27 Mart 2012 Salı

Kıvılcımlı ve Gerici Ulusçuluk

(Tersinden Kemalizm’den bir Bölüm)
Demir Küçükaydın
Marksizm başlangıçta Demokratik Cumhuriyet biçiminde ifadesini bulan asgari programla bu modern toplumun devrimci döneminin dinini savunurken, bir din ve ulus teorisi olmadığından, modern toplumun dininin ve ulusçuluğun kendisini hiç sorgulayamadığından, yani bir teorisi olmadığından, zamanla kendi öznel niyetlerinin aksine bu dinin en gerici biçiminin bir savunucusu olur.

Bu en açık ifadesini, “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” denen ilkede bulur. Bu ilke, egemen ulusun sosyalistlerince savunulduğunda, politik olarak egemen ulusun veya devletin baskısına karşı ilerici bir anlam taşımakla birlikte, ulusun neye göre tanımlandığı sorusuna cevap vermediği için, giderek ideolojik olarak bizzat kana; dile, soya, dine göre tanımlanmış ulusçuluğu desteklemek olur. Yapılan artık ulusun tanımından dil, din, soy, ırk, etninin dışlanarak, dilsel, dinsel, etnik, kültürel, “ırksal” baskıya son verilmesi; yani burjuvazinin devrimci döneminin dininin anlayışının savunusu değil, gerici döneminin anlayışının savunusudur. Böylece, Marksistler modern toplumun dininin doğuştaki devrimci biçiminin, demokratik ve cumhuriyetçi biçiminin değil, en gerici biçiminin savunucuları haline gelirler.
Kıvılcımlı, Troçki ve Lenin gibi büyük Marksistler bile, başlangıçtaki günahın bu lanetinden kurtulamazlar.
Örneğin, Kıvılcımlı, “Dinin Türk Toplumuna Etkileri” diye kitap yazar. Kitabın konusu yüzlerce yıl önceki Şamanizm, İslamiyet gibi dinler olmasına rağmen ve o zamanlar bu gün anladığımız anlamda Türk diye bir şey olmamasına rağmen, bu Türk deyişi, bütünüyle ulusçuluğun yarattığı tarihin bir ürünü olmasına rağmen, bunu olduğu gibi kabul ederek, “Türk Toplumu”ndan söz etmekte hiçbir sorun görmez.
Devrimci dönemin ulusçuluğu bir tarihe gereksinim duymuyordu. İlk ulusun, Amerika’nın bir tarihe ihtiyacı yoktu bir ulus olmak için, bir etniğe, bir dile vs. ihtiyacı olmadığı gibi.
Fransız devrimi, Fransız ulusunun köklerini Frank krallığının tarihinde değil devrimde ve devrim günlerinde buluyordu. Ulus, tarihe karşı olarak ortaya çıkmıştı.
Ama gerici dönemin etniye, dile, soya, kana dayanan ulusçuluğu, tarihi de ulusların tarihi haline getirmiştir. Ve işte, Kıvılcımlı gibi bir Marksist bile, niyeti ne olursa olsun, hatta Türk derken, ilkel sosyalizmi, Komünü kastetsin, tarihe bu gerici ulusçuluğun yarattığı tarihin kavramlarıyla bakmakta, o tarihte bir yanda “din” bir yanda “Türkler” görmektedir. Yani uluslar ve onların tarih boyunca farklı dinleri türünde bir tarih tasavvurunu farkına varmadan savunmaktadır.
Halbuki, din var ise, bu ister Şamanizm ister İslam olsun, ulus yoktu. Ulus varsa din yoktu. Yani “din” ve “Türk Toplumu” bir arada ayrı şeyler, karşılıklı ilişki içindeki şeyler olamazdı. Çünkü “Türk Toplumu”nun kendisi bir dindi. “Dinin Türk Toplumuna Etkisi”, “dinin dine etkisi” veya “modern topumun din dediğinin, modern toplumun dinine etkisi” anlamına gelebilirdi. Elbette bu da önemli bir inceleme konusudur ama onun ele aldığı bu değildi ve bunu anlayamıyordu.
Hasılı modern toplumun dininin bir teorisinin olmaması, onun kapitalizm öncesi toplumun dininin ne olduğunu anlamasını da engelliyor ve bu kanaldan Marksizm, burjuva ideolojisi tarafından teslim alınıyor; modern toplumun dinin en gerici biçimlerinin bir savunucusuna dönüşüyor ve tüm yaratıcılığını yitiriyordu.
Beşikçi’nin “din bir inançtır” sözlerine hiçbir Marksist’ten itiraz gelmemesinin nedeni de buydu. Çünkü onlar da aslında Beşikçi’nin savunduğunu, modern toplumun dininin gerici bir biçimini savunuyorlardı.
Kıvılcımlı bunun trajik sonuçlarından sadece biriydi.
*

Türkler’in Müslümanlaşması mı Müslümanların Türkleşmesi mi?


(Bilindiği gibi Kıvılcımlı’nın “Dinin Türk Toplumuna Etkileri” diye bir kitabı vardır. Burada “Türklerin Müslümanlaşması”nı ele alır. Aynı konuyu daha sonra Erdoğan aydın da tıpkı Kıvılcımlı gibi, hette ona dayanarak ele alır. Aşağıdaki Erdoğan Aydın Eleştirisi aynen Kıvılcımlı Eleştirisi olarak da okunabilir.)

Daha önce “Biz” i Türkler, Türklük, Türk Ulusu vs. olarak ele almanın sosyalizmle ve sosyalistlikle uzlaşmayacağını, bunun en gericisinden milliyetçilik olduğunu ele almıştık. (Bakınız: “Murat Belge, “Biz”, “Toplum”, Ulus ve Marksizmhttp://www.koxuz.biz/index.php?option=com_content&task=view&id=717&Itemid=360 )
Şimdi bir başka somut örnekte, bunun nasıl gerici, tarihi allak bullak eden bir tarih anlayışına yol açtığını veya onunla bir arada bulunabileceğini görelim.
Aslında bu konuyu, daha önce, Tersinden Kemalizm adlı kitapta, Kıvılcımlı’yı eleştirdiğimiz bölümde, onun “Dinin Türk Toplumuna Etkileri” başlıklı yazısını eleştirirken kısaca ve dolaylı biçimde ele almıştık. Burada bu eleştiriyi biraz daha detaylandıralım, ete kemiğe büründürelim.
Örnek olarak ele alacağımız kitap, Erdoğan Aydın’ın “Türklerin Müslümanlaştırılmasının Resmi Olmayan Tarihi – Nasıl Müslüman Olduk?”  (Başak Yayınları, 1994)
Dikkat edelim. Erdoğan Aydın’ın kitabının adı, “Türkler Nasıl Müslüman Oldu?” gibi bir isim değil. “Nasıl Müslüman Olduk?”. Yani biz zamiriyle soruluyor soru. Soruyu soran özne, yani “biz”: Türkler’dir. Diğer bir ifadeyle, Erdoğan aydın bir Türk olarak konuyu tartışmaktadır.
Halbuki daha önce görmüştük ki, bir sosyalistin, bir Marksist’in “Biz”i ancak ve ancak, dünya işçi sınıfı olabilir. O tüm olayları bu öznenin bakış açısından ele alır ve almalıdır. Hele hele bu “Biz”in, son derece gerici; kendini bir dil, tarih, soy ile tanımlamış bir ulus, yani Türklük olması, hiçbir şekilde kabul edilemez.
Peki Erdoğan Aydın bir Marksist mi? Ya da öyle olduğunu mu iddia ediyor?
Böyle bir iddiası yoksa, elbette sorun yoktur. Türkler Türklerin nasıl Müslüman olduğu üzerine yazabilirler. Çünkü daha sonra görüleceği gibi, Türklerin nasıl Müslüman olduğu, ancak Türklerin sorabileceği bir sorudur. Marksist açıdan böyle bir soru olanaksızdır veya saçmalıktır. Bir Marksist böyle bir soru soramaz çünkü bu sorunun kendisi ideolojik ve yanlış bir sorudur ve yanlış sorulara doğru cevaplar verilemez.
Ama bir Marksist’in, Marksist olduğu iddiasındaki birinin, biz zamiriyle, Türklüğü özne olarak kabul ederek böyle bir soru sorması katmerli bir yanlıştır. Bu nedenle önce bakalım Erdoğan Aydın Marksist mi? Ya da böyle bir iddiası var mı?
Evet, Erdoğan aydın kendisinin Marksist olduğu iddiasındadır. Örneğin aynen şöyle yazıyor:
Tarihsel Materyalist bir dünya görüşünün savunucusu olarak...” (sayfa: 18)
Marksizm, Tarihsel Materyalizmin kısaltılmış bir ifadesinden başka bir şey olmadığına göre, Eroğan Aydın bir Marksist olduğu iddiasındadır. (Burada Tarihsel Materyalizmin bir “Dünya görüşü” değil, bir Bilim, bir yöntem olduğu konusunu ise, konuyu dağıtmamak için bir kenara bırakıyoruz.)
O halde, bir yandan kendisinin Marksist olduğunu iddia eden, hatta kitabını Marksist açıdan yazdığı iddiasında olan ama diğer yandan, kendisini Türk olarak tanımlayan, olaylara Türkler açısından bakan; Türk ulusçusu olarak yazan bir yazar karşısındayız. Bu ikisinin bir arada bulunamayacağı, ortadakinin Marksizm postuna bürünmüş bir milliyetçilik, hem de ilkel ve gerici bir milliyetçilik olduğu açıktır.
Ama haydi yine bir kredi daha açalım. Denebilir ki bu yargı çok acımasız. Onun biz olarak Türklüğü kastetmesi, Türk olarak yazması, Türk milliyetçisi olduğu anlamına gelmez. İnsan pek ala Türk olabilir de Türk milliyetçisi olmayabilir.
Bu doğru değildir. Çünkü bu günkü Türk ulusunun, Orta Asya’dan gelmiş Türkler olduğunu soya, ırka, tarihe dayanan bir milliyetçiliğin taraftarları savunabilir. Erdoğan Aydın’ın kitabının adı ve içeriği, nasıl Müslüman olduk sorusuna, Orta Asya’da cevap arıyor. Burada var olan gizli varsayım, bu günkü Türk Ulusunun, Orta Asya’dan gelen Türklerin ahvadı olduğu varsayımıdır. Bütün Emin Oktay Tarih kitapları, bütün Türk Dil ve Tarih Kurumu, bütün üniversiteler, bu hikayeyi anlatır ve inşa ederler.
Bu günkü Türklerin, Orta Asya’dan gelen Türklerin ahvadı olduğu iddiası, ırka, soya dayanan bir milliyetçiliğin iddiasıdır. Ve bizim “Tarihsel Maddeciliği dünya görüşü” olarak benimsemiş, Türk-Marksisti Erdoğan Aydın (Türk-Marksist, Kapitalist-Sosyalizm gibi bir saçmalıktır ve kendi içinde çelişir. İkisi bir arada olmaz.) ırkçı Türk ulusçuluğunun bu yalanını olduğu gibi kabul edip, fiilen bu yalanın yayılmasına hizmet ederek, onu yayarak ırkçı Türkçü ve Marksist nasıl olunabileceğinin bir örneğini bizlere sunuyor.
Bunun nasıl bir Irkçı Türkçülük olduğunu gösterebilmek için, başka tür bir Türk ulusçuluğunun, örneğin “kültürel ve Anadolucu” bir Türk ulusçuluğun da bu soruyu sorabileceğini ve buna bambaşka bir cevap verebileceğini gösterelim.
Pek ala şöyle bir Türk Ulusçuluğu da mümkündür. Ki böyle bir Türk ulusçuluğu Türk burjuvazisinin bu günkü ihtiyaçlarına ve tarihsel olaylara daha denk düşer.
“Bizans topraklarını feth eden Oğuzlar geldiğinde, Anadolu’da şehirler ve köyler boş değildi. Orada binlerce yıldır yaşamış insanların torunları yaşıyordu. Keza bu fatihler de bu insanları katledip sürmediler. Onların üzerine egemen oldular. Ve bu egemen fatihler, fethettikleri yerlerin ahalisine göre çok küçük bir azınlıktılar.
Bütün dünyada bu böyledir. Fatihler Feth ettikleri ülkelerin nüfusunun çok küçük bir yüzdesini oluştururlar. Ve kısa bir süre sonda, ya feth ettikleri ülkenin daha gelişmiş kültürü tarafından feth edilirler, yani onun dili ili dillenir ve diniyle dinlenirler veya o yerli ahaliden daha gelişmiş bir uygarlık ve kurumlar sistemine sahipseler, yerli ahali fatihlerin dili ve dinini benimser. Bu da kısa zaman içinde, fatihlerin genetik olarak çoğunluktaki yerli ahaliyle karışmaları, bir süre sonra onların fiziksel özelliklerine de sahip olmaları sonucunu doğurur.
Anadolu’da da tarih boyunca defalarca böyle olmuştur. Son arkeolojik kazıların ve antropolojik araştırmaların da kanıtladığı gibi, örneğin Hitit kalıntılarının bulunduğu yerde bu gün yaşayanlar Orta Asya’dan gelenler veya daha önceki tarihlere gelmiş akıncıların ve fatihlerin torunları değil, bizzat o Hititlilerin torunlarıdır. Bu bütün dünyada da böyledir.
Bu şöyle bir benzetmeye daha iyi anlaşılabilir. Eskiden üzerine yazı yazılabilecek papirüs, kağıt, deri gibi malzemeler az bulunuyordu ve pahalıydı. Bu nedenle, aynı papirüs üzerindeki yazılar silinerek, veya zamanla silindiği için, defalarca farklı uygarlıkların farklı yazılarıyla bile kullanılabiliyordu. (Hiçbir silinme tam olmadığından, bu gün çok özel tekniklele, bir papirüsün üzerindeki farklı yazılar okunabilmektedir.) Böylece, bir papirüs hep aynı olmasına rağmen üzerindeki yazılar, dil vs. zamanla değişiyordu. İşte bu günkü Anadolu da böyledir. İnsanlar biyolojik olarak hep aynı insanlardır. Onların dilleri ve dinleri sürekli değişmiştir, tıpkı bir papirüsün üzerine başka yazılar yazılması gibi.
Bu yaklaşımdan hareketle, bu günkü Türk ulusu da, böyle bu tarihin ürünüdür, bütün bu halkların ve uygarlıkların kültürünün mirasçısıyız bir Türkler. Bu Kültürün içinde Orta Asya’dan gelen Fatih Oğuz’ların oranı,  onların küçük bir fatih azınlık olarak genetik oranından daha fazla değildir”
Yani böyle bir Türk milliyetçiliği de mümkündür ve bu gün ilk örnekleri Halikarnas Balıkçısı’nda görülen böyle bir Türk milliyetçiliğini savunanlar da vardır.
Böyle bir milliyetçilik de Türk milliyetçiliğidir, ama 1920-30’ların ideolojik atmosferine göre şekillenmiş kana, ırka dayanan bir Türklükle değil, daha günün ihtiyaçlarına uygun, globalleşmenin ve post modernitenin çokluğu ve çeşitliliği zenginlik gören yaklaşımlarına uygun daha “çağdaş”, daha kültüre göre tanımlanmış bir milliyetçilik olur.
Ve böyle bir milliyetçilik, olgulara daha denk düşen bir milliyetçiliktir de.
Şimdi böyle bir milliyetçilik açısından, “Nasıl Müslüman Olduk?” sorusu, bu günkü Türk ulusunu, Orta Asya’dan gelenlerin ahvadı olarak gören ırkçı ve kana dayanan Türk milliyetçiliğinden farklı bir anlama ve içeriğe sahip olurdu. O zaman bu soru, Anadolu’da binlerce yıldır yaşayanların, fatihler küçük bir egemen azınlık olmalarına rağmen nasıl Müslüman olduğunu; ya da Balkan, Kafkas göçleri ve katliamlarla Anadolu’nun nasıl Müslüman bir çoğunluğa ulaştığını araştırırdı.
Yani kültüre dayanan bir Türk milliyetçisi için “nasıl Müslüman olduk?” sorusunun cevabı, Anadolu’nun, İslamiyet zırhıyla kuşanmış göçebe fatihlerce fethi ile daha sonraki dönemlerde ahalinin nasıl Müslüman olduğu (örneğin, Haraçtan kurtulmak için, daha az vergi vermek için) ve nihayet yerli Hıristiyanların katledip sürülmesi ve Balkan ve Kafkaslardan gelenler vs. gibi noktalarda yoğunlaşırdı.
Yani Erdoğan Aydın’ınkinden çok farklı bir yer ve zamanda arardı böyle bir milliyetçilik  “Nasıl Müslüman olduk?” sorusunun cevabını. Erdoğan Aydın’ın kitabı, yani ırka, soya dayanan bir Türk milliyetçisinin cevabı, yer olarak Orta Asya ve zaman olarak 7-13. yüzyıllar arasında yoğunlaşırken, kültüre dayanan bir Türk milliyetçisinin cevabı, yer olarak Anadolu (Balkan ve Kafkaslar)ve zaman olarak da diğerinin bittiği yerde, 12-13 yüzyıllar sonrasında başlardı.
Erdoğan Aydın bu sorunun cevabını Orta Asya’da ve 13 yüzyıl öncesinde aradığından, Irkçı, kana dayanan Türk milliyetçiliğinin bütün yalanlarına ve varsayımlarına dayanmakla, onları kabul etmekle kalmıyor, aynı zamanda onları yayıyor ve pekiştiriyor.
Sanırız bu örnek, Türkiye’de ilerici, demokrat ve hatta “tarihsel maddeci dünya görüşünü benimsemiş” solcu, aydın ve de Komünistlerin nasıl saf kan gerici milliyetçiler olduklarını; onların ilerici ve demokratlığının ancak böyle gerici ve ırkçı bir milliyetçilik içinde “ilerici” ve “Demokrat”lık olduğunu yeterince açık olarak gösterir.
*
Ancak İster Kültür’e ve Anadolu’ya dayansın, ister, ırka, soya ve Orta Asya’ya dayansın her iki milliyetçilik de, ulusların tarihi olmadığı gerçeğini inkar ederler ve uluslara bir tarih yaratma çabasıdırlar. İkisi de gerici milliyetçiliklerdir bu nedenle.
Şu çok basit gerçek bir türlü kavranılmaz, ulusların tarihi yoktur. Türk ulusu, Türk Ulusunun kuruluşuyla birlikte ortaya çıkmıştır. Ondan önce bir tarihi yoktur ve olamaz, ister Anadolu’ya ve kültüre, ister Orta Asya’ya ve Türklüğe dair bir tarih iddiası, bütünüyle ulusçuların bir inşasıdır.
Bir an için Orta Asya’dan gelenlerin, Anadolu’nun yerli ahalisini yok edip onun yerini aldıklarını, bu günkü Türk ulusunu oluşturanların, onların genetik, kültürel devamcıları olduklarını var sayalım.
Bir çok kez Tarihteki kavimler kendilerinin kendilerini tanımladıkları isimlerle değil ama genellikle uygarların onlara verdikleri isimlerle adlandırılırlar. Biz bunu bir yana da bırakalım ve Türklerin kendilerini Türk olarak tanımladıklarını var sayalım.
Bu koşulda bile o gelenlerin Türklüğü ile Türk ulusunun Türklüğü arasında hiçbir ilişki yoktur.
Ulus olarak Türklük, tamamen politik bir kavramdır. Türklüğün, o ulus ırkçı bir Türk kavramına bile dayansa, genetik ve soya dayanan bir Türklükle ilişkisi yoktur.
Bir zamanlar kendilerine Türk diyen insanlar için ise, Türklüğün politik hiçbir anlamı bulunmuyordu. Bu sadece uzaklardaki ortak bir kökene veya yine bu kökenle bağlantılı ortak bir dile tekabül ediyordu. O insanlar, şu veya bu toteme bağlıydılar. Onların tüm davranışlarını, toplumsal üstyapılarını bu belirliyordu.
Yani Türkler Müslümanlaşmadı, şu veya bu totemden, şu veya bu boylar Müslüman oldular, şu veya bu boyun, soyun örgütlenme ve hukukunun yerini İslam hukuku ve örgütlenmesi aldı. Türklerin Müslümanlaştığı, Türk milliyetçiliğinin yarattığı bir kavramdır, Irka göre tanımlanmış bir Türk ulusuna Tarih yaratma çabasının sonucu ortaya çıkan bir uydurmadır.
Burada karışıklığı yaratan, bir zamanlar şu veya bu soydan veya boydan insanların, uzak bir ortaklığa bir gönderme ile, hiçbir dinsel veya politik anlamı olmadan Türk olarak kendilerini tanımlamaları ile, bu günün sadece politik olanın tanımlanmasının aracı Türk kavramının, aynı sözcükle karşılanmasıdır. Yani Tarih’teki Türkler Türk değildiler ve olamazlardı; onlar ancak Kınık boyundan, Kayı boyundan veya Müslüman, Hıristiyan olabilirlerdi. Boy ya da Din, bunlar tüm toplumsal yaşamı, ilişkileri ve örgütlenmeyi belirliyordu.
Ama ulus olarak Türk ulusundan olanlar ise, şu veya bu boydan, şu veya bu dinden olamazlar. Politik anlamı olmadan, elbette şu veya bu boydan, şu veya bu dinden olduklarını söyleyebilirler ama bunun hiçbir politik anlamı yoktur ve olmamalıdır. Özel olarak, inanç olarak, kültürel olarak (ki hepsi aynı anlamdadır, yani politik olmayan anlamında) öyle olabilirler. Ama bir toteme ya da uygarlık dininin bir inanç olduğu da tam ulusçuluğun dayandığı bir kabuldür. Yani insanlar, Türk ise, Türk ulusundan ise, Müslüman, Hıristiyan ya da Kayı boyundan, atmaca soyundan olamaz. Müslüman, Hıristiyan, Atmaca soyundan, Kayı boyundan ise Türk olamaz, Türk ulusundan olamaz. Çünkü dinler aslında bir inanç değildir, tümüyle üstyapıyı örgütlerler. Nasıl Müslüman olmak için, putu parçalamak, yani kabilenin totemini parçalamak, kan kardeşliği yerine din kardeşliğini geçirmek gerekirse; Türk olmak için de Müslüman olmaktan çıkmak; Allah’ın kanunları yerine Türk ulusunun kanunlarını; Allah’ın sınırları yerine ulusun sınırlarını, Din kardeşliği yerine ulus kardeşliğini geçirmek gerekir. Aynı şekilde Komün’ün soyun, totemin, Şaman’ın kanunları ve aşiret kardeşliği yerine Türk ulusunun kanunları ve kardeşliği geçer.
Tekrar edelim. O Orta Asya’dakiler için Türklük hiçbir şey ifade etmiyordu. Onlar önceleri şu veya bu boydan, soydandılar. Onlar şu veya totemin soyundan olarak vardılar. Daha sonra da Müslüman veya başka bir dindendiler. O zaman da onlar için Türklük hiçbir şey ifade etmiyordu. Nasıl Müslümanlık ile Onların boyları arasında bir ilişki yok idiyse, onların boyları ve sonraki dinleri ile Türklük arasında da bir ilişki yoktu.
Uluslar, dolayısıyla da Türklük, ne tarih, ne de soy, kan, kültür vs. ile ilgili değildir. Bir ulus olmak için, bunların hiç biri gerekmez. Bu gerici ulusçuluğun bir uydurması, inşasıdır.
Dünyanın ilk ulusu olan Amerikan ulusunun bir tarihi yoktu ve Amerikan ulusu için bir Tarih gerekmemişti. Aksine ulus tarihsiz olarak ortaya çıkmıştı. Dil ve soy ise hiç söz konusu bile değildir. Aynı dil ve soydan insanlara karşı bir savaş içinde bu ulus kurulmuştu.
O halde, bir soy veya tarihin olduğu, ulusun onun sonucu ortaya çıktığı, bir ulusçu yalanıdır. Hem de gerici ulusçuluğun bir yalanıdır. Çünkü, tıpkı ABD’de olduğu gibi, ulusların tarihi olmadığı anlayışıyla da bir ulusçu olunabilir. İlk aydınlanmanın demokratik ulusçuluğu aşağı yukarı böyle bir şeydi. Ulusların bir tarihi olduğu, gerici ulusçuluğun bir kabulüdür.
İster Kültüre ve Anadolu’ya dayansın, ister ırka, soya dayanıp köklerini Orta Asya’da arayan ulusçuluk olsun, ulusların bir tarihi olduğuna inanan ve bunu savunan ulusçuluklar gerici ulusçuluklardır.
Demokratik bir ulusçuluk, ulusların bir tarihi olduğu ilkesini reddeder ve tarihsiz, Tarihe karşı olarak ulusu kurmaya çalışır.
Çünkü, demokratik bir ulusçuluk, insan haklarına dayanır, ve insanı bir soy, tarih, dil, bölge ile tanımlamayı reddeder. Demokratik ulusçuluk, “Vatanım Yeryüzü, Milletim İnsanlık” diyen ulusçuluktur. Çünkü, ulusçuluk özünde, politik diye ayrı bir alanın varlığının kabulü ve daha önceki çağlarda hukuki ve politik olanı belirleyenin, yani dinlerin özel’e atılmasıdır. Bütün insanlar dini, dili vs. eşittir önermesinin özü, ulusçuluk öncesi toplum yaşamını, hukukunu, devletin örgütlenmesini vs. belirleyen dinlerin buradan uzaklaştırılması, özele atılmasıdır. Bunun için de ulusçuluğun, yani demokratik bir ulusçuluğun tarihe ihtiyacı yoktur.
Soınuç olarak, Erdoğan Aydın’ın “Nasıl Müslüman Olduk?”  sorusu, ulusların tarihi olduğunu savunan gerici ulusçuluğun bir sorusudur.
Ulusların tarihi olmadığından yola çıkan ise, bu tarihsiz şeyin, nasıl yaratıldığını anlatır?
Devrimci ve demokratik ulusçuluğun sorusu ise şudur?
“Anadolu’nun Müslüman ahalisinden nasıl Türk ulusu yaratıldı?”
İşte o “nasıl Müslüman Olduk?” sorusu , Müslüman Anadolu ahalisinden, Orta Asya Türklüğüne, kana, ırka dayalı bir ulusu yaratanların bir sorusu olarak ortaya çıkar ve bu yaratılışın nasıl olduğunu gösterir bizlere.
Yani, bizzat bu sorunun kendisiyle.
Erdoğan Aydın, kitabıyla, kana, soya, ırka dayanan bir ulusun inşasına hizmet etmektedir.
*
İşte, Aleviler içinde ilerici bilinen, demokrat bilinen ve hatta “Tarihsel maddeciliği bir dünya görüşü” olarak benimseyen Erdoğan Aydın’ın nasıl boğazına kadar bir gerici milliyetçilik içinde olduğu.
Tabii burada Erdoğan Arkadaşımıza haksızlık etmiş olmamak için şunu belirtelim. Bu yaklaşım ve görüşler sadece Erdoğan’ın değil, Türk sosyalistlerinin ve hatta dünya sosyalistlerinin yüzde doksan dokuzunun görüşleridir. Biz sadece Erdoğan Aydın’ı bir örnek olarak seçtik.
Onu seçmemizin nedeni ise meşrebimiz. Bizim meşrebimiz de, yakınlarımıza ve arkadaşlarımıza karşı gaddar, bize uzak olanlara ve düşmanlarımıza karşı anlayışlı ve toleranslı olmak olarak özetlenebilir.
Demir Küçükaydın

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder