Marks Niçin ve Nasıl Bir Milliyetçiydi?
Demir Küçükaydın
Demir Küçükaydın
Kendini sosyalist ve demokrat olarak niteleyenlerin çoğu,
milliyetçiliği olumsuz bir “şey” olarak görürler ve kendilerinin de milliyetçi
olmadıklarını düşünürler.
Ne var ki, bütün bu kendilerinin milliyetçi olmadığını
düşünenlerin bilmediği, anlamadığı ve kolay kolay da anlayamayacağı gerçek
şudur ki, bu milliyetçi olmadığını düşünen sosyalist ve demokratların hepsi
milliyetçidir.
Sanılanın aksine, milliyetçi
olmamak çok zordur.
İnsan milliyetçi olmadığını, hatta milliyetçiliğin düşmanı
olduğunu düşünürken bile, milliyetçiliğin ne olduğunu bilmiyorsa, tam da bunu
bilmediği için milliyetçi olur.
Bunun da çok basit iki nedeni vardır.
1)
Milliyetçiliğin ne olduğunu bilmemek, nötral bir
durum değildir; miliyetçiliğin ne olduğun bilmeyenler otomatik olarak
milliyetçidirler.
2)
Milliyetçiler milliyetçiliğin ne olduğunu,
dolayısıyla da kendilerinin milliyetçi olduğunu anlayamazlar.[1]
Bugün yeryüzünde milliyetçiliğe düşman veya karşı olduğunu
düşünenlerin hepsi de milliyetçidir, çünkü milliyetçiliğin ne olduğunu
bilmezler.
Komedi olan şudur ki, tam da milliyetçi oldukları için
milliyetçiliğin ne olduğunu bilemezler.
Ve trajedi olan şudur ki, milliyetçiliğin ne olduğunu
bilmedikleri için de kendi öznel yargılarına rağmen milliyetçidirler, hem de
genellikle en gericisinden.
Bu durumdan çıkabilmek gerçekten çok zordur[2].
Neden ve Nasıl?
Bu yazılarda tam da bunu açıklamaya çalışacağız.
Ama geçici olarak şöyle bir imge, belki bu zorluğun çapı
hakkında bir fikir edinmeyi sağlayabilir: Bir insanın bir kuyunun dibinde
olduğunu, ama bir kuyunun dibinde olduğunu bilmeden, bir kuyuya düşmemek için
hep önüne baktığını varsayalım. Bu insan kuyuya düşmemek için yere baktığı
sürece, bir kuyuda olduğunu kavrayamaz. İşte kendilerinin milliyetçi olmadığını
düşünen, hatta milliyetçiliğin düşmanı olduklarını düşünen sosyalistlerin
durumu budur. Milliyetçi oldukları için milliyetçi olduklarını göremezler.
Ama imgeler yetmez, bu durumu kavramlarla da açıklamayı
deneyelim, hem de bizzat Marks örneği üzerinden. Çünkü Marksizmin bu zorluğu
aşabilmesi için 150 yıl gerekti[3].
Eğer Marks’ın neden ve nasıl bir milliyetçi olduğu gösterilirse,
belki kendilerine Marksist ve Sosyalist diyenlerin de bir parça olsun yukarı
bakmaları ve kuyunun ağzını görmeleri, yani aslında birer milliyetçi
olduklarını görmeleri sağlanabilir.
Bilindiği gibi bugün dünyadaki Marksistler, sosyalistler
hatta demokratlar, milliyetçi olmadıklarını ifade ederken, bunun en özlü
ifadelerinden biri olarak Marks’ın “Başka bir ulusu ezen bir ulus özgür olamaz”[4]
sözünü zikrederler.
Bu yazıda, Marks’ın bu veciz sözünün nasıl olup da milliyetçiliği,
hem de gerici bir milliyetçiliği savunduğunu ve ifade ettiğini göstereceğiz.
Ama bunun için önce Marks’tan ve bu sözden biraz uzaklaşalım[5].
Oku ileri fırlatmak için yayı gerelim; ileri sıçramak için geriye gidip hız
alalım.
*
Milliyetçi olmadığını düşünenler neden milliyetçidirler?
Çünkü bu milliyetçi olmadığını düşünenler, milliyetçiliğe
karşı olduklarını söyleyenler, milliyetçilerin milliyetçilik anlayışına
sahiptirler.
Bu anlayışa göre milliyetçilik, başka milletlerin varlığını
veya bu milletlerin haklarını inkar etmek, onları baskı altına almaktır
Somutlarsak, bu anlayışa göre, örneğin bugü Türkiye’de
Kürtlerin varlığını ve ayrılma hakkını inkar ediyorsanız veya inkar
etmiyorsanız bile örneğin Kürtçe eğitim ve Kürtçe konuşma gibi haklarını
reddediyorsanız milliyetçisinizdir.
Yine bu anlayışa göre, örneğin, Kürtlerin diyelim ki
anadilde eğitim haklarını, bölgesel özyönetim haklarını hatta ayrılma haklarını
tanıyorsanız milliyetçi değilsinizdir.
Türkiye’deki sosyalistlerin büyük bölümü, pratikte değilse
bile ilke düzeyinde, ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanımakta, bu
ilkeye bağlı olarak da Kürtlerin ayrılma hakkını da savunmaktadırlar veya öyle
yaptıklarını düşünürler. (Bunu kendi kabul ettikleri ilkeler çerçevesinde ne
kadar yaptıkları ayrı bir konu.) Dolayısıyla da enternasyonalist olduklarını
ama milliyetçi olmadıklarını düşünürler.
Üzerinde hiç düşünülmemiş bu kabul aslında baştan aşağı
yanlıştır.
Çünkü bu kabul, milliyetçi olmadığını düşünen
milliyetçilerin milliyetçilik tanımıdır.
Bunu basit bir akıl yürütmeyle bile görmek mümkündür.
Örneğin Kürtlerin anadilde eğitim hakkını veya ayrılma
hakkını sözde değil fiilen de kabul etmek ve savunmak, bırakalım milliyetçi
olmamayı gerektirmek bir yana, Türk milliyetçisi olmakla bile çelişmez.
Milliyetçilik, başka milletlerin haklarını reddetmek veya
onları baskı altına almak olarak değil de bir
milletin çıkarlarını savunmak olarak tanımlandığında bu apaçık ortaya
çıkar.
Çünkü pekala Kürtlerin haklarını tanıyarak da Tük milletinin
çıkarlarını savunulabilir.
Kürtler ayrıldığı veya kendi iradeleleriyle özgürce
Türklerle aynı devlet içinde birleştiği takdirde Türklerin daha özgür, daha demokrat
ve daha müreffeh bir yaşam sahibi olabileceği düşünülebilir, ki bu gerçekten de
isabetli bir düşüncedir[6].
Böyle bir akıl yürütmeyle tam da Türk milletinin çıkarlarını savunmak
için, Kürtlerin haklarını savunabilirsiniz.
Bu akıl yürütmeden hemen çıkarsanabileceği gibi, Türkiye’nin
milliyetçi olmadıklarını düşünen ve buna içtenlikle inanan bütün demokrat ve
sosyalistleri aslında birer Türk Milliyetçisidirler.
Çünkü sosyalistler, Kürtlerin ana dilde eğitim hakkını veya
ayrılma hakkını, dünyanın en “Enternasyonalist”, en “Marksist”, en “Devrimci”
veya en “Demokrat” gerekçeleriyle de savunsalar da, somut sonuçları itibariyle
ve pratik olarak, akıllı ve uzak görüşlü bir Türk milliyetçisinin savunabileceklerinden
farklı bir şeyi savunmuş olmazlar.
Birisi, enternasyonalist gerekçelerle de olsa fiilen, nesnel
olarak sonuçları itibariyle Türk milletinin daha müreffeh, daha demokratik ve
özgür yaşamasını savunmuş ve sağlamış; diğeri Türk milletinin çıkarına yönelik gerekçelerle olsa da nesnel olarak ve
sonuçları itibariyle örneğin Kürtlerin özgürlüğünü, baskıdan kurtulmasını, ayrı
devlet kurma hakkını, yani Enternasyonalizm veya Marksizm veya devrimcilik
adına savunulmuş olanları savunmuş olur.
O halde, genel olarak “ulusal sorun”da veya daha somut
olarak “Kürt Sorunu”nda, Türkiye’deki “Devrimci”, “Demokrat” ve/veya
“Enternasyonalist”lerin savunduğu her şey, pek ala bir Türk Milliyetçisi olarak
da savunulabilir.
Dikkat edilirse, burada milliyetçiliğin tanımları farklıdır,
biz bir ulusun çıkarlarını genel olarak
savunmayı milliyetçilik olarak tanımlarken, bir ulusun çıkarlarını akıllıca
ve uzun vadeli olarak savunanlar veya milliyetçi olmadığını düşünen
enternasyonalistler, Marksistler, milliyetçilikten başka ulusları baskı altına almayı ve onların haklarını inkar etmeyi
anlamaktadırlar.
Demek ki, milliyetçiliği başka bir ulusun haklarını ve
eşitliğini reddetmek olarak tanımlamanın kendisi, bir ulusun çıkarlarını akıllı
bir şekilde savunmanın veya “enternasyonalizmin” milliyetçilik tanımından başka
bir şey değildir. Yani enternasyonalizmin
ve akıllı milliyetçiliğin milliyetçilik tanımları özdeştir. Diğer bir
ifadeyle, Enternasyonalistler, akıllı ve uzun vadeli düşünen milliyetçilerle
aynı milliyetçilik tanımını paylaşırlar.
O halde milliyetçiliğin karşıtı olduğu, enternasyonalizm
olduğu söylenen şey, akıllı ve uzun vadeli olarak bir ulusun çıkarlarını
savunmaktan, yani milliyetçilikten başka bir şey değildir.
Kendilerinin milliyetçi değil, enternasyonalist olduklarını
söyleyenler, başka ulusları ezmeye karşı olduklarını söyleyenler, farkına
varmadan aynı zamanda akıllı bir milliyetçi olduklarını söylemiş olurlar.
En başta söylediğimize tekrar dönersek: o milliyetçi olmadığını
düşünenlerin aslında milliyetçiler olduklarını, ama milliyetçiliğin
milliyetçilik tanımıyla milliyetçiliği tanımladıkları için milliyetçi
olmadıklarını düşündüklerini söylemiştik.
Bu örneklerle ne demek istediğimiz daha somut ve iyi olarak
anlaşılmış olsa gerektir.
Burada Marks’ın sözüne gelirsek: “Başka ulusları ezen bir ulusun özgür olamayacağı” ilkesi,
enternasyonalizmin olduğu gibi aynı zamanda akıllı bir milliyetçiliğin; bir
ulusun çıkarlarını daha akıllı ve uzun vadeli olarak savunmanın ilkesidir.
Sonuç, Marks’ın sözü, milliyetçilerin milliyetçilik tanımını
kabul eder ve çıkarsamasını öyle yapar.
Ergo: Marks bir
milliyetçidir.
*
Burada küçük bir hatırlatma yapalım.
Biz tam da bu gerçekten hareketle, yani enternasyonalist
veya marksist veya milliyetçi olmadığı düşünülen gerekçelerle savunulan her
şeyin milliyetçi gerekçelerle savunulabileceği gerçeğinden hareketle ve bizzat
bunu gösterebilmek için, bir zamanlar “Bir
Türk milliyetçisi olarak” yazılar yazıyorduk. O yazılarda en
enternasyonalistlerden daha radikal pozisyonları bir Türk milliyetçisi olarak
savunuyorduk.
Hem de bunları, 2000’li yılların başlarında, herkesin Kürt
hareketinin ve Öcalan’ın bittiğini düşündüğü; Kürtlerin, PKK’nın ve Öcalan’ın
yanında görünmekten korktuğu; bizzat Kürtlerin ve PKK’nın bile çok ciddi bir
demoralizasyon yaşadığı bir dönemde, Avrupa’da çıkan Özgür Politika’ya yazdığımız ilk yazılarda yapıyorduk.
Böyle yapmamızın nedeni tam da yukarıdaki açıklamaların
dayandığı mantıktı.
“Bir Türk Milliyetçisi” olarak yazarak, sosyalistlere,
enternasyonalistlere, aslında sosyalizm, demokrasi ve enternasyonalizm adına
savundukları her şeyin bir Türk milliyetçisi olarak da savunulabileceğini
göstermeye ve onları milletler ve milliyetçilik üzerine düşündürmeye
çalışıyorduk.
Ancak, bu yapmaya çalıştığımız hiçbir zaman anlaşılamadı. Milliyetçiler
milliyetçiliğin ne olduğunu anlayamazlar ilkesi burada da yürürlülüğünü
sürdürüyordu.
O dönemde yazdığımız yazıların bir derlemesi olan “On Yıl Öncesinden Bugünkü Gelişme ve
Tartışmalara İlişkin Yazılar” başlıklı kitap şuradan indirilebilir:
Doğrudan PDF dosyası olarak adresi şöyle:
*
Yukarıda, “Başka bir
ulusu ezen bir ulus özgür olamaz” sözünün aslında milliyetçi bir ilkeyi
savunduğunu gösterdik.
Şimdi bir adım daha atalım, Marks’a ve ortaya koyduğumuz
ulus teorisini yok sayan, okumamakta ısrar eden Marksistlere daha ağır bir
ithamda bulunalım.
Başka ulusların varlığını inkar etmeden, başka ulusları
ezmeden ve onlar üzerinde tahakküm kurmadan da bir ulusun çıkarlarının
savunulabileceği anlayışı, sadece milliyetçi bir anlayış değildir, aslında gerici milliyetçi bir anlayıştır.
Neden ve nasıl?
Bunu anlayabilmek için önce “Gerici Milliyetçilik” dediğimiz şeyin ne olduğunu tanımlayalım.
Aslında bizim görüşümüze göre, milliyetçiliğin kendisi
kategorik olarak her biçimiyle gericiliktir. Ama bizim milliyetçilik tanımımıza
henüz gelmediğimizden şimdilik bunu bir yana bırakıyoruz. Burada, piyasada
yaygın, eleştirdiklerimiz ve muhataplarımızca kabul edilebilir kavramlar içinde
konuşuyoruz.
İşte bu genel gericilik içinde nispeten daha demokratik
olarak tanımlanabilecek milliyetçilikler de vardır. Bu bağlamda bir açıklama
yapalım.
Sık sık gazetelerde ya da politika ve sosyoloji kitaplarında
“Alman usulü kültüre, tarihe vs.” dayanan millet anlayışı ile “Fransız usulü”
bir toprak parçasında yaşayanlarla tanımlanan millet anlayışının ve
kuruluşlarının olduğundan söz edilir[7].
Bu farklı olduğu söylenen millet anlayışları yani
milliyetçilikler, aslında sadece nötral bir farklılık şeklinde ifade
edilemeyecek, çok temelden, birbirine zıt bir farklılığa karşılık düşerler.
Biri daha demokratik, diğeri daha gerici bir millet ve milliyetçilik anlayışını
ifade eder.
Diyelim ki, milletlerin tarihte derin kökleri olan, aynı
soydan ve dilden gelen insanlardan oluştuğuna dair bir millet ve milliyetçilik
anlayışına sahipsiniz. Bu milleti de böyle tanımlamaya yol açar, ama böyle bir millet
ve milliyetçilik, otomatikman diğer soydan, dilden, dinden, tarihten olduğu
düşünülenleri dışlama ve baskı altına alma sonucunu doğurur. Bu tür gerici bir
ulusun ve ulusçuluğun tipik örneği Alman ve Türk milletleri ve
milliyetçilikleridir.
Ama ulusu bir toprak
parçasında yaşayanlarla ve ortak demokratik ideallerle tanımlayan; dil, din, soy
vs. körü olan, ulusu bunlarla tanımlamayan, hatta bunlarla tanımlamaya karşı tanımlayan, bunlara hiçbir politik anlam
vermeyen bir milliyetçilik ve milletler de vardır. Bunlar milleti
dile, soya, dine vs. göre tanımlanmadıklarından, kimseyi dilinden, soyundan,
dininden dolayı baskı altına almazlar. Devlet veya ulus, tıpkı gerçekten laik
bir ülkedeki devletin dinler karşısında tarafsız ve dinsel farklılıklara kör
olması gibi, dil, soy, ırk, tarih vs. farklılıkları karşısında da tarafsız ve
kör olur. Bu tür uluslara ve ulusçuluğa örnek olarak Amerikan ve İsviçre
ulusları ve ulusçulukları gösterilebilir.
O halde, bir ulusu, dile, dine, tarihe, soya, ırka vs. göre
tanımlayan; ulusların böyle birimler olduğunu söyleyen uluslar ve ulusçuluklar,
tanımı gereği gerici, demokratik olmayan bir ulus ve ulusçuluk anlayışını
yansıtırlar. Biz bu nedenle bu tür ulus anlayışına dayanan ulusçuluğa “gerici
ulusçuluk” diyoruz.
Ulusu ve ulusçuluğu böyle tanımlamayı reddeden, böyle dile,
dine, soya, ırka göre tanımlamaya karşı tanımlayan ulusçuluklara ise “demokratik
ulusçuluk” diyoruz.
Tekrar edelim, bu iki biçim de tarihsel olarak bir karşı
devrimi ifade ederler ve her ikisi de gericiliktir; ama gerici milliyetçilik,
bir karşı devrim içinde karşı devrimdir; katmerli gericiliktir.
Özetle “gerici ulusçuluk” derken, ulusu bir dil, din, tarih,
soy, etni, “ırk” vs. veya bunların bir kombinasyonuyla tanımlayan ulusçuluğu
anlıyoruz. Ulusu bunlarla tanımlamayı reddeden, belli bir toprak parçasında yaşayanlarla
tanımlayan ulusçuluğa da “demokratik ulusçuluk” diyoruz.
*
Şimdi bu iki farklı ulusçuluğun ilişkisine bakalım.
Bu iki ulusçuluk sadece
farklı değildir, birbirine zıttır ve bir arada bulunamazlar.
Nasıl hem Allaha hem de Putlara tapılamaz ise, biri diğerini
dışlar ise, demokratik ulusçuluk ile gerici ulusçuluk bir arada bulunamaz, biri
diğerini dışlar. Puta tapıldığı an Allah’a tapmanın ortadan kalkması gibi, bir
ulus bir dille, bir dinle, bir tarihle vs. tanımlandığı an demokratik, yani
bunlarla tanımlanmaya karşı tanımlanmış olma niteliğini yitirir. Bu nedenle bu
iki farklı ulusçuluğun olduğu yerde bu farklı ulusçuluklar arasında bir savaş
kaçınılmazdır.
Bunun en tipik kanıtı ve örneği, ABD’deki meşhur iç
savaştır.
Bu iç savaş, ekonominin ve sınıfların kavramlarıyla
açıklanabileceği gibi[8],
üstyapının kavramlarıyla da aynı şekilde açıklanabilir.
Güney eyaletleri, ırka dayanan ve ulusu beyazlarla
tanımlayan bir ulusçuluğu savunuyordu. Kuzeydekiler ise, ulusun böyle
tanımlanmasını reddediyordu. Kuzey ve Güney savaşı, iki farklı ulusun değil; iki farklı ulusçuluğun ve ulus anlayışının
savaşıydı: demokratik ulus ve ulusçulukla gerici ulus ve ulusçuluğun.
Amerika’yı Amerika yapan da, gerici ulusçuluğa karşı
demokratik ulusçuluğun kazandığı zaferdir[9].
*
İki gerici ulus ve ulusçuluk, ortak çıkarlar varsa ve
konjonktür uygunsa bir arada aynı devlet içinde bulunabilir. Ama biri
demokratik biri gerici iki ulus ve ulusçuluk bir arada ve aynı devlet içinde
bulunamaz.
Yani örneğin bugün Türkiye’de milleti hem Türklük veya Kürtlükle
tanımlamaya karşı tanımlayıp, hem de Türklük veya Kürtlükle tanımlayamazsınız,
tıpkı hem Allah’a hem putlara tapamayacağınız gibi. Biri varsa diğeri olamaz.
Ama biri Türklükle, diğeri Kürtlükle tanımlanmış iki ulus,
ayrı ayrı karar verip aynı devlet çatısı altında birleşebilirler. Ama böyle bir
devlet veya ulusta da ulusu Türklükle veya Kürtlükle tanımlamaya karşı bir ulus
var olamaz. Tıpkı putlara tapanın aynı zamanda Allah’a tapamayacağı gibi. Bu
ikisinden birinin var ve egemen olması diğerinin yok olmasıyla sonuçlanır.
Tekrar edelim, demokratik ve gerici ulusçuluk bir arada
bulunamazlar. Ama iki gerici ulus ve ulusçuluk bir arada bulunabilir. Yani
ulusu bir dille tanımlayan Kürtler ve Türkler diyelim, aynı devlet içinde bir
arada yaşamaya karar verebilirler. Bu uzlaşmayı güçlerin durumuna göre
yapabilirler. Ama dikkat edilsin burada birleşenler, kendini dille tanımlamış
iki gerici ulus ve ulusçuluktur. Birleştikleri gibi ayrılabilirler de.
Demokratik bir ulus ile gerici bir ulusun ve ulusçuluğun
farkını şöyle somut olarak anlatabiliriz.
Gerici ulusçuluğa göre tanımlanmış iki ulusun aynı devlet
içinde yaşadıkları bir durumda, okullarda Kürtler Kürtçe derslerde Kürt Tarihi,
Türkler Türkçe derslerde Türk Tarihi okur. Türkçe ve Kürtçe, bu uluslarda
linguistik, nötral değil, politik kavramlar ve dillerdir.
Ama demokratik bir ulusçuluğa göre şekillenmiş bir ulusta,
herkesin istediği dili ana dil olarak seçme ve ana dilinde eğitim hakkı olur. Ortak
bir haberleşme diline gerek olup olmadığına veya bunun ne olacağına o
demokratik ulusun yurttaşları demokratik olarak karar verebilirler. Ve örneğin
İngilizce’yi böyle bir dil olarak seçebilirler. Dilin hiçbir politik anlamı
olmadığından, o ulus İngilisce’yi ortak konuşma dili olarak seçtiği için
ingiliz ulusu olmaz. Yani dillerin, dolayısıyla Türkçe ve Kürtçe’nın politik
bir anlamı yoktur, sadece linguistik, politika dışı bir anlamı vardır. Yani
Türkçe Türkçe değildir, Kürtçe Kürtçe değildir. İkisi de birer dildirler.
Ama daha da ötesi var. Demokratik bir ulusçuluğa göre
kurulmuş demokratik bir ulusta, herkes kendi ana dilinde, aynı tarihi, yani
Kürt ve Türk uluslarının tarihini değil; ulusların tarihi olmadığını anlatan, ulusların
tarihi olduğu fikrinin gerici ulusçuluğun bir yalanı olduğuna dair demokratik
bir ulusçuluğun anlayışını yaratan tarihi okurlar.
Demokratik ulusçuluk ile gerici ulusçuluk arasındaki
uzlaşmazlık çok açıktır. Hem ulusların
tarihi olmadığını (yani Kürt ve Türk tarihi diye bir şey olmadığını, bunların
uydurma olduğunu) okutup hem de ulusların tarihini, yani Kürt ve Türk tarihini
okutamazsınız. Bu ikisi birbiriyle çelişir.
Elbette demokratik bir ulusta ve ulusçulukta, fikir ve
örgütlenme özgürlüğü mutlak olduğundan, okulun dışında insanlar, Türkler veya
Kürtler olarak bir araya gelebilirler, Kürtlerin ve Türklerin tarihleri üzerine
yayınlar yapabilirler vs.. Ama bunların hiçbir politik anlamı olmaz.
Bu tıpkı, okullardaki derslerde Darwin yasalarını, DNA’ları,
Fosilleri vs. öğrenip okuldaki dersten çıktıktan sonra Cami’de , Kilisede veya
Havra’da İnsan’ı Allah’ın çamurdan yarattığını ve cennetten kovduğunu öğrenmek ve
öğretmek gibidir. Demokratik bir ulusçuluk, insanların bu hakkını da garanti
eder. Ama bütün bunların politik bir anlamı olmaz. Tıpkı Fenerbahçeli ve
Beşiktaşlıların birlikler kurması gibi bir anlamdan fazlasına sahip olmaz bütün
bunlar.
Evet demokratik bir ulus ve ulusçulukla gerici bir ulus ve
ulusçuluk bir arada var olamaz ama iki gerici ulus ve ulusçuluk bir arada
olabilir. Yine okul örneğine dönersek, Pekala Türk okullarında Türk Tarihi,
Kürt okullarında Kürt tarihi okunabilir. Tabii konjonktür, bir arada yaşamayı
zorluyorsa ve çıkarlar ortaksa birlik olabilir ve sürebilir ama bu tür
birlikler ilk krizde bölünmeyle ve gerici ulusların ve ulusçulukların
karşılıklı savaşlarıyla son bulur. Balkanlar ve Rusya bunun en açık örneğidir.
Şimdi, Selahattin Demirtaş veya Abdullah Öcalan “biz” derken
Kürtleri kastettiği sürece, henüz demokratik ulusçu değiller gerici
ulusçulardır. Türk aydınları, sosyalistleri, enternasyonalistleri veya
komünistleri, var olan Türklükle tanımlanmış ulusa ve devlete karşı, her hangi
bir dille, dinle, soyla, tanımlamayı reddeden bir ulus ve devleti
savunmadıkları sürece, Kürtlerin haklarını istedikleri kadar savunsınlar ve
kabul etsinler, gerici ulusçulardır.
Yani bugün Türkiye’deki tartışmalar aslında iki gerici
ulusçuluk arasında olmaktadır. İki gerici ulusçuluk nasıl birlikte ayrılmadan
yaşayacaklarını tartışmaktadırlar. Kürtler “Ben de senin eşitin olayım, Devletin
adının Türkiye olmasını, resmi Dilin Türkçe olmasını sorun yapmıyorum” demekte
Türkler henüz bunu hazmetmeye hazır olmadığını ifade etmekte ve bunun sonunda
bölünmeye yol açacağını söylemektedirler.
Ancak, aynı gerici ilkeye göre bir araya gelmiş iki ulus,
ilk zorlukta, çıkar ortaklığı kalktığında uzun vadede bölünürler. Ve bu ayrılma da muhtemelen, Çek ve
slovakların, İsveç ve Norveçlilerin ayrılığı gibi uygarca da değil, gezatalarin
üçüncü sayfalarından da görüleceği gibi çok da kanlı olur.
Ama kanlı veya kansız, bu bölünme aynı gerici ulusçuluğa
dayanan iki gerici ulusun bölünmesi olur. Bu bölünme insanlığa ve o ulusları oluşturan insanlara hiçbir şey
kazandırmaz, ikisi de gericiliğin batağında boğulur.
Ama Türkiye ve Kürdistan’da ulusu Kürtlükle veya Türklükle
tanımlamayı reddeden demokratik ulusçuluk ve uluslarla; ulusu Türklük ve Kürtlükle
tanımlayan ulus ve ulusçuluklar arasında, tıpkı Amerika’daki iç savaş gibi bir
bölünme ve savaş olursa, demokratik ulus ve ulusçuluk yenilse bile, insanlara
daha kurtarıcı bir mesaj bırakmış, geleceğin başarılarının tohumunu atmış olur.
Gerçi şimdilik Avrupa Birliği perspektifi ve Kürtlerin,
Türklerle birlikte Orta Doğu’dan çıkıp Avrupa’ya katılma hedefi bir Kürt ve
Türk ayrılığı ve savaşını uzak bir ihtimal olarak gösteriyorsa da, uzun vadede
bir alt üstlük, bir kriz ve bu perspektifin yitirilmesi durumunda Yugoslavya’daki
gibi bir savaş kaçınılmazdır.
Yani Türkiye’deki en ciddi Demokratik Hareket olan Kürt
hareketi bile aslında gerici bir ulus ve ulusçuluk anlayışından kopmuş değildir.
İşin ilginci bu hareket tıpkı sosyalistler gibi, milliyetçi olmadığını
düşünmekte ve milliyetçiliğe karşı olduğunu da iddia etmektedir[10].
Bir de karşı tarafa, Türk tarafında ulusçu olmadığını
düşünenlere bakalım.
Her hangi bir liberal yazarı alın bakın, şöyle satırlar
göreceksinizdir. “Avrupa ya da
globalleşme artık ulus devletle bir arada yaşayamıyor. Ulus devletin sonu
geliyor. Avrupa Birliği ulus devlete son veriyor.”
Bu gibi satırlarda
ifade edilen ulus ve ulusçuluk anlayışı, tam da ulusların bir dil, din, tarih,
soya dayandığı anlayışıdır. Yani bir dile, dine, tarihe, dayanmayan bir ulusun
veya ulusçuluğun artık ulus veya ulusçuluk olmadığını düşünmektedir. Ama ulusu
ve ulusçuluğu böyle tanımlamanın kendisi tamı tamına gerici bir ulusçuluktur:
yani ulusları tarihe, dile, soya vs. dayanan birlikler olarak anlamaktadır
Görüldüğü gibi, aslında Türkiye’de bırakalım ulusçu olmamayı
bir yana, henüz demokratik bir ulus ve ulusçuluk anlayışı bile yok. Ve gerek
entelektüel, gerek politik hayata, Marksistinden liberaline, beyaz Türkünden
Kürdüne kadar, bütünüyle gerici bir ulus ve ulusçuluk anlayışı egemendir.
Zaten eğer demokratik bir ulus ve ulusçuluk anlayışı
olsaydı, ulusçuluk olmayanı şimdilik bir kenara bırakıyoruz, şimdi Kürt ve Türk uluslarının ve ulusçuluğunun
tarihleriyle alay eden, onun saçmalıklarını ve yalanlarını ortaya çıkarmış
zengin bir literatür bulunur, en azından aydınlar ulusların tarihleri olduğu
anlayışıyla alay eder bir durumda olurdu.
Böyle bir entelektüel egemenlik uzun vadede, demokratik
ulusçu, politik ve sosyal bir harekete temel olur; Kürt ve Türk ulusçularıyla
demokratik ulusçular arasında gerçek bir mücadelenin temelleri atılmış olurdu.
O zaman diyelim ki aydınlar veya demokrat veya sosyalist
olduğunu düşünenler, “Biz” derken Türkleri veya Kürtleri değil Kendini politik
olarak Türklük veyla Kürtlükle tanımlayanlara karşı olanları kastederdi.
Çünkü, demokratik bir ulusçuluğu içselleştirmiş birinin
“biz”i, Türkleri veya Kürtleri değil, Demokratik Ulusçuları içerir, yani ulusu
Kürt veya Türklük ile tanımlamayı reddedenleri; “Biz”i Türk ya da Kürt ulusu
olanlar, onun için “öteki”dir, kendisiyle savaşılacak bir düşmandır.
*
Buraya kadar söylenenleri toparlarsak, bir Türk ulusçusu,
pekala Türk ulusunun çıkarlarına daha uygun olacağı için, Kürtlerin üzerindeki
baskıya karşı çıkabilir ve örneğin Kürterin
ayrılma hakkını ve kendi özgür iradeleriyle birleşme hakkını savunabilir.
Böyle yapmakla, ulusçu olmaktan çıkmayacağı gibi, bunun için
gerici bir ulusçuluk anlayışını terk etmesi gerekmez. Aslında Türk ulusu olarak
Kürt ulusunun haklarını tanımak, kabullenmek veya savunmak gerici bir
ulusçuluğu akıllıca savunmaktan başka bir şey değildir.
Bunun en somut örneği de bizzat Kürt Ulusul hareketidir. Kürt
hareketinin durumu tamı tamına böyledir. Kürt ulusu ve ulusal hareketi, Türk
ulusunun varlığını reddetmemektedir. Hatta Türklerin ayrılma hakkını savunduğu
bile söylenebilir. Yani Türklerin kendi özgür iradeleriyle Kürtlerle
birleşmesinden yanadır aslında bu günkü Kürt ulusçuluğu.Yani başka ulusların
varlığını inkar ve onları baskı altına alma yoktur bu ulusçulukta. Ama ulusu
bir dille, bir tarihle tanımladığı için gerici bir ulusçuluktur.
Ulusların tarihi olmadığı, demokratik bir ulus olmak için,
ulusun tarihle, dille, dinle, soyla tanımlanmasını reddetmek gerektiği
anlayışının burada yeri yoktur.
Ama birbirlerini tanıyan ve birlikte bir devlet içinde olabilen
her iki ulus ve ulusçuluk da ulusların böyle tanımlanmasını reddeden demokratik
ulusçuluk karşısında birer diktatörlüktür ve demokratik bir ulusun varlığını
tanımazlar ve tanıyamazlar. Çünkü tanıdıkları an kendileri yok olurlar.
Burada denklemi tersinden, eşitliğin diğer tarafından
formüle edersek, Demokratik bir ulus veya ulusçuluk da, ulusu Kürtlük veya
Türklükle tanımlamayı reddeder. Ulusu böyle tanımlamayı reddetmekle
tanımlar. Demokratik bir ulus veya ulusçuluk da gerici ulus veya ulusçuluk
karşısında bir diktatörlüktür.
O halde bu formülü şöyle de ifade edebiliriz: Demokratik bir
ulus veya ulusçuluk, ulusu bir dille, bir dinle, bir tarihle vs. tanımlayan
ulusları ve ulusçulukları ezmek zorundadır. Aksi takdirde kendisi onlar
tarafından ezilir.
O halde, “gerici ulus ilkesine göre tanımlanmış
ulusları ve ulusçuları ezmeyen bir ulus özgür olamaz” sonucuna
ulaşırız.
Görüldüğü gibi, demokratik bir ulusçuluğun geçerli olması
için, Marks’ın formülünün tam tersi doğrudur.
Toparlarsak, “başka
ulusları ezen bir ulus özgür olamaz” sözü, gizli bir varsayım olarak,
ulusların tarihe, dile vs. dayandığı şeklindeki gerici ulusçuluğun ulus anlayışına
dayanır ve ancak böyle bir varsayım üzerinden formüle edilebilir.
Demokratik bir ulus
ve ulusçuluk açısından böyle bir formül mümkün değildir.
Çünkü demokratik bir ulus veya ulusçuluk açısından bu
denklem ancak söyle ifade edilebilir: Dile, dine, tarihe göre tanımlanmış
ulusları ve ulusçuluğu ezen bir ulus özgür olabilir.
Görüldüğü gibi, Marks’ın enternasyonalizmin en özlü ifadesi
veya ulusçuluğun panzehiri olarak ifade edilen formülü aslında hem milliyetçi bir formüldür hem de gerici milliyetçiliğin millet anlayışına
dayanan bir formüldür.
*
Yukarıda Abdullah Öcalan veya Selahattin Demirtaş’tan gerici
ulusçuluğun sınırları içindeler diye söz ederken onların bir demokratik ulusçuluğa
kapalı olduğunu söylemek istemiyoruz. Aslında onlar gerici bir ulusçuluğun
kavramları içinde gerici bir ulusçuluğa karşı çıkmaya çalışıyorlar. Abdullah
Öcalan örneğin bir çok yerde örnek olarak Amerikan ve İsviçre uluslarını örnek
gösterir. Sık sık “Anayasal Vatandaşlıktan” veya “Türkiye Ulusundan” söz
ederler.
Diğer yandan Marks da, bir yandan böyle milliyetçi ve aynı
zamanda gerici milliyetçiliğe dayanan formülasyonlar yapar ama aynı
zamandaKuzey’in Güney’e karşı savaşını destekler. Bu çelişkiler aynen bütün
Engels, Lenin, Troçki, Kıvılcımlı gibi bayak marksistlerde görülebilir.
Zaten sorun buradadır, bu çelişkili bir durumdur. Birbiriyle
uzlaşamayan iki anlayış, iki farklı ulusçuluk bir aradadır. Bir arada omasının
nedeni de ulusların ve ulusçuluğun ne olduğunun bilinmemesidir. Ulusların ve
ulusçuluğun ne olduğu bilinmediği an genellikle gerici ulusçuluğun ulus
anlayışı egemen olur, politik olarak buna karşı olunsa bile.
Marksizm egemen ve yaygın biçimiyle bu çelişkiyi, demokratik
ulusçuluk ve ulusluru karşı savaş yönünde aşamadı; aksine gerici ulusçuluk
anlayışı demokratik ulusçuluğa dayanan programları Stalinizmin yükselişiyle
birlikte tasfiye etti. Bırakalım uluslara karşı savaşı bir yana, en gerici ulusçuluk
Marksizm biçiminde ortaya çıktı.
Elbette zındık Marksizm, devrimci ve eleştirel ruhu yaşatan
ve resmi marksizmlerce lanetlenip, koğuşturulan, susuşa boğulan Marksizm,
Demokratik milliyetçiliği de eleştirip aşarak uluslara karşı mücadeleye de
ulaştı ama bütün bunlar bilinmez kaldı ve kalıyor.
Peki Kürt Özgürlük hareketinin evrimi nasıl olacak?
Kürt hareketi bu çelişik durumdan demokratik bir ulusçuluğa
doğru mu evrilecek yoksa gerici ulusçuluk anlayışı, demokratik ulusçuluğun
ögelerini iyice bastırıp yok mu edecek?
Şu an verili koşullar çok olumsuz sinyaller veriyor.
Şimdilik bunu başarabilecek kavramsal araçları yok. Dünyada böyle bir
entelektüel bir birikim ve iklim yok. Bizim bu yöndeki çabalarımız hiçbir yankı
bulmuyor hem türk sosyalistlerinin hem de gerici Kürt milliyetçilerinin
suskunluk ve düşmanlık duvarına çarpıyor. Şimdilik gerici bir ulusçuluğa
dayanarak şekillenmiş bir biçim içinde ulusa demokratik ögeleri doldurarak bunu
aşmaya çalışıyorlar. Abdullah Öcalaan’ın kitaplarının özü budur. O Kürt ulusuna
Demokratik geleneklere dayanan bir tarih yazmaya ve yaratmaya çalışıyor. Ama en
demokratik ögelerle de doldursa, yazdığı tarih gerici ulus anlayışının
dayandığı bir tarih olmaktan çıkmaz. Şimdilik bu demokratik içeriğin gerici
biçimi parçalayacağı yönünde bir ize pek rastlanmıyor. Gelişmeler aksi yönde.
Türkiye’nin sosyalistleri bir mucize olup demokratik
ulusçular haline dönüşseler Kürt özgürlük hareketinin önemli bir bölümü de aynı
yolu izleyebilir. Ne var ki, Türklerdeki çürüme, Türk sosyalistlerini de iyice
sardığı için, Kürt özgürlük hareketinin böyle bir dönüşüm geçirmesini
destekleyici değil engelleyici bir işlev görüyorlar. Kürt hareketi el
yordamıyla bir şeyler bulmaya, Kürt hareketi olmaktan çıkmaya çalışıyor.
*
Marks’ın öğretisi zorunlu bir koşul veya sonuç olarak
ulusçuluğu veya gerici ulusçuluğu içermiyordu. Bunlar onda geçmişin
kalıntıları, öğretiyi mantık sonuçlarına götürememenin, yeterince
olgunlaşmamanın sonuçları olarak vardılar.
Tıpkı Hegel’in sistemi ve yöntemi arasında olduğu gibi
çelişkili bir yan, Marksizm’de de, onun altyapı ve üstyapıya ilişkin kavramları
ve teorileri arasında vardı.
Bu nedenle Marks, Altyapının kavramlarıyla Kuzey’i destekler
ve iki farklı ulusçuluğun bir arada bulunamayacağını zımnen ifade ederken; aynı
Marks, üstyapının kavramlarıyla bununla çelişen ve gerici bir milliyetçiliğe
dayanan ve onu savunan formülasyonlar yapmaktaydı.
Egemen Marksizm tıpkı diğer Hegelciler gibi bunun gerici
yanını aldı ve geliştirdi, bugün dünyada egemen olan görüş budur.
Ama Tıpkı Marks ve Engels’in Hegel’in yöntemini alırkan yaptığı
gibi, onun devrimci ve eleştirel yanını alıp geliştirenler ve o gerici sistemi
atanlar da olabilirdi ve olmuştur.
Biz tam da bunu yapmaya çalıştık ve kanımızca yaptık. Bunu
yaparken, Marksizm’e yabancı olan kavramları atmamaz, ya da kimi kavramların
Marksizmle bir arada bulunamayacağını göstermemiz yetti.
Bu yazıda bunun küçük bir örneğini vermeye çalıştık.
Bugün Türkiye’de ihtiyaç olan şey kendine sosyalist diyen
gerici milliyetçiler değil; şurada anlatılan türden demokratik bir
milliyetçiliği savunabilecek radikal demokratlardır.
Demokratik veya değil, milliyetçi olmamak ve milliyetçiliğe
karşı olmak ise, milletlere karşı olmakla mümkün olur.
Milletler politik olanı ulusal olanla tanımlamış
topluluklardır.
Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, politik olanın ulusal olanla
tanımlanmasına karşı olmadan; yani en demokratik biçimiyle bile olsa
milletlere; dolayısıyla devletlere, sınırlara karşı savaşmadan ve bu savaşı en
başa almadan milliyetçi olmaktan kimse kurtulamaz.
Zaten uluslar ortadan kaldırılmadan, bırakalım sınıf
farklılıklarını bir yana, insanlığın yok olma tehlikesi ortadan kaldırılamaz.
O halde, bu sonuçları politik olarak şöyle ifade edebiliriz:
Türkiye’de acil olarak, demokratik
bir ulusçuluğu savunacak radikal
demokratlara ihtiyaç vardır.
Dünyada, uluslara
karşı insanlık bayrağını açacak insanlara ihtiyaç vardır.
Sosyalizm değildir insanlığın acil gündemi.
Sosyalist olduğunu düşünenler, Türkiye’de Radikal Demokrat, dünyada da İnsan olmalıdırlar.
Bugün Türkiye’de sorun, Liberaller ve Ulusalcılar karşısında
sosyalistlerin birliği değil; gerici ulusçulara ve uluslara karşı
demokratik bir ulusçuluğun propagandası ve örgütlenmesidir.
Bugün dünyada sorun, ulusal devletler içinde işçilerin
kapitalistlere karşı mücadelesi değil; İnsanların,
yani politik olanın ulusal olanla çakışmasını reddedip buna savaş açanların;
Türk, Alman, Fransız, Amerikan vs. uluslarına karşı dünya çapında bir hareketinin
yaratılmasıdır.
Bunun için de Marks’tan başlamak, Marksizmi ulusçuluktan
arındırmak gerekiyor.
Çünkü Marksizm ulusçuluğun ne olduğunu çözemediği için
fiilen ulusçu olmuştur.
Demir Küçükaydın
02 Ocak 2011 Pazar
[1] Aslında bu ikinci önerme de matematiksel olarak
birinci önermenin bir başka formülasyonu olarak görülebilir. Bu bir ilişkinin
ifadesidir. Birinde bilginin veya bilgisizliğin sonucu olarak milliyetçilik;
diğerinde ise milliyetçiliğin sonucu olarak bilgi veya bilgisizlik biçiminde
formüle edilmektedir.
[2] Marksizmin kaderini belirleyen de bu zorluk olmuştur
bir bakıma. Tarihsel maddeciliğin (Marksizmin) tarihi, bir bakıma bu zorluğun
aşılmasının, ama aşmak için girilen çıkmaz sokakların ve aynı zamanda
kavramlarda sağlanan derinleşmelerin tarihidir.
[3] “Marksizmin
Marksist Eleştirisi” adlı kitabımızın özellikle “Sosyalizmin Milliyetçilikle İmtihanı” bölümünde daha önce
ayrıntısıyla bunu göstermiştik. Kitap şu adresten indirilebilir veya sipariş
edilebilir:
[4] Bu sözün bir çok farklı çeviri versiyonları vardır. “Başka bir halkı ezen bir halk özgür olamaz”
veya “Başka bir ulusu ezen bir ulus,
kendi tutsaklık zincirini kendisi hazırlar” gibi. Hepsinde kastedilen
ulustur ve ana fikir aynıdır.
[5] Elbette Marks, öznel niyetleri bakımından milliyetçi
değildi ve hatta milliyetçiliğin düşmanıydı. Ama kendi öznel niyetine ve
değerlendirmesine rağmen, milliyetçiliğe karşı olduğu düşünülen bu sözlerle
nasıl nesnel olarak milliyetçilik hem de gericisinden bir milliyetçilik
yaptığını ve onu savunduğunu göreceğiz. Dolayısıyla bugün yeryüzünü doldurmuş
marksistlerin, sosyalistlerin ve hatta demokratların da.
[6] Zeten Marks’ın sözü de tamı tamına bu anlama
gelmektedir.
[7] Fransız milliyetçiliği olarak tanımlanan da aslında
bir gerici restorasyondan geçmiş bir milliyetçiliktir. Birinci ve İkinci Paris
Komanlerinin milliyetçiliği demokratik bir milliyetçiliğe denk düşer. Ama
konuyu dağıtmamak için bu “Ayrıntı”ları geçiyoruz.
[8] 1. Enternasyonal tarafından A. Lincoln'ün yeniden
başkan seçilmesi dolayısıyla yollanan, Marx'ın kaleme aldığı metinde İç Savaş
tam da ekonomi ve sınıfların kavramlarıyla ele alınmaktadır.
"Efendim;
Büyük
çoğunlukla yeniden seçilmenizden dolayı Amerikan halkını kutlarız. İlk
seçilmenizin ihtiyatlı parolası köleci iktidara direnme olduysa, yeniden
seçilmenizin muzaffer savaş narası Köleciliğe Ölüm' dür.
Muazzam
Amerikan mücadelesinin başlamasıyla birlikte, Avrupa işçileri içgüdüsel olarak,
yıldızlı bayrağın kendi . sınıflarının kaderini taşıdığını hissettiler.
Topraklar
uğruna girişilen ve korkunç destanı başlatan yarışma, muazzam bakir toprakların
göçmenin emeğine karılık mı, yoksa kölecinin serserisine fahişelik mi edeceğini
belirlemek için değil miydi?"
Marks’ın sözleri her ne kadar bugün Kızılderililerin
el koyulan topraklarını “bakir” olarak tanımlarken Avrupa merkezli ve
ilerlemeci, “emeğe karılık” derken bugün seksist denebilecek, zamanını yansıtan
ifadeler içeriyorsa da, parolası,
üstyapının kavramlarıya “Gerici ulusçuluğa ölüm” diye de ifade
edilebilir.
[9] Ne var ki, Amerika haricinde her yerde, demokratik
ulusçuluk yenildi ya da hiç ortaya çıkmadı veya bir politik ve sosyal hareket
oluşturacak bir güce ulaşmadı.
Dikkat edilirse, bu tür gerici ulusçuluğun 1848
devrimlerinden sonra tüm dünyada yayıldığı ve Marksizm düşüncesiyle bu
ulusçuluğun aynı zamanda ortaya çıktığı da görülür.
Burjuvazinin iyice gericileşmesi, gerici ulusçuluğun
yükselişiyle atbaşı gider. Buna karşılık sosyalist hareket ve işçi hareketi,
1848den 1920’lere kadar, bir ölçüde demokratik bir ulusçuluğu çok net olmayan
bir biçimde savunmuştur. 1920’lerden sonra ise, güçsüz olduğundan veya güçlü
olduğunda da tecrit olup bürokratik çarpılmaya uğradığından veya bürokratik
çarpıklıklar nedeniyle demokratik gelenekleri unuttuğundan, işçi ve sosyalist
hareket bile demokratik bir ulusçuluğu savunamaz.
Bu durumda egemeni ve ezileniyle, burjuvazisi ve
işçisiyle, gerici ulus ve ulusçuluk anlayışı bu güne kadar adeta rakipsiz bir
egemenlik kurmuştur. Amerakan İç Savaşından sonraki savaşlar, demokratik ve
gerici uluslar ve ulusçuluklar arasında değil, gerici ulusçuluklar arasında
olmuştur.
İşte bizler böyle bir dünyada yaşıyoruz. Dolayısıyla
ulus derken, hep gerici ulusçuluğun ulus anlayışı ve kavramıyla düşünen gerici
ulusçularız. Bütün tartışmalar gerici ulusçuluğun ulus anlayışıyla olmaktadır.
Henüz kimse açıktan ve cepheden demokratik bir ulusçuluğu savunmuyor.
[10] Örneğin “Demokratik Toplum Kongresi” sözcüsü ve
hazırlayıcılarından Cemal Coşkun 27.12.2010 tarihli Günlük’te şunları diyor:
“Ulus devletin
felaketten başka bir şey getirmediği ortada. Ki; devletin tarih sahnesinde yer
aldığı 5 bin yıllık devletçi zihniyetin kadının köleleştirilmesiyle başlayan
süreçte bir dizi felaketi günümüze kadar getirdi. Şimdi ulus devleti inceleyen,
eleştiren ve ona karşı mücadele eden bir oluşumun kalkıp da yeni bir ulus
devlet oluşturmaya çalıştığını söylemek, iyi niyetli bir yaklaşım değil. Ulus
devletin getirdiği felaketleri gören bir oluşum, yeni bir ulus devleti nasıl
getirir? Bundan dolayı zaten, kapitalistlerin ulus devletlere yaklaşımından
ders çıkarılarak bağımsız Kürt devletinden vazgeçildi ve Demokratik Özerklik
dendi. Bu da yalnız Kürtler için değil, demokratikleşme ihtiyacı olan her
ülkenin faydalanması noktasında kamuoyuyla paylaşıldı. Bu örgütlenme modeli
ulus devletin panzehirini yaratmıştır.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder