(Tersinden Kemalizm’den bir Bölüm)
Demir Küçükaydın
Marksizm başlangıçta Demokratik
Cumhuriyet biçiminde ifadesini bulan asgari programla bu modern toplumun
devrimci döneminin dinini savunurken, bir din ve ulus teorisi olmadığından,
modern toplumun dininin ve ulusçuluğun kendisini hiç sorgulayamadığından, yani
bir teorisi olmadığından, zamanla kendi öznel niyetlerinin aksine bu dinin en
gerici biçiminin bir savunucusu olur.
Bu en açık ifadesini, “Ulusların
Kendi Kaderini Tayin Hakkı” denen ilkede bulur. Bu ilke, egemen ulusun
sosyalistlerince savunulduğunda, politik olarak egemen ulusun veya devletin
baskısına karşı ilerici bir anlam taşımakla birlikte, ulusun neye göre
tanımlandığı sorusuna cevap vermediği için, giderek ideolojik olarak
bizzat kana; dile, soya, dine göre tanımlanmış ulusçuluğu desteklemek olur.
Yapılan artık ulusun tanımından dil, din, soy, ırk, etninin dışlanarak, dilsel,
dinsel, etnik, kültürel, “ırksal” baskıya son verilmesi; yani burjuvazinin
devrimci döneminin dininin anlayışının savunusu değil, gerici döneminin
anlayışının savunusudur. Böylece, Marksistler modern toplumun dininin doğuştaki
devrimci biçiminin, demokratik ve cumhuriyetçi biçiminin değil, en gerici
biçiminin savunucuları haline gelirler.
Kıvılcımlı, Troçki ve Lenin gibi
büyük Marksistler bile, başlangıçtaki günahın bu lanetinden kurtulamazlar.
Örneğin, Kıvılcımlı, “Dinin Türk
Toplumuna Etkileri” diye kitap yazar. Kitabın konusu yüzlerce yıl önceki
Şamanizm, İslamiyet gibi dinler olmasına rağmen ve o zamanlar bu gün
anladığımız anlamda Türk diye bir şey olmamasına rağmen, bu Türk deyişi,
bütünüyle ulusçuluğun yarattığı tarihin bir ürünü olmasına rağmen, bunu olduğu
gibi kabul ederek, “Türk Toplumu”ndan söz etmekte hiçbir sorun görmez.
Devrimci dönemin ulusçuluğu bir
tarihe gereksinim duymuyordu. İlk ulusun, Amerika’nın bir tarihe ihtiyacı yoktu
bir ulus olmak için, bir etniğe, bir dile vs. ihtiyacı olmadığı gibi.
Fransız devrimi, Fransız ulusunun
köklerini Frank krallığının tarihinde değil devrimde ve devrim günlerinde
buluyordu. Ulus, tarihe karşı olarak ortaya çıkmıştı.
Ama gerici dönemin etniye, dile,
soya, kana dayanan ulusçuluğu, tarihi de ulusların tarihi haline getirmiştir.
Ve işte, Kıvılcımlı gibi bir Marksist bile, niyeti ne olursa olsun, hatta Türk
derken, ilkel sosyalizmi, Komünü kastetsin, tarihe bu gerici ulusçuluğun yarattığı
tarihin kavramlarıyla bakmakta, o tarihte bir yanda “din” bir yanda “Türkler”
görmektedir. Yani uluslar ve onların tarih boyunca farklı
dinleri türünde bir tarih tasavvurunu farkına varmadan savunmaktadır.
Halbuki, din var ise,
bu ister Şamanizm ister İslam olsun, ulus yoktu. Ulus varsa din yoktu.
Yani “din” ve “Türk Toplumu” bir arada ayrı şeyler, karşılıklı
ilişki içindeki şeyler olamazdı. Çünkü “Türk Toplumu”nun kendisi bir
dindi. “Dinin Türk Toplumuna Etkisi”, “dinin dine etkisi” veya “modern
topumun din dediğinin, modern toplumun dinine etkisi” anlamına gelebilirdi.
Elbette bu da önemli bir inceleme konusudur ama onun ele aldığı bu değildi ve
bunu anlayamıyordu.
Hasılı modern toplumun dininin bir
teorisinin olmaması, onun kapitalizm öncesi toplumun dininin ne olduğunu
anlamasını da engelliyor ve bu kanaldan Marksizm, burjuva ideolojisi tarafından
teslim alınıyor; modern toplumun dinin en gerici biçimlerinin bir savunucusuna
dönüşüyor ve tüm yaratıcılığını yitiriyordu.
Beşikçi’nin “din bir inançtır”
sözlerine hiçbir Marksist’ten itiraz gelmemesinin nedeni de buydu. Çünkü onlar
da aslında Beşikçi’nin savunduğunu, modern toplumun dininin gerici bir biçimini
savunuyorlardı.
Kıvılcımlı bunun trajik
sonuçlarından sadece biriydi.
*
Türkler’in Müslümanlaşması mı Müslümanların
Türkleşmesi mi?
(Bilindiği gibi Kıvılcımlı’nın “Dinin Türk Toplumuna Etkileri” diye bir
kitabı vardır. Burada “Türklerin Müslümanlaşması”nı ele alır. Aynı konuyu daha
sonra Erdoğan aydın da tıpkı Kıvılcımlı gibi, hette ona dayanarak ele alır.
Aşağıdaki Erdoğan Aydın Eleştirisi aynen Kıvılcımlı Eleştirisi olarak da
okunabilir.)
Daha önce “Biz” i Türkler, Türklük, Türk Ulusu vs.
olarak ele almanın sosyalizmle ve sosyalistlikle uzlaşmayacağını, bunun en
gericisinden milliyetçilik olduğunu ele almıştık. (Bakınız: “Murat Belge,
“Biz”, “Toplum”, Ulus ve Marksizm” http://www.koxuz.biz/index.php?option=com_content&task=view&id=717&Itemid=360
)
Şimdi bir başka somut örnekte, bunun nasıl gerici, tarihi
allak bullak eden bir tarih anlayışına yol açtığını veya onunla bir arada
bulunabileceğini görelim.
Aslında bu konuyu, daha önce, Tersinden Kemalizm adlı
kitapta, Kıvılcımlı’yı eleştirdiğimiz bölümde, onun “Dinin Türk Toplumuna
Etkileri” başlıklı yazısını eleştirirken kısaca ve dolaylı biçimde ele
almıştık. Burada bu eleştiriyi biraz daha detaylandıralım, ete kemiğe
büründürelim.
Örnek olarak ele alacağımız kitap, Erdoğan Aydın’ın “Türklerin
Müslümanlaştırılmasının Resmi Olmayan Tarihi – Nasıl Müslüman Olduk?” (Başak Yayınları, 1994)
Dikkat edelim. Erdoğan Aydın’ın kitabının adı, “Türkler
Nasıl Müslüman Oldu?” gibi bir isim değil. “Nasıl Müslüman Olduk?”.
Yani biz zamiriyle soruluyor soru. Soruyu soran özne, yani “biz”: Türkler’dir.
Diğer bir ifadeyle, Erdoğan aydın bir Türk olarak konuyu tartışmaktadır.
Halbuki daha önce görmüştük ki, bir sosyalistin, bir
Marksist’in “Biz”i ancak ve ancak, dünya işçi sınıfı olabilir. O
tüm olayları bu öznenin bakış açısından ele alır ve almalıdır. Hele hele
bu “Biz”in, son derece gerici; kendini bir dil, tarih, soy ile
tanımlamış bir ulus, yani Türklük olması, hiçbir şekilde kabul edilemez.
Peki Erdoğan Aydın bir Marksist mi? Ya da öyle olduğunu mu
iddia ediyor?
Böyle bir iddiası yoksa, elbette sorun yoktur. Türkler
Türklerin nasıl Müslüman olduğu üzerine yazabilirler. Çünkü daha sonra
görüleceği gibi, Türklerin nasıl Müslüman olduğu, ancak Türklerin
sorabileceği bir sorudur. Marksist açıdan böyle bir soru olanaksızdır veya
saçmalıktır. Bir Marksist böyle bir soru soramaz çünkü bu sorunun kendisi
ideolojik ve yanlış bir sorudur ve yanlış sorulara doğru cevaplar verilemez.
Ama bir Marksist’in, Marksist olduğu iddiasındaki birinin,
biz zamiriyle, Türklüğü özne olarak kabul ederek böyle bir soru sorması
katmerli bir yanlıştır. Bu nedenle önce bakalım Erdoğan Aydın Marksist mi? Ya
da böyle bir iddiası var mı?
Evet, Erdoğan aydın kendisinin Marksist olduğu
iddiasındadır. Örneğin aynen şöyle yazıyor:
“Tarihsel Materyalist bir dünya görüşünün savunucusu
olarak...” (sayfa: 18)
Marksizm, Tarihsel Materyalizmin kısaltılmış bir ifadesinden
başka bir şey olmadığına göre, Eroğan Aydın bir Marksist olduğu iddiasındadır.
(Burada Tarihsel Materyalizmin bir “Dünya görüşü” değil, bir Bilim, bir
yöntem olduğu konusunu ise, konuyu dağıtmamak için bir kenara bırakıyoruz.)
O halde, bir yandan kendisinin Marksist olduğunu iddia
eden, hatta kitabını Marksist açıdan yazdığı iddiasında olan ama diğer
yandan, kendisini Türk olarak tanımlayan, olaylara Türkler açısından
bakan; Türk ulusçusu olarak yazan bir yazar karşısındayız. Bu ikisinin bir
arada bulunamayacağı, ortadakinin Marksizm postuna bürünmüş bir milliyetçilik,
hem de ilkel ve gerici bir milliyetçilik olduğu açıktır.
Ama haydi yine bir kredi daha açalım. Denebilir ki bu yargı
çok acımasız. Onun biz olarak Türklüğü kastetmesi, Türk olarak yazması, Türk
milliyetçisi olduğu anlamına gelmez. İnsan pek ala Türk olabilir de Türk
milliyetçisi olmayabilir.
Bu doğru değildir. Çünkü bu günkü Türk ulusunun, Orta
Asya’dan gelmiş Türkler olduğunu soya, ırka, tarihe dayanan bir milliyetçiliğin
taraftarları savunabilir. Erdoğan Aydın’ın kitabının adı ve içeriği, nasıl
Müslüman olduk sorusuna, Orta Asya’da cevap arıyor. Burada var olan gizli
varsayım, bu günkü Türk Ulusunun, Orta Asya’dan gelen Türklerin ahvadı olduğu
varsayımıdır. Bütün Emin Oktay Tarih kitapları, bütün Türk Dil ve Tarih Kurumu,
bütün üniversiteler, bu hikayeyi anlatır ve inşa ederler.
Bu günkü Türklerin, Orta Asya’dan gelen Türklerin ahvadı
olduğu iddiası, ırka, soya dayanan bir milliyetçiliğin iddiasıdır. Ve bizim “Tarihsel
Maddeciliği dünya görüşü” olarak benimsemiş, Türk-Marksisti Erdoğan Aydın
(Türk-Marksist, Kapitalist-Sosyalizm gibi bir saçmalıktır ve kendi içinde
çelişir. İkisi bir arada olmaz.) ırkçı Türk ulusçuluğunun bu yalanını olduğu
gibi kabul edip, fiilen bu yalanın yayılmasına hizmet ederek, onu yayarak ırkçı
Türkçü ve Marksist nasıl olunabileceğinin bir örneğini bizlere sunuyor.
Bunun nasıl bir Irkçı Türkçülük olduğunu gösterebilmek için,
başka tür bir Türk ulusçuluğunun, örneğin “kültürel ve Anadolucu” bir Türk
ulusçuluğun da bu soruyu sorabileceğini ve buna bambaşka bir cevap
verebileceğini gösterelim.
Pek ala şöyle bir Türk Ulusçuluğu da mümkündür. Ki böyle bir
Türk ulusçuluğu Türk burjuvazisinin bu günkü ihtiyaçlarına ve tarihsel olaylara
daha denk düşer.
“Bizans topraklarını feth eden Oğuzlar geldiğinde,
Anadolu’da şehirler ve köyler boş değildi. Orada binlerce yıldır yaşamış
insanların torunları yaşıyordu. Keza bu fatihler de bu insanları katledip
sürmediler. Onların üzerine egemen oldular. Ve bu egemen fatihler,
fethettikleri yerlerin ahalisine göre çok küçük bir azınlıktılar.
Bütün dünyada bu böyledir. Fatihler Feth ettikleri
ülkelerin nüfusunun çok küçük bir yüzdesini oluştururlar. Ve kısa bir süre
sonda, ya feth ettikleri ülkenin daha gelişmiş kültürü tarafından feth
edilirler, yani onun dili ili dillenir ve diniyle dinlenirler veya o yerli
ahaliden daha gelişmiş bir uygarlık ve kurumlar sistemine sahipseler, yerli
ahali fatihlerin dili ve dinini benimser. Bu da kısa zaman içinde, fatihlerin
genetik olarak çoğunluktaki yerli ahaliyle karışmaları, bir süre sonra onların
fiziksel özelliklerine de sahip olmaları sonucunu doğurur.
Anadolu’da da tarih boyunca defalarca böyle olmuştur. Son
arkeolojik kazıların ve antropolojik araştırmaların da kanıtladığı gibi,
örneğin Hitit kalıntılarının bulunduğu yerde bu gün yaşayanlar Orta Asya’dan
gelenler veya daha önceki tarihlere gelmiş akıncıların ve fatihlerin torunları
değil, bizzat o Hititlilerin torunlarıdır. Bu bütün dünyada da böyledir.
Bu şöyle bir benzetmeye daha iyi anlaşılabilir. Eskiden
üzerine yazı yazılabilecek papirüs, kağıt, deri gibi malzemeler az bulunuyordu
ve pahalıydı. Bu nedenle, aynı papirüs üzerindeki yazılar silinerek, veya
zamanla silindiği için, defalarca farklı uygarlıkların farklı yazılarıyla bile
kullanılabiliyordu. (Hiçbir silinme tam olmadığından, bu gün çok özel
tekniklele, bir papirüsün üzerindeki farklı yazılar okunabilmektedir.) Böylece,
bir papirüs hep aynı olmasına rağmen üzerindeki yazılar, dil vs. zamanla
değişiyordu. İşte bu günkü Anadolu da böyledir. İnsanlar biyolojik olarak hep
aynı insanlardır. Onların dilleri ve dinleri sürekli değişmiştir, tıpkı bir
papirüsün üzerine başka yazılar yazılması gibi.
Bu yaklaşımdan hareketle, bu günkü Türk ulusu da, böyle
bu tarihin ürünüdür, bütün bu halkların ve uygarlıkların kültürünün
mirasçısıyız bir Türkler. Bu Kültürün içinde Orta Asya’dan gelen Fatih
Oğuz’ların oranı, onların küçük bir
fatih azınlık olarak genetik oranından daha fazla değildir”
Yani böyle bir Türk milliyetçiliği de mümkündür ve bu gün
ilk örnekleri Halikarnas Balıkçısı’nda görülen böyle bir Türk milliyetçiliğini
savunanlar da vardır.
Böyle bir milliyetçilik de Türk milliyetçiliğidir, ama
1920-30’ların ideolojik atmosferine göre şekillenmiş kana, ırka dayanan bir
Türklükle değil, daha günün ihtiyaçlarına uygun, globalleşmenin ve post
modernitenin çokluğu ve çeşitliliği zenginlik gören yaklaşımlarına uygun daha
“çağdaş”, daha kültüre göre tanımlanmış bir milliyetçilik olur.
Ve böyle bir milliyetçilik, olgulara daha denk düşen bir
milliyetçiliktir de.
Şimdi böyle bir milliyetçilik açısından, “Nasıl Müslüman
Olduk?” sorusu, bu günkü Türk ulusunu, Orta Asya’dan gelenlerin ahvadı
olarak gören ırkçı ve kana dayanan Türk milliyetçiliğinden farklı bir anlama ve
içeriğe sahip olurdu. O zaman bu soru, Anadolu’da binlerce yıldır yaşayanların,
fatihler küçük bir egemen azınlık olmalarına rağmen nasıl Müslüman olduğunu; ya
da Balkan, Kafkas göçleri ve katliamlarla Anadolu’nun nasıl Müslüman bir
çoğunluğa ulaştığını araştırırdı.
Yani kültüre dayanan bir Türk milliyetçisi için “nasıl
Müslüman olduk?” sorusunun cevabı, Anadolu’nun, İslamiyet zırhıyla kuşanmış
göçebe fatihlerce fethi ile daha sonraki dönemlerde ahalinin nasıl Müslüman
olduğu (örneğin, Haraçtan kurtulmak için, daha az vergi vermek için) ve nihayet
yerli Hıristiyanların katledip sürülmesi ve Balkan ve Kafkaslardan gelenler vs.
gibi noktalarda yoğunlaşırdı.
Yani Erdoğan Aydın’ınkinden çok farklı bir yer ve zamanda
arardı böyle bir milliyetçilik “Nasıl
Müslüman olduk?” sorusunun cevabını. Erdoğan Aydın’ın kitabı, yani ırka,
soya dayanan bir Türk milliyetçisinin cevabı, yer olarak Orta Asya
ve zaman olarak 7-13. yüzyıllar arasında yoğunlaşırken, kültüre
dayanan bir Türk milliyetçisinin cevabı, yer olarak Anadolu (Balkan
ve Kafkaslar)ve zaman olarak da diğerinin bittiği yerde, 12-13
yüzyıllar sonrasında başlardı.
Erdoğan Aydın bu sorunun cevabını Orta Asya’da ve 13 yüzyıl
öncesinde aradığından, Irkçı, kana dayanan Türk milliyetçiliğinin bütün
yalanlarına ve varsayımlarına dayanmakla, onları kabul etmekle kalmıyor, aynı
zamanda onları yayıyor ve pekiştiriyor.
Sanırız bu örnek, Türkiye’de ilerici, demokrat ve hatta “tarihsel
maddeci dünya görüşünü benimsemiş” solcu, aydın ve de Komünistlerin nasıl
saf kan gerici milliyetçiler olduklarını; onların ilerici ve demokratlığının
ancak böyle gerici ve ırkçı bir milliyetçilik içinde “ilerici” ve “Demokrat”lık
olduğunu yeterince açık olarak gösterir.
*
Ancak İster Kültür’e ve Anadolu’ya dayansın, ister, ırka,
soya ve Orta Asya’ya dayansın her iki milliyetçilik de, ulusların tarihi
olmadığı gerçeğini inkar ederler ve uluslara bir tarih yaratma çabasıdırlar.
İkisi de gerici milliyetçiliklerdir bu nedenle.
Şu çok basit gerçek bir türlü kavranılmaz, ulusların tarihi
yoktur. Türk ulusu, Türk Ulusunun kuruluşuyla birlikte ortaya çıkmıştır. Ondan
önce bir tarihi yoktur ve olamaz, ister Anadolu’ya ve kültüre, ister Orta
Asya’ya ve Türklüğe dair bir tarih iddiası, bütünüyle ulusçuların bir
inşasıdır.
Bir an için Orta Asya’dan gelenlerin, Anadolu’nun yerli
ahalisini yok edip onun yerini aldıklarını, bu günkü Türk ulusunu
oluşturanların, onların genetik, kültürel devamcıları olduklarını var sayalım.
Bir çok kez Tarihteki kavimler kendilerinin kendilerini
tanımladıkları isimlerle değil ama genellikle uygarların onlara verdikleri
isimlerle adlandırılırlar. Biz bunu bir yana da bırakalım ve Türklerin
kendilerini Türk olarak tanımladıklarını var sayalım.
Bu koşulda bile o gelenlerin Türklüğü ile Türk ulusunun
Türklüğü arasında hiçbir ilişki yoktur.
Ulus olarak Türklük, tamamen politik bir kavramdır.
Türklüğün, o ulus ırkçı bir Türk kavramına bile dayansa, genetik ve soya
dayanan bir Türklükle ilişkisi yoktur.
Bir zamanlar kendilerine Türk diyen insanlar için ise,
Türklüğün politik hiçbir anlamı bulunmuyordu. Bu sadece uzaklardaki ortak bir
kökene veya yine bu kökenle bağlantılı ortak bir dile tekabül ediyordu. O
insanlar, şu veya bu toteme bağlıydılar. Onların tüm davranışlarını, toplumsal
üstyapılarını bu belirliyordu.
Yani Türkler Müslümanlaşmadı, şu veya bu totemden, şu veya
bu boylar Müslüman oldular, şu veya bu boyun, soyun örgütlenme ve hukukunun
yerini İslam hukuku ve örgütlenmesi aldı. Türklerin Müslümanlaştığı, Türk
milliyetçiliğinin yarattığı bir kavramdır, Irka göre tanımlanmış bir Türk
ulusuna Tarih yaratma çabasının sonucu ortaya çıkan bir uydurmadır.
Burada karışıklığı yaratan, bir zamanlar şu veya bu soydan
veya boydan insanların, uzak bir ortaklığa bir gönderme ile, hiçbir dinsel veya
politik anlamı olmadan Türk olarak kendilerini tanımlamaları ile, bu günün
sadece politik olanın tanımlanmasının aracı Türk kavramının, aynı sözcükle
karşılanmasıdır. Yani Tarih’teki Türkler Türk değildiler ve olamazlardı; onlar
ancak Kınık boyundan, Kayı boyundan veya Müslüman, Hıristiyan olabilirlerdi.
Boy ya da Din, bunlar tüm toplumsal yaşamı, ilişkileri ve örgütlenmeyi
belirliyordu.
Ama ulus olarak Türk ulusundan olanlar ise, şu veya bu
boydan, şu veya bu dinden olamazlar. Politik anlamı olmadan, elbette şu veya bu
boydan, şu veya bu dinden olduklarını söyleyebilirler ama bunun hiçbir politik
anlamı yoktur ve olmamalıdır. Özel olarak, inanç olarak, kültürel olarak (ki
hepsi aynı anlamdadır, yani politik olmayan anlamında) öyle olabilirler. Ama
bir toteme ya da uygarlık dininin bir inanç olduğu da tam ulusçuluğun dayandığı
bir kabuldür. Yani insanlar, Türk ise, Türk ulusundan ise, Müslüman, Hıristiyan
ya da Kayı boyundan, atmaca soyundan olamaz. Müslüman, Hıristiyan, Atmaca
soyundan, Kayı boyundan ise Türk olamaz, Türk ulusundan olamaz. Çünkü dinler
aslında bir inanç değildir, tümüyle üstyapıyı örgütlerler. Nasıl Müslüman olmak
için, putu parçalamak, yani kabilenin totemini parçalamak, kan kardeşliği
yerine din kardeşliğini geçirmek gerekirse; Türk olmak için de Müslüman
olmaktan çıkmak; Allah’ın kanunları yerine Türk ulusunun kanunlarını; Allah’ın
sınırları yerine ulusun sınırlarını, Din kardeşliği yerine ulus kardeşliğini
geçirmek gerekir. Aynı şekilde Komün’ün soyun, totemin, Şaman’ın kanunları ve
aşiret kardeşliği yerine Türk ulusunun kanunları ve kardeşliği geçer.
Tekrar edelim. O Orta Asya’dakiler için Türklük hiçbir şey
ifade etmiyordu. Onlar önceleri şu veya bu boydan, soydandılar. Onlar şu veya
totemin soyundan olarak vardılar. Daha sonra da Müslüman veya başka bir
dindendiler. O zaman da onlar için Türklük hiçbir şey ifade etmiyordu. Nasıl
Müslümanlık ile Onların boyları arasında bir ilişki yok idiyse, onların boyları
ve sonraki dinleri ile Türklük arasında da bir ilişki yoktu.
Uluslar, dolayısıyla da Türklük, ne tarih, ne de soy, kan,
kültür vs. ile ilgili değildir. Bir ulus olmak için, bunların hiç biri
gerekmez. Bu gerici ulusçuluğun bir uydurması, inşasıdır.
Dünyanın ilk ulusu olan Amerikan ulusunun bir tarihi yoktu
ve Amerikan ulusu için bir Tarih gerekmemişti. Aksine ulus tarihsiz olarak
ortaya çıkmıştı. Dil ve soy ise hiç söz konusu bile değildir. Aynı dil ve
soydan insanlara karşı bir savaş içinde bu ulus kurulmuştu.
O halde, bir soy veya tarihin olduğu, ulusun onun sonucu
ortaya çıktığı, bir ulusçu yalanıdır. Hem de gerici ulusçuluğun bir
yalanıdır. Çünkü, tıpkı ABD’de olduğu gibi, ulusların tarihi olmadığı
anlayışıyla da bir ulusçu olunabilir. İlk aydınlanmanın demokratik
ulusçuluğu aşağı yukarı böyle bir şeydi. Ulusların bir tarihi olduğu, gerici
ulusçuluğun bir kabulüdür.
İster Kültüre ve Anadolu’ya dayansın, ister ırka, soya
dayanıp köklerini Orta Asya’da arayan ulusçuluk olsun, ulusların bir tarihi
olduğuna inanan ve bunu savunan ulusçuluklar gerici ulusçuluklardır.
Demokratik bir ulusçuluk, ulusların bir tarihi olduğu
ilkesini reddeder ve tarihsiz, Tarihe karşı olarak ulusu kurmaya çalışır.
Çünkü, demokratik bir ulusçuluk, insan haklarına
dayanır, ve insanı bir soy, tarih, dil, bölge ile tanımlamayı reddeder.
Demokratik ulusçuluk, “Vatanım Yeryüzü, Milletim İnsanlık” diyen
ulusçuluktur. Çünkü, ulusçuluk özünde, politik diye ayrı bir alanın varlığının
kabulü ve daha önceki çağlarda hukuki ve politik olanı belirleyenin, yani
dinlerin özel’e atılmasıdır. Bütün insanlar dini, dili vs. eşittir önermesinin
özü, ulusçuluk öncesi toplum yaşamını, hukukunu, devletin örgütlenmesini vs.
belirleyen dinlerin buradan uzaklaştırılması, özele atılmasıdır. Bunun için de
ulusçuluğun, yani demokratik bir ulusçuluğun tarihe ihtiyacı yoktur.
Soınuç olarak, Erdoğan Aydın’ın “Nasıl Müslüman Olduk?” sorusu, ulusların tarihi olduğunu savunan
gerici ulusçuluğun bir sorusudur.
Ulusların tarihi olmadığından yola çıkan ise, bu tarihsiz
şeyin, nasıl yaratıldığını anlatır?
Devrimci ve demokratik ulusçuluğun sorusu ise şudur?
“Anadolu’nun Müslüman ahalisinden nasıl Türk ulusu
yaratıldı?”
İşte o “nasıl Müslüman Olduk?” sorusu , Müslüman
Anadolu ahalisinden, Orta Asya Türklüğüne, kana, ırka dayalı bir ulusu
yaratanların bir sorusu olarak ortaya çıkar ve bu yaratılışın nasıl olduğunu
gösterir bizlere.
Yani, bizzat bu sorunun kendisiyle.
Erdoğan Aydın, kitabıyla, kana, soya, ırka dayanan bir
ulusun inşasına hizmet etmektedir.
*
İşte, Aleviler içinde ilerici bilinen, demokrat bilinen ve
hatta “Tarihsel maddeciliği bir dünya görüşü” olarak benimseyen Erdoğan
Aydın’ın nasıl boğazına kadar bir gerici milliyetçilik içinde olduğu.
Tabii burada Erdoğan Arkadaşımıza haksızlık etmiş olmamak
için şunu belirtelim. Bu yaklaşım ve görüşler sadece Erdoğan’ın değil, Türk
sosyalistlerinin ve hatta dünya sosyalistlerinin yüzde doksan dokuzunun
görüşleridir. Biz sadece Erdoğan Aydın’ı bir örnek olarak seçtik.
Onu seçmemizin nedeni ise meşrebimiz. Bizim meşrebimiz de,
yakınlarımıza ve arkadaşlarımıza karşı gaddar, bize uzak olanlara ve
düşmanlarımıza karşı anlayışlı ve toleranslı olmak olarak özetlenebilir.
Demir Küçükaydın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder