuyordu. Gerçekten demokrasi ve enternasyonalizm o ulusal bayramda çok daha
fazla bulunuyordu. Tabii gören gözler için.
O günden bugüne değişen bir şey yok.
Üç örnek verelim, yeter.
1) DTP’nin
desteklediği bağımsız adayların veto görmesi üzerine Taksim’de yapılan ve
Aksaray’a kadar giden sonunda gaz bombalarıyla dağıtılan protesto gösterisine
katılan sosyalist bir arkadaş on bin kişi kadar katıldığını söyleyince,
içimden, DTP Türkiyeli sosyalistleri aday gösterdi belki ondan dolayı biraz
sosyalistler de katıldığı için böyle kalabalık olmuş olabilir diye düşünüp,
“Türk sosyalistleri ne kadardı” diye sorduğumda, “en fazla üç yüz, beş yüz
kişiydi” cevabını aldım. Görülüyordu ki Ertuğrul, Sırrı Süreyya ve Levent’in
adaylıkları, en liberalleri bile ayağa kaldıran bu haksızlık karşısında Türkiyeli
sosyalistlerin Kürtlerin yanında kitlesel bir katılımını sağlamaya yetmemişti.
2) Birkaç
gün sonra yanılmıyorsam Grup Yorum’un konseri olmuş ve ona yüz bin kişinin
katıldığından söz ediliyordu. Bu Konser’den birkaç gün sonra da, Facebook’ta
yıllar sonra Türkiye’ye dönmüş birisi, Aksaray’da Polis’in Kürtlerin direniş
çadırların yaptığı saldırıları anlatırken, birkaç gün önce Grup Yorum’un
konserinde yüz binler vardı, burada Polisin saldırısı karşısında Kürtlerin
yanında onların binde biri yoktu diye yazıyordu.
3) Bunlardan
birkaç gün sonra da 24 Nisan’dı, Ermenilerin kitlesel katlinin ve bu katliam
ile Anadolu’nun Müslüman ahalisinden Türk ulusunun ortaya çıkışının ve
yaratılışının yıl dönümüydü. Aslında gerçek demokratik özlemleri yansıtan,
sosyalistlere yakışan 1 Mayıs, 24 Nisan’a katılmaktır. Bu devletin, bu ulusun
şeref verici nefretini ve şiddetini üzerine çekmektir. Ama sosyalistler, 24
Nisan anması yerine AKP’nin Nükleer santral yapmasına karşı Kadıköy’de eyleme
gitmişler. İşin kötüsü, DTP’nin desteklediği sosyalist bağımsız adaylar da 24
Nisan anmalarında olacak yerde, Kadıköy’e gitmeyi tercih etmişler.
4) Ve
24 Nisan’a gitmeyen sosyalistler şimdi 1 Mayıs’ta Taksim’e akacaklar. Bunun adı
da enternasyonalizm ve “emekten yana” olmak olacak!
Şimdi bu emekten yana ve enternasyonalist Türk
sosyalistlerine iki önerimiz olacak.
Elbette, 24 Nisan gibi, şu son derece netameli,
“iyi saatte olsunlar”ın hışmını insanın üzerine çekme sonucu doğurabilecek;
sonra çoğunluğu oluşturan Müslüman kitleler ve milliyetçi orta sınıflarla ters
düşme, onlardan tecrit olma gibi bir sonuca yol açabilecek, dolayısıyla onlara
sosyalizmi anlatma imkanını ortadan kaldırabilecek konulardan uzak durmayı
anlıyoruz. Ne de olsa “kitle çizgisi”, ya da “Suda balık” olmak
gibi bir şeyler var. Sudan çıkmış balığa dönmemek gerekir. “Her şeyin zamanı
ve yeri vardır”. Hele şu “üçüncü kutup” oluşturulup kitlelere
sosyalizm anlatılsın, o zaman bu Ermeni ve Kürt sorunları zaten yan bir ürün
olarak kendiliğinden hallolacaktır.
Kürtlere gelince, onlar da zaten Terörist ve de
Stalinist, ayrıca Kürt sorunundan söz etmek de, sosyalistleri Türk milliyetçisi
Türk işçilerinden ve orta sınıflarından tecrit edip onlara sosyalizmi anlatma
imkanını ortadan kaldırır.
Bu gibi kaygıları anlıyoruz. Hatta Kürtlerden
ve Ermenilerden uzak durup, Kürtlerin ve Ermenilerin adını anmamayı çok zekice
düşünülmüş bir taktik olarak görüyoruz.
Bu nedenle işin içine Ermenileri ve Kürtleri
katmadan, hem enternasyonalizmin sembolü ve kanıtı hem de milliyetçiliğe karşı
başka bir pratik ve somut bir öneride bulunacağız.
Biliniyor, Türkiye’de yüz binlerce, belki de
birkaç milyon, Doğu Avrupa’dan, Afrika’dan ve Asya’dan gelmiş, hiçbir hakkı
olmadan, köle gibi boğaz tokluğuna çalıştırılan bir Göçmen İşçiler kitlesi
var. Bunlar Türkiye Proletaryasının en alt, kölelik şartlarında çalışan
ve yaşayan kesiminioluşturuyorlar. Ne hukuki, ne siyasi, ne sosyal hiçbir
hakları olmadığından en kötü koşullarda çalışıyorlar.
İşçi hareketinin ve Enternasyonalizmin klasik
temel sloganlarından biri, işgücünün serbest dolaşımı ve bulunduğu ülkedeki
tüm siyasal, sosyal ve hukuki haklardan yararlanmasıdır. Bu hem işçilerin
arasındaki bölünmeyi kaldırır, hem de iş gücünü, hiçbir hakkı olmayan bir
işgücünün “haksız rekabet”inden korur ve işçilerin gelir ve hayat seviyelerinin
yükselmesini sağlar.
Bu durumda hem enternasyonalist hem de işçici
ve emekten yana şu sloganı bütün 1 Mayıs’ta Taksim’e gelecek sosyalistler yüz
binler halinde haykırabilirler:
Türkiye’de bulunan tüm göçmenlere Türk
vatandaşlarına has tüm hukuki, siyasi ve sosyal hakların derhal tanınması.
Göçmen İşçilerin Köleliğine son!
Hem Enternasyonalist, hem emekten yana, hem
işçici, hem Kürtleri ve Ermenileri işe karıştırmıyor, sonra öyle bölünme
tehlikesi falan da yaratmıyor. Yani tam da sınıfçı ve de enternasyonalist Türk
sosyalistlerinin yüreğine ve ağzına ve 1 Mayıs’a layık bir slogan.
Bu sloganı yüzlerce pankarta, flamaya, bayrağa
yazıp yüz binler olarak Taksim’e aktığınızı bir düşünün. Çılgın bir hayal
kurun! Çılgınlık sadece burjuvaziye has olmamalı, işçiler ve sosyalistler de
çılgın olmalı ve bu çılgın olma hakkını kullanabilmeli.
Afrikalı, Doğu Avrupalı ve Asyalı göçmenlerin
kalbinde ve o ülkelerdeki emekçilerin aklında, Fethullahçıların devlet destekli
okullarından bin kat daha derin izler bırakırsınız. O çok şikayet ettiğiniz
Fethullahçılığa karşı böylece geçekten dünya çapında bir mücadele de yürütmüş
olursunuz.
Fehullahçılar o ülkelerin burjuvalarını ve
yüksek bürokratlarını ve Türk devletinin iş birlikçilerini yetiştiriyor. Türk
sosyalistleri de onların karşısında o ülkelerin işçilerinin içinde
enternasyonalist bir örnek aracığıyla sosyalist ve enternasyonalist bir eğitim
başlatmış olur.
Ve emin olun, eğer bunu yapabilirseniz, gelecek
1 Mayıs’larda yüz binlerce Göçmen İşçi Taksim’e akacaktır. Taksim’deki 1 Mayıs,
gerçekten, burjuvazinin dünya şehri yapmak istediği İstanbul, buna layık, dünya
işçilerinin şehri olur ve enternasyonal bir İşçi Bayramı kutlar hale gelir.
İkinci öneri de bu taleple bağlantılı.
Biliniyor Festus Okey diye bir Afrikalı göçmen
İşçi Türk Polisince Keyfi bir biçimde öldürüldü ve Türk mahkemeleri bu
cinayetin üstünü örtmek ve cezasız bırakmak için elinden geleni ardına koymuyor.
Bu sefer lütfen, Denizlerin, Mahirlerin ve
diğer şehitlerin resimleri isimleri ile yürümeyin. Herkes bir sembol olarak
Festus Okey’in resmiyle yürüsün. On binlerce Festus Okey resmi olmalı.
Bu da enternasyonalist bir şehit anlayışını
yerleştirecektir. Festus Okey de ne Kürt ne de Ermeni. Yani korkacak bir şey de
yok, “kitlelerden tecrit olmaya” yol açmaz.
Ayrıca Hem Mahir’i Hem Deniz’i tanımış bir
insan olarak, sizi temin ederim ki, onlar bunu kendi anılarına en uygun
davranış olarak göreceklerdir, eğer bir öte dünya varsa ve oradan Taksim
meydanına bakıyorlarsa. Ektiğimiz tohumlar nihayet yeşerdi diyeceklerdir.
Özetle, çok basit, hem enternasyonalist hem de
emekten yana, hem işçi hareketinin geleneğine uygun, hem bugünkü globalleşmeye,
hem AKP’ye hem Fethullahçılara, hem de Türk Milliyetçiliğine karşı, hem de
Kürtleri ve Ermenileri işe karıştırmayıp, sosyalist yapacağınız kitlelerdeki ön
yargılara takılıp sizi tecrit de etmez.
Yani bir taşta on sosyalizm ve enternasyonalizm
kuşu vurabilirsiniz.
Çok basit Festus Okey’in resimleri ile ve Türkiye’deki
tüm göçmen işçilere derhal Türk vatandaşlarının sahip olduğu tüm sosyal,
ekonomik, hukuki ve siyasal hakların verilmesi pankartları denizi.
Bu kadar basit.
Haydi bakalım “Emekten yana”, “Sosyal
Cumhuriyet”çi, “Enternasyonalist” Türk Sosyalistleri!
Gösterin kendinizi!
Mahcup edin size şu milliyetçi, ulusalcı
diyenleri.
Ve en başta beni.
28 Nisan 2011 Perşembe”
Bu öneri tam bir görmezden gelme ve susuş ile
karşılaştı.
Ertesi yıl önerimizi bu sefer direk olarak
başka bir yazının içinde şöyle yaptık:
Sosyalistlere Bir Öneri
“23 Nisan çocuk bayramının, kendisinin
unutturulması için koyulduğu ve çocukların masumiyetinin de kendisine kurban
edildiği 24 Nisan Ermeni Katliamının yıl dönümü yine geliyor.
Sol veya Sosyalist örgütler, artık kendilerinin
bile “görücüye çıkmak” diye tanımladıkları, 1 Mayıs gösterileri için
kimin nerede nasıl yürüyeceğine, nasıl güçlü ve etkili görüneceklerine ilişkin
ince hesaplar ve pazarlıklar yaptıkları toplantıları sürdürüyorlar. Ama 24
Nisan bunların içinde hiçbir yer tutmuyor. Belki bir iki küçük sol örgütün ve
birkaç bireyin bir uğraşı olarak kalıyor.
Aslında Türkiyeli sosyalistlerin ve
İşçilerin, 1 Mayıs’ın da tıpkı 23 Nisan gibi, 24 Nisan’ı unutturmanın,
gizlemenin, gündemden düşürmenin ve bizzat 1 Mayıs’ın kendisini anlamsızlaştırmanın
bir aracı haline dönüştüğünü görüp, 1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapmaları ve 1
Mayıs’ı gerçek 1 Mayıs’ın özünde bulunan mesaja tekrar kavuşturmaları
beklenirdi. Ama onlar böyle “milliyetçi” dalaşmalarla uğraşmayacak kadar derin
“Enternasyonalist”lerdir.
Marksizm’e göre gerçeklik somuttur. Bu her
şeyin her an kendi zıddına döneceği, bugün doğru olanın bir anda en büyük
yanlış olacağı veya olabileceği anlamına gelir.
Artık 1 Mayıs’ı 1 Mayıs’ta kutlamak, kendi
zıddına dönmüş, Türkiye’deki demokrasi, hak ve eşitlik mücadelesine hizmet
etmekten çıkmış bulunuyor. 1 Mayıs artık açıkça 24 Nisan’ı örtmenin, gündemden
düşürmenin, bilinçlerden uzak tutmanın bir aracına dönüşmüşken; 24 Nisan
egemenler ve anti demokratik güçler için 1 Mayıs’tan bin kere daha patlayıcı
bir özelliğe sahipken; 1 Mayıs’ı 1 Mayıs’ta kutlamakta ısrar etmek, bu
politikanın basit bir aracı olmaktan başka bir sonuç vermez.
1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapmalı. En azından
demokratlar, sosyalistler, “24 Nisan Ermeni Katliamı en azından vicdanlarda
mahkum edilmedikçe, bu topraklarda bir matem ve utanç günü olarak anılmadıkça,
1 Mayıs’ı 1 Mayıs’ta kutlamak bizlere haram olsun” diyerek 1 Mayıs’a gerçek
politik anlamını, işlevini; enternasyonalist, demokratik ve eşitlikçi anlamını
tekrar kazandırabilirler.
Bu vesileyle tüm Türkiye’nin sosyalistlerini bu
konuyu tartışmaya, gündeme almaya ve böyle davranmaya davet ediyorum.
Şu an belki çok geç. Ama hala yapılabilecek bir
şeyler olabilir.
Örneğin bu 1 Mayıs’ta 1 Mayıs’ın bütün
sloganları, 24 Nisan katliamı üzerine yapılabilir. Örneğin,“Bugün 1 Mayıs
değil 24 Nisan!” diye bir slogan bu 1 Mayıs’a damgasını vurabilir.
Ve gelecek yıllardan itibaren 1 Mayıs gösterileri 24 Nisan’larda yapılabilir.
*
Ermeni katliamı, kimin ne ölçüde demokrat
olduğunu anlamak ve ölçmek için en sağlam ve şaşmaz mihenk taşıdır. Bu nedenle,
Türkiye’deki demokrasi mücadelesi, ancak bu katliamın damarı üzerinden
yürüyebilir.
Tarih tarihle ilgili değildir. İnsanlar Tarih
aracılığıyla bugünün mücadelelerini yürütürler ve geleceğin toplumunu kurarlar.
Ermeni katliamını gündeme taşımadan, onun nedenlerini açıklamadan ve bunları
mahkûm etmeden, böyle bir tarih okullarda okunur bir tarih olmadan Türkiye’de
demokrasiden söz etmek, bir kandırmacaya katılmaktan veya alet olmaktan başka
bir anlama gelmez.
O demokratik ülkede ve tarihte, örneğin
Türkiye’de Sosyalist ve Komünist hareketin tarihi 1920’de TKP’nin Bakü
Kongresi’nde başlamayacaktır, Taşnak, Hıncak, Selanik İşçiler Birliği vs. nin
kuruluşu ile başlayacaktır. Mustafa Suphi’lerin yerini Balkanlı sosyalistler,
Varteks Efendi’ler, Tigran Zevan’lar alacaktır. Modernleşme ile gelen
Demokratikleşme mücadelesi Şinası, Namık Kemal, Ziya Paşa vs. ile değil;
Velensinli Rigas ile başlayacaktır örneğin. İlk roman, ilk tiyatro, ilk sinema,
Müslümanlık ve Türklük üzerinden değil; Osmanlı’da en azından Tanzimat’tan
beri, tüm yurttaşlar kanun önünde eşit olduğuna göre, İlk Rum veya Ermeni veya Balkanlı
yazarların eserleri ile başlayacaktır.
Böyle bir Tarih olmadan, bir demokrasi hareketi
ve demokratik bir ülke düşünülemez ve de Kürt ve Türklerin birbirini
boğazlamasının önüne geçilemez. Türkler ancak birer Türk olmaktan çıkıp birer
Demokrat haline dönüştüklerinde Türkiye denen yerlerde Demokrasi olabilir.
Bunun ilk koşulu da, Türklerin kendi
Türklüklerine karşı mücadelesidir. Hz. Muhammet’in dediği gibi, kendi nefsine
karşı savaş, savaşların en kutsalıdır ve en zorudur. Türklerin kendi
Türklüklerine karşı savaş ta böyle kutsal ve zor bir savaştır. Ve bu savaş, her
şeyden önce Tarih ve Kavramlarda verilir. Türkler Türklüğe karşı bir savaş
içinde demokrat olabilirler.
Ve bu savaş sadece Tarih’te olmaz. Kavramlarda
da yürütülmek zorundadır. Evet kavramlarda.
O tarih ile birlikte dilin ve kavramların da
değişmesi gerekir.
Ermeni Katliamı, Ermeni Katliamı değil, İttihat
Terakki’nin Babıali Darbesi ile (hatta Askeri Bürokratik oligarşinin 1908 ile)
başlayan Demokrasinin yok edilmesi savaşının, karşı devriminin en zirve
noktasıdır, demokrasinin son kalıntılarının ve toplumsal dayanağının
katledilmesidir. Yani sadece bir katliam değil, bir karşı devrimin; halk
hareket ve örgütlenmelerinin ezilişinin zirvesidir. O zaman Tarih: 1908,
Babıali Darbesi, Ermeni Katliamı şeklindeki bir karşı devrimler zinciri olarak
görülür. Buna bağlı olarak, bir karşı devrim olarak tanımlanmaya başlar örneğin.
“Ermeni Diasporası” “Ermeni Diasporası” değil;
Anadolu’nun Diasporası’dır, bizlerin, bugünkü Türkiye’nin diasporasıdır örneğin.
Her sözün, her kavramın yeniden tanımlanması gerekecektir.
Sosyalistler tekrar eski itibarlarına ve
toplumun gündemini belirleme güçlerine ancak böyle radikal bir demokrasinin
teorik ve kavramsal öncüleri olarak; politik öncüleri olarak yeniden kavuşabilirler.
Ama bütün bunları yapabilmeleri için de önce Türklüklerine karşı mücadeleye
girip, demokrat olmaya başlamaları gerekiyor. Sanılanın aksine, Türkiye’nin
anarşistleri de, komünistleri de, kendi öznel yargıları ve özlemleri tersi olsa
bile, nesnel olarak demokrat bile değillerdir. Hepsi Türk milliyetçisidir.
Onlar öylesine gerici bir milliyetçilik
anlayışına sahiplerdir ki, örneğin Ermeni katliamının tanınmasını veya
Kürtlerin ayrı devlet kurmalarının veya bireysel haklarının tanınmasının veya
bir Türk tarafından savunulmasının milliyetçilik olmadığını düşünürler.
Onların anlamadıkları şu basit gerçektir, uzun
vadeli Türk ulusunun genel çıkarlarını düşünen bir Türk milliyetçisi de pek ala
Kürtlerin haklarını savunabilir ve bunun için mücadeleye girebilir. Bunun
milliyetçilikle çelişen hiçbir yanı yoktur. Bir ulusun çıkılarlarının daha
akıllıca savunusundan başka bir şey değildir bu. Bu henüz demokrat olmak bile
değildir.
Ermenilerden özür dilemek Türk milliyetçiliği
ile çelişmez aksine ancak Türk milliyetçileri sorunu böyle koyarlar. Ve zaten
bunu isteyenler Ermeni ve Türk milliyetçileridir. Bunun demokratlıkla ilgisi
yoktur. Demokrat sorunun böyle koyulmasının milliyetçilikle çelişmediğini gören
ve gösterendir.
Demokrat olmak için önce ulusun veya ulusların
bir dille, bir dinle, bir soyla tanımlanmasına karşı mücadele etmek gerekir.
Yani Demokrat olmak için örneğin Kürtlerin haklarını veya Kürtlerin ayrı bir
devlet kurmasını savunmak yetmez; Türklüğün politik bir anlamı olmaktan
çıkmasını; yani ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı bir mücadele içinde olmak
ve bunu reddetmek gerekir.
Böylesi yok. Bu nedenle Türkiye’de demokrasi ve
demokrat da yok. Bu nedenle sosyalistler de Anarşistler de aslında birer
milliyetçidirler. 21. Nisan. 2012, (Demir Küçükaydın, (Sarkis Hatspanian’ın
“Hocalı Katliamı” ile İlgili Yazısı, Gazi Katliamı, Ergenekon, Gün Zileli ve
Milliyetçilik Üzerine)
Bu öneri de görmezden gelindi. Bırakın
tartışmayı, kimse adını bile anmadı.
Geçen senenin sonuna doğru Sosyalist
Yeniden Kuruluş denen örgüte girdik ve orada bu öneriyi tekrar şöyle
yaptık:
Politik Bir Profil İçin Öneri: “24
Nisan’ı 1 Mayıs Yapalım”
“Değerli Arkadaşlar,
Geçen Çarşamba (21.11.2012) Kadıköy’de
yaptığımız toplantıda bazı arkadaşlar, bizlerin diğer sol örgüt ve akımlardan
ayrılığımızı ve politik profilimizi gösterecek bir şeyler yapmamız gerektiğini;
örneğin kampanyalar yapmamız gerektiğini belirttiler. Ancak konu üzerinde özel
bir gündem olmadığından elbette görüşülmedi ve bu eksiklik ve istek
belirtilmekle birlikte somut bir öneri de gelmedi.
Bunun üzerine benim bu konuda bir önerim var,
düşünelim ve tartışalım, Olgunlaştıralım dedim ve kısaca önerimi “24 Nisan’ı
1 Mayıs Yapalım” parolasıyla ifade edip, bunun hem bu amaca hizmet
edeceğini hem de Türkiye’deki demokrasi mücadelesine büyük katkısı olacağını
ifade ettim.
Bunun üzerine Erdal Kara arkadaş, bu konuyu
daha ayrıntılı yazmamın iyi olacağını söyledi.
Ben de şimdi aşağıda bu önerimi, şimdi kısaca
özetleyip, tartışılmak ve olgunlaştırılmak üzere, bütün SYK kamuoyuna
iletiyorum. Tartışılması dileğiyle. Gelen itirazlar ve tartışmalara göre
görüşümü daha ayrıntılı açıklarım ve hep birlikte olgunlaştırabiliriz.
Niçin “24 Nisan’ı 1 Mayıs Yapalım” ya da
“1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapalım” kampanyası?
Şu nedenle, bizler bu parolayı ortaya atıp
solun ve Türkiye’nin gündemine soktuğumuz ve tartıştırabildiğimiz noktada
herkes bize karış çıksa ve küfretse bile biz kazanmışız; gündemi biz
belirlemişiz demektir. Ve bu gündem, Türkiye’deki mücadelenin boğayı
boynuzlarından yakalaması; güçlerin en irisini düşmanın en can alıcı yerine
yığması anlamına gelir. Ve stratejik olarak da çok doğru bir hamle anlamına
gelir.
Bugünkü gücümüzle, (sadece fiziki güçten,
örgütsel güçten söz etmiyorum; entelektüel ve teorik güçten de söz ediyorum)
Türkiye’de büyük etki sağlama; solun gettosunun dışına çıkma şansımız yoktur.
Hatta o gettoda bile ciddiye alınma şansımız azalmaktadır. Onların günlük
gazeteleri var; bu yayınlar atılım üstüne atılım yapıyorlar (Birgün yeni
atılımda; Sol günlük çıkmaya başladı; Evrensel veHayat
TV bir şekilde oturmuş gidiyor). Ayrıca Şehir küçük burjuvazisi
giderek Kürtlere yaklaşıyor ve muhalefetini sertleştiriyor. Zaten bu
hareketlerin de Kürtlere yaklaşması ve atılımları bunun bir ifadesi olarak da
okunabilir. Bütün bunlar da onlara yeni ve taze güçle getiriyor. Yani ne
entelektüel ve teorik gücümüz var; ne politik, ne de örgütsel? Ertuğrul Kürkçü
de olmasa aslında sıradan bir sol örgütüz arada bir yerlerde.
Ama bugünkü gücümüzle, bu sorunu Türkiye’nin
sosyalistlerinin ve sol kamuoyunun gündemine ve tartışmasına sokabiliriz.
Onları bu öneri karşısında tavır almaya zorlayabiliriz. Bunu yaptığımız an
zafer kazanmışız demektir. Zafer sizin önerinizin kabul edilmesi değildir;
sizin önerinizin veya sizin tartışılmanızdır. Herkes size karşı çıksa
hatta küfretse bile size karşı çıkıyor ve küfrediyorsa ve siz esas olarak doğru
bir pozisyondaysanız, siz kazandınız demektir. Gerisi zadece basit bir zaman
sorunudur.
Bu mümkündür. Bunu yaptığımız an. Hem
sosyalistler olarak Türkiye’deki Demokrasi mücadelesinin önüne geçmiş; bu
mücadeleyi liberallerin tekelinden kurtarmış oluruz; hem de ulusalcı
sosyalistlerle ve sosyalizmle ciddi bir mücadeleye başlamış oluruz. Onları
köşeye sıkıştırırız.
Ulusalcı sosyalistler (EP’den TKP’ye, Halk
Evleri’ne ve ÖDP’ye kadar) bu öneri karşısında sustukları veya karşı çıktıkları
takdirde anti demokratik, ulusalcı nitelikleri; kendileri hakkındaki
iddialarıyla gerçek tutumları arasındaki çelişki ortaya çıkar. Buda onların
çoğunda patlamalara yol açar.
Ama bu aynı zamanda, liberallerin elindeki
silahı alır. Çünkü liberaller gerçekten demokratik özlemliler üzerindeki
hegemonyalarını sosyalistlerin demokratik mücadeleye karşı ilgisizliklerinde
hatta karşı duruşları sayesinde sürdürmektedirler. Bu ikisi arasında aslında
zımni bir çıkar ve kader ortaklığı vardır. Bizlerin sosyalistler olarak
demokratik bir mücadelenin önüne geçmemiz, liberallerin silahlarını elinden
alır; onları açmazda bırakır.
Liberaller ve Ulusalcılar, eğer pratik olarak
önerimizi destekler ve yanımıza gelirlerse; yani 1 Mayıs’ta alanları
dolduranlar 24 Nisan’da alanlara akarlarsa; Türkiye’de gerçekten zihinlerde
devrim gibi bir şey olur. Demokratik mücadele müthiş bir yol kat etmiş olur.
Ulusalcılar ve Liberaller aslında ellerinde olmadan demokratik mücadelenin
aracı işlevi yüklenmiş olurlar nesnel olarak.
Ama gelmezlerse ve karşı çıkarlarsa, bu sefer
kendi gerici ve anti demokratik yüzleri ortaya çıkar ve şimdiye kadar
sürdürdükleri oyunları bozulur.
Böylece hem sosyalist hem de demokratik
mücadelenin öncüsü bir profil elde edilmiş olur.
Ancak bu aslında bir yan üründür. Esas olarak
tahmin edilemeyecek kadar büyük başka kazanç ve ilerlemeler olur.
Bir kere, böyle bir öneri, ister istemez Ermeni
katliamını gündeme getirecektir. Bu konunun sadece gündeme gelmesi bile müthiş
bir devrimci ve demokratik bir potansiyele sahiptir. Çünkü bu konu tüm
kavramları ve tarihi yeni baştan tanımlamayı gerektirir. Bu ise entelektüel
hayatın gündemini belirlemek demektir. Yani ideolojik egemenlik demektir.
Herkes bize küfretse, önerimize karşı çıksa bile, bizim dediğimizi tartıştığı
için, ideolojik egemenliğiniz altına girmiş olur. Böylece sol ve demokratik
güçler tekrar etki entelektüel ve yaratıcı gücünü kazanmaya; entelektüel ve
teorik hayat üzerindeki ölü toprağını atmaya başlar.
Böyle bir kampanya, bir demokratik hareketin
şekillenmesine ve radikal bir demokratik hareketin programının gerçekten ne olması
gerektiği tartışmasına yol açar. Bu dinamizm bir süre sonra Kürt hareketi
üzerinde etkisini gösterip, orada da Türkiye’de bir demokratik hareketin
yokluğu nedeniyle tek ayakla yürümek zorunda kalmış; gerici milliyetçilerin
elinde bir rehin durumunda bulunan demokratik kanadın tekrar güçlenmesine ve
canlanmasına yol açar. Bu da karşı olarak buradaki demokratik harekete güç
verir.
Ama asıl önemlisi, böyle bir öneri ve tartışma
karşısında; CHP ve AKP; Burjuvazi ve Askeri Bürokratik Oligarşi; Ulusu İslam’la
tanımlayan Gerici Milliyetçilik ile Ulusu Türklükle Tanımlayan gerici
milliyetçilik tek bir cephe olacaklardır. Bu öneri karşısında bütün gerici
yüzleri ortaya çıkacaktır. Bu durumda biz biricik demokratik muhalefet odağı
olarak kalırız.
Yani bu öneri, sadece sosyalistlere karşı bizim
profilimizi pekiştirmez; Bütün diğer büyük partiler karşısında da bir
alternatif kutup olarak öne çıkmayı sağlar.
Bu fiilen Türklerin Türklükle
mücadeleye başlayıp birer demokrata dönüşmesi anlamına gelecektir.
Türkler demokrat olmadan; yani ulusun Türklükle
tanımlanmasına karşı mücadeleye; kendi imtiyazlarına karşı mücadeleye girmeden;
yani Türklüğün hiçbir politik anlamı olmayan özel bir sorun olmasını savunmadan
birer demokrat olamazlar ve demokrata dönüşemezler. Böyle bir kampanya aynı
zamanda bu dönüşümün; Türklerin kendi nefislerine karşı mücadelesini başlatıp
Türklerin demokratlara dönüşmesinin yolunu açar.
Türkler demokrat olmadan ise ne Türkiye
demokrat olabilir ne de Kürtlerin demokrat olması için yol açılabilir. Türkler
demokrata dönüşmeden ise bir Kürt Türk boğazlaşması kaçınılmaz olmaktadır
giderek ya da bu boğazlaşmayı askeri bürokratik oligarşi kurtarıcı gibi gelerek
engeller ve ömrünü bir elli yıl daha uzatır.
Ama sadece bu kadar da değil. Böyle bir
kampanya aynı zamanda bir strateji ve program tartışması; tarih tartışması
başlatır. Türkiye’nin entelektüel hayatı tekrar canlanır.
Ama esas önemlisi, bizleri eğitir; bizleri
dönüştürür. Bizim bütün programatik, stratejik, örgütsel sorunlarımızı
aşmamızın yolunu açar.
*
Bu vesileyle aşağıya aklıma gelen birkaç başka
argümanı koyayım. Zamanım olmadığımdan şimdilik bir başlangıç olarak. Tartışma
zemini olsun diye.
1 Mayıs’ın anlamını yitirmesine karşı da bir
argümandır.
1 Mayıs artık, gerçek politik anlamını
yitirmiş; solun “görücüye çıktığı” bir gün olmuş; bir karnaval veya festivale;
Türkiye’deki sistemin anti demokratik özünü gizleyen; o sistemi korumanın ve
sürdürmenin bir aracına dönüşmüş bunmaktadır.
Nasıl İstiklal Caddesi bir vitrinse, orada her
gün yürüyüş yapanlar bu vitrindeki “demokrasi mankenleri” olmaktan öteye
gidemiyorlarsa öyle. 1 Mayıs, “İstiklal Caddesi Demokrasisi” oyununun tüm
sosyalistlerin oyuncu olarak katıldığı bir tek günde yoğunlaşmış biçimidir. Bu
oyuna katılmamak ve onu bozmak boynumuzun borcudur.
Bu oyunu bozmanın, teşhir etmenin bir tek yolu
var. Türk devletini ve Türklüğü var oluşundaki katliamla yüz yüze getirmek.
Suskunluğu kırmak. Ermeniler ve Rumlar ve diğer Hıristiyan halklar
katledildiği için Türkler ve Türklük var.
Öte yandan ulusun Türklükle tanımlanmış
olmasına karşı savaşmadan bir demokratik hareket oluşamaz ve bir Kürt-Türk
savaşı ve katliamlar engellenemez; hatta Orta Doğu’nun giderek tümüyle
Lübnanlaşması engellenemez.
*
1 Mayıs’a gerçek mücadeleci anlamını
vermek; Demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin bir aracı yapmak.
1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapmaktan daha fazla, 1
Mayıs’ın ruhuna ve anlamına uygun ne olabilir?
Enternasyonalist dayanışma ise eğer 1 Mayıs’ı
anlamı, bundan daha enternasyonalist ne olabilir?
*
Bir tarih tartışması başlatmak ve demokratik
bir tarih yazmak!
Her hareket, her din, yani bir gelecek ya
da toplum tasavvuru, her program önce bir geçmiş, yani Tarih kurar.
Yani öncelikle yeni bir tarih yazar ve o tarih üzerinden bir program ve toplum
tasavvuru ve gelecek kurar. Gelecek geçmişte kurulur. Geçmişi
kurmadan geleceği kurmak mümkün değildir.
Kaos, Kronos, Zeus üzerinden bir tarih ile
diyelim ki Hıristiyanlık egemen olamazdı. Önce kendi tarihini yazmıştır: Adem,
Havva, Habil, Kabil, Nuh, İbrahim, Musa, İsa diye. Bu tarihin zihinlerdeki adım
adım egemenliği Hıristiyanlığın egemenliğini getirmiştir. Bütün din kitapları
aslında bir tarih kitabıdır ve tam da bu nedenle yeni bir düzen ve gelecek
kurabilmişlerdir. Kuran da öyledir.
Aydınlanma egemen olabilmek için, Peygamberler
ve Kutsal kitaplar tarihi yerine, Antik Roma ve Greklerin aydınlığı; Ortaçağın
karanlığı türünden başka bir Tarih yazmış; bu tarihin zihinlerdeki egemenliği
ile modern toplum düzenini ve egemenliğini oturtabilmiştir.
Ulusçuluk egemen olmadan önce ulusların
tarihini yazar; ulusları yaratır ve öyle egemen olur. Türklerden önce Türk
Tarihi kurulmuş, bunun üzerinde Türk Ulusu ve Devleti oluşmuştur. Aynı şey
şimdi Kürtlerde görülmektedir. Medlerden, Karduklardan, Selahhatin Eyyübilerden
gelen bir Kürt tarihi yazılmakta ve Kürt devleti ve ulusu oluşturulmaktadır.
Abdullah Öcalan’ın neredeyse yazdığı bütün
kitaplarının Tarih kitabı olması bir rastlantı değildir. Abdullah Öcalan’ın
yazdığı Kürt tarihinin diğer Kürt tarihlerinden veya Türk ulusunun tarihinden
farkı; Kürt tarihinin içini demokratik unsurlarla doldurmasındadır. Savaşlarla,
devletler kurmakla vs. övünen Türk ve diğer Kürt tarihçiliğinin aksine;
Öcalan’ın tarihi Kadınların komündeki konumuna; neolitiğe; peygamberlerin
eşitlikçi ve reform anlamına gelen düzenlerine, Rönesans’a, aydınlanmaya,
sosyalizme sahip çıkarak bir tarih yazar ve demokratik özünü böyle ifade etmeye
çalışır. Bütün sahiplenip öne çıkarmak istediği bu demokratik özüne rağmen; bir
Kürt tarihi olarak kalır ve Kürt Hareketinin bütün çelişkisini dışa vurur bu
tarihçilik. Demokratik bir özü gerici bir biçim altında verme çabası.
Ne var ki, Türkiye’deki demokratik ve Sosyalist
hareketin de bir demokratik tarihi yoktur. Türkiye’deki demokratik muhalefetin
de yaptığı özünde aynı türden bir tarihçilik olmaktan öteye gidememiştir. Türk
tarihini, Baba İshak, İlyas, Bedredettin gibilerle halkçı ve eşitlikçi
bir özle doldurma çabasıdır ama bu tarihçilik de bir Türk tarihçiliği olmaktan
çıkmaz. Hatta bu tarihçilik çok cılız ve çapsız olduğu için bütün cılızlığını
ve çapsızlığını Türkiye’deki Demokratik ve sosyalist harekete de vurur.
Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi bile, bir tarih
yazımının aracı olduğunda o metodolojik değerini yitirip, Türklüğe ilkel
komünizm aşısı yapmaktan öteye gitmez. Hatta Öcalan’ın yazdığı tarihin esin
kaynağı bile budur.
Yani Türkiye’de demokratik bir Tarih yoktur,
yazılmamıştır ve bu nedenle de demokratik bir hareket yoktur veya yok
kertesindedir. Sosyalistlerin tarihçiliği ise; Türk tarihine eşitlikçi veya
sosyalist bir renk vermekten ve Türk tarihçiliği olmaktan öteye gitmez.
Sosyalist ve Marksist hareket de, bir program
ve gelecek tasavvuru olarak çıkarken, önce bir tarih olarak ortaya çıkmıştır.
Tarihsel Maddeciliğin; yani başka bir tarih anlatısının Marksizm’in diğer adı
olması bir rastlantı değildir. Marksizm de bir Tarih olarak doğmuştur. Alman
İdeolojisi, bir tarih anlatımıdır. Daha doğrusu bunun yöntemidir. Komünist
Manifesto, söze, “Şimdiye kadar bütün toplumların Tarihi” diye başlar, bir
tarih anlatır. Ve bir tarih anlattığı için; bir tarih anlatabildiği ölçüde
geleceği kurmaya başlar.
Marksizm’in itibarını ve entelektüel gücünü
yitirişi bu tarihin artık yetersiz olmasıyla da ilgilidir. Sık sık, bir
ütopyamızı olmadığından söz edilir oldu, programsızlığın ifadesi olarak; ama bu
söz “Ütopya”nın tarihte yazıldığını bilemeyecek kadar tarih bilincinden yoksun
olduğundan, aslında “Bir tarihimiz yok” demesi gerekirdi.
Sosyalist hareket ancak, Marks ve Engels’lerin
yazdığını da kapsayan ama onu aşan bir tarih yazmaya başladığında; yani başka
bir tarih anlattığında ancak tekrar eski gücünü ve geleceği kurma kapasitesini
kazanabilir. Marksizim geleceği kurma yeteneğini geçmişte yitirmiş; geçmişi
kuramadığı için geleceği de kuramaz hale gelmiştir. Bu nedenle tarihe ve
metodolojisine ilişkin sorunlar aslında geleceğin nasıl kurulacağına ilişkin
sorunlardır.
Türkiye’de Demokratik bir tarih yok; Dünyada
sosyalist bir tarih yok. Bu nedenle Türkiye’de demokratik bir hareket bile yok;
Dünyada sosyalist bir hareket yok. Ve tam da bu nedenle demokratik bir program
ve sosyalist bir program ve hareket yok.
*
Marksizm Aydınlanma’nın tarihine karşı başka
bir tarih yazmamıştır. Aydınlanma’nın anlattığı tarihi kabullenip onun içine
sınıf mücadelesini katmakla yetinmiştir. Yani Öcalan’ın ya da Türk
sosyalistlerinin Kürt ve Türk tarihi içinde yaptıklarını veya yapmaya
çalıştıklarını; Aydınlanma’nın yazdığı tarih içinde yapmaya çalışmıştır.
Aydınlanmanın yücelttiği Antik Yunan ve Roma’ya Kölecilik; karanlık Ortaçağa
Feodalizm; Aydınlanma’ya da Kapitalizm demiş ve İşçi Sınıfın koymuştur ama bu
tarih anlatısının kendisini sorgulamamıştır. Zeus’un yerini Allah ve Ademin
alması türünden; veya peygamberler tarihinin (Ahdi Atik veya Kuran) yerini Klasik
uygarlıklar Ortaçağ karanlığı ve tekrar Aydınlanma tarihinin alması türünden
bir kökten değişiklik değildir bu. Anlatılan tarih ve paradigmaları
sorgulanmaz; sadece içeriğe başka anlamlar yüklenir.
Bunun yetersizliğini sezen Kıvılcımlı’nınki
gibi çabalar da bu tarih anlatısını aşamadığı gibi; işin kötüsü; Türklüğü ve
Türk tarihini sorgulamadığı; demokratik bir tarihçilik olmadığı için; Türk
Tarihine eşitlikçi ve halkçı bir aşı vurmaya kalkmaktan ötesine gidememiştir.
Ve bu nedenle bir rastlantı değildir, bu tür tarihlerden faşizme yakın kimi
hareketlerin çıkması.
Örneğin Türklerin Müslüman olmasından; Orta
Asya’dan gelen Türk boylarının fetihlerinden söz ederek başlar Kıvılcımlı.
Aslında anlattığı bir Emin Oktay tarihidir. Bütün sosyalistler de aynı tarih kavrayışındadır.
Ama Türkler Müslüman olmamıştır; zaten olamaz da, böyle bir şey mümkün
değildir, çünkü masa ahlak olamaz. Böylesine bir kategorik yanlıştır. İnsanlar
bir dinden diğerine geçebilir ama bir dili konuşmayla veya belli bir yaşam
tarzını sürdürmekle ilgili bir kategoriden başka bir kategoriye; dine geçemez.
1071’de Türkler Anadolu’yu feth etmemiştir,
çünkü o zaman Türkler yoktur. Binlerce yıldır süregelen Akdeniz ve İran
Uygarlık anlarındaki imparatorlukların gel gitleri vardır. Selçukluların barbar
aşısıyla ve İslam’la gençleşmiş Pers uygarlığının tekrar Roma’yı Ege kıyılarına
kadar geriletmesi vardır. Daha sonra aynı taze aşıyı alan Roma’nın; Pers
uygarlığını Şimdiki İran Türkiye sınırına kadar sürmesi gerçekleşecektir.
Osmanlı Bir Türk devleti değildir; Üçüncü
Roma’dır.
Meşrutiyet bir devrim değil bir karşı devrimin
başlangıcıdır.
Bütün bunlar uzatılabilir.
Ama bizlerin tarih anlayışı, Türk ulusçularının
yazdığı tarihin ötesine gitmemiştir.
Neden böyledir, Marksizm’in bir ulus teorisi
olmadığından ulusal tarihleri aşamamış; bir de Din teorisi olmadığından;
Aydınlanma’nın tarihçiliğini aşamamıştır. Yani bugün ne demokratik bir tarih
vardır Türkiye çapında mücadeleyi ve programı yerleştirecek; ne de sosyalist
bir tarih, tarihi dinler tarihi olarak anlatan bir tarih vardır dünyada
sosyalizme yeniden güç verecek ve bir program oluşturmayı sağlayacak.
İşte “24 Nisan’ı 1 Mayıs yapalım”
kampanyası; bir demokratik tarih yazımının; bunu toplumun gündemine getirmenin;
ve bunu yaparken bizlerin de bir demokratik tarihin ne olduğunu öğrenip onu
yazmaya başlamamızın; yani Demokratik bir hareketi ve programı oluşturmaya
başlamamızın arcı olabilir.
Ulusçuluğun tarihini reddeden ve sorgulayan
Demokratik bir tarihi yazmaya başladığımızda da ister istemez Aydınlanma’nın
tarihini reddeden ve sorgulayan bir sosyalist tarih yazmaya başlamak zorunda
olduğumuzu göreceğiz ve onu da yazmaya başlayacağız.
Şimdi bütünüyle Politik profil oluşturma
sorununa ilişkin bir öneriye böyle Tarih ve Zeuslarla başlamak garip gelebilir
ama işte tam da anlaşılmayan ve teori ve politika ilişkisinin koptuğu yer
burasıdır.
Bugün Türkiye’deki bütün sosyalist hareketler
demokratik bir karakterden yoksundur. Çünkü demokratik bir tarih kavrayışları
yoktur. Bu nedenle demokratik değillerdir.
Ulusu bir dil, din, etni, soy, sop ile
tanımlamış bir demokrasi olamaz. Bir ulusu, bir dille, dinle, soyla, tarihle
tanımadığınız andan itibaren; o topraklar içinde o tanıma uymayanları fiilen
baskı altına almış olursunuz.
O halde demokratik bir program her şeyden önce;
insanların dili, dini, etnisi, soyu, sopu, tarihi vs. ne olursa olsun en
azından biçimsel olarak eşit olmasını savunmayı gerektirir.
Türkiye ve Orta Doğu’da demokratik bir
hareketin olmazsa olması budur. Demokratik bir hareket ve eşitlik olmadan da
sosyalist bir hareketin olması; işçilerin birliğinin sağlanması olanaksızdır.
Bir takım insanların dilinden, bir kısmının dininden; bir kısmının cinsinden
vs. ezildiği bir ülkede işçiler birleşemez.
Ama bunu savunabilmek için de önce demokratik
bir tarih yazmak gerekir. Yani Türklerin tarihi olmadığına dair bir tarih
gerekir. Türklerin tarihinin Türk devletinin Yirminci yüzyılın başında
kurulmasıyla ve Ermeni ve Rum katliamlarıyla başladığına dair bir tarih
gerektirir.
İşte “1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapalım”, başka bir
tarih yazımını başlatacaktır. Ulusçuluğun tarihine karşı demokratik bir tarih;
Ermenilerin; Kürtlerin; Türklerin tarihi olmayan; başka kategorilerle yazılan
bir tarih.
Ama bu “Başka kategoriler” aynı zamanda
sosyolojik temel kategoriler olacaktır. Bu kategorilerin ne olduğu üzerin bir
tartışma Marksizm’in anlaşılmasını ve geliştirilmesini getirecektir.
Böylece teorik eğitim bakımından da müthiş
önemi olduğu ortaya çıkar bu önerinin.
Keza sosyalist hareketin tarihi de Mustafa
Suphilerle başlayan; Bakü Kongresi ile Başlayan bir tarih olmaktan çıkıp; yani
Türk sosyalistlerinin tarihi olmaktan çıkıp; Demokratik bir tarih; Velensinli
Rigas, Selanik İşçileri; Blagoev, Varteks Efendi, Tevfik Fikret vs. ile
başlayan bir demokratların tarihi olmaya başlayacaktır. Sosyalistler Türk
olmaktan çıkıp demokrat oldukça daha sosyalist olmaya başlayacaklardır.
25 Kasım 2012 Pazar”
Bu öneriyi Sosyalist Yeniden Kuruluş ne
gündemine aldı, ne de gündeme getirmeye çalıştı. Aksine bürokratik bir
keyfilikle engelledi, görmezden geldi.
Bir parça demokrat, bir parça devrimci, bir
parça henüz ruhunu şeytana teslim etmemiş, konformistleşmemiş, bir parça sosyalist
bir önderlik, bu önerinin üstüne atlar, burada sayılan olanakları görür, tüm
örgütü bunu tartışmaya çağırır, bu konuyu tartışma gündemine sokmak için çaba
harcardı böylece kendi üyelerinin sosyalist ve demokratik eğitimini de sağlamış
olurdu, kabul edilirse de aynı şeyi bütün sosyalist ve demokratların gündemine
ve tartışmasına getirmek için girişim üstüne girişim yapardı.
Bu takdirde şansı hiç de az olmazdı. Ertuğrul
Kürkçü gibi vekiller, HDK aracılığıyla diğer sosyalistlerle ve Kürt Hareketiyle
bağlar müthiş bir avantaj oluşturuyordu.
Ama bu küçük örgütlerin başına geçmiş
bürokratlar oligarşisi, bu ruhsuzlar sanki böyle bir öneri yokmuş gibi yapıp
üzerini örtmeyi kar bildiler.
Yine de yılmadık. Bu sefer ikinci bir yazı
yazdık, belki derdimizi anlatamamışızdır diyerek.
SYK’nın Politik Profili İçin Bir Kampanya
Önerisi Hakkında Ek Açıklamalar
“24 Nisan’ı 1 Mayıs Yapalım” şeklinde bir
kampanya ve tartışma başlatma önerisi yapmıştım. Buna şimdiye kadar hiç
kimseden bir itiraz gelmediğine göre; sükût ikrardan gelir diyerek kabul
görüyor diyelim.
Ancak bu öneriye ilişkin bazı konuşmalardan
önerimin yeterince anlaşılmadığını daha doğrusu benim iyice açıklayamadığımı
fark ettim. Bunda yaygın ve üzerine düşünülmemiş kabullerin de bir etkisi var
tabii. Söylediklerim ve önerilerim var olan ve yaygın paradigmalar içinde
değerlendirildiğinden anlaşılamayabiliyor.
Bu nedenle bazı açıklamalar yapmam gerekiyor.
Mesela bir toplantıda işçiler içinde çalışan
bir arkadaş; “biz orada soykırımdan falan söz edemeyiz” demiş.
Bu yaklaşımın doğruluğu yanlışlığı ayrı bir
sorun olmakla birlikte, ben böyle bir öneride bulunmadım.
Benim önerimi özü, sosyalistleri, demokratları,
entelektüelleri, 1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapma üzerine bir tartışmaya
çekmektir. Bunun yapılıp yapılmaması bile değildir. Hatta yeterince güç
yoksa yapılmayabilir. Bu devletin bu konuda nasıl ezici bir tavır takındığı
bilinmeyen bir şey değildir. Savaşı elbette düşmanın istediği koşullarda değil;
kendi istediğimiz koşullarda yapmalıyız.
Benim önerimin özü, böyle bir tartışma
aracılığıyla konuyu gündeme getirmektir. Tartışmaya sokmaktır.
Bu hayati bir halkadır.
Bir taşta birçok kuş vurmayı sağlar.
Birincisi, daha önce belirtmediğim bir yan.
Bütün sol ve aydınlar aynı konuyu tartışır olacaktır. Bu Türkiye’de 60’lardan
beri olmayan bir durumdur. Son yıllarda, günlük aktüel politika konusunda ortak
tartışmalar yapılıyor ama bunlar diyelim ki şimdi milletvekillerinin
dokunulmazlığı; geçen haftalarda açlık grevleri vs. idi. Ama solun
kendisi ortak bir strateji ve program tartışması yapmıyor.
1960’larda ise, sol hem ortak tartışma
konularına sahipti, hem bu ülke gündemini belirliyordu. Tam da bu nedenle
siyasi ve teorik seviye hızla gelişim kaydediyor; herkes sosyalistlere saldırsa
bile genel bir hegemonya oluşturuyordu sol.
Şimdi ise bizlere saldırılmıyor bile. Bizler
polisin saldırısıyla uğraşıyoruz genellikle. Esas aydınların, gazetelerin vs.
bizlere saldırmasını sağlamak gerekiyor.
Böyle bir tartışma gündeme sokulabilirse, bu
ortak tartışma örgütlere göre bölünme çizgilerini kesen başka bölünmelere yol
açar. İşte o zaman tekrar sol farkına varmadan ortak sorunlar karşısında
bölünerek; örgüt çizgilerine denk düşmeyen çizgilerle bölünerek birleşmiş olur.
Bundan sonra fiili bir birleşmenin koşulları yaratılmış olur. Gerçek birleşme
ve kaynaşmalar böyle olur, yoksa örgütlerin bir araya gelmeleriyle değil.
Onlarla belki bir başlama vuruşu yapılabilir.
İkincisi, sosyalist hareketin tarihini ve bunun
ulusçulukla ilişkisini sorgulama olanağı yaratır. Bu da sosyalistlerin teorik
olarak gerçekten Türk milliyetçiliğinin izlerinden kurtulmasını sağlar.
Şunu unutmayalım ki, 24 Nisan’da İstanbul’da
alınan aydınların önemli bir bölümü sosyalist idi. Bunlar sadece Ermeniler
değil; sosyalistlerin kurbanları olarak da görülmelidir. Mustafa Suphilerin
ölümü her yıl anılıyor. Onlar Türk’tü hatta bir kısmı Türk milliyetçisiydi.
Komünist hareketin tarihini Suphilerle, Bakü ile başlatan sosyalist tarihçilik,
Türklüğü ve Türk milliyetçiliğini yeniden üretir. Katledilen Ermenileri, sadece
Ermeni olarak değil aynı zamanda sosyalist olarak anmaya başladığımızda;
tarihimizi oradan başlatmaya başladığımızda yavaş yavaş Türk olmaktan çıkıp
birer demokrat olmaya başlayabiliriz. O zaman milletin ve milliyetçiliğin ne
olduğunu anlamaya ve anlatmaya başlayabiliriz.
Böylece 1 Mayıs, bu topraklardaki gerçek anti
ulusçu özelliğine kavuşmaya başlar.
Üçüncüsü, benim önerimde hedef, Ermeni soykırımının
tanınması; Ermeni katliamına soykırım denmesi gibi liberallerin öne çıkardığı
ve aslında aynı zamanda son derece gerici; liberallerin ve gerici
milliyetçiliğin amacına hizmet eden tartışmalar değildir. Aksine önerimin bir
hedefi, tartışmaları bu çıkmazdan kurtarmak ve bu tartışmaların da gerici;
düzeni yeniden oluşturucu özelliğini teşhir etmek ve bunun için fırsat
yaratmaktır.
Yani Türklerin özür dilemesi gerici bir
taleptir, çünkü Türklüğü yeniden üretir. Ulusların dışında
başka bir varoluş ve paradigma olabileceğini kabullenmez.
Soykırım tanınsın veya densin gerici bir
taleptir. Çünkü sosyolojik bir sorunu hukuki bir tanım çerçevesinde
tartışmaya hapseder. Soykırım Hukuki bir kavramdır. Hukuki
kavramlar ise var olan düzenin savunusunun ve yeniden üretilmesinin araçlarıdır.
Bu gibi itirazlar uzatılabilir. Ama bizzat bu
itirazlar, konuyu, var olan gerici ulusçuluğu sorgulamayan liberal ufku da
sorgulayıp; bizzat ulusların ve gerici ulusçuluğun eleştirisini; onunla bir
hesaplaşmayı ve onların oluşturduğu ideolojik hegemonyayı kırmayı amaçlar.
Şunu unutmayalım. Ermeni katliamı ile bu toplum
hesaplaşmadan; bunu bir karşı devrim; bütün çıkmazın; geriliğin ve gericiliğin
en temel nedeni olarak görmeden, demokrasi yolunda bir adım bile atılamaz;
bırakalım sosyalizmi bir parçacık demokratik bile olunamaz. Bu da katliamların
önüne geçilemez demektir.
İnsanların canını kurtarmak; katliamları
engelleyebilmek için bile bu konuyu ne yapıp yapıp toplumun gündemine
getirmeliyiz. Önerim bu yolda sadece küçük bir başlangıçtır.
Bunun nasıl planlanacağı; nasıl adımlar
atılabileceği; bunun her aşamasının özgül örgüt ve mücadele biçimleri vs. gibi
konuları ilerde ele alırız ama önce bir ses verelim lütfen.
Karşı ve başka öneriler var mı? Neler? Belki
daha akıllıca öneriler vardır bu amaçlara hizmet eden?
30.11.2012”
Bunu birkaç birey dışında kimse tartışmaya
değer görmedi.
Hatta böyle önerilerde bulunmamız rahatsızlık
yarattı ve sonra kendi koydukları kuralları ayaklar altına alarak aralarında
yerimiz olmadığını söylediler.
Haydi, bunlar anlaşılabilir. Çünkü bu
örgütlerdeki genç kuşaklar ne marksizmi bilirler ne de bir devrimci yükseliş
görmüşlerdir. Politik mücadeleye girip örgütsel hareketlerde yer aldıklarından
beri gördükleri hep bir gericilik döneminin beslediği ideolojik ve politik
atmosferde yaşayıp öreyebilen küçük grupların bürokratik bir oligarşi
oluşturmuş yöneticileridir.
O bürokrat yöneticilerden de bir şey
beklenemez, çözümün değil sorunun kendisidirler zaten.
Ama aynı örgütte bulunan, en azından 68’lerin
havasını solumuşlardan Ertuğrul Kürkçü’lerin, Mahir Sayın’ların, Kenan
Kalyon’ların, bütün bu öneriler ve önerene yapılanlar karşısında susarak,
insanların geri yanlarına karşı mücadele etmeyip onları okşayarak yaptıkları,
hoş görülebilir ve affedilebilir değildir.
Şimdi bu öneriler karşısında susanlar 1 Mayıs’a
nasıl katılacakları, ne gibi armaları, flamaları olacağı, nasıl en güzel
temsil edilecekleri ile ilgili öyle bir coşkuyla tartışıyorlar ki, tükenişin ve
çürümenin bundan daha açık bir kanıtı olamaz.
Konuşmalarının özü aslında, bir zamanlar
çürüyen aristokrasinin, bu mevsim balosunda nasıl giyinip en etkili kıyafet ve
mizansenlerle orada görüneceklerini konuşmalarından hiç de farklı değildir.
Aynı çürümüşlükle maluldurlar.
Tartışılan politik bir strateji değildir, nasıl
görünüleceğidir.
Yani nasıl daha güzel medya maymunu oluruz diye
tartıştıklarının farkında değiller.
Nasıl daha güzel demokrasi mankeni oluruz diye
tartıştıklarının farkında değiller.
Buyurun tartışmalar hakkında örneğin SYKP’nin
baş bürokratı Tuncay Yılmaz neler yazıyor görün:
“SYKP olarak bulunduğumuz hemen her yerde yoğun
bir 1 Mayıs çalışması sürüdürüyoruz. Bir yandan kuruluş çalışmalarını
hızlandırıp diğer yandan pratik faaliyetlere hazırlanmak kimi aksamalara neden
oluyor elbette. Henüz mekanizmalarımızın istediğimiz hale gelememiş olması bazı
işlerin zamanında tamamlanamamasına yol açabiliyor.
1 Mayıs materyalleri de isim ve
logo/bayrak tartışmalarının azizliğine uğradı biraz.
Örgütlerimizin afiş, stikır, bildiri gibi materyallere ihtiyacı
olduğunun farkındayız ancak, bu materyallerde isim ve logomuzunda
olması isteği gecikmemize yol açtı. Ancak örgütlerimizin bu materyallere bağlı
kalmadan da çalışmaları sürdürdüğğünün, yoğunlaştırdığının farkındayız.
Afiş ve stikerlar ancak hafta başı
matbadan alınabilecek. Bildiriler cumartesi günü kargoya
verilebilir durumda. Bayrakları ise önümüzdeki hafta sonuna
yetiştirebileceğiz.
Tüm yoldaşlarımızın bu 1 Mayıs'ın SYKP
için kendini gösterme, sürecin etkin bir öznesi olduğunu
ispat etme günü olduğunun bilincinde olduğunua yürekten inanıyoruz.
Hepimiz özellikle birebir, yüz yüze ilişkilere öncelik vererek en
kitlesel şekilde 1 Mayıs'a katılımı ve siyasetimizin alanlara güçlü
bir şekilde yansımasını sağlamak için var gücümüzle çabalamalıyız. Türkiye
çapında alanlara çıkmış 10 bin SYKP'li dosta umut, düşmana kaygı
verecektir.” (Bazı sözcükleri yukarıda söylediklerimizin doğrulanması olduğu
için; çürümenin çapını itiraf anlamına geldiği için biz vurguladık)
Bütün bu satırların son duruşmada, nasıl daha
etkili demokrasi mankeni oluruzdan başka bir anlama gelmediğini görmeyip, medya
maymunluğu yarışına girmekten başka bir anlama gelmediğini görmeyip bu durumdan
rahatsız olmamak ancak o tükenişin bir öznesi olmakla mümkündür.
Politik stratejiye ilişkin bir öneri hakkında
susup ondan rahatsız olanların ve öneriyi getirenler gidince rahatlayanların,
yukarıdaki satırlarda ifade edildiği gibi “logo ve bayrak” (dikkat edin
içerikle ilgili bir şey yok hep medyatik araçlar) üzerine büyük bir şehvetle
tartışmalarından daha başka ne gerekir tükenişi görmek ve göstermek için?
Aynı şekilde, bir program tartışmasından kaçanların,
bundan rahatsız olanların aynı şehvetle günlerce logo ve isim tartışması da bir
rastlantı değildir.
1 Mayıs, sosyalist ve sol sosyetenin yıllık
balosudur.
24 Nisan ise demokrasi savaşının alanı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder