27 Mart 2012 Salı

Milletler ve Miliyetçilik Üzerine (02)

Engels "tarihsiz Halklar" ının ve Eleştirilerin Eleştirisi

Demir Küçükaydın
Engels’in “Tarihsiz Halklar”ına girmeden önce, “Milletler ve Milliyetçilik” başlıklı bu serinin ilk yazısı üzerine bir açıklama.
Arkadaşım Engin Urcan, ilk yazıda ele aldığımız, “Başka ulusları ezen bir ulus özgür olamaz” sözü üzerine, bu sözün aslında Engels’e ait olduğuna dair bir açıklama yolladı.
Aşağıya aynen aktarıyorum:

“Demir,
Marx Niçin ve Nasıl Bir Milliyetçiydi?” adlı makalende şöyle diyorsun:
“Bilindiği gibi bugün dünyadaki Marksistler, sosyalistler hatta demokratlar, milliyetçi olmadıklarını ifade ederken, bunun en özlü ifadelerinden biri olarak Marks’ın “Başka bir ulusu ezen bir ulus özgür olamaz”[1] sözünü zikrederler.”
Benim bildiğim kadarıyla bu söz aslında Marks’ın değildir. Engels’in buna yakın ilk sözü aşağıdaki kısa konuşmanın içinde geçer:
“A nation cannot be free and at the same time continue to oppress other nations.”  (F. Engels, “Speech at the International Meeting  held in London on November 29, 1847 to mark the 17th Anniversary of Polish Uprising of 1830”, MECW, Vol. 6, p. 388.)
„Eine Nation kann nicht frei werden und zugleich fortfahren, andre Nationen zu unterdrücken.“  (F. Engels, „Reden über Polen auf dem internationalen Meeting in London am 29. November 1847, anläßlich des 17. Jahrestages des polnischen Aufstandes von 1830“, MEW, Band 4,  s. 416-418)
Yıllar sonra Marks, İkinci Enternasyonal’in yayınlanmamak üzere hazırlanmış bir iç yazışmasında buna benzer olarak şunu yazar:
“A nation that enslaves another forges its own chains.” (Marx, in Confidential Communication on Bakunin, Mar 28, 1870, MECW, v. 21, p. 112,  re. IWMA General Council, Circular to Swiss Romanish Fedaral Council, Jan 1, 1870)
Das Volk, das ein anderes Volk unterjocht, schmiedet seine eigenen Ketten.” (Marx, „Konfidentielle Mitteilung”, 28 Marz, 1870, MEW, Band 16, s. 409-420)
Daha da sonra Engels’in şöyle bir sözü vardır:
Ein Volk, das andere unterdrückt, kann sich nicht selbst emanzipieren.” (F. Engels, “Flüchtlingsliteratur, I. Eine polnische Proklamation” Geschrieben Mai 1874 bis April 1875, MEW, Band 18, s. 519-567)
Bu sözün Marks’a ait olduğunu Lenin şu eserinde söylemiştir:
Marx, mindful in the first place of the interests of the proletarian class struggle in the advanced countries, put the fundamental principle of internationalism and socialism in the foreground -- namely, that no nation can be free if it oppresses other nations.” (Lenin, “Socialist Revolution and the Right of Nations to Self-Determination - Theses; 5. Marxism and Proudhonism on the National Question”, Collected Works, Vol. 22, pp. 149)
Bu sözünü desteklemesi için verdiği dipnot ise o zaman henüz yayınlanmamış olan yukarıdaki “Confidential Communication on Bakunin”a gönderme yapar.
Kuşaklar boyunca hep Marks’ı Lenin’den, Lenin’i de Stalin’den öğrendiğimiz için bu yakıştırma yerleşik bir kullanım haline gelmiştir.
Bu konuda yazarken bu noktayı vurgulamak gerektiğini, bunun en azından Marks’a bir borcumuz olduğunu düşünüyorum.
İyi çalışmalar,
Engin”
Engin’e açıklamasından dolayı teşekkürler.
İki dilde kaynaklara başvuran bu açıklama, bir yan ürün olarak, içerik bakımından ayrıca o yazıda dediklerimizi, yani Marks-Engels’in Halk derken Ulus’u kasttettiklerini, bunları çoğu kez birbirinin yerine de kullandıklarını, bir kez daha doğruluyor[2].
Ancak sözün ilk kez kullanılışının, Marks’a ya da Engels’e ait olmasının kanımca burada konumuz açısından bir önemi yoktur. Çünkü, aslında Marks-Engels, Kıvılcımlı’nın dediği gibi, iki ayrı vücutta bir tek insan gibidirler. Birbirlerinin adını ve imzasını kullanarak bile yazarlar ve böyle olduğu yıllar sonra arşivler açılınca ortaya çıkar. Bu vesileyle, Kıvılcımlı’nın bu devrimcilerin örnek yaşam ve davranışlarıyla ilgili, onları anlatırken biraz da kendini ve özlemlerini anlattığı “Karl Marks’ın Özel Dünyası” ve “Marks-Engels” adlı kitaplarını anmadan geçmeyelim.
Böylece Engels, Marks’ın günahına da ortak oldu, hatta sözü ilk zikreden olarak, daha büyük pay aldı.
Garibim Engels’in kendi seçtiği kaderi biraz budur zaten. Marks’ın geçimini, hatta karısı Jenny’nin çeyizi, ev kölesi, “ahretlik” Helene Delmuth’tan, bunalımlı bir dönemde olan çocuğunu bile üstlenmiştir. “Birinci Keman” olabilecekken “İkinci Keman”lığı tercih etmiştir. Şimdi bu günahının da beratını almış oldu.
Ancak Engels’in günahları bu kadar değildir; daha bilinen ve büyük bir günahı vardır: şu meşhur “Tarihsiz Halklar” veya “Tarihsiz Uluslar” kavramı. Bu yazıda kısaca buna değinelim.
Ama sanılanın aksine biz Engels’i şimdiye kadar hiç görülmemiş ve duyulmamış bir açıdan eleştireceğiz. Tabii esas eleştirilerimiz ise Engels’ten de çok, başta kendimiz olmak üzere, Engels’i Marksizm’in içinden eleştirenlere yönelik olacak. Tabii eleştirimiz de yine Marksizmin içinden bir eleştiri olacaktır. Bütün bunlar Marksizmin, yani Toplum Bilimin (Sosyolojinin), yani Tarihsel Maddeciliğin gelişiminden başka bir anlama gelmezler.
*
Engels, örneğin 1848 devriminde, karşı devrim güçleri tarafından kullanılan Güney Slavlarından, devrimin ezilmesindeki bu rollerinden dolayı “Tarihsiz Halklar” olarak söz eder. Engels’in bu sözleri, doğru ya da demokratik bir politikanın, yanlış ya da ırkçılığa varabilecek gerekçelerle açıklanmasının tipik bir örneği olarak ele alınabilir.
Aslında Engels’in yanlış çıkarsamasına yol açan olgu, Tarih’te yeni bir olgu da değildir. Klasik Uygarlıklar ve devletler her zaman kendi küçük dünyaları içindeki komünleri, aşiretleri; Daha sonra da kapitalizmle birlikte burjuvazi ve onun devletleri hem komünleri hem köyünün ötesini göremeyen, henüz şehir ve Pazar ilişkilerinin gelişmediği toplulukları her zaman kendi daha genel ve kapsayıcı amaçları ve daha geniş  örgütlenmeleri içinde kullanırlar. Bu ezilen sınıflara karşı olabileceği gibi, diğer uygarlıklara, devletlere ve ulusal devletlere de karşı olabilir.
Elbet bu “kullanma” bir süre sonra kullanılma sonucunu da doğurur. Çünkü, böylece uygarlık tarafından kullanılırken, uygarlığı tanıyan, onun zayıf yönlerini gören komünler, Hikmet Kıvılcımlı’nın ayrıntılı bir şekilde açıkladığı gibi, uygarlıkları feth ederler. (Kıvılvcımlı’nın deyişiyle “Tarihsel Devrimler” yaparlar).  Ama kullananların kullanılması gibi, feth edenler de feth ettikleri tarafından feth edilirler. Feth ettikleri uygarlıklar onları feth eder, uygarlaştırır, sınıflara böler, komünün tüm kalıntılarını yok eder. Bir bakıma klasik tarihin tekerrürlerinin mekanizmasıdır bu. Ancak şimdilik konumuz olmadığından bunları bir yana bırakalım.
İspanyol Kortez ve Pisarro koca Astek ve İnka imparatorluklarını bir kaç yüz adamla biraz da böyle, boyların çelişkileriden de yararlanarak yok etti. Kuzey Amerika’ya gelen ilk göçmenler de böyle yaptılar. İngiliz Emperyalizmi’nin “Gurka”ları, Çar’ın Kazakları, Pers uygarlığının Deylemlileri; İslam uygarlığının Oğuz ve Türkmen boylarını veya Çerkez boylarını ve Kafkas komünlerini kullanışı; Abdülhamit’in Hamidiye alayları vs. hep aynı kategoriden olgulardır. Bugün bile Ürdün kralının ordusu bedevi aşiretlere dayanır. Türk devletinin korucu aşiretleri bunun bir başka örneğidir. Çin bürokrasisi binlerce yıllık tarihsel tecrübesiyle, öğrenci ayaklanmasını en köylü ve geri bölgelerden getirdiği birliklerle bastırmıştı. Modern tarihte, birinci ve ikinci dünya savaşlarında, hatta son Irak işgali vesilesiyle Yeni-Eski Avrupa tartışmalarında da görüldüğü gibi, dünyaya kendi dar çıkarlarından bakan, birçok küçük ulusal devlet bile böyle bir durumda olabilir.
Başka bir örnek. Türkiye’de egemen sınıfların partileri büyük ölçüde, aşiretlerin kendi çıkarları açısından düşünüldüğünde pek ala akıllıca ve mantıklı olan milletvekilliği ve bazı başka çıkarlar karşılığında toplu halde oy vermelerini, uzun süre şehirlerin ve sahillerin işçi sınıfına karşı kullanıyorlardı. Örneğin 12 Eylül cuntası, Kürdistan’daki şehirlere nüfus içindeki oranlarından çok daha büyük bir oranda milletvekilliği verirken, tam da gericiliğin 1848 devrimini ezmek için yaptığının değişik bir versiyonundan başka bir şey yapmış olmuyordu. Kürdistanda bezirgan partilere toplu oy veren aşiretler belki kendi açılarından mantıklıca davranıyorlardı, ama bu, tüm ülke çapındaki ezilenlerin ezenlere karşı mücadelesinde, ezen sınıfların basit bir piyonu olmakla sonuçlanıyordu.
Elbette doğru bir devrimci politika, bu komünleri ya da köyünün ötesini göremeyenleri egemen sınıfların yedek ya da vurucu gücü olmasından kurtarabilmek için her türlü programatik, strateji, taktik, örgütsel çabayı göstermelidir. Ama sıcak bir savaşta çoğu kez, insanların bilinçlenmesi veya politik bir konumu değiştirmesi onlarca yıl alırken, politik mücadeleler ve fiziki askeri mücadeleler saatlerle, günlerle, aylarla ölçülen çok hızlı bir tempoyla gelişir. Bu nedenle her şeyi doğru yapmaya rağmen yine de fiziksel olarak karşı karşıya kalınılabilinir.
Bu nedenle, sınıflar mücadelesinde, işçi sınıfı modern ve dünya tarihsel bir sınıf olduğundan, burjuvaziyle yürüttüğü dünya tarihsel mücadelede ister istemez, bu köyünün ötesini göremediği için burjuvazi tarafından kolaylıkla bir piyon olarak kullanılabilenlerle de savaşmak zorunda kalabilir, tıpkı Kürt ulusal hareketinin daha dar ölçekte de olsa kendi aşiretinin ötesini göremeyen korucu Kürt aşiretleriyle de  savaşmak zorunda kaldığı gibi.
İşte Engels, 1848 devrimlerinde bu duruma düşen güney Slavlarını tanımlarken, Hegel’den aldığı “Tarihsiz Halklar” kavramını kullanır.
1848 devriminin yenilgisi karşısında politik olarak devrimci ve doğru bir tutumu yanlış ve metafizik kavramlarla açıklamaktan başka bir şey değildir bu.
*
Şimdi de çok moda olduğu üzere, bir çokları Engels’i ve Engels’ten hareketle Marksizmi eleştirmek ve mahkum etmek için, Engels’in bu sözünü kullanmışlardır. Hele son yıllarda, artık modernizmle özdeşleştirilen birörneklik değil de postmodern mozaiklik prim yapınca, herkes Marksizmi mahkum etmek için Marks’ın Hindistan’daki İngiliz Egemenliği konusunda bir zamanlar (ki sonradan görüşü de değişmiştir) dedikleriyle Engels’in bu sözünü bir kanıt olarak öne sürer oldu[3].
Bu eleştiriler her türlü dayanaktan yoksundur ve insanların geri yanlarına hitap ederler, bu geri yanlarla mücadele etmez, aksine onu beslerler.
Sorun aslında son derece basittir. Dünya “bir şeyler toplamı değil, bir süreçler karmaşası olarak” kavrandığında herşeyi değişim içinde görmek gerekir. Böyle görülünce her andaki fotoğrafın, geçmişin izlerini ve geleceğin tohumlarını içinde taşıyacağı çok açıktır.
Ve bu yaklaşımı bir yöntem olarak kullanan Marksizm ya da Tarihsel Maddeciligin kendisi de olmuş bitmiş bir şey değil, bir oluş, prose, süreç, gidiştir. Tabii oluş, gidiş, prose, süreç ise; sürekli değişim içindeyse, o gidişin her anında geleceğin tohumları ve geçmişin kalıntıları bir arada bulunur. Bu cansız evrende, organizmalarda, toplumlarda, fikirlerde, dillerde vs. hep böyledir.
Bir organizmayı ele aldığındığında onda neyin geçmişin kalıntısı, neyin verili niteliğinin ayrılmaz bir bileşeni olduğu araştırılır. Örneğin insan türü, yüz binlerce yıldır ateşi kullandığından, selülozu ateş aracılığıyla parçaladığından, yani hazmın önemlice bir kısmını, daha yiyeceği ağzına almadan halletiğiniden, pişirerek yeme güçlü çene kasları ve kemikleri gibi, kör bağırsağı da gereksiz kılmıştır.
Ama insanların vücudunda vardır böyle bir organ geçmişin kalıntısı olarak. Birinin kör bağırsağı alındığında ölmez. Hatta belki apandisit olup ölme tehlikesi bile azalır.
Şimdi insan türünü, onun var oluşunun asli bir unsuru olmayan, onda geçmişin bir kalıntısı olarak bulunan kör bağırsağından dolayı, insanda selülozu hazmetmeye yarayan kör bağırsak var, o halde insan et yemeyen yediği bitkisel yiyecekleri de çiğ yiyen bir canlıdır diyerek, bir türler sınıflamasına sokulduğunda geçmişin kalıntısı, onu o yapan bir özellik olarak, onun organik ve asli bir unsuru gibi ele alınmış olur.
Şimdi çok moda olduğu gibi, reaksiyonerlerce Marksizme yapılan eleştiriler de böyledir. Onda, özellikle onun doğuş döneminde, geçmişin kalıntısı olarak kalmış ve pek üzerinde düşünülmedern dikkatsizce kullanılmış kimi kavramlar, sanki onun organik ve asli bir unsuruymuş gibi alınmakta ve buradan yapılan (çoğu kez bir yığın mantık ve olgu yanlışı da içeren) çıkarsamalarla Marksizm “Avrupa Merkezli”, “Pozitivist”, “Tekçi” vs. olarak eleştirilmektedir.
Bu metodolojik yanlışı zikretmekle yetinerek bu tür eleştirileri bir yana atıyoruz ve daha fazla zaman kaybetmiyoruz.
Ama okuyucuyu uyaralım ki, örneğin şimdi İnternete girse ve “Tarihsiz Halklar” diye yazsa, karşısına çıkacak linklerin yüzde doksan dokuzu bü türden değersiz ve saçma çıkarsamalar ve eleştirilerdir. Bu korkunç bir bilgi kirlenmesi de demektir aynı zamanda. Bir şey çok olmakla veya tekrarlanmakla doğru olmaz.
Tabii bu aynı zamanda, “yerleşik kanaatler ordusuna” karşı savaşırken, işimizin ne kadar zor olduğunu gösterir. Karşımızda yalan ve iftiralardan oluşan koca bir dağ vardır ve bu dağ sürekli büyümektedir.
*
Ama Marksizmin içinden de bu sözü geçmişin bir kalıntısı; Marksizmle uyuşmayan bir görüş olarak ele alarak Engels’in bu sözüne yönelik eleştiriler olmuştur. Esas dikkat edilmesi gerekenler ve başta kendimiz olmak üzere bizim eleştireceklerimiz tam da bunlardır.
Bu Marksist eleştirilerde, Marksizm, olmuş bitmiş şeyler veya formüller ve reçeteler olarak değil; oluş (gidiş, prose, süreç) halindeki bir Yöntem olarak ele alınmakta ve bu yöntemde ona has olanla olmayan ayrılmaya çalışılmakta, eleştiri Marksim’e değil, Marksizm’den hareketle “Tarihsiz Halklar” kavramı gibi Hegelci ve metafizik kalıntılara yapılmaktadır.
Bu bağlamda Roman Rosdolski, Michael Löwy ve Enzo Traverso gibi otantik ve klasik geleneği sürdüren Marksistleri zikredebiliriz.
Biz de işte tam bu geleneği sürdürerek ve ona uygun olarak, “Tarihsiz Halklar” kavramını ve onu eleştiren Marksistlerin, bu eleştirilerini çok daha derin bir kalıntı üzerinden Marksizme yabancı bir kavrayışla eleştirdikleri için eleştireceğiz.
*
Engels’in bu “tarihsiz halklar” kavramına veya bu türden yaklaşımlara üç düzeyde eleştiri yöneltilebilir ve yöneltilmiştir.
Birincisi olgusal eleştiridir. Bu “Tarihsiz” olarak tanımlanmış bir takım hakların tarihsiz olmadığından hareketle bir eleştiridir. Yani diyelim ki güney Slavlarından Hırvatların çıkıp, “Engels veya bizi tarihsiz olarak görenler yanılıyor biz tarihsiz değiliz, tarihte şöyle devletler, böyle medeniyetler kurduk” demeleri bu tür bir eleştiriye örnek olarak gösterilebilir.
Bunun benzeri, örneğin “Kürtler hiçbir devlet ve medeniyet kuramamıştır, kuramamıştır” diyen Türk gericilerine karşı kimi Kürtlerin çıkıp “bu doğru değil, biz tarihte şu şu medeniyetleri ve devletleri kurduk” demelerinde görülebilir.
Bu tür bir eleştiri ve karşı çıkış yöntemsel değil olgusal düzeyde bir karşı çıkıştır ve eleştirdiği görüşle aynı varsayımı gizli olarak paylaşma anlamına gelir. İtiraz “Tarihsiz halklar” kavramının kendisine veya bazı halkların tarihsiz olarak tanımlanmasına değil, şu veya bu halkın tarihsiz sayılmasınadır.
Bu tür itirazlar politik olarak haklı bir mücadelenin aracı bile olsalar, aslında karşı çıktıklarıyla aynı gerici anlayışı paylaşmış; o gericiliği savunmuş ve yaymış olurlar.
Biz, yirmi beş yıl önce bile, yani daha henüz ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunu bilmezken, henüz demokratik ve gerici ulusçuluk farkının farkında değilken; tamı tamına otantik-klasik  Marksizmin çelişkilerinin içindeyken bile, bu yaklaşımın yanlışlığını görüyor ve o zaman bile bu tür olgusal eleştirileri eleştiriyorduk.
Örneğin şöyle yazıyorduk 1986’da Kürdistan Press için yazdığımız ve tam da eleştirdiğimiz görüşleri savunduğu için orada yayınlanmayan “Kürtlerin Tarihi ve Kürt Burjuvazisi” adlı yazıda:
“Emperyalist ülkelerin ya da ezen ulusların burjuvazisi, diğer uluslar üzerindeki sömürü ve egemenliğini haklı gösterebilmek için, o halkları geri ve barbar, kendisini de uygar olarak sunar. Oryantalistik'ten Antropolojiye kadar, tarih ve ilkel toplumlarla ilgili bütün sözde bilimlerin kaynağında bu kaygı vardır. (Bu bilimlerin doğuş ve gelişmeleriyle, sömürgeciliğin ve emperyalizmin gelişmesi arasındaki ilişki gerçekten incelenmeye değer bir konudur.)
Ezilen uluslar kurtuluş savaşlarına girerken, ezilen ulusların burjuvazisi de, kendi Tarihini yeniden yazar. Bu Tarihler, sömürenlerin iddialarının aksini, yani ne kadar uygar olduklarını ya da bir zamanlar nasıl uygarlıklar kurduklarını anlatır. Bütün bunlar doğru da olabilir, çünkü kapitalizm öncesinin bütün büyük uygarlık beşikleri, emperyalizmin sömürgesi ya da yarı, yeni sömürgesi olmuşlardır.
Ne var ki, bunu yaparken, ezilen ulus tarihçiliği, ezen ulusun tarihçiliğinin tüm yanlışlarını ve varsayımlarını paylaşmış olur, onun ufkuna hapis olur. Kendisinin nice medeniyetler kurduğunu, nice uygar olduğunu kanıtlamaya çalışırken zımnen kendisini ezenlerin şu varsayımını kabullenmiş olur: medeni olmayanlar ya da "yüksek bir kültürden" gelmeyenler, medenileştirilmelidirler.
Yıllar önce Gine Bissau Kurtuluş Savaşı'nın önderi A. Cabral'ın bir yazısını okuyordum. Cabral, büyük bir gayretle Gine'de bir zamanlar ne kadar yüksek bir kültür ve uygarlık bulunduğunu anlatmaya çalışıyordu. Sanki bunu kanıtlasa, savaşçısı olduğu kurtuluş savaşına daha bir haklılık kazandıracakmış gibi.
Cabral, tarihsel olarak haklı ve ilerici de olsa, bu çabalarıyla, farkına bile varmadan, kendilerini ezenlerin ölçülerini, değerlerini, varsayımlarını kabul etmiş oluyordu.
Diğer yandan, Sahra'nın güneyindeki Afrika'da, - Etiyopya hariç - hemen hiç bir medeniyet varolmadığından, ister istemez, gerçek olmayan bir tarihi yaratmak zorunda kalıyordu. Kapitalist sömürgeciliğin gelişine kadar Siyah Afrika hemen hemen sadece ilkel sosyalizmin çeşitli aşamalarındaki topluluklardan oluşuyordu.
Afrika'da büyük medeniyetler kurulmuş olmaması niye utanılacak bir şey olsun? Aksine, Afrika'nın Tarih'e geç girişi onun gerçek tarihsel avantajı olamaz mı? Daha 500 yıl kadar önce, Avrupa'nın kuzeyi, Çin, Hint ve Ön Asya medeniyetleri karşısında, bugünkü Afrika'nın durumunda değil miydi?...
Benzer bir eğilime Kürt tarihçiliğinde de rastlanıyor. Kürt burjuva ve küçük burjuva tarihleri, egemen ulusların tarihçiliğine, onların varsayımlarıyla, değerleriyle karşı çıkmaya çalışıyor. Bu eğilim Kürt tarihçiliğinde oldukça güçlüdür de, çünkü, özellikle Türk burjuva tarihçiliği, dünyadaki bütün ulus ve medeniyetleri Türk yapıp, Kürtlerin varlığını bile anmayı affedilmez bir suç addedince, Kürt tarihçiliği, buna tepki içinde şekillenme durumunda kalıyor. Örneğin Med'ler ve diğer birçok Ön Asya medeniyetleri Kürt yapılıyor.
Kürtlerin ya da Türklerin ya da herhangi bir ulusun hiç bir medeniyet kurmamış olması niye bir eksiklik olsun? Herhangi bir ulusun ya da topluluğun, ayrılma hakkını elde etmek için, buna meşruluk kazandırmak için, daha önce bir veya birçok medeniyet kurduğuna dair bir sertifika göstermesi gerekmez.
Kürdistan ve Kürtlerin Tarihini, böylece ezen uluslar burjuvazisinin varsayımları çerçevesinde ele alınmaya ve anlatılmaya çalışılması, Kürdistan burjuvazisi ve küçük burjuvazisinin konumundan ve çıkarlarından kaynaklanır. Ve bu anlayış, potansiyel olarak, koşullar değiştiğinde, başka ulusların kendi kaderini tayin hakkının reddedilmesinin temellerini oluşturur.
Kürt burjuvazisinin bu Tarih anlayışı, burjuva ideolojisinin egemenliğinin bir ifadesi olmakla kalmaz, aynı zamanda, Kürdistan'ın kurtuluş mücadelesine iki yönlü bir zarar verir. Bir yandan, Kürdistan'da, hiç de küçümsenmeyecek bir sayıda bulunan, Kürt olmayan azınlıkları, Kürdistan'ın kurtuluş mücadelesinden soğutur; diğer yandan, ayrılma hakkını, sadece ulus olmakla sınırlayan bir anlayışı kabullenmiş ve savunmuş olur. Ve nihayet, Kürt Tarihi örneğinde, gerçeği değiştirdiği için, düşmanlarının eline silah verir.
Kürt sosyalistlerinin bir görevi de, Maddeci Tarih Anlayışının metodolojisi ile, Kürtlerin ve Kürdistan'ın tarihini yazmaktır; Tarih'i tahrif eden, gerici varsayımlara dayanan, Kürdistan'ın kurtuluş mücadelesini zayıflatan burjuva tarihçiliğine karşı mücadele etmektir. Kürdistan sosyalistlerinin, Kürt ulusunun kurtuluş mücadelesini zafere götürmek ve bu mücadeleye gerçekten önder olabilmek için, burjuvaziye karşı entelektüel zaferlere ihtiyacı vardır”
Dikkat edilirse burada olgusal düzeyde itirazın metodolojik yanlışlığına ve özdeki gericiliğine dikkat çekilmekte ve aslında şimdi ele alacağımız, Engels’i eleştiren klasik Marksistlerinki gibi bir konum savunulmaktadır.
Yani yazımızda halkların (ulusların) tarihi olduğu konusunda bir kabul vardır ve eğer olgulara da uyuyorsa bu tarihin devrimci bir tarih olarak yazılmasından söz edilmektedir[4]. Henüz ulusların veya halkların tarihi olmadığına dair bir kavrayışımız yoktur. Bu nedenle şu an okuduğunuz yazı, yukarıya alıntılar yapılan yazımızın da bir eleştirisi ve aşağıda ele alacağımız ve eleştireceğimiz ikinci türden yöntemsel eleştirinin bir örneği olarak da okunabilir.
*
İkincisi yöntemsel eleştiridir. Bu klasik Marksist eleştiri, “Tarihsiz Halklar” kavramına bu kavramın Marksizm ve tarih dışı, metafizik niteliğinden dolayı eleştiri yöneltir. Ama burada gizli olarak, ulusların veya halkların tarihi olduğu varsayımı vardır, ki bu da bizim bu ikinci eleştiriye yapacağımız üçüncü eleştirinin konusudur.
Bu eleştirinin tipik örneği olarak bilinen ve klasikleşmiş iki Marksisti burada ele alalım: Roman Rosdolski ve Michael Löwy.
Roman Rosdolski [5] (1898-1967) Engels’i Hegel’in “Ruhun Fenomenolojisi”nden alınmış bu idealist ve metafizik kavramı kullanmakla ve kullanımın ardındaki diğer metodolojik yanlışlarla (Bu halkların içindeki sınıf mücadelelerini, diğerlerinin bunlara ezen uluslar olarak görünmesini, burjuvazinin korkaklığı nedeniyle bu halkları devrim saflarına kazanılamaması vs. olguları göz ardı etmekle) eleştirir.
Ama Rosdolki’nin kendisi Ulusun ne olduğun bilmez ve tam da bu nedenle gerici ulusçuların ulus kavrayışına sahiptir: ulusların tarihi olduğunu varsayar.
Örneğin, ölümünden sonra  “İşçiler ve Vatan” adıyla yayınlanan çalışmasında, Marks’ın “İşçilerin Vatanı yoktur” önermesini açıklarken, Marks’ın bu sözüyle, “etnik anlamda ulusallıktan veya halk oluştan değil”, Modern burjuva devletten söz ettiğini söyler[6].
Yani Rosdolki, Ulusun, ki o da Halk’ı ulus anlamında kullanıyor, etnik bir temeli olduğunu kabul ediyor. Ama bu tam da gerici milliyetçilerin ulus anlayışından başka bir şey değildir. Hem de bu anlayış, ulusun temellerinin etnik olduğunu kabul eden, en gericisinden bir milliyetçiliğin millet anlayışıdır.
Tabii Engels de “Tarihsiz Halklar” derken, sadece ulusların tarihi olduğunu ifade etmiş olmuyor, aşağıda daha ayrıntılı gösterileceği gibi, aynı zamanda aslında etnik temelli bir ulus anlayışını dile getirmiş oluyordu. Dolayısıyla gerek Engels, gerek Engels’in eleştirmeni Rosdolski, ulusların tarihi ve bunun da etnik bir temeli olduğu konusunda  aynı anlayışı ve varsayımı paylaşmaktadır ve bu nedenle Engels’i Halkların tarihi olduğunu söylediği için değil, “tarihsiz halklar” gibi bir takım halkları tarihsiz kabul eden metafizik bir kavram kullandığı noktasından eleştirmektedir.
*
Rosdolki’ninkine benzer eleştirileri daha sonra yine aynı klasik-otantik Marksist gelenekten, özellikle Din ve Ulus sorunu üzerine, bu geleneğin mirasını eleştirel bir biçimde toplayip geliştirmeye çalışan Michael Löwy de yapar. Burada bu eleştirilerin kısa bir özeti olarak Löwy’den bir bölüm aktaralım.
“Engels'in Polonya ve İrlanda konusundaki tutumu büyük ölçüde Marx'a benzer. Ne var ki onun yazılarında -benim görüşüme göre Marksizm'e temelden yabancı olmakla birlikte- devrimci sosyalist, demokratik bir tutuma dayansa bile ulusal sorun konusunda yapılabilecek yanlışların çarpıcı bir örneği olduğu için incelenmeye değer olan ilginç bir teorik kavrama, «tarihsiz uluslar» öğretisine raslıyoruz.
Orta Avrupa'da demokratik devrimin 1848-49'da uğradığı başarısızlığı analiz ederken, Engels, bu başarısızlığı yığınlar halinde Avusturya ve Rus ordularına yazılan, Macaristan, Polonya, Avusturya ve İtalya'daki liberal devrimi ezmek için gerici güçlerce kullanılan Güney Slav uluslarının (Çekler, Slovaklar, Hırvatlar, Sırplar, Romenler, Slovenler, Dalmaçyalılar, Moravyalılar, Ruthenyalılar v.b.) oynadıkları karşı devrimci role bağlar.
Avusturya İmparatorluğunun ordusu aslında hem Slav, hem Alman-Avusturya köylülerinden meydana geliyordu. Karşı devrimin zaferinde önemli bir etken rol oynamıştı: devrimin liberal-burjuva önderleri ulusal bir köylü devrimine ön ayak olamayacak kadar kararsız, «ılımlı» ve korkak kimselerdi. Sonuç olarak, köylü yığınları ile ulusal azınlıkları kazanması ve onları devrime karşı tepkinin bilinçsiz bir âleti olmaktan kurtarması mümkün değildi. 1848 devrimi toprak sorununa ve ulusal soruna köklü bir çözüm getiremediği için (ki 1917 Ekim Devrimi'ni başarılı kılan etken de bu sorunlara köklü bir çözüm getirmesiydi!) başarısızlığa uğrayan bir devrimin klasik örneğidir. Bu başarısızlık, hareketin önderlerinin dar bir toplumsal tabanı temsil etmelerinin sonucuydu: orta Avrupa liberal burjuvazisi 19. yüzyılda artık önemli bir devrimci sınıf olmaktan çıkmıştı.
Engels 1848-49 yenilgisinin gerçek sınıfsal nedenlerini kavramayı başaramadığı için bu olayı metafizik bir ideolojiyle, özü gereği karşı devrimci olan «tarihsiz uluslar» -içinde Güney Slavlar, Bretonlar, İskoçlar, ve Baskların bulunduğu karmakarışık bir kategoriydi bu- teorisiyle açıklamaya çalıştı. Engels'e göre, «Hegel'in dediği gibi, bu ulus kalıntıları tarihin akışı tarafından insafsızca ezilmişlerdir; bu ulusal safra, yalnız varlığıyla bile büyük bir tarihî devrim karşısında bir tehlike olduğu için, her zaman karşı devrimin bağnaz temsilcisi olacak, büsbütün yok oluncaya ya da ulusal özelliklerini iyice yitirinceye kadar da öyle kalacaktır.» Bu teorinin kaynağı olan Hegel, bir devlet kurmayı başaramayan, ya da kurdukları devlet çoktan yıkılan ulusların «tarihsiz», yok olmaya mahkûm uluslar olduğunu ileri sürer. Örnek olarak Hegel de gene Güney Slavları -Bulgarları, Sırpları v.b.- gösterir. Engels bu düzmece-tarihî metafizik tezi 1855'de yazdığı bir yazıda geliştirir ve şöyle der: «Pan-Slavizm tarihin bin yılda yarattığı şeyi silip süpürmeye çalışan, Türkiye'yi, Macaristan'ı ve Almanya'nın yarısını haritadan silmeden amacına ulaşamayacak bir harekettir...»  Böyle bir görüşün tarihî maddeciliğin devrimci fikirlerinden çok, tarihî hukuk okulunun (Savigny v.b.) tutucu ilkelerinden kaynaklandığını eklemeye bile gerek yoktur! Aynı Engels'in aynı dönemde yazdığı bir yazıda (1853) Osmanlı İmparatorluğunun, Balkan uluslarının bağımsızlıklarını kazanmaları sonucu, parçalanmaya mahkûm olduğunu belirtmesi bir çelişki gibi görünebilir. Oysa, iyi bir diyalektikçi olarak «değişkenlikten başka hiçbir şeyin sabit, hareketten başka hiçbir şeyin değişmez kalmadığı insan kaderinin tarihte geçirdiği sonsuz değişmeler»e hayran olan Engels için bu hiç de şaşırtıcı olmayan bir gerçekti.
1866'da Polonya üzerine yazdığı bir dizi yazı, ulusal birlik ve bağımsızlık haklarını kabul ettiren «büyük tarihî Avrupa ulusları» (İtalya, Polonya, Macaristan, Almanya) ile Çar'ın ve III. Napolyon'un ellerinde oyuncak haline gelen, «Avrupalılık önemi olmayan» ve «ulus olarak yaşama gücünden yoksun» ulus kalıntılarını (Romenler, Sırplar, Hırvatlar, Çekler, Slovaklar) karşılaştırmakta direnen Engels'in ideolojik tutarlılığını ortaya koydu. Engels'i savunmak için, bu yazıların, bilimsel bir eserdeki titizlikten yoksun, dolayısıyle asıl teorik yazılarından farklı gazete yazıları olduğunu söyleyebiliriz. Üstelik, Çarlığın, Avusturya İmparatorluğunun nasıl yenileceği noktasındaki tavrı da temelinde demokratik ve devrimcidir. Engels bir Slav düşmanlığıyla hareket etmekten de çok uzaktı. 1848 devriminden önce yazdığı bir yazıda «İtalyanlarla Slavların kurtuluşu yolundaki engellerin ortadan kalkması için” Avusturya imparatorluğunun yenilmesi gerektiğini söylüyordu. Macaristan'daki Alman azınlığına (Siebenburger Sachsen) saldırdığı yazılarında da görüldüğü gibi, «yabancı bir ülkenin göbeğinde saçma bir azınlığı ayakta tutmakta direnen» Alman şovenizminden de kaynaklanmıyordu”[7]
Dikkat edilirse, Löwy’nin eleştirisi de bir takım halkların Tarihsiz olarak tanımlanmasına  ve ulusların “tarihsiz” olarak tanımlanmasına yöneliktir. Löwy de halkların veya ulusların bir tarihi olduğu varsayımına dayanmaktadır.
Engels, Rosdolsky ve Löwy’de (ki buna Lenin, Troçki, Kıvılcımlı da dahildir) ortak varsayım: halkların (ulusların) bir tarihi olduğudur. Daha önce Engels’in Ulus ve Halk kavramını aynı anlamda kullandığını; henüz devlet kurmamış olanlar için genellikle halk kavramının kullanıldığını görmüştük. O halde gizli var sayıma göre: ulusların bir tarihi vardır. Bir takım ulusları tarihsiz olarak tanımlamak yanlış bulunmaktadır bu eleştiriye göre.
*
Engels’in “Tarihsiz Halklar” kavramına yönelik üçüncü ve bu güne kadar yapılmamış ve yapılması gereken esas eleştiri şu olabilir: Ulusların ya da halkların tarihi yoktur; Engels, bir takım halkları “Tarihsiz” olarak tanımladığı için değil; bir takım halkların “Tarihi” olabileceğini kabul ettiği için; ulusların tarihi olduğunu var saydığı için yanlıştır.
Bu eleştiri otomatikman, Engels’in yanlışını paylaşan ve onu bu açıdan eleştirmeyen, bir zamanlarki kendi görüşlerimiz dahil bütün diğer Marksistleri de kapsar.
Yani bizzat ilk “Marks Niçin ve Nasıl Bir Milliyetçiydi” yazımızda gösterdiğimiz gibi, bir zamanlar bizim de yazıp savunduklarımız dahil, bütün klasik Marksizm, gerici milliyetçiliğin millet anlayışına sahiptir. Ve bu anlayışa göre: ulusların tarihleri vardır. Yanlış olan budur, çünkü ulusların tarihi yoktur.
Daha doğrusu ulusların tarihi, ulusların tarihinin yazılmaya başladığı noktada başlar, o yazılmaya başlanan tarihin yazdığı noktada değil.
Engels’in esas yanlışı bir takım ulusları tarihsiz olarak tanımlamasında değildi, bir takım ulusların tarihi olduğunu söylemesindeydi.
Engels’i Marksizmin içinden eleştiren Rosdolky, Löwy gibi Marksistler de eleştirilerinde ulusların tarihi olduğu önermesini veya var sayamını eleştirmedikleri için, eleştiriyi tarihsizliğe yaptıkları için, özünde Engels’le aynı yanlışı yaparlar ve paylaşırlar.
*
Burada “Halk” kavramına da kısaca değinelim.
Halk kavramı aslında sosyolojik bir kavram değil, bütünüyle politik ve ideolojik bir kavramdır. Türkiye’de yaygın kullanımda veya Türkiye solunun politik kültüründe, ulusun “egemen sınıflar dışında kalan” kesimlerini tanımlamak için halk kavramı kullanılmaktadır. Yani bu genel ve yaygın kullanımda esas olarak bütün emekçileri  kapsamaktadır.
Ancak bu bile, Maocu gelenekte, içinde bulunulan devrim aşamasına göre değişir. Gün gelir, egemen sınıfların bir kısmı, yani “Milli Burjuvazi” de “Halk”a dahil edilir.
Elbetteki bu kavramlarla bilimsel bir analiz yapmak mümkün olmaz. Bu kavramların kendisi bilimsel analizin nesnesi olmak durumundadır. Yani bu halk kavrımı  nereden çıkmıştır ve neden böyle anlamdırılmaktadır sorusu sosyolojinin ya da Marksizmin konusudur.
Engels’inkine benzeyen, ulus veya onun ulus kuramamış biçimi anlamında Halk kavramı da Türkiye’de sol harekette kullanılmıştır ve hala da kullanılır: “Türkiye Halkları” deyiminde olduğu gibi. Burada “Halk” aslında ulus anlamında kullanılıyordu. Ama biraz Ezop dili olarak, biraz da egemen sınıfları dışlamak için, ulus yerine Halk deniyordu.
Ancak bunları bir yana bırakır ve konumuz olan Engels’in kullanımına dönersek, halkları zaman zaman ulus ile aynı anlamda kullanmakla birlikte, ulusların henüz devlet kuramamış biçimi anlamında kullanıldığını da görüyoruz. Tarihsiz halklar zaten tam da bu anlamdan gelmektedir.
Ama Halk kavramını bu şekilde anlamlandırmanın veya tanımlamanın kendisi, dolayısıyla bu anlamda halk kavramının kendisi bile, ulusların bir tarihi olduğu var sayımına dayanır. Ama bu tam da ulusçuların, hem de gerici ulusçuların ulus kavrayışıdır. Yani Halk, aslında gerici ulusçuluğun bir kavramıdır. Ulusların tarihi olduğuna dair bir kabul olmadan bu anlamda bir halk kavramı olamazdı.
Bütün sorun buradadır zaten. Halk nedir? Ulusçu bunu aynı dili konuşanlar, aynı soydan, ırktan gelenler, aynı kaderi paylaşmışlar hatta aynı yerde yaşayanlar olarak, ulusu nasıl ve hangi kritere göre tanımlıyorsa ona göre tanımlar.
Ama bütün bunların hiç biri, yani ne dil, ne soy, ne “ırk”, ne “kader” ne de yer tarihte her hangi bir topluluğu tanımlamamıştır. Bütün bu “Halk” kriterleri içinde, en demokratik olan ve en olaylara ve akla uygun gibi görünen yer ortaklığını bile düşünsek, o yerin sınırları niye öyle çizilmektedir de başka türlü çizilmemektedir?[8] sorusu ortada durur. Bu soruya tarihle cevap verme girişimi, bir süre sonra ister istemez, dil, din, soy, ırk, kader gibi bir ortaklıkla bunu temellendirmek zorunda kalır.
Bu nedenle, ulusu Tarih ile tanımlayan her türlü gerici ulus anlayışı, bu halk kavramı aracılığıyla o korkunç gerici ve lanetli yüzünü gizleme olanağı bulur.
Bu nedenle Halk kavramı üzerinde biraz daha duralım. Çünkü en az anlaşılan ve çok karıştırılan konudur bu.
*
Halk’ı ulusun ilkel biçimi olarak kullanmak ancak kategorileri karıştırmakla olabilir.
Kategorileri karıştırmak nedir, nasıl olur?
İki kere iki 20 eder” dediğimizde yapılan yanlış kategorik bir yanlış değil, hesap yanlışıdır, olgusal bir yanlıştır. Burada mantıksal veya metodolojik bir yanlış yoktur. İki niceliğin çarpımı sonucu üçüncü bir nicelik verilmektedir.
İki kere iki mum eder” veya “üç kere beş masa eder desek” herkes bunun yanlış olduğunu söyler. Çünkü böyle dediğimizde kategorileri karıştırmış oluruz.
Peki, “masa ahlak oldu” dediğimizde nasıl bir yanlış yapmış oluruz?
Yine kategorileri karıştırmış oluruz. Odundan veya demirden bir masa yapılabilir. Ya da bur masa kırılıp veya eritilip tekrar odun veya demir külçesi haline getirilebilir. Bir masa yeni, kullanılmış, eski darmadağın bir masa olabilir. Bir masa yanabilir ve kül olabilir. Ama bir masa ahlak olamaz, ya da tersinden bir ahlak masa olamaz. Bunlar farklı kategorilerden şeylerdir.
İşte ulusçular, ulusların tarihi olduğunu söylediklerinde veya Halk’tan ulusun henüz devlet kuramamış bir biçimi olarak söz ettiklerinde, “Masa ahlak oldu” önermesindeki gibi kategorileri karşıtırmaktan başka bir şey yapmış olmazlar.
Neden böyledir? Çünkü, insanlar veya insan toplulukları bir dinden diğerine geçer. Yani diyelim ki, totemi veya İslamın deyişiyle putu kartal olan aşiret veya klanlar örneğin Müslüman olabilirler. Ya da farklı komünlerin tanrılarını akropol veya kabede bir araya getirip uygarlığa geçmiş topluluklar, tıpkı eski Atinalılar veya Romalılar veya Mekkeliler gibi, Hıristiyan veya Müslüman olabilirler.
Üretici güçlerin ve ekonomi temelinin değişimine bağlı olarak toplumsal üstyapı da değişir ve bu üstyapı her şeyden önce yeni duruma uygun birtopluluk tanımını demektir. Dinler sanıldığı gibi inanç değil, üzende tüm üstyapının şekllendiği topluluk tanımlarıdırlar. Ekonomi temelinin değişmesine bağlı olarak, bir topluluk tanımından diğerine geçiş, somutta bir dinden diğerine geçiş biçiminde gerçekleşir.
Yani İtalyanlar Hıristiyan olmaz, çünmü tarihte İtalyan yoktur; diyelim ki Jüpitere ya da Zeus’a tapanlar vardır. Bu Jüpiter’e tapanların dilinin Latince veya Roma dili olması dini, yani topluluğu belirlemez. Dil, modern uluslar ortaya çıkıncaya kadar, sosyolojinin konusuna bile girmeyen, linguistik bir fenomendir. Tıpkı çekik gözün veya deri renginin sosyolojinin değil de biyolojinin konusu olmaları gibi. Çünkü bu özellikler insanın toplumsal varlığını belirlemezler, bizzat kenidleri bu toplumsal yaşamın sonucu olarak ortaya çıkmış özellikler olmalarına rağmen, örneğin dil gibi. İnsanlar şu veya bu dili konuştukları için daha çok artı değer üretir veya daha iyi köylüler olabilir veya daha iyi hristiyanlar olabilir değildir.
Tekrar edersek, dil özünde tıpkı göz rengi gibi, boy gibi, insanın sosyolojik varlığını etkilemeyen, biylolojik veya linguistik bir özelliktir. Modern tarihte ulusların tanımlanmasında, ırkın (örneğin deri renginin) veya dilin bir araç olarak kullanılması da dili veya ırkı sosyolojinin konusu yapmaz; sosyolojinin konusu, bunların niçin ve nasıl kullanıldığıdır.
Yani kategorileri karıştırma örneğimize bağlı kalırsak, dil, masa gibi bir şeydir. Bir masa demirden ya da tahtadan olabilir. İnsanlar şu veya bu dili konuşabilir. Bu masa paslanabilir veya çürüyüp bir tahta veya demir yığını olabilir. Yani şu veya bu dil değişebilir veya o insanlar başka bir dili konuşmaya başlayabilir. Ama masanın ahlak olamaması gibi, bir dilden bir dine geçilemez. Bir linguistik kategori bir sosyolojik kategoriye döneşmiz. Bir dinden başka bir dine geçilebilir.
Yani Türkler değil, bilmem ne kuşuna tapanlar; şamanistler veya putperestler veya Zerdüşt dininden olanlar Müslüman olur. Türkler değil. Türkler Müslüman oldu demek, masa ahlak oldu ya da iki mere iki mum eder demekten farklı değildir.
Türk’ü Türkçe konuşan anlamında kabul etsek bile, (ki tarihte bugün bildiğimiz anlamda Türkçe de yoktur, tabiri caiz ise Türkçeler vardır, kapitalizm öncesindeki toplumlarda 100 kilometrede bir dil değişir neredeyse, Türkçe kavramı, anadil veya resmi dil kavramları bugünkü kullanımlarıyla Politik bir kavramlardır, linguistik bir kavram bile değildir.) tarihte hiç bir toplum, modern kapitalizmin gerici ulus devletleri ortaya çıkana kadar, topluluğu dil ile tanımlamamıştır. Topluluk genellikle, totem yani soy aracılığıyla ya da İslam’da olduğu gibi bir kabul (inanç) aracılığıyla tanımlanır. Dolayısıyla, bir topluluk olarak tarihte Türk diye bir şey yoktur, sosyolojinin bir konusu olarak. Türk, Türk dillerini konuşanlar anlamında olsa bile bu linguistik bir kavramdır. Linguistiğin konusu olan bir olgu, sosyolojinin konusu olan bir olguya dönüşemez.
Linguistik anlama gelebilecek Türk kavramından hareketle Türklerin Müslüman olduğun söylemek, linguistik varlıklar toplumsal varlıklara dönüştü; masalar ahlak oldu yani maddi ve cansız varlıklar etik ilkelere dönüştü; iki kere iki mum eder yani rakamlar cansız varlıklar oldu demekten farklı değildir.
Türkler müslüman olmadı ve olamaz.
Ama Müslümanlar Türk oldu ve olabilir.
Çünkü Türklük bir dindir. Ama milliyetçilerin din derken söyledikleri, özele ilişkin, inanç anlamında değil; gerçek sosyolojik anlamıyla, topluluğu tanımlama anlamıyla bir dindir.
Yani milletin ne olduğun anlayabilmik için, sadece milliyetçilerin millet anlayışını değil, milliyetçilerin din anlayışını da terk etmek ve eleştirmek gerekmektedir
Milliyetçiler insanların bir dini bir de milliyetleri olduğunu söylerler. Bu da milliyetçilerin ikinci büyük yalanıdır. Milliyetçiliğin ve milletlerin kendisi bir dindir.
Modern toplumun dini, yani Aydınlanma, yeni bir din olarak var olan dinlerin yerini alırken, diğer dinleri kişinin özel sorunu veya epistemolojik bir sorun olarak kabul edilmesini şart koşar. Bizzat bu koşulla yeni bir topluluk tanımı yapmış olur; yani eski topluluk tanımlarının hepsi iptal olmuştur, onlar kişilerrin özel sorunu olarak kullanılabilirler demiştir.
Ama bunu şart koşabilmesi için de özel ve politik ayrımını yapması gerekmiştir; “aklı” herşeyin ölçüsü yapması, yani aklı tanrının yerine koyması gerekmiştir.
Politik olan ve özel olan ayrımı başlangıçta, eski dünyanın dinlerini toplumsal hayatın örgütlemenmesinden dışlamanın, tüm insanları birleştirmenin aracıyken, burjuvazinin gericiliği, bu ayrımın ürünü olan, politik olanı ulusal olanla tanımlamayı ortaya çıkararak bir tür karşı devrim yapmıştır, Aydınlanma’nın humanizmi ve kozmopolitizmi karşısında.
Yani bu anlamda ulus, modern toplumun dininin gerici, karşı devrim görmüş biçimidir. Nasıl İslam veya Hristiyanlık, Bizans veya Emeviler eliyle birer karşı devrim görüp, devlet dini olduktan sonra gerici biçimleri içinde yayılmaya devam ettilerse; başka uygarlıklardan ya da komünlerden insanlar bu dinlerin gerici biçimlerine geçtilerse; benzer şekilde Aydınlanma ya da modern toplumun dini de, gerici biçimi içinde iki yüz yıl içinde tüm dünyaya egemen oldu. Bugün dünyada bir ulusa ait olmayan bir karış toprak bile yoktur. Ama bu egemen oluş, dünyayı uluslara bölerek gerçekleşmiştir; yani bu karşı devrim insanlığı uluslara bölünmekte birleştirmiştir. Uluslara bölünmekle bölünmeden de insanlık birleşemez.
İşte bu nedenle bütün sorunların kaynağında da bu çelişki bulunmaktadır. Ulusçuluğun olmadığı bir dünyada bu birleştirme, bir tek dünya cumhuriyeti biçiminde olurdu. O zaman bu savaşlar olmazdı. Amerika Birleşik Devletleri veya Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği gibi isimler, aslında Aydınlanma’nın bu Humanist ve Kozmopolit karakterinin, Big-Bangtan kalan arka plan ışıması gibi, izleridirler.
İşte ulus bir topluluk tanımı yaptığı için bir dindir ve bütün dinler gibi toplumun tüm üst yapısını belirler.
Bu nedenle, bir dil ailesinden olan bir dili konuşanlar anlamında Türkler Müslüman olamaz, ama Müslümanlar Türk olabilir ve olmuştur.
*
Demokratik bir ulusçuluk, yukarıdaki gibi, ulusların tarihte hiç bir temeli olmayan son derece yeni olgular olduğunu söyler. Yine bu demokratik tarih, modern toplum öncesinde, şimdi söylendiğinin aksine dinlerin inanç değil, topluluğu ve toplumsal yaşamı şekillendirdiğini ve dinlere göre bir özel ve politik diye ayrım bulunmadığını; Aydınlanmanın bu dinleri toplumsal yaşamı şekillendirme ve topluluğu belirlemekten uzaklaştırmak için, bir özel ve politik ayrımı yapıp dinleri özel olarak tanımladığını; ama böyle yaparak tıpkı özel dediği dinlerin özele diye bir kavram icat etmeden yaptıklarını yaptığını, yani bir topluluk ve üstyapıyı belirlediğini; ama aydınlanmanın gerici inkarı olan ulusçuluğun, bu ayrıma dayanarak politik olanı uluslarla; ulusları da bir tarihle, dille, dinle, soyla tanımladığını ve bu dinin gerici bir biçimi olduğunu söyler[9].
Ama “Halk” diye bir şey, ulusun kapitalizm öncesinde var olmuş ilkel bir formu veya tohumu gibi ortaya koyulunca, ulusa bir tarih yaratılmaya başlanmış olur. Ama kapitalizm öncesinde “halk” yoktur. Bu durumda tarih yeniden yazılarak bu “Halk” inşa edilir, uydurulur, yaratılır. Bu yaratma veya uydurma eylemi, sadece olguların tahrifine; unutulmasına, tarihten silinmesine değil; ama burada gösterildiği gibi, bütünüyle kategorilerin karıştırılmasına dayanmaktadır.
*
Halk kavrımının nasıl bir gericiliğe yol açtığı bizzat bu kavramı yaratan Alman ulusçuluğunda daha iyi görülebilir.
Ulusun tohumu veya henüz devlet kuramamış biçimi olarak halk, muhtemelen kültür, dil, soy  veya kan ile tanımlanacaktır. Ancak aslında Tarih’te bu günkü anlamda Kültür ve Dil olmadığından[10], geriye Soy veya Kan (yani Irkçılık) kalır. Yani, ulusu Tarih ile tanımlama, dolayısıyla ulusun henüz ulusal devlet kurmamış biçimi olarak Halktan söz etmek, son duruşmada ırkçı bir ulus tanımına varmak zorundadırlar. “Halk” kavramı ırkçılığı potansiyel olarak içinde barındırır. Bunu somut “Alman halkı” ve “Alman Ulusu”nda görelim.
Bugün bile Alman anayasası, “Alman Halkı” kavramına dayanır. Yani Alman, Alman halkından olandır. Tanım böyle olunca. Üç nesildir Almanya’da doğup büyümüş, Almanca’yı Türkçe’den çok daha iyi konuşan göçmen çocuğu “Yabancı”, bir kaç yüz yıl önce Rusya’ya göçmüş, daha sonra Stalin tarafından Kazakistan’a sürülmüş, Rusça veya Kazakça ana dili olmuş, büyük annesinden duyduğu bir kaç kırık dökük Almanca sözden başkasını bilmeyen ise “Alman Halkı”ndan olduğu için otomatikman Alman olmaktadır. Burada kana ve soya dayanan bir ulus tanımı olduğu ortadadır[11].
Zaten Marks ve Engels’teki bu gerici, ulusların bir tarihi olduğuna dair anlayışın kökünde, gerici Alman milliyetçiliğinin varsayımı yatmaktadır. Türk milleti ve milliyetçiliği de bu kanaldan ortaya çıkmıştır. Faşizmin de Siyonizmin de kökeninde yine bu anlayış bulunmaktadır. Hegel bir bakıma bu gericiliğin felsefi temellerini kurmuştur denebilir.
Ulusların tarihi olduğuna dair anlayış yok edilmediği sürece, bu gerici milliyetçilik, her kesiminde kafası yeniden çıkan ejderha gibi, var olmaya devam edecektir. En azından demokratik bir tarih yazmadan da bu gerici milliyetçiliği yok etmek mümkün değildir.
*
Elbette ulusların da bir tarihi vardır. Ama bu tarih, uluslarının tarihi olduğuna dair bir tarih yazmaya başlayan ulusçularla ve/veya  eğer kurulmuşsa o ulusun (devletin) kuruluşuyla başlar. Çünkü çoğu durumda ulus, ulusal devlet kurulduktan sonra oluşmaya başlar.
Yani Türk ulusunun tarihi, Orta Asya’da ve binlerce yıl önce değil; Türklerin, Orta Asya’da ve binlerce yıl önce başlayan bir bir tarihi olduğuna dair bir tarihin yazılmasıyla, on dokuzuncu yüzyılın ortalarıyla sonu arasında, yükselen Alman Emperyalizminin Orta Asya’yı fethetme planlarıyla birlikte Almanya’da başlar[12]. Sonra Osmanlı’nın Müslüman devlet sınıfları ve Levant’ın İbranileri ve Sabetaycıları arasında gelişir. On dokuzuncu yüzyılın son çeyreği ve yirminci yüzyılın ilk çeyreğinin sonunda Tükiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu arasındaki döneme, Türk ulusunun ve Türk tarihinin başlangıç dönemi veya tarih öncesi olarak bakılabilir. Bundan önce bir Türk Tarihi yoktur ve olamaz. Bundan önce bir Türk Tarihi olduğu iddiası, işte bu yeni doğan ulusu yaratan ve yaratacak olan  Türk ulusçularının iddiasıdır.
Bu, yer yüzündeki tarihi olduğu iddiasında bulunan bütün uluslara, Türklere, Araplara, Kürtlere, Almanlara, Fransızlara, Japonlara, Çinlilere, Hintlilere vs. uygulanabilir.
Yer yüzünün en eski ulusu, tarihi en uzun ulusu, uzun ve eski bir tarihi olduğuna dair hiç bir iddiası olmayan, Amerikan ulusudur.
*
Toparlarsak, Engels, sadece “Tarihsiz Halklar” derken ve bir takım halkları tarihsizlikle suçlarken sosyolojik olmayan, metafizik bir kavram kullanmış olmuyordu; ulusların bir tarihi olduğuna dayanan Halk kavramını kullanırkan esas olarak gerici Alman ulusçuluğundan gelen metafizik ama aynı zamanda çok gerici ve ırkçı bir kavramı kullanmış oluyordu. Metafizik olan “tarihsizlik” değil; tarih imasını içinde taşıyan “Halk” kavramının kendisiydi.
Keza, Marksizmin içinden Engels’i eleştirenler de, bu esas eleştirilmesi gereken yanı eleştirmeyerek, aynı gerici anlayışı paylaşmış oluyorlardı.
Başka türklüsü de olamazdı.
Çünkü, Marksizim, doğarken Aydınlanmanın kalıntısı olan, dini inanç, yani hukuki veya epistemolojik bir kategori olarak ele almakla hesaplaşmamış, bu alanda Aydınlanmanın bir eleştirisini yapmamıştı.
Bu da kurucuların ve sonra gelenlerin dinin ve bir dinden başka bir şey olmayan Aydınlanma ve ulusun ne olduğunu anlamalarını engellemişti.
Kurucular ulusun ne olduğunu anlamayınca da, özellikle birer Amerikalı değil de Ulusu bir tarihle veya halkla tanımlayan Alman düşünce geleneğinden geldiklerinden, ulusların bir tarihleri olduğuna dair gizli bir varsayım, yani en gerici ulusçuluğun tohumlarını da içlerinde taşıyorlardı.
Marksizme yabancı bu iki unsur bu kanaldan Marksizmin içinde bir kanser hücresi gibi üreyip bütün vücudu kapladı.
Başlangıçta, Marksizmin içinde demokratik bir ulusçuluğun ve Aydınlanma Kozmopolitizminin ve Humanizmin etkileri daha güçlüydü ve politik programı ve argümanlarını bunlar oluşturuyordu. Gerici ulusçuluk ile bunlar çelişkiliydiler ve bir arada yaşıyorlardı.
Bu çelişkiyi en açık, Marks’ın “Ezen bir halk özgür olamaz” deyişi yansıtıyordu. Her türlü baskıya ve ulusal baskıya karşı bir humanist ve demokratik dünya özlemi, ulusu bir dille, bir dinle, bir soyla vs. tanımlayan en gerici ulusçuluğun ulus kavrayışı ve kavramlarıyla ifade ediliyordu.
Bu çelişki İşçi hareketindeki muazzam yenilgiler ve bürokratlaşmalarla gerici ulusçuluk lehine ve demokratik temellerin yok olmasıyla sonuçlandı.
Bugün dünyadaki bütün kendine Marksist diyenler nesnel olarak gerici ulusçulardır artık.
Uluslara karşı savaş açmadan; bir zamanlar aydınlanmanın dinlere yaptığını şimdi uluslara yapmadan; yani ulusal olanın nasıl tanımlanırsa tanımlansın kişisel ve özel bir sorun olması gerektiğini bayraklarına yazmadan; yani bir dünya cumhuriyeti için savaşı ve ulusların yıkılmasını başa almadan, esas vuruş yönü yapmadan tekrar Marksist ve hatta demokrat bile olmaları beklenemez.
Elbet, tarihin böyle bir yol izlemesinde, bizzat bir din ve ulus teorisinin olmaması ve bunun sonucu olarak; uluslarla savaşmak yerine uluslar içinde iktidarı ele almayı hedefleyen ve böylece ulusları ve ulusçuluğu yeniden üreten anlayış da etkili olmuştur; yani teorik yanlış veya eskinin kalıntısı, kendini besleyen bir süreci de tetiklemiştir.
Komünist Manifesto, “Tüm ülkelerin işçileri birleşiniz” değil de; “Tüm insanlar ulusları yıkınız; önce tüm insanların eşitliğinin yerine ulusların eşitliğinin ikame edilmediği; tüm insanların eşit olduğu bir dünya cumhuriyeti kurunuz; gerçek sosyal eşitlik ve sınıfların kalkması, ancak biçimsel eşitliğe ulaşılmış bir dünyada gerçekleşebilir” şeklinde bitseydi; yani çağrısını üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete veya sınıfsal bölünmeye karşı değil uluslara ve ulusal sınıfsal olmayan eşitsizliklere karşı yapsaydı, Tarih çok başka bir seyir izlemiş olabilir ve şimdi bizler çok başka bir yerde, çok daha ileride bulunuyor olabilirdik.
Aslında yeni bir din çağrısından, ya da Aydınlanma’nın humanizminin ve kozmopolitizminin uluslara karşı yeniden şekillendirilmesinden başka bir anlamı da olmayan bu çağrıya, elbette bütün dinlerin doğuşunda olduğu gibi esas olarak ezilenler ve kapitalist uygarlığın ürünü olan  işçiler sahip çıkacağından; eğer zafere ulaşılmış olursa, biçimsel eşitlik kurulduğunda otomatikman sosyal eşitlik de kurulmuş olurdu.
Ve bu din, gerçek sosyal eşitliği, diğer dinlerin yaptığı gibi ahlaki vaazlara veya tüketime yönelik tedbirlere dayanarak değil; üretim ve mülkiyet ilişkilerine yönelik tedbirlerle sağlayacağından, onların başarısız kaldığı yerde başarıyı yakalayabilir ve bütün büyük tek tanrılı dinlerin ortak vasiyetini gerçekleştirmiş olurdu.
O zaman biz de “bir zindan kuyusunun sağır duvarlarına” vururcasına, yankısız kalmaya mahkum bir şekilde, bugün böyle bir dünyada bu satırları yazmak zorunda olmazdık.
Demir küçükaydın
23 Ocak 2011 Pazar


[1] Bu sözün bir çok farklı çeviri versiyonları vardır. “Başka bir halkı ezen bir halk özgür olamaz” veya “Başka bir ulusu ezen bir ulus, kendi tutsaklık zincirini kendisi hazırlar” gibi. Hepsinde kastedilen ulustur ve ana fikir aynıdır.
[2] Bu açıklamalar aynı zamanda bir yan ürün olarak dediklerimizi pekiştiriyorlar. Çünkü Marks ve Engels’in Halk’ı (Das Volk) Ulus (Die Nation) anlamında kullandıkları, aktarılan metinlerde daha açık olarak görülüyor. Aynı içeriği ulus ve halk kavramlarıyla da ifade edebiliyorlar.
[3] Yüzlerce ve artık klişeleşmiş örnekten biri: “Marksizm 19. yüzyılın pozitivist-ilerlemeci ideolojisinden fazlaca etkilendi. Aynı zamanda aydınlanmacı geleneğe yakın duygular da besleniyordu. Buradan da büyük üretim birimleri ve her türlü ulusal, kültürel, dinî farklılıkların yok sayıldığı büyük, üniter devletler fikrine kolayca varılabilindi. Öyle ki Engels, Birleşik Almanya fikrini sadece Avusturya ve İsviçre’nin Almanlarına değil Danimarkalılara, tarihsiz halklar olarak gördüğü Çekler, Macarlar ve tüm Slavlara kadar genişletir.” (Hatice Yaşar, “Hoşgörülecek Milliyetçilik Yoktur”, Birikim, sayı: 30)
[4] İşte Abdullah Öcalan’ın özellikle İmralı’daki savunmalarında yazdığı ya da yazmaya çalıştığı Kürt tarihi tam da böyle bir şey olmayı amaçlamaktadır.
[5] Roman Rosdolski (1898-1967) bir Ukraynalı Marksisttir ve klasik otantik Marksizmin eleştirel ve devrimci geleneğini sürdürmüş olan Troçkist denen gelenektendir. Abraham Leon ile birlikte, Troçki ile Mandel arasındaki döneme ait sayılabilir. İkisinde de “ulusal sorun”a bir yoğunlaşma görülür. Her ikisi de, ulusal hareketlerden Marksizme yönelirler. Abraham Leon, Siyonizmle kopuşur; Rosdolsky Ukrayna ulusçusu bir ortamla kopuşur. Abraham Leon, “Yahudi Sorunu” ile ilgili olarak “Sınıf-Ulus” denebilecek (ama yine ulusların tarihi olduğu varsayımına dayanan, ama aslında kapitalizm öncesindeki kastlaşma eğilimini ele alan) ilginç bir teori ortaya koymuştur. Her ikisi de Faşizmin konsantrasyon kamplarında kalırlar. Abraham Leon gaz odasında öldürülür. Rosdolski’nin temel eseri yöntem üzerine yoğunlaştığı “Marks’ın Kapital’inin Oluşumu Üzerine” dir. Bir çoklarının yanı sıra en bilinen çalışmalarından biri de “Friedrich Engels ve Tarihsiz Halklar Problemi”dir. Ernest Mandel bir bakıma, eskilerin deyişiyle, bu iki Marksist’ten el almış; onlar tarafından yetiştirilmiş ve o geleneği sürdürmüş sayılabilir. Mandel onlara olan borcunu her zaman ifade etmiştir.
[6] “Rosdolsky war einer der entschiedensten Kritiker der verkürzten Darstellung durch Marx und Engels. In seiner posthum erschienenen Arbeit Die Arbeiter und das Vaterland erklärte er, dass „die ‚Vaterlandslosigkeit‘ der Arbeiter, wovon spricht, sich auf den bürgerlichen Nationalstaat, nicht aber auf das Volkstum, die Nationalität im ethnischen Sinn bezieht”. İşin ilginci Rosdolki’yi Wikipedia’da böyle aktaran ve yorumlayanın kendisi de aynı türden bir gerici milliyetçi, çünkü Rosdolski’nin satırlarında hiç bir sorun görmüyor.
[8] Burada sözümona Marksistlerin, burjuvazi, iç pazar ve ulus arasında bağlantı kurarak, çok materyalist ve sınıfçı bir bakış açısıyla güya ulusları böyle açıklayan teorisine de değinilebilir. Peki, o iç olan, niye o sınırların içidir de başka bir sınırın içi değildir? Örneğin Türk burjuvazisi niye Kürdistan’ı, Ermenistan’ı, İyonya’yı, Pontus’u iç etmiştir? Bu soruyu bile sormaz bu ulus tanımı.
[9] Dikkat edilsin, bu açıklamayla bir dinden ya da dinlerden, diğer bir dine geçilmiş olur. Ama bu açıklamanın kendisi, demokratik bir tarih yazımıdır ve zorunlu olarak, ulusal olanın tarihle tanımlanmasını reddetmiş olur. Yani o zaman örneğin, türkler türk olmaktan çıkmış, demokrat olmuş olur. Türklük, tıpkı şimdiki din gibi, kişilerin özel bir sorunu olarak var olabilir.
[10] Bugün “kültür” büyük ölçüde politik olmayan anlamındadır. Politik ve politik olmayan ayrımı ise, bütünüyle hukuki bir ayrımdır, analitik değil, yani politik olmayan diye bir şey, dolayısıyla bu günkü anlamda “kültür” yoktur modern toplumun öncesinde. Aynı şekilde, ulusal devletlerin kurulmasından sonra genel bir okuma yazma ile birlikte bir ulusu tanımlayan bir dil oluşur. Kapitalizm öncesinde diller, toplayıcı ve avcı toplumlarda 40-50 kilometrede; neolitik toplumlarda bir kaç yüz kilometrede bir değişir; Klasik uygarlıkların devlet dilleri ise, yazılı dillerdir ve genellikle halkın kullandığı dillerle ilgisi yoktur. O bürokratik bir araçtır: Latince, Mandarin Çincesi veya Osmanlıca gibi. Yani ulusun köklerini bir dile ya da kültüre bağlamanın, soy ve kana bağlamaktan daha az saçma olmadığı ortadadır. Zaten bu saçmalık nedeniyle, dile ve kültüre bağlama çabaları eni sonu gidip, kana ve soya, yani ırka bağlamaya varır.
[11] Aynı durum Türkler için de geçerlidir. Ama Türklerde bir saçmalık daha vardır, dil ile kültür ve soy arasında bir çakışma yoktur. Dil: Altay Ural’dır, kültür ve soy: Tipik doğu Akdenizli, yani kabaca Rum ve Ermenidir.
Yani bir zamanların Germen kabilelerinin soyundan gelmiş insanların fizyonomileri, Kazakistan’da da olsalar aşağı yukarı Almanya’dakilere benzer. Genetik soyağacı, mitokondriyal DNA ile yapılacak araştırmalar da bunu doğrular.
Türklerde ise böyle bir çakışma eğilimi de yoktur. Son 150 yılda Anadoluya dolmuş, Slav ve Arnavut asıllı Müslüman Balkan göçmenleri ile Çerkes vs. asıllı Müslüman Kafkas göçmenleri bir yana bırakılırsa, Anadolu’da Türk denenlerin en fazla yüzde onunun dili ve genetik kotları arasında bir çakışma vardır. Yüzde doksan, Anadolunun yerli halkıdır yani, Firigyalıların, Likyalıların, Rumların, Ermenilerin torunlarıdırlar. Genetik olarak yapılan bütün araştırmalar insanların fizyonomilerine kaba bir bakışın bile ulaşacağı bu sonucu doğrular.
Yani bugünkü Türk milliyetçiliği, Türklüğü Anadolunun son 1000 yılda Müslümanlaşmış yerli Hıristiyan ahalisine ve bunun aracılığıyla Türkçe konuşmaya bağlasa, kültür ve soy ile dil arasındaki farkı veya denk düşmeyişi açıklamış olur ve çelişkili olmaktan çıkar.
Böyle bir milliyetçilik de gerici bir milliyetçiliktir. Tek farkı şudur, böyle bir milliyetçilik, soydaşlarımız dediği zaman, Orta Asya’daki Türkleri değil, Rumları ve Ermenileri kastetmiş olur. Bu günkü gibi şizofrenik olmaktan çıkmış olur. Çünkü bu günkü Türkler, kendilerini orta Asya’dan geldiklerini söyleyen, ama aslında dil ve din hariç Rum ve Ermenilerle aynı soy ve kültürden (aynı yemekler, alışkanlıklar, vücut dili vs.) olan hafıza kaybına uğramış, Rum ve Ermenilerdir denebilir kabaca. Ulusçuluğun kavramlarıyla ifade etmek gerekirse diye de eklemek gerekiyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder