Engels "tarihsiz Halklar" ının ve Eleştirilerin Eleştirisi
Demir Küçükaydın
“Demir,
Engels’in “Tarihsiz Halklar”ına girmeden önce, “Milletler ve Milliyetçilik” başlıklı bu serinin ilk yazısı üzerine bir açıklama.
Arkadaşım Engin Urcan, ilk yazıda ele aldığımız, “Başka ulusları ezen bir ulus özgür olamaz” sözü üzerine, bu sözün aslında Engels’e ait olduğuna dair bir açıklama yolladı.
“Demir,
“Marx Niçin ve Nasıl Bir Milliyetçiydi?”
adlı makalende şöyle diyorsun:
“Bilindiği gibi bugün
dünyadaki Marksistler, sosyalistler hatta demokratlar, milliyetçi olmadıklarını
ifade ederken, bunun en özlü ifadelerinden biri olarak Marks’ın “Başka bir
ulusu ezen bir ulus özgür olamaz”[1]
sözünü zikrederler.”
Benim
bildiğim kadarıyla bu söz aslında Marks’ın değildir. Engels’in buna yakın ilk
sözü aşağıdaki kısa konuşmanın içinde geçer:
“A nation cannot be free
and at the same time continue to oppress other nations.” (F. Engels, “Speech at the International
Meeting held in London on November 29,
1847 to mark the 17th Anniversary of Polish Uprising of 1830”, MECW, Vol. 6, p. 388.)
„Eine Nation kann nicht
frei werden und zugleich fortfahren, andre Nationen zu unterdrücken.“
(F. Engels, „Reden über Polen auf
dem internationalen Meeting in London am 29. November 1847, anläßlich des 17.
Jahrestages des polnischen Aufstandes von 1830“, MEW, Band 4, s. 416-418)
Yıllar
sonra Marks, İkinci Enternasyonal’in yayınlanmamak üzere hazırlanmış bir iç
yazışmasında buna benzer olarak şunu yazar:
“A nation that enslaves
another forges its own chains.”
(Marx, in Confidential Communication on Bakunin, Mar 28, 1870, MECW, v. 21, p.
112, re. IWMA General Council, Circular
to Swiss Romanish Fedaral Council, Jan 1, 1870)
“Das Volk, das ein anderes Volk unterjocht,
schmiedet seine eigenen Ketten.” (Marx, „Konfidentielle Mitteilung”, 28 Marz, 1870, MEW, Band 16, s.
409-420)
Daha
da sonra Engels’in şöyle bir sözü vardır:
„Ein Volk, das andere unterdrückt, kann sich
nicht selbst emanzipieren.” (F. Engels, “Flüchtlingsliteratur, I. Eine polnische Proklamation” Geschrieben
Mai 1874 bis April 1875, MEW, Band 18, s. 519-567)
Bu
sözün Marks’a ait olduğunu Lenin şu eserinde söylemiştir:
“Marx,
mindful in the first place of the interests of the proletarian class struggle
in the advanced countries, put the fundamental principle of internationalism
and socialism in the foreground -- namely, that no nation can be free if it
oppresses other nations.”
(Lenin, “Socialist Revolution and the
Right of Nations to Self-Determination - Theses; 5. Marxism and Proudhonism on
the National Question”, Collected Works, Vol. 22, pp. 149)
Bu
sözünü desteklemesi için verdiği dipnot ise o zaman henüz yayınlanmamış olan
yukarıdaki “Confidential Communication on
Bakunin”a gönderme yapar.
Kuşaklar
boyunca hep Marks’ı Lenin’den, Lenin’i de Stalin’den öğrendiğimiz için bu
yakıştırma yerleşik bir kullanım haline gelmiştir.
Bu
konuda yazarken bu noktayı vurgulamak gerektiğini, bunun en azından Marks’a bir
borcumuz olduğunu düşünüyorum.
İyi
çalışmalar,
Engin”
Engin’e açıklamasından dolayı teşekkürler.
İki dilde kaynaklara başvuran bu açıklama, bir yan ürün
olarak, içerik bakımından ayrıca o yazıda dediklerimizi, yani Marks-Engels’in
Halk derken Ulus’u kasttettiklerini, bunları çoğu kez birbirinin yerine de
kullandıklarını, bir kez daha doğruluyor[2].
Ancak sözün ilk kez kullanılışının, Marks’a ya da Engels’e
ait olmasının kanımca burada konumuz açısından bir önemi yoktur. Çünkü, aslında
Marks-Engels, Kıvılcımlı’nın dediği gibi, iki ayrı vücutta bir tek insan
gibidirler. Birbirlerinin adını ve imzasını kullanarak bile yazarlar ve böyle
olduğu yıllar sonra arşivler açılınca ortaya çıkar. Bu vesileyle,
Kıvılcımlı’nın bu devrimcilerin örnek yaşam ve davranışlarıyla ilgili, onları
anlatırken biraz da kendini ve özlemlerini anlattığı “Karl Marks’ın Özel Dünyası” ve “Marks-Engels”
adlı kitaplarını anmadan geçmeyelim.
Böylece Engels, Marks’ın günahına da ortak oldu, hatta sözü ilk
zikreden olarak, daha büyük pay aldı.
Garibim Engels’in kendi seçtiği kaderi biraz budur zaten.
Marks’ın geçimini, hatta karısı Jenny’nin çeyizi, ev kölesi, “ahretlik” Helene
Delmuth’tan, bunalımlı bir dönemde olan çocuğunu bile üstlenmiştir. “Birinci
Keman” olabilecekken “İkinci Keman”lığı tercih etmiştir. Şimdi bu günahının da
beratını almış oldu.
Ancak Engels’in günahları bu kadar değildir; daha bilinen ve
büyük bir günahı vardır: şu meşhur “Tarihsiz
Halklar” veya “Tarihsiz Uluslar”
kavramı. Bu yazıda kısaca buna değinelim.
Ama sanılanın aksine biz Engels’i şimdiye kadar hiç
görülmemiş ve duyulmamış bir açıdan eleştireceğiz. Tabii esas eleştirilerimiz
ise Engels’ten de çok, başta kendimiz olmak üzere, Engels’i Marksizm’in içinden
eleştirenlere yönelik olacak. Tabii eleştirimiz de yine Marksizmin içinden bir
eleştiri olacaktır. Bütün bunlar Marksizmin, yani Toplum Bilimin
(Sosyolojinin), yani Tarihsel Maddeciliğin gelişiminden başka bir anlama
gelmezler.
*
Engels, örneğin 1848 devriminde, karşı devrim güçleri
tarafından kullanılan Güney Slavlarından, devrimin ezilmesindeki bu rollerinden
dolayı “Tarihsiz Halklar” olarak söz
eder. Engels’in bu sözleri, doğru ya da demokratik bir politikanın, yanlış ya
da ırkçılığa varabilecek gerekçelerle açıklanmasının tipik bir örneği olarak
ele alınabilir.
Aslında Engels’in yanlış çıkarsamasına yol açan olgu, Tarih’te
yeni bir olgu da değildir. Klasik Uygarlıklar ve devletler her zaman kendi
küçük dünyaları içindeki komünleri, aşiretleri; Daha sonra da kapitalizmle
birlikte burjuvazi ve onun devletleri hem komünleri hem köyünün ötesini
göremeyen, henüz şehir ve Pazar ilişkilerinin gelişmediği toplulukları her
zaman kendi daha genel ve kapsayıcı amaçları ve daha geniş örgütlenmeleri içinde kullanırlar. Bu ezilen
sınıflara karşı olabileceği gibi, diğer uygarlıklara, devletlere ve ulusal
devletlere de karşı olabilir.
Elbet bu “kullanma” bir süre sonra kullanılma sonucunu da
doğurur. Çünkü, böylece uygarlık tarafından kullanılırken, uygarlığı tanıyan,
onun zayıf yönlerini gören komünler, Hikmet Kıvılcımlı’nın ayrıntılı bir
şekilde açıkladığı gibi, uygarlıkları feth ederler. (Kıvılvcımlı’nın deyişiyle
“Tarihsel Devrimler” yaparlar). Ama kullananların kullanılması gibi, feth
edenler de feth ettikleri tarafından feth edilirler. Feth ettikleri uygarlıklar
onları feth eder, uygarlaştırır, sınıflara böler, komünün tüm kalıntılarını yok
eder. Bir bakıma klasik tarihin tekerrürlerinin mekanizmasıdır bu. Ancak
şimdilik konumuz olmadığından bunları bir yana bırakalım.
İspanyol Kortez ve Pisarro koca Astek ve İnka
imparatorluklarını bir kaç yüz adamla biraz da böyle, boyların çelişkileriden
de yararlanarak yok etti. Kuzey Amerika’ya gelen ilk göçmenler de böyle
yaptılar. İngiliz Emperyalizmi’nin “Gurka”ları, Çar’ın Kazakları, Pers
uygarlığının Deylemlileri; İslam uygarlığının Oğuz ve Türkmen boylarını veya Çerkez
boylarını ve Kafkas komünlerini kullanışı; Abdülhamit’in Hamidiye alayları vs.
hep aynı kategoriden olgulardır. Bugün bile Ürdün kralının ordusu bedevi
aşiretlere dayanır. Türk devletinin korucu aşiretleri bunun bir başka örneğidir.
Çin bürokrasisi binlerce yıllık tarihsel tecrübesiyle, öğrenci ayaklanmasını en
köylü ve geri bölgelerden getirdiği birliklerle bastırmıştı. Modern tarihte,
birinci ve ikinci dünya savaşlarında, hatta son Irak işgali vesilesiyle
Yeni-Eski Avrupa tartışmalarında da görüldüğü gibi, dünyaya kendi dar
çıkarlarından bakan, birçok küçük ulusal devlet bile böyle bir durumda olabilir.
Başka bir örnek. Türkiye’de egemen sınıfların partileri
büyük ölçüde, aşiretlerin kendi çıkarları açısından düşünüldüğünde pek ala
akıllıca ve mantıklı olan milletvekilliği ve bazı başka çıkarlar karşılığında
toplu halde oy vermelerini, uzun süre şehirlerin ve sahillerin işçi sınıfına
karşı kullanıyorlardı. Örneğin 12 Eylül cuntası, Kürdistan’daki şehirlere nüfus
içindeki oranlarından çok daha büyük bir oranda milletvekilliği verirken, tam
da gericiliğin 1848 devrimini ezmek için yaptığının değişik bir versiyonundan
başka bir şey yapmış olmuyordu. Kürdistanda bezirgan partilere toplu oy veren
aşiretler belki kendi açılarından mantıklıca davranıyorlardı, ama bu, tüm ülke
çapındaki ezilenlerin ezenlere karşı mücadelesinde, ezen sınıfların basit bir
piyonu olmakla sonuçlanıyordu.
Elbette doğru bir devrimci politika, bu komünleri ya da
köyünün ötesini göremeyenleri egemen sınıfların yedek ya da vurucu gücü
olmasından kurtarabilmek için her türlü programatik, strateji, taktik, örgütsel
çabayı göstermelidir. Ama sıcak bir savaşta çoğu kez, insanların bilinçlenmesi
veya politik bir konumu değiştirmesi onlarca yıl alırken, politik mücadeleler
ve fiziki askeri mücadeleler saatlerle, günlerle, aylarla ölçülen çok hızlı bir
tempoyla gelişir. Bu nedenle her şeyi doğru yapmaya rağmen yine de fiziksel
olarak karşı karşıya kalınılabilinir.
Bu nedenle, sınıflar mücadelesinde, işçi sınıfı modern ve dünya tarihsel bir sınıf olduğundan,
burjuvaziyle yürüttüğü dünya tarihsel
mücadelede ister istemez, bu köyünün ötesini göremediği için burjuvazi
tarafından kolaylıkla bir piyon olarak kullanılabilenlerle de savaşmak zorunda
kalabilir, tıpkı Kürt ulusal hareketinin daha dar ölçekte de olsa kendi
aşiretinin ötesini göremeyen korucu Kürt aşiretleriyle de savaşmak zorunda kaldığı gibi.
İşte Engels, 1848 devrimlerinde bu duruma düşen güney
Slavlarını tanımlarken, Hegel’den aldığı “Tarihsiz
Halklar” kavramını kullanır.
1848 devriminin yenilgisi karşısında politik olarak devrimci ve doğru bir tutumu yanlış ve metafizik
kavramlarla açıklamaktan başka bir şey değildir bu.
*
Şimdi de çok moda olduğu üzere, bir çokları Engels’i ve
Engels’ten hareketle Marksizmi eleştirmek ve mahkum etmek için, Engels’in bu
sözünü kullanmışlardır. Hele son yıllarda, artık modernizmle özdeşleştirilen
birörneklik değil de postmodern mozaiklik prim yapınca, herkes Marksizmi mahkum
etmek için Marks’ın Hindistan’daki İngiliz Egemenliği konusunda bir zamanlar (ki
sonradan görüşü de değişmiştir) dedikleriyle Engels’in bu sözünü bir kanıt
olarak öne sürer oldu[3].
Bu eleştiriler her türlü dayanaktan yoksundur ve insanların
geri yanlarına hitap ederler, bu geri yanlarla mücadele etmez, aksine onu
beslerler.
Sorun aslında son derece basittir. Dünya “bir şeyler toplamı değil, bir süreçler
karmaşası olarak” kavrandığında herşeyi değişim içinde görmek gerekir.
Böyle görülünce her andaki fotoğrafın, geçmişin izlerini ve geleceğin
tohumlarını içinde taşıyacağı çok açıktır.
Ve bu yaklaşımı bir yöntem olarak kullanan Marksizm ya da
Tarihsel Maddeciligin kendisi de olmuş bitmiş bir şey değil, bir oluş, prose,
süreç, gidiştir. Tabii oluş, gidiş, prose, süreç ise; sürekli değişim içindeyse,
o gidişin her anında geleceğin tohumları
ve geçmişin kalıntıları bir arada bulunur. Bu cansız evrende, organizmalarda,
toplumlarda, fikirlerde, dillerde vs. hep böyledir.
Bir organizmayı ele aldığındığında onda neyin geçmişin
kalıntısı, neyin verili niteliğinin ayrılmaz bir bileşeni olduğu araştırılır.
Örneğin insan türü, yüz binlerce yıldır ateşi kullandığından, selülozu ateş
aracılığıyla parçaladığından, yani hazmın önemlice bir kısmını, daha yiyeceği
ağzına almadan halletiğiniden, pişirerek yeme güçlü çene kasları ve kemikleri
gibi, kör bağırsağı da gereksiz kılmıştır.
Ama insanların vücudunda vardır böyle bir organ geçmişin
kalıntısı olarak. Birinin kör bağırsağı alındığında ölmez. Hatta belki
apandisit olup ölme tehlikesi bile azalır.
Şimdi insan türünü, onun var oluşunun asli bir unsuru
olmayan, onda geçmişin bir kalıntısı olarak bulunan kör bağırsağından dolayı, insanda
selülozu hazmetmeye yarayan kör bağırsak var, o halde insan et yemeyen yediği
bitkisel yiyecekleri de çiğ yiyen bir canlıdır diyerek, bir türler
sınıflamasına sokulduğunda geçmişin kalıntısı, onu o yapan bir özellik olarak, onun
organik ve asli bir unsuru gibi ele alınmış olur.
Şimdi çok moda olduğu gibi, reaksiyonerlerce Marksizme
yapılan eleştiriler de böyledir. Onda, özellikle onun doğuş döneminde, geçmişin
kalıntısı olarak kalmış ve pek üzerinde düşünülmedern dikkatsizce kullanılmış
kimi kavramlar, sanki onun organik ve asli bir unsuruymuş gibi alınmakta ve
buradan yapılan (çoğu kez bir yığın mantık ve olgu yanlışı da içeren) çıkarsamalarla
Marksizm “Avrupa Merkezli”, “Pozitivist”, “Tekçi” vs. olarak eleştirilmektedir.
Bu metodolojik yanlışı zikretmekle yetinerek bu tür
eleştirileri bir yana atıyoruz ve daha fazla zaman kaybetmiyoruz.
Ama okuyucuyu uyaralım ki, örneğin şimdi İnternete girse ve “Tarihsiz Halklar” diye yazsa, karşısına
çıkacak linklerin yüzde doksan dokuzu bü türden değersiz ve saçma çıkarsamalar
ve eleştirilerdir. Bu korkunç bir bilgi kirlenmesi de demektir aynı zamanda.
Bir şey çok olmakla veya tekrarlanmakla doğru olmaz.
Tabii bu aynı zamanda, “yerleşik kanaatler ordusuna” karşı
savaşırken, işimizin ne kadar zor olduğunu gösterir. Karşımızda yalan ve
iftiralardan oluşan koca bir dağ vardır ve bu dağ sürekli büyümektedir.
*
Ama Marksizmin içinden de bu sözü geçmişin bir kalıntısı;
Marksizmle uyuşmayan bir görüş olarak ele alarak Engels’in bu sözüne yönelik
eleştiriler olmuştur. Esas dikkat edilmesi gerekenler ve başta kendimiz olmak
üzere bizim eleştireceklerimiz tam da bunlardır.
Bu Marksist eleştirilerde, Marksizm, olmuş bitmiş şeyler
veya formüller ve reçeteler olarak değil; oluş
(gidiş, prose, süreç) halindeki bir Yöntem
olarak ele alınmakta ve bu yöntemde ona has olanla olmayan ayrılmaya çalışılmakta,
eleştiri Marksim’e değil, Marksizm’den hareketle “Tarihsiz Halklar” kavramı gibi Hegelci ve metafizik kalıntılara
yapılmaktadır.
Bu bağlamda Roman
Rosdolski, Michael Löwy ve Enzo Traverso gibi otantik ve klasik geleneği sürdüren Marksistleri zikredebiliriz.
Biz de işte tam bu geleneği sürdürerek ve ona uygun olarak,
“Tarihsiz Halklar” kavramını ve onu
eleştiren Marksistlerin, bu eleştirilerini çok
daha derin bir kalıntı üzerinden Marksizme yabancı bir kavrayışla
eleştirdikleri için eleştireceğiz.
*
Engels’in bu “tarihsiz
halklar” kavramına veya bu türden yaklaşımlara üç düzeyde eleştiri
yöneltilebilir ve yöneltilmiştir.
Birincisi olgusal
eleştiridir. Bu “Tarihsiz” olarak
tanımlanmış bir takım hakların tarihsiz olmadığından hareketle bir eleştiridir.
Yani diyelim ki güney Slavlarından Hırvatların çıkıp, “Engels veya bizi
tarihsiz olarak görenler yanılıyor biz tarihsiz değiliz, tarihte şöyle
devletler, böyle medeniyetler kurduk” demeleri bu tür bir eleştiriye örnek
olarak gösterilebilir.
Bunun benzeri, örneğin “Kürtler hiçbir devlet ve medeniyet
kuramamıştır, kuramamıştır” diyen Türk gericilerine karşı kimi Kürtlerin çıkıp
“bu doğru değil, biz tarihte şu şu medeniyetleri ve devletleri kurduk” demelerinde
görülebilir.
Bu tür bir eleştiri ve karşı çıkış yöntemsel değil olgusal düzeyde bir karşı çıkıştır ve eleştirdiği görüşle aynı varsayımı gizli
olarak paylaşma anlamına gelir. İtiraz “Tarihsiz
halklar” kavramının kendisine veya bazı halkların tarihsiz olarak
tanımlanmasına değil, şu veya bu halkın tarihsiz sayılmasınadır.
Bu tür itirazlar politik olarak haklı bir mücadelenin aracı
bile olsalar, aslında karşı çıktıklarıyla aynı gerici anlayışı paylaşmış; o
gericiliği savunmuş ve yaymış olurlar.
Biz, yirmi beş yıl önce bile, yani daha henüz ulusun ve ulusçuluğun
ne olduğunu bilmezken, henüz demokratik ve gerici ulusçuluk farkının farkında
değilken; tamı tamına otantik-klasik Marksizmin
çelişkilerinin içindeyken bile, bu yaklaşımın yanlışlığını görüyor ve o zaman
bile bu tür olgusal eleştirileri eleştiriyorduk.
Örneğin şöyle yazıyorduk 1986’da Kürdistan Press için yazdığımız ve tam da eleştirdiğimiz görüşleri
savunduğu için orada yayınlanmayan “Kürtlerin
Tarihi ve Kürt Burjuvazisi” adlı yazıda:
“Emperyalist ülkelerin ya da ezen ulusların burjuvazisi, diğer uluslar
üzerindeki sömürü ve egemenliğini haklı gösterebilmek için, o halkları geri ve
barbar, kendisini de uygar olarak sunar. Oryantalistik'ten Antropolojiye kadar,
tarih ve ilkel toplumlarla ilgili bütün sözde bilimlerin kaynağında bu kaygı
vardır. (Bu bilimlerin doğuş ve gelişmeleriyle, sömürgeciliğin ve emperyalizmin
gelişmesi arasındaki ilişki gerçekten incelenmeye değer bir konudur.)
Ezilen uluslar kurtuluş savaşlarına girerken, ezilen ulusların
burjuvazisi de, kendi Tarihini yeniden yazar. Bu Tarihler, sömürenlerin
iddialarının aksini, yani ne kadar uygar
olduklarını ya da bir zamanlar nasıl uygarlıklar kurduklarını anlatır. Bütün
bunlar doğru da olabilir, çünkü kapitalizm öncesinin bütün büyük uygarlık
beşikleri, emperyalizmin sömürgesi ya da yarı, yeni sömürgesi olmuşlardır.
Ne var ki, bunu yaparken, ezilen ulus tarihçiliği, ezen ulusun
tarihçiliğinin tüm yanlışlarını ve varsayımlarını paylaşmış olur, onun ufkuna
hapis olur. Kendisinin nice medeniyetler kurduğunu, nice uygar olduğunu kanıtlamaya çalışırken zımnen kendisini
ezenlerin şu varsayımını kabullenmiş olur: medeni olmayanlar ya da "yüksek bir kültürden"
gelmeyenler, medenileştirilmelidirler.
Yıllar önce Gine Bissau Kurtuluş Savaşı'nın önderi A. Cabral'ın bir
yazısını okuyordum. Cabral, büyük bir gayretle Gine'de bir zamanlar ne kadar
yüksek bir kültür ve uygarlık bulunduğunu anlatmaya çalışıyordu. Sanki bunu
kanıtlasa, savaşçısı olduğu kurtuluş savaşına daha bir haklılık kazandıracakmış
gibi.
Cabral, tarihsel olarak haklı ve ilerici de olsa, bu çabalarıyla,
farkına bile varmadan, kendilerini ezenlerin ölçülerini, değerlerini,
varsayımlarını kabul etmiş oluyordu.
Diğer yandan, Sahra'nın güneyindeki Afrika'da, - Etiyopya hariç - hemen
hiç bir medeniyet varolmadığından, ister istemez, gerçek olmayan bir tarihi
yaratmak zorunda kalıyordu. Kapitalist sömürgeciliğin gelişine kadar Siyah
Afrika hemen hemen sadece ilkel sosyalizmin çeşitli aşamalarındaki
topluluklardan oluşuyordu.
Afrika'da büyük medeniyetler kurulmuş olmaması niye utanılacak bir şey
olsun? Aksine, Afrika'nın Tarih'e geç girişi onun gerçek tarihsel avantajı
olamaz mı? Daha 500 yıl kadar önce,
Avrupa'nın kuzeyi, Çin, Hint ve Ön Asya medeniyetleri karşısında, bugünkü
Afrika'nın durumunda değil miydi?...
Benzer bir eğilime Kürt tarihçiliğinde de rastlanıyor. Kürt burjuva ve
küçük burjuva tarihleri, egemen ulusların tarihçiliğine, onların
varsayımlarıyla, değerleriyle karşı çıkmaya çalışıyor. Bu eğilim Kürt
tarihçiliğinde oldukça güçlüdür de, çünkü, özellikle Türk burjuva tarihçiliği,
dünyadaki bütün ulus ve medeniyetleri Türk yapıp, Kürtlerin varlığını bile
anmayı affedilmez bir suç addedince, Kürt tarihçiliği, buna tepki içinde
şekillenme durumunda kalıyor. Örneğin Med'ler ve diğer birçok Ön Asya
medeniyetleri Kürt yapılıyor.
Kürtlerin ya da Türklerin ya da herhangi bir ulusun hiç bir medeniyet
kurmamış olması niye bir eksiklik olsun? Herhangi bir ulusun ya da topluluğun,
ayrılma hakkını elde etmek için, buna meşruluk kazandırmak için, daha önce bir
veya birçok medeniyet kurduğuna dair bir sertifika göstermesi gerekmez.
Kürdistan ve Kürtlerin Tarihini, böylece ezen uluslar burjuvazisinin
varsayımları çerçevesinde ele alınmaya ve anlatılmaya çalışılması, Kürdistan
burjuvazisi ve küçük burjuvazisinin konumundan ve çıkarlarından kaynaklanır. Ve
bu anlayış, potansiyel olarak, koşullar değiştiğinde, başka ulusların kendi
kaderini tayin hakkının reddedilmesinin temellerini oluşturur.
Kürt burjuvazisinin bu Tarih anlayışı, burjuva ideolojisinin
egemenliğinin bir ifadesi olmakla kalmaz, aynı zamanda, Kürdistan'ın kurtuluş
mücadelesine iki yönlü bir zarar verir. Bir yandan, Kürdistan'da, hiç de
küçümsenmeyecek bir sayıda bulunan, Kürt olmayan azınlıkları, Kürdistan'ın
kurtuluş mücadelesinden soğutur; diğer yandan, ayrılma hakkını, sadece ulus
olmakla sınırlayan bir anlayışı kabullenmiş ve savunmuş olur. Ve nihayet, Kürt
Tarihi örneğinde, gerçeği değiştirdiği için, düşmanlarının eline silah verir.
Kürt sosyalistlerinin bir görevi de, Maddeci Tarih Anlayışının
metodolojisi ile, Kürtlerin ve Kürdistan'ın tarihini yazmaktır; Tarih'i tahrif
eden, gerici varsayımlara dayanan, Kürdistan'ın kurtuluş mücadelesini
zayıflatan burjuva tarihçiliğine karşı mücadele etmektir. Kürdistan
sosyalistlerinin, Kürt ulusunun kurtuluş mücadelesini zafere götürmek ve bu
mücadeleye gerçekten önder olabilmek için, burjuvaziye karşı entelektüel
zaferlere ihtiyacı vardır”
Dikkat edilirse burada olgusal düzeyde itirazın metodolojik
yanlışlığına ve özdeki gericiliğine dikkat çekilmekte ve aslında şimdi ele
alacağımız, Engels’i eleştiren klasik Marksistlerinki gibi bir konum
savunulmaktadır.
Yani yazımızda halkların (ulusların) tarihi olduğu konusunda
bir kabul vardır ve eğer olgulara da uyuyorsa bu tarihin devrimci bir tarih
olarak yazılmasından söz edilmektedir[4].
Henüz ulusların veya halkların tarihi olmadığına dair bir kavrayışımız yoktur. Bu
nedenle şu an okuduğunuz yazı, yukarıya alıntılar yapılan yazımızın da bir
eleştirisi ve aşağıda ele alacağımız ve eleştireceğimiz ikinci türden yöntemsel
eleştirinin bir örneği olarak da okunabilir.
*
İkincisi yöntemsel eleştiridir. Bu klasik Marksist eleştiri,
“Tarihsiz Halklar” kavramına bu
kavramın Marksizm ve tarih dışı, metafizik niteliğinden dolayı eleştiri
yöneltir. Ama burada gizli olarak, ulusların veya halkların tarihi olduğu
varsayımı vardır, ki bu da bizim bu ikinci eleştiriye yapacağımız üçüncü
eleştirinin konusudur.
Bu eleştirinin tipik örneği olarak bilinen ve klasikleşmiş
iki Marksisti burada ele alalım: Roman Rosdolski ve Michael Löwy.
Roman Rosdolski [5]
(1898-1967) Engels’i Hegel’in “Ruhun Fenomenolojisi”nden alınmış bu idealist ve metafizik kavramı
kullanmakla ve kullanımın ardındaki diğer metodolojik yanlışlarla (Bu halkların
içindeki sınıf mücadelelerini, diğerlerinin bunlara ezen uluslar olarak
görünmesini, burjuvazinin korkaklığı nedeniyle bu halkları devrim saflarına
kazanılamaması vs. olguları göz ardı etmekle) eleştirir.
Ama Rosdolki’nin kendisi Ulusun ne olduğun bilmez ve tam da bu
nedenle gerici ulusçuların ulus kavrayışına sahiptir: ulusların tarihi olduğunu
varsayar.
Örneğin, ölümünden sonra
“İşçiler ve Vatan” adıyla
yayınlanan çalışmasında, Marks’ın “İşçilerin
Vatanı yoktur” önermesini açıklarken, Marks’ın bu sözüyle, “etnik
anlamda ulusallıktan veya halk
oluştan değil”, Modern burjuva devletten söz ettiğini söyler[6].
Yani Rosdolki, Ulusun, ki o da Halk’ı ulus anlamında
kullanıyor, etnik bir temeli olduğunu kabul ediyor. Ama bu tam da gerici
milliyetçilerin ulus anlayışından başka bir şey değildir. Hem de bu anlayış, ulusun
temellerinin etnik olduğunu kabul eden, en gericisinden bir milliyetçiliğin
millet anlayışıdır.
Tabii Engels de “Tarihsiz Halklar” derken, sadece ulusların
tarihi olduğunu ifade etmiş olmuyor, aşağıda daha ayrıntılı gösterileceği gibi,
aynı zamanda aslında etnik temelli bir ulus anlayışını dile getirmiş oluyordu.
Dolayısıyla gerek Engels, gerek Engels’in eleştirmeni Rosdolski, ulusların
tarihi ve bunun da etnik bir temeli olduğu konusunda aynı anlayışı ve varsayımı
paylaşmaktadır ve bu nedenle Engels’i
Halkların tarihi olduğunu söylediği için değil, “tarihsiz halklar” gibi bir takım halkları tarihsiz kabul eden
metafizik bir kavram kullandığı noktasından eleştirmektedir.
*
Rosdolki’ninkine benzer eleştirileri daha sonra yine aynı klasik-otantik
Marksist gelenekten, özellikle Din ve Ulus sorunu üzerine, bu geleneğin mirasını
eleştirel bir biçimde toplayip geliştirmeye çalışan Michael Löwy de yapar.
Burada bu eleştirilerin kısa bir özeti olarak Löwy’den bir bölüm aktaralım.
“Engels'in Polonya ve
İrlanda konusundaki tutumu büyük ölçüde Marx'a benzer. Ne var ki onun
yazılarında -benim görüşüme göre Marksizm'e temelden yabancı olmakla birlikte-
devrimci sosyalist, demokratik bir tutuma dayansa bile ulusal sorun konusunda
yapılabilecek yanlışların çarpıcı bir örneği olduğu için incelenmeye değer olan
ilginç bir teorik kavrama, «tarihsiz uluslar» öğretisine raslıyoruz.
Orta Avrupa'da
demokratik devrimin 1848-49'da uğradığı başarısızlığı analiz ederken, Engels,
bu başarısızlığı yığınlar halinde Avusturya ve Rus ordularına yazılan,
Macaristan, Polonya, Avusturya ve İtalya'daki liberal devrimi ezmek için gerici
güçlerce kullanılan Güney Slav uluslarının (Çekler, Slovaklar, Hırvatlar,
Sırplar, Romenler, Slovenler, Dalmaçyalılar, Moravyalılar, Ruthenyalılar v.b.)
oynadıkları karşı devrimci role bağlar.
Avusturya İmparatorluğunun
ordusu aslında hem Slav, hem Alman-Avusturya köylülerinden meydana geliyordu.
Karşı devrimin zaferinde önemli bir etken rol oynamıştı: devrimin
liberal-burjuva önderleri ulusal bir köylü devrimine ön ayak olamayacak kadar
kararsız, «ılımlı» ve korkak kimselerdi. Sonuç olarak, köylü yığınları ile
ulusal azınlıkları kazanması ve onları devrime karşı tepkinin bilinçsiz bir
âleti olmaktan kurtarması mümkün değildi. 1848 devrimi toprak sorununa ve
ulusal soruna köklü bir çözüm getiremediği için (ki 1917 Ekim Devrimi'ni
başarılı kılan etken de bu sorunlara köklü bir çözüm getirmesiydi!)
başarısızlığa uğrayan bir devrimin klasik örneğidir. Bu başarısızlık, hareketin
önderlerinin dar bir toplumsal tabanı temsil etmelerinin sonucuydu: orta Avrupa
liberal burjuvazisi 19. yüzyılda artık önemli bir devrimci sınıf olmaktan
çıkmıştı.
Engels 1848-49
yenilgisinin gerçek sınıfsal nedenlerini kavramayı başaramadığı için bu olayı
metafizik bir ideolojiyle, özü gereği karşı devrimci olan «tarihsiz uluslar»
-içinde Güney Slavlar, Bretonlar, İskoçlar, ve Baskların bulunduğu karmakarışık
bir kategoriydi bu- teorisiyle açıklamaya çalıştı. Engels'e göre, «Hegel'in
dediği gibi, bu ulus kalıntıları tarihin akışı tarafından insafsızca
ezilmişlerdir; bu ulusal safra, yalnız varlığıyla bile büyük bir tarihî devrim
karşısında bir tehlike olduğu için, her zaman karşı devrimin bağnaz temsilcisi
olacak, büsbütün yok oluncaya ya da ulusal özelliklerini iyice yitirinceye
kadar da öyle kalacaktır.» Bu teorinin kaynağı olan Hegel, bir devlet kurmayı
başaramayan, ya da kurdukları devlet çoktan yıkılan ulusların «tarihsiz», yok
olmaya mahkûm uluslar olduğunu ileri sürer. Örnek olarak Hegel de gene Güney
Slavları -Bulgarları, Sırpları v.b.- gösterir. Engels bu düzmece-tarihî
metafizik tezi 1855'de yazdığı bir yazıda geliştirir ve şöyle der: «Pan-Slavizm
tarihin bin yılda yarattığı şeyi silip süpürmeye çalışan, Türkiye'yi,
Macaristan'ı ve Almanya'nın yarısını haritadan silmeden amacına ulaşamayacak
bir harekettir...» Böyle bir görüşün
tarihî maddeciliğin devrimci fikirlerinden çok, tarihî hukuk okulunun (Savigny
v.b.) tutucu ilkelerinden kaynaklandığını eklemeye bile gerek yoktur! Aynı
Engels'in aynı dönemde yazdığı bir yazıda (1853) Osmanlı İmparatorluğunun,
Balkan uluslarının bağımsızlıklarını kazanmaları sonucu, parçalanmaya mahkûm
olduğunu belirtmesi bir çelişki gibi görünebilir. Oysa, iyi bir diyalektikçi
olarak «değişkenlikten başka hiçbir şeyin sabit, hareketten başka hiçbir şeyin
değişmez kalmadığı insan kaderinin tarihte geçirdiği sonsuz değişmeler»e hayran
olan Engels için bu hiç de şaşırtıcı olmayan bir gerçekti.
1866'da Polonya
üzerine yazdığı bir dizi yazı, ulusal birlik ve bağımsızlık haklarını kabul
ettiren «büyük tarihî Avrupa ulusları» (İtalya, Polonya, Macaristan, Almanya)
ile Çar'ın ve III. Napolyon'un ellerinde oyuncak haline gelen, «Avrupalılık
önemi olmayan» ve «ulus olarak yaşama gücünden yoksun» ulus kalıntılarını
(Romenler, Sırplar, Hırvatlar, Çekler, Slovaklar) karşılaştırmakta direnen
Engels'in ideolojik tutarlılığını ortaya koydu. Engels'i savunmak için, bu
yazıların, bilimsel bir eserdeki titizlikten yoksun, dolayısıyle asıl teorik
yazılarından farklı gazete yazıları olduğunu söyleyebiliriz. Üstelik, Çarlığın,
Avusturya İmparatorluğunun nasıl yenileceği noktasındaki tavrı da temelinde
demokratik ve devrimcidir. Engels bir Slav düşmanlığıyla hareket etmekten de
çok uzaktı. 1848 devriminden önce yazdığı bir yazıda «İtalyanlarla Slavların
kurtuluşu yolundaki engellerin ortadan kalkması için” Avusturya
imparatorluğunun yenilmesi gerektiğini söylüyordu. Macaristan'daki Alman
azınlığına (Siebenburger Sachsen) saldırdığı yazılarında da görüldüğü gibi,
«yabancı bir ülkenin göbeğinde saçma bir azınlığı ayakta tutmakta direnen»
Alman şovenizminden de kaynaklanmıyordu”[7]
Dikkat edilirse, Löwy’nin eleştirisi de bir takım halkların
Tarihsiz olarak tanımlanmasına ve
ulusların “tarihsiz” olarak tanımlanmasına yöneliktir. Löwy de halkların veya
ulusların bir tarihi olduğu varsayımına dayanmaktadır.
Engels, Rosdolsky ve Löwy’de (ki buna Lenin, Troçki,
Kıvılcımlı da dahildir) ortak varsayım: halkların
(ulusların) bir tarihi olduğudur. Daha önce Engels’in Ulus ve Halk kavramını
aynı anlamda kullandığını; henüz devlet kurmamış olanlar için genellikle halk
kavramının kullanıldığını görmüştük. O halde gizli var sayıma göre: ulusların bir tarihi vardır. Bir takım ulusları tarihsiz olarak tanımlamak
yanlış bulunmaktadır bu eleştiriye göre.
*
Engels’in “Tarihsiz
Halklar” kavramına yönelik üçüncü ve bu güne kadar yapılmamış ve yapılması
gereken esas eleştiri şu olabilir: Ulusların ya da halkların tarihi yoktur;
Engels, bir takım halkları “Tarihsiz”
olarak tanımladığı için değil; bir takım halkların “Tarihi” olabileceğini kabul
ettiği için; ulusların tarihi olduğunu var saydığı için yanlıştır.
Bu eleştiri otomatikman, Engels’in yanlışını paylaşan ve onu
bu açıdan eleştirmeyen, bir zamanlarki kendi görüşlerimiz dahil bütün diğer
Marksistleri de kapsar.
Yani bizzat ilk “Marks
Niçin ve Nasıl Bir Milliyetçiydi” yazımızda gösterdiğimiz gibi, bir
zamanlar bizim de yazıp savunduklarımız dahil, bütün klasik Marksizm, gerici milliyetçiliğin millet anlayışına
sahiptir. Ve bu anlayışa göre: ulusların
tarihleri vardır. Yanlış olan budur, çünkü ulusların tarihi yoktur.
Daha doğrusu ulusların
tarihi, ulusların tarihinin yazılmaya başladığı noktada başlar, o yazılmaya
başlanan tarihin yazdığı noktada değil.
Engels’in esas
yanlışı bir takım ulusları tarihsiz olarak tanımlamasında değildi, bir takım
ulusların tarihi olduğunu söylemesindeydi.
Engels’i Marksizmin içinden eleştiren Rosdolky, Löwy gibi Marksistler
de eleştirilerinde ulusların tarihi olduğu önermesini veya var sayamını
eleştirmedikleri için, eleştiriyi tarihsizliğe yaptıkları için, özünde
Engels’le aynı yanlışı yaparlar ve paylaşırlar.
*
Burada “Halk” kavramına da kısaca değinelim.
Halk kavramı aslında sosyolojik bir kavram değil, bütünüyle
politik ve ideolojik bir kavramdır. Türkiye’de yaygın kullanımda veya Türkiye
solunun politik kültüründe, ulusun “egemen sınıflar dışında kalan” kesimlerini
tanımlamak için halk kavramı kullanılmaktadır. Yani bu genel ve yaygın
kullanımda esas olarak bütün emekçileri kapsamaktadır.
Ancak bu bile, Maocu gelenekte, içinde bulunulan devrim
aşamasına göre değişir. Gün gelir, egemen sınıfların bir kısmı, yani “Milli
Burjuvazi” de “Halk”a dahil edilir.
Elbetteki bu kavramlarla bilimsel bir analiz yapmak mümkün
olmaz. Bu kavramların kendisi bilimsel analizin nesnesi olmak durumundadır.
Yani bu halk kavrımı nereden çıkmıştır
ve neden böyle anlamdırılmaktadır sorusu sosyolojinin ya da Marksizmin konusudur.
Engels’inkine benzeyen, ulus veya onun ulus kuramamış biçimi
anlamında Halk kavramı da Türkiye’de sol harekette kullanılmıştır ve hala da
kullanılır: “Türkiye Halkları” deyiminde
olduğu gibi. Burada “Halk” aslında ulus anlamında kullanılıyordu. Ama biraz Ezop
dili olarak, biraz da egemen sınıfları dışlamak için, ulus yerine Halk deniyordu.
Ancak bunları bir yana bırakır ve konumuz olan Engels’in
kullanımına dönersek, halkları zaman zaman ulus ile aynı anlamda kullanmakla
birlikte, ulusların henüz devlet kuramamış biçimi anlamında kullanıldığını da
görüyoruz. Tarihsiz halklar zaten tam da bu anlamdan gelmektedir.
Ama Halk kavramını bu şekilde anlamlandırmanın veya tanımlamanın
kendisi, dolayısıyla bu anlamda halk kavramının kendisi bile, ulusların bir
tarihi olduğu var sayımına dayanır. Ama bu tam da ulusçuların, hem de gerici
ulusçuların ulus kavrayışıdır. Yani Halk, aslında gerici ulusçuluğun bir
kavramıdır. Ulusların tarihi olduğuna dair bir kabul olmadan bu anlamda bir
halk kavramı olamazdı.
Bütün sorun buradadır zaten. Halk nedir? Ulusçu bunu aynı
dili konuşanlar, aynı soydan, ırktan gelenler, aynı kaderi paylaşmışlar hatta
aynı yerde yaşayanlar olarak, ulusu nasıl ve hangi kritere göre tanımlıyorsa
ona göre tanımlar.
Ama bütün bunların hiç biri, yani ne dil, ne soy, ne “ırk”,
ne “kader” ne de yer tarihte her hangi bir topluluğu tanımlamamıştır. Bütün bu
“Halk” kriterleri içinde, en demokratik olan ve en olaylara ve akla uygun gibi
görünen yer ortaklığını bile düşünsek, o yerin sınırları niye öyle
çizilmektedir de başka türlü çizilmemektedir?[8]
sorusu ortada durur. Bu soruya tarihle cevap verme girişimi, bir süre sonra
ister istemez, dil, din, soy, ırk, kader gibi bir ortaklıkla bunu
temellendirmek zorunda kalır.
Bu nedenle, ulusu Tarih ile tanımlayan her türlü gerici ulus
anlayışı, bu halk kavramı aracılığıyla o korkunç gerici ve lanetli yüzünü
gizleme olanağı bulur.
Bu nedenle Halk kavramı üzerinde biraz daha duralım. Çünkü
en az anlaşılan ve çok karıştırılan konudur bu.
*
Halk’ı ulusun ilkel biçimi olarak kullanmak ancak kategorileri karıştırmakla olabilir.
Kategorileri karıştırmak nedir, nasıl olur?
“İki kere iki 20 eder”
dediğimizde yapılan yanlış kategorik bir yanlış değil, hesap yanlışıdır, olgusal
bir yanlıştır. Burada mantıksal veya metodolojik bir yanlış yoktur. İki
niceliğin çarpımı sonucu üçüncü bir nicelik verilmektedir.
“İki kere iki mum eder”
veya “üç kere beş masa eder desek”
herkes bunun yanlış olduğunu söyler. Çünkü böyle dediğimizde kategorileri karıştırmış oluruz.
Peki, “masa ahlak oldu”
dediğimizde nasıl bir yanlış yapmış oluruz?
Yine kategorileri karıştırmış oluruz. Odundan veya demirden
bir masa yapılabilir. Ya da bur masa kırılıp veya eritilip tekrar odun veya
demir külçesi haline getirilebilir. Bir masa yeni, kullanılmış, eski darmadağın
bir masa olabilir. Bir masa yanabilir ve kül olabilir. Ama bir masa ahlak
olamaz, ya da tersinden bir ahlak masa olamaz. Bunlar farklı kategorilerden
şeylerdir.
İşte ulusçular, ulusların tarihi olduğunu söylediklerinde
veya Halk’tan ulusun henüz devlet kuramamış bir biçimi olarak söz ettiklerinde,
“Masa ahlak oldu” önermesindeki gibi kategorileri karşıtırmaktan başka bir şey
yapmış olmazlar.
Neden böyledir? Çünkü, insanlar veya insan toplulukları bir
dinden diğerine geçer. Yani diyelim ki, totemi veya İslamın deyişiyle putu
kartal olan aşiret veya klanlar örneğin Müslüman olabilirler. Ya da farklı
komünlerin tanrılarını akropol veya kabede bir araya getirip uygarlığa geçmiş
topluluklar, tıpkı eski Atinalılar veya Romalılar veya Mekkeliler gibi, Hıristiyan
veya Müslüman olabilirler.
Üretici güçlerin ve ekonomi temelinin değişimine bağlı
olarak toplumsal üstyapı da değişir ve bu üstyapı her şeyden önce yeni duruma
uygun birtopluluk tanımını demektir. Dinler sanıldığı gibi inanç değil, üzende
tüm üstyapının şekllendiği topluluk tanımlarıdırlar. Ekonomi temelinin
değişmesine bağlı olarak, bir topluluk tanımından diğerine geçiş, somutta bir
dinden diğerine geçiş biçiminde gerçekleşir.
Yani İtalyanlar Hıristiyan olmaz, çünmü tarihte İtalyan
yoktur; diyelim ki Jüpitere ya da Zeus’a tapanlar vardır. Bu Jüpiter’e
tapanların dilinin Latince veya Roma dili olması dini, yani topluluğu
belirlemez. Dil, modern uluslar ortaya çıkıncaya kadar, sosyolojinin konusuna bile
girmeyen, linguistik bir fenomendir. Tıpkı çekik gözün veya deri renginin
sosyolojinin değil de biyolojinin konusu olmaları gibi. Çünkü bu özellikler
insanın toplumsal varlığını belirlemezler, bizzat kenidleri bu toplumsal
yaşamın sonucu olarak ortaya çıkmış özellikler olmalarına rağmen, örneğin dil
gibi. İnsanlar şu veya bu dili konuştukları için daha çok artı değer üretir
veya daha iyi köylüler olabilir veya daha iyi hristiyanlar olabilir değildir.
Tekrar edersek, dil özünde tıpkı göz rengi gibi, boy gibi,
insanın sosyolojik varlığını etkilemeyen, biylolojik veya linguistik bir
özelliktir. Modern tarihte ulusların tanımlanmasında, ırkın (örneğin deri
renginin) veya dilin bir araç olarak kullanılması da dili veya ırkı
sosyolojinin konusu yapmaz; sosyolojinin konusu, bunların niçin ve nasıl
kullanıldığıdır.
Yani kategorileri karıştırma örneğimize bağlı kalırsak, dil,
masa gibi bir şeydir. Bir masa demirden ya da tahtadan olabilir. İnsanlar şu
veya bu dili konuşabilir. Bu masa paslanabilir veya çürüyüp bir tahta veya
demir yığını olabilir. Yani şu veya bu dil değişebilir veya o insanlar başka
bir dili konuşmaya başlayabilir. Ama masanın ahlak olamaması gibi, bir dilden
bir dine geçilemez. Bir linguistik kategori bir sosyolojik kategoriye döneşmiz.
Bir dinden başka bir dine geçilebilir.
Yani Türkler değil, bilmem ne kuşuna tapanlar; şamanistler
veya putperestler veya Zerdüşt dininden olanlar Müslüman olur. Türkler değil.
Türkler Müslüman oldu demek, masa ahlak oldu ya da iki mere iki mum eder
demekten farklı değildir.
Türk’ü Türkçe konuşan anlamında kabul etsek bile, (ki
tarihte bugün bildiğimiz anlamda Türkçe de yoktur, tabiri caiz ise Türkçeler
vardır, kapitalizm öncesindeki toplumlarda 100 kilometrede bir dil değişir
neredeyse, Türkçe kavramı, anadil veya resmi dil kavramları bugünkü
kullanımlarıyla Politik bir kavramlardır, linguistik bir kavram bile değildir.)
tarihte hiç bir toplum, modern kapitalizmin gerici ulus devletleri ortaya
çıkana kadar, topluluğu dil ile tanımlamamıştır. Topluluk genellikle, totem
yani soy aracılığıyla ya da İslam’da olduğu gibi bir kabul (inanç) aracılığıyla
tanımlanır. Dolayısıyla, bir topluluk olarak tarihte Türk diye bir şey yoktur,
sosyolojinin bir konusu olarak. Türk, Türk dillerini konuşanlar anlamında olsa
bile bu linguistik bir kavramdır. Linguistiğin konusu olan bir olgu,
sosyolojinin konusu olan bir olguya dönüşemez.
Linguistik anlama gelebilecek Türk kavramından hareketle
Türklerin Müslüman olduğun söylemek, linguistik varlıklar toplumsal varlıklara
dönüştü; masalar ahlak oldu yani maddi ve cansız varlıklar etik ilkelere
dönüştü; iki kere iki mum eder yani rakamlar cansız varlıklar oldu demekten
farklı değildir.
Türkler müslüman olmadı ve olamaz.
Ama Müslümanlar Türk oldu ve olabilir.
Çünkü Türklük bir dindir. Ama milliyetçilerin din derken
söyledikleri, özele ilişkin, inanç anlamında değil; gerçek sosyolojik
anlamıyla, topluluğu tanımlama anlamıyla bir dindir.
Yani milletin ne olduğun anlayabilmik için, sadece
milliyetçilerin millet anlayışını değil, milliyetçilerin din anlayışını da terk
etmek ve eleştirmek gerekmektedir
Milliyetçiler insanların bir dini bir de milliyetleri
olduğunu söylerler. Bu da milliyetçilerin ikinci büyük yalanıdır.
Milliyetçiliğin ve milletlerin kendisi bir dindir.
Modern toplumun dini, yani Aydınlanma, yeni bir din olarak
var olan dinlerin yerini alırken, diğer dinleri kişinin özel sorunu veya
epistemolojik bir sorun olarak kabul edilmesini şart koşar. Bizzat bu koşulla
yeni bir topluluk tanımı yapmış olur; yani eski topluluk tanımlarının hepsi
iptal olmuştur, onlar kişilerrin özel sorunu olarak kullanılabilirler demiştir.
Ama bunu şart koşabilmesi için de özel ve politik ayrımını
yapması gerekmiştir; “aklı” herşeyin ölçüsü yapması, yani aklı tanrının yerine
koyması gerekmiştir.
Politik olan ve özel olan ayrımı başlangıçta, eski dünyanın
dinlerini toplumsal hayatın örgütlemenmesinden dışlamanın, tüm insanları
birleştirmenin aracıyken, burjuvazinin gericiliği, bu ayrımın ürünü olan, politik olanı ulusal olanla tanımlamayı
ortaya çıkararak bir tür karşı devrim yapmıştır, Aydınlanma’nın humanizmi
ve kozmopolitizmi karşısında.
Yani bu anlamda ulus,
modern toplumun dininin gerici, karşı devrim görmüş biçimidir. Nasıl İslam
veya Hristiyanlık, Bizans veya Emeviler eliyle birer karşı devrim görüp, devlet
dini olduktan sonra gerici biçimleri içinde yayılmaya devam ettilerse; başka
uygarlıklardan ya da komünlerden insanlar bu dinlerin gerici biçimlerine
geçtilerse; benzer şekilde Aydınlanma ya da modern toplumun dini de, gerici
biçimi içinde iki yüz yıl içinde tüm dünyaya egemen oldu. Bugün dünyada bir
ulusa ait olmayan bir karış toprak bile yoktur. Ama bu egemen oluş, dünyayı
uluslara bölerek gerçekleşmiştir; yani bu karşı devrim insanlığı uluslara bölünmekte
birleştirmiştir. Uluslara bölünmekle bölünmeden de insanlık birleşemez.
İşte bu nedenle bütün sorunların kaynağında da bu çelişki
bulunmaktadır. Ulusçuluğun olmadığı bir dünyada bu birleştirme, bir tek dünya
cumhuriyeti biçiminde olurdu. O zaman bu savaşlar olmazdı. Amerika Birleşik
Devletleri veya Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği gibi isimler, aslında
Aydınlanma’nın bu Humanist ve Kozmopolit karakterinin, Big-Bangtan kalan arka
plan ışıması gibi, izleridirler.
İşte ulus bir topluluk tanımı yaptığı için bir dindir ve
bütün dinler gibi toplumun tüm üst yapısını belirler.
Bu nedenle, bir dil ailesinden olan bir dili konuşanlar
anlamında Türkler Müslüman olamaz, ama Müslümanlar Türk olabilir ve olmuştur.
*
Demokratik bir ulusçuluk, yukarıdaki gibi, ulusların tarihte
hiç bir temeli olmayan son derece yeni olgular olduğunu söyler. Yine bu
demokratik tarih, modern toplum öncesinde, şimdi söylendiğinin aksine dinlerin
inanç değil, topluluğu ve toplumsal yaşamı şekillendirdiğini ve dinlere göre
bir özel ve politik diye ayrım bulunmadığını; Aydınlanmanın bu dinleri
toplumsal yaşamı şekillendirme ve topluluğu belirlemekten uzaklaştırmak için,
bir özel ve politik ayrımı yapıp dinleri özel olarak tanımladığını; ama böyle
yaparak tıpkı özel dediği dinlerin özele diye bir kavram icat etmeden yaptıklarını
yaptığını, yani bir topluluk ve üstyapıyı belirlediğini; ama aydınlanmanın
gerici inkarı olan ulusçuluğun, bu ayrıma dayanarak politik olanı uluslarla;
ulusları da bir tarihle, dille, dinle, soyla tanımladığını ve bu dinin gerici
bir biçimi olduğunu söyler[9].
Ama “Halk” diye bir şey, ulusun kapitalizm öncesinde var
olmuş ilkel bir formu veya tohumu gibi ortaya koyulunca, ulusa bir tarih
yaratılmaya başlanmış olur. Ama kapitalizm öncesinde “halk” yoktur. Bu durumda
tarih yeniden yazılarak bu “Halk” inşa edilir, uydurulur, yaratılır. Bu yaratma
veya uydurma eylemi, sadece olguların tahrifine; unutulmasına, tarihten
silinmesine değil; ama burada gösterildiği gibi, bütünüyle kategorilerin karıştırılmasına dayanmaktadır.
*
Halk kavrımının nasıl bir gericiliğe yol açtığı bizzat bu
kavramı yaratan Alman ulusçuluğunda daha iyi görülebilir.
Ulusun tohumu veya henüz devlet kuramamış biçimi olarak
halk, muhtemelen kültür, dil, soy veya
kan ile tanımlanacaktır. Ancak aslında Tarih’te bu günkü anlamda Kültür ve Dil
olmadığından[10],
geriye Soy veya Kan (yani Irkçılık) kalır. Yani, ulusu Tarih ile tanımlama,
dolayısıyla ulusun henüz ulusal devlet kurmamış biçimi olarak Halktan söz
etmek, son duruşmada ırkçı bir ulus tanımına varmak zorundadırlar. “Halk”
kavramı ırkçılığı potansiyel olarak içinde barındırır. Bunu somut “Alman halkı”
ve “Alman Ulusu”nda görelim.
Bugün bile Alman anayasası, “Alman Halkı” kavramına dayanır.
Yani Alman, Alman halkından olandır. Tanım böyle olunca. Üç nesildir Almanya’da
doğup büyümüş, Almanca’yı Türkçe’den çok daha iyi konuşan göçmen çocuğu
“Yabancı”, bir kaç yüz yıl önce Rusya’ya göçmüş, daha sonra Stalin tarafından
Kazakistan’a sürülmüş, Rusça veya Kazakça ana dili olmuş, büyük annesinden
duyduğu bir kaç kırık dökük Almanca sözden başkasını bilmeyen ise “Alman
Halkı”ndan olduğu için otomatikman Alman olmaktadır. Burada kana ve soya
dayanan bir ulus tanımı olduğu ortadadır[11].
Zaten Marks ve Engels’teki bu gerici, ulusların bir tarihi
olduğuna dair anlayışın kökünde, gerici Alman milliyetçiliğinin varsayımı
yatmaktadır. Türk milleti ve milliyetçiliği de bu kanaldan ortaya çıkmıştır.
Faşizmin de Siyonizmin de kökeninde yine bu anlayış bulunmaktadır. Hegel bir
bakıma bu gericiliğin felsefi temellerini kurmuştur denebilir.
Ulusların tarihi olduğuna dair anlayış yok edilmediği
sürece, bu gerici milliyetçilik, her kesiminde kafası yeniden çıkan ejderha
gibi, var olmaya devam edecektir. En azından demokratik bir tarih yazmadan da
bu gerici milliyetçiliği yok etmek mümkün değildir.
*
Elbette ulusların da bir
tarihi vardır. Ama bu tarih, uluslarının tarihi olduğuna dair bir tarih yazmaya
başlayan ulusçularla ve/veya eğer
kurulmuşsa o ulusun (devletin) kuruluşuyla başlar. Çünkü çoğu durumda ulus,
ulusal devlet kurulduktan sonra oluşmaya başlar.
Yani Türk ulusunun tarihi,
Orta Asya’da ve binlerce yıl önce değil;
Türklerin, Orta Asya’da ve binlerce yıl önce başlayan bir bir tarihi olduğuna
dair bir tarihin yazılmasıyla, on dokuzuncu
yüzyılın ortalarıyla sonu arasında, yükselen Alman Emperyalizminin Orta
Asya’yı fethetme planlarıyla birlikte Almanya’da
başlar[12]. Sonra
Osmanlı’nın Müslüman devlet sınıfları ve Levant’ın İbranileri ve Sabetaycıları
arasında gelişir. On dokuzuncu yüzyılın son çeyreği ve yirminci yüzyılın ilk
çeyreğinin sonunda Tükiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu arasındaki döneme, Türk
ulusunun ve Türk tarihinin başlangıç dönemi veya tarih öncesi olarak
bakılabilir. Bundan önce bir Türk Tarihi
yoktur ve olamaz. Bundan önce bir
Türk Tarihi olduğu iddiası, işte bu yeni doğan ulusu yaratan ve yaratacak olan Türk ulusçularının iddiasıdır.
Bu, yer yüzündeki tarihi olduğu iddiasında bulunan bütün
uluslara, Türklere, Araplara, Kürtlere, Almanlara, Fransızlara, Japonlara,
Çinlilere, Hintlilere vs. uygulanabilir.
Yer yüzünün en eski ulusu, tarihi en uzun ulusu, uzun ve
eski bir tarihi olduğuna dair hiç bir iddiası olmayan, Amerikan ulusudur.
*
Toparlarsak, Engels, sadece “Tarihsiz Halklar” derken ve bir
takım halkları tarihsizlikle suçlarken sosyolojik olmayan, metafizik bir kavram
kullanmış olmuyordu; ulusların bir tarihi olduğuna dayanan Halk kavramını
kullanırkan esas olarak gerici Alman ulusçuluğundan gelen metafizik ama aynı
zamanda çok gerici ve ırkçı bir kavramı kullanmış oluyordu. Metafizik olan
“tarihsizlik” değil; tarih imasını içinde taşıyan “Halk” kavramının kendisiydi.
Keza, Marksizmin içinden Engels’i eleştirenler de, bu esas
eleştirilmesi gereken yanı eleştirmeyerek, aynı gerici anlayışı paylaşmış
oluyorlardı.
Başka türklüsü de olamazdı.
Çünkü, Marksizim, doğarken Aydınlanmanın kalıntısı olan,
dini inanç, yani hukuki veya epistemolojik bir kategori olarak ele almakla
hesaplaşmamış, bu alanda Aydınlanmanın bir eleştirisini yapmamıştı.
Bu da kurucuların ve sonra gelenlerin dinin ve bir dinden
başka bir şey olmayan Aydınlanma ve ulusun ne olduğunu anlamalarını
engellemişti.
Kurucular ulusun ne olduğunu anlamayınca da, özellikle birer
Amerikalı değil de Ulusu bir tarihle veya halkla tanımlayan Alman düşünce
geleneğinden geldiklerinden, ulusların bir tarihleri olduğuna dair gizli bir
varsayım, yani en gerici ulusçuluğun tohumlarını da içlerinde taşıyorlardı.
Marksizme yabancı bu iki unsur bu kanaldan Marksizmin içinde
bir kanser hücresi gibi üreyip bütün vücudu kapladı.
Başlangıçta, Marksizmin içinde demokratik bir ulusçuluğun ve
Aydınlanma Kozmopolitizminin ve Humanizmin etkileri daha güçlüydü ve politik
programı ve argümanlarını bunlar oluşturuyordu. Gerici ulusçuluk ile bunlar
çelişkiliydiler ve bir arada yaşıyorlardı.
Bu çelişkiyi en açık, Marks’ın “Ezen bir halk özgür olamaz” deyişi yansıtıyordu. Her türlü baskıya ve
ulusal baskıya karşı bir humanist ve demokratik dünya özlemi, ulusu bir dille,
bir dinle, bir soyla vs. tanımlayan en gerici ulusçuluğun ulus kavrayışı ve
kavramlarıyla ifade ediliyordu.
Bu çelişki İşçi hareketindeki muazzam yenilgiler ve
bürokratlaşmalarla gerici ulusçuluk lehine ve demokratik temellerin yok
olmasıyla sonuçlandı.
Bugün dünyadaki bütün kendine Marksist diyenler nesnel olarak
gerici ulusçulardır artık.
Uluslara karşı savaş açmadan; bir zamanlar aydınlanmanın
dinlere yaptığını şimdi uluslara yapmadan; yani ulusal olanın nasıl
tanımlanırsa tanımlansın kişisel ve özel bir sorun olması gerektiğini
bayraklarına yazmadan; yani bir dünya cumhuriyeti için savaşı ve ulusların
yıkılmasını başa almadan, esas vuruş yönü yapmadan tekrar Marksist ve hatta
demokrat bile olmaları beklenemez.
Elbet, tarihin böyle bir yol izlemesinde, bizzat bir din ve
ulus teorisinin olmaması ve bunun sonucu olarak; uluslarla savaşmak yerine
uluslar içinde iktidarı ele almayı hedefleyen ve böylece ulusları ve ulusçuluğu
yeniden üreten anlayış da etkili olmuştur; yani teorik yanlış veya eskinin kalıntısı,
kendini besleyen bir süreci de tetiklemiştir.
Komünist Manifesto,
“Tüm ülkelerin işçileri birleşiniz”
değil de; “Tüm insanlar ulusları yıkınız;
önce tüm insanların eşitliğinin yerine ulusların eşitliğinin ikame edilmediği;
tüm insanların eşit olduğu bir dünya cumhuriyeti kurunuz; gerçek sosyal eşitlik
ve sınıfların kalkması, ancak biçimsel eşitliğe ulaşılmış bir dünyada
gerçekleşebilir” şeklinde bitseydi; yani çağrısını üretim araçları
üzerindeki özel mülkiyete veya sınıfsal bölünmeye karşı değil uluslara ve
ulusal sınıfsal olmayan eşitsizliklere karşı yapsaydı, Tarih çok başka bir
seyir izlemiş olabilir ve şimdi bizler çok başka bir yerde, çok daha ileride bulunuyor
olabilirdik.
Aslında yeni bir din çağrısından, ya da Aydınlanma’nın
humanizminin ve kozmopolitizminin uluslara karşı yeniden şekillendirilmesinden başka
bir anlamı da olmayan bu çağrıya, elbette bütün dinlerin doğuşunda olduğu gibi
esas olarak ezilenler ve kapitalist uygarlığın ürünü olan işçiler sahip çıkacağından; eğer zafere
ulaşılmış olursa, biçimsel eşitlik kurulduğunda otomatikman sosyal eşitlik de
kurulmuş olurdu.
Ve bu din, gerçek sosyal eşitliği, diğer dinlerin yaptığı
gibi ahlaki vaazlara veya tüketime yönelik tedbirlere dayanarak değil; üretim
ve mülkiyet ilişkilerine yönelik tedbirlerle sağlayacağından, onların başarısız
kaldığı yerde başarıyı yakalayabilir ve bütün büyük tek tanrılı dinlerin ortak
vasiyetini gerçekleştirmiş olurdu.
O zaman biz de “bir zindan kuyusunun sağır duvarlarına”
vururcasına, yankısız kalmaya mahkum bir şekilde, bugün böyle bir dünyada bu
satırları yazmak zorunda olmazdık.
Demir küçükaydın
23 Ocak 2011 Pazar
[1] Bu sözün bir çok farklı çeviri
versiyonları vardır. “Başka bir halkı
ezen bir halk özgür olamaz” veya “Başka
bir ulusu ezen bir ulus, kendi tutsaklık zincirini kendisi hazırlar” gibi.
Hepsinde kastedilen ulustur ve ana fikir aynıdır.
[2]
Bu açıklamalar aynı zamanda bir yan ürün olarak dediklerimizi pekiştiriyorlar.
Çünkü Marks ve Engels’in Halk’ı (Das Volk) Ulus (Die Nation)
anlamında kullandıkları, aktarılan metinlerde daha açık olarak görülüyor. Aynı
içeriği ulus ve halk kavramlarıyla da ifade edebiliyorlar.
[3] Yüzlerce ve artık klişeleşmiş örnekten
biri: “Marksizm 19. yüzyılın
pozitivist-ilerlemeci ideolojisinden fazlaca etkilendi. Aynı zamanda
aydınlanmacı geleneğe yakın duygular da besleniyordu. Buradan da büyük üretim
birimleri ve her türlü ulusal, kültürel, dinî farklılıkların yok sayıldığı
büyük, üniter devletler fikrine kolayca varılabilindi. Öyle ki Engels, Birleşik
Almanya fikrini sadece Avusturya ve İsviçre’nin Almanlarına değil
Danimarkalılara, tarihsiz halklar olarak gördüğü Çekler, Macarlar ve tüm
Slavlara kadar genişletir.” (Hatice Yaşar, “Hoşgörülecek Milliyetçilik Yoktur”, Birikim, sayı: 30)
[4] İşte Abdullah Öcalan’ın özellikle
İmralı’daki savunmalarında yazdığı ya da yazmaya çalıştığı Kürt tarihi tam da
böyle bir şey olmayı amaçlamaktadır.
[5] Roman
Rosdolski (1898-1967) bir Ukraynalı Marksisttir ve klasik otantik Marksizmin
eleştirel ve devrimci geleneğini sürdürmüş olan Troçkist denen gelenektendir.
Abraham Leon ile birlikte, Troçki ile Mandel arasındaki döneme ait sayılabilir.
İkisinde de “ulusal sorun”a bir yoğunlaşma görülür. Her ikisi de, ulusal
hareketlerden Marksizme yönelirler. Abraham Leon, Siyonizmle kopuşur; Rosdolsky
Ukrayna ulusçusu bir ortamla kopuşur. Abraham Leon, “Yahudi Sorunu” ile ilgili
olarak “Sınıf-Ulus” denebilecek (ama yine ulusların tarihi olduğu varsayımına
dayanan, ama aslında kapitalizm öncesindeki kastlaşma eğilimini ele alan) ilginç
bir teori ortaya koymuştur. Her ikisi de Faşizmin konsantrasyon kamplarında
kalırlar. Abraham Leon gaz odasında öldürülür. Rosdolski’nin temel eseri yöntem
üzerine yoğunlaştığı “Marks’ın
Kapital’inin Oluşumu Üzerine” dir. Bir çoklarının yanı sıra en bilinen
çalışmalarından biri de “Friedrich Engels
ve Tarihsiz Halklar Problemi”dir. Ernest Mandel bir bakıma, eskilerin
deyişiyle, bu iki Marksist’ten el almış; onlar tarafından yetiştirilmiş ve o
geleneği sürdürmüş sayılabilir. Mandel onlara olan borcunu her zaman ifade
etmiştir.
[6]
“Rosdolsky war einer der entschiedensten
Kritiker der verkürzten Darstellung durch Marx und Engels. In seiner posthum
erschienenen Arbeit Die Arbeiter und das Vaterland erklärte er, dass „die
‚Vaterlandslosigkeit‘ der Arbeiter, wovon spricht, sich auf den bürgerlichen
Nationalstaat, nicht aber auf das Volkstum, die Nationalität im ethnischen Sinn
bezieht”. İşin ilginci Rosdolki’yi Wikipedia’da
böyle aktaran ve yorumlayanın kendisi de aynı türden bir gerici milliyetçi,
çünkü Rosdolski’nin satırlarında hiç bir sorun görmüyor.
[7] “Marksistler ve ulusal sorun”, Michael
Löwy, http://www.birikimdergisi.com/birikim/dergiyazi.aspx?did=2&dsid=271&dyid=4179&yazi=Marksistler%20ve%20Ulusal%20Sorun
[8]
Burada sözümona Marksistlerin, burjuvazi, iç pazar ve ulus arasında bağlantı
kurarak, çok materyalist ve sınıfçı bir bakış açısıyla güya ulusları böyle
açıklayan teorisine de değinilebilir. Peki, o iç olan, niye o sınırların içidir
de başka bir sınırın içi değildir? Örneğin Türk burjuvazisi niye Kürdistan’ı,
Ermenistan’ı, İyonya’yı, Pontus’u iç etmiştir? Bu soruyu bile sormaz bu ulus
tanımı.
[9]
Dikkat edilsin, bu açıklamayla bir dinden ya da dinlerden, diğer bir dine
geçilmiş olur. Ama bu açıklamanın kendisi, demokratik bir tarih yazımıdır ve
zorunlu olarak, ulusal olanın tarihle tanımlanmasını reddetmiş olur. Yani o
zaman örneğin, türkler türk olmaktan çıkmış, demokrat olmuş olur. Türklük,
tıpkı şimdiki din gibi, kişilerin özel bir sorunu olarak var olabilir.
[10]
Bugün “kültür” büyük ölçüde politik olmayan anlamındadır. Politik ve politik
olmayan ayrımı ise, bütünüyle hukuki bir ayrımdır, analitik değil, yani politik
olmayan diye bir şey, dolayısıyla bu günkü anlamda “kültür” yoktur modern
toplumun öncesinde. Aynı şekilde, ulusal devletlerin kurulmasından sonra genel
bir okuma yazma ile birlikte bir ulusu tanımlayan bir dil oluşur. Kapitalizm
öncesinde diller, toplayıcı ve avcı toplumlarda 40-50 kilometrede; neolitik
toplumlarda bir kaç yüz kilometrede bir değişir; Klasik uygarlıkların devlet
dilleri ise, yazılı dillerdir ve genellikle halkın kullandığı dillerle ilgisi
yoktur. O bürokratik bir araçtır: Latince, Mandarin Çincesi veya Osmanlıca
gibi. Yani ulusun köklerini bir dile ya da kültüre bağlamanın, soy ve kana
bağlamaktan daha az saçma olmadığı ortadadır. Zaten bu saçmalık nedeniyle, dile
ve kültüre bağlama çabaları eni sonu gidip, kana ve soya, yani ırka bağlamaya
varır.
[11]
Aynı durum Türkler için de geçerlidir. Ama Türklerde bir saçmalık daha vardır,
dil ile kültür ve soy arasında bir çakışma yoktur. Dil: Altay Ural’dır, kültür
ve soy: Tipik doğu Akdenizli, yani kabaca Rum ve Ermenidir.
Yani bir
zamanların Germen kabilelerinin soyundan gelmiş insanların fizyonomileri,
Kazakistan’da da olsalar aşağı yukarı Almanya’dakilere benzer. Genetik soyağacı,
mitokondriyal DNA ile yapılacak araştırmalar da bunu doğrular.
Türklerde
ise böyle bir çakışma eğilimi de yoktur. Son 150 yılda Anadoluya dolmuş, Slav
ve Arnavut asıllı Müslüman Balkan göçmenleri ile Çerkes vs. asıllı Müslüman Kafkas
göçmenleri bir yana bırakılırsa, Anadolu’da Türk denenlerin en fazla yüzde
onunun dili ve genetik kotları arasında bir çakışma vardır. Yüzde doksan,
Anadolunun yerli halkıdır yani, Firigyalıların, Likyalıların, Rumların, Ermenilerin
torunlarıdırlar. Genetik olarak yapılan bütün araştırmalar insanların
fizyonomilerine kaba bir bakışın bile ulaşacağı bu sonucu doğrular.
Yani bugünkü
Türk milliyetçiliği, Türklüğü Anadolunun son 1000 yılda Müslümanlaşmış yerli Hıristiyan
ahalisine ve bunun aracılığıyla Türkçe konuşmaya bağlasa, kültür ve soy ile dil
arasındaki farkı veya denk düşmeyişi açıklamış olur ve çelişkili olmaktan
çıkar.
Böyle bir
milliyetçilik de gerici bir milliyetçiliktir. Tek farkı şudur, böyle bir
milliyetçilik, soydaşlarımız dediği zaman, Orta Asya’daki Türkleri değil,
Rumları ve Ermenileri kastetmiş olur. Bu günkü gibi şizofrenik olmaktan çıkmış
olur. Çünkü bu günkü Türkler, kendilerini orta Asya’dan geldiklerini söyleyen,
ama aslında dil ve din hariç Rum ve Ermenilerle aynı soy ve kültürden (aynı
yemekler, alışkanlıklar, vücut dili vs.) olan hafıza kaybına uğramış, Rum ve
Ermenilerdir denebilir kabaca. Ulusçuluğun kavramlarıyla ifade etmek gerekirse
diye de eklemek gerekiyor.
[12]
Buna Macaristan ve Kazan da belli ölçüde eklenebilir belki.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder