10 Ocak 2012 Salı

'Sosyalizme Doğru Yürüyüşün Hızlanacağı Zamanlardayız' (1)

Oğuzhan müftüoğlu (1)   Muhalefet
'Tarihin Sonu' tezleriyle birlikte ilan edilen 'yeni dünya düzeni' kapitalizmin krizi ile birlikte ciddi anlamda sarsılıyor. ABD merkezli kriz, Avrupa'yı etkisine alarak derinleşiyor. Bunun karşısında ise Avrupa çapında direniş hareketleri de gelişmeye başladı. İçine girdiğimiz bu yeni dönemi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Öncelikle bu kriz dalgasının serbest piyasa tanrısına inananların kesin iflası demek olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Çünkü ABD ve Avrupa ülkelerinde gelişen kriz küreselleşme sürecinin serbest piyasa yönelimlerinden kaynaklanan bir kriz olarak ortaya çıktı. Sermayenin sınırsız (serbest piyasa) egemenliğine dayalı yeni düzeninde kaçınılmaz olarak ortaya çıkan ücretlerin düşmesi, işsizlik ve talep yetersizliği yaşanan krizin gelişmesinde önemli bir rol oynuyor. Buna karşı toplumsal tepkilerin, direnişlerin gelişmesi de kaçınılmazdı. Bu gelişmeler bize toplumsal dinamiklerin sınıf mücadelesi dışındaki mecralara kaydığı bir dönemin de sonunun gelmekte olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla bu krizin bir bakıma “tarihin sonu” tezlerinin de sonu olduğunu söyleyebiliriz. 
Bu kriz nedeniyle artık kapitalizmin sonunun geldiği şeklinde yorumlar yapılıyor.

Tarihsel olarak, daha doğrusu objektif koşullar bakımında kapitalizmin sonunun geldiği elbette doğrudur, ancak bu sonucun öyle kolayca, yaşanan krizlerin bir otomatik sonucu olarak kendiliğinden gerçekleşmesi de beklenemez. Söylediğim gibi bu krizi daha çok serbest piyasa kapitalizminin insanlığın ulaşabileceği en son ve en mükemmel sistem olduğu şeklindeki tezlerin sonu olarak görmek ve insanlığın sosyalizme doğru yürüyüşünün yeniden hız kazanacağı bir dönemin başlangıcı olarak görmek daha gerçekçi bir değerlendirme olur.  21. yüzyılın sosyalizmi kapitalizmin bu şekilde kırılıp bükülmelerle sürdürülmeye çalışılacak bu “yeni dünya düzenine” karşı mücadeleler içinde gelişecektir.

Ortadoğu'da 'Tahrir Meydanı'nda başlayan isyan dalgası soldan bir kesimce de 'devrimler süreci' olarak adlandırıldı. 
Ortadoğu ülkelerinde yaşanan kitlesel direnişler bu ülkelerde çok uzun süredir devam eden rejimlere karşı birikmiş haklı tepkilerin bir sonucu. Ancak orada yaşananlar gerçek bir örgütlülükten ve öncülükten yoksun halk hareketlerinin ne kadar haklı bir temele sahip olsalar bile emperyalist güçler tarafından nasıl kolayca yönlendirilebildiğini gösteriyor. Libya, Suriye ve Mısır’da gelişen muhalefet hareketlerinin nitelikleri ortadadır. Özellikle Ortadoğu gibi bir bölgede kapitalist dünya ile ilişkileri ve emperyalist politikaları dikkate almayan hiçbir değerlendirmenin sağlıklı ve doğru sonuçlara ulaşması mümkün değildir. Müslüman Kardeşler'in iktidarına yol açan gelişmelerin devrimci bir süreç olarak değerlendirilmesi ortadaki gerçeklere pek de uygun düşmüyor.

'Biz Ona Devrim Diyorduk' kitabınız var. Son dönemde özellikle Avrupa'daki direnişlerin ardından 'devrim de artık eskisi gibi olmayacak' şeklinde 'iktidarsız devrim' analizleri yapılıyor. Bu yeni hareketlerin 'devrimci niteliği' olarak 'anti-iktidarcı' yanları gösteriliyor. 
Bu tür ‘postmodern’ söylemler bana çok anlamsız geliyor. Sınıflar ortadan kalkmadan ve ortada kendi karşıtlarını yok etmek için gücünü her alanda sonuna kadar kullanan iktidarlar varken muhalifler adına ‘anti-iktidarcılığı’ savunmak ne anlama geliyor? Siz onu görmezden gelseniz bile sınıflı toplumlara ait yasalar işlemeye devam edecektir. Binlerce yıllık sınıf mücadeleleri tarihinin gerçeklerinden kaynaklanan bilimsel sosyalist dünya görüşünün bulanıklaştırılmasından başka bir şey değil bu. ‘İktidar’ın kötülüklerinden kurtulmak istiyorsanız egemen sınıfın elinden iktidar gücünü almak sınırlandırmak için mücadele etmek zorundasınız. Aksi halde ‘iktidarcı olmayan’ kitle hareketleri sonuçta sistemin kendisini sürdürebilecek geçici çözüm yolları bulmasından başka bir sonuç vermeyecektir. 

Bu süreçte Türkiye Batı tarafından 'rol model ülke ve model ortak' olarak öne çıkarılıyor. Bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
Uzunca bir süredir Türkiye AKP iktidarı altında hızla Müslüman Arap ülkeleriyle ilişkilerini güçlendirme politikalarına yönelmiş durumda. Türkiye’nin yüzünü batıdan doğuya çevirmesi bazen bir “eksen kayma” tartışmalarına da konu oluyor. Bu gelişmeler uzun süredir Amerikan ideologları tarafından BOP çerçevesindeki analizlerde ön görülen bir gelişmeydi. Müslüman dünyanın liderliğini üstlenen bir Türkiye’nin, 11 Eylül’den sonra Müslüman dünya ile batı arasındaki oluşan kopukluğu giderecek bir köprü olarak görülüyor. Büyük enerji kaynaklarına sahip Müslüman Arap ülkelerinin Küresel Kapitalizme eklemlenmesi için “hem ılımlı İslamcı, hem de demokratik” bir model olmasından söz ediliyor. Tayip Erdoğan’ın Arap ülkelerindeki bir Halife edasıyla şaşaalı karşılanmaları üstüne yürütülen propaganda kampanyalarının amacı da bu olsa gerekir. Burada sırası gelmişken hatırlatmadan geçmeyelim; CIA Türkiye Masası eski şefi G. Fuller, 7-8 yıl önce yazdığı bir kitabında T.C.’nin halifeliği kaldırmasının yanlışlığından dem vurup, Arap dünyasının Türkiye’nin halifelik gibi bir dini liderliğine ihtiyacı olduğunu anlatıyordu. Şu sıralarda yandaş medyada halifelik tartışmalarının yapılmaya başlaması hiç de boşuna değil.
Bu konu “iç dinamik, dış dinamik” kavramları açısından da tartışılıyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
İç ve dış dinamik kavramlarının bu günkü dünya koşullarında bu kadar birbirinden kopuk olarak ele alınmasının doğru olmadığını düşünüyorum.
Sermayenin uluslar arasılaşma eğiliminin bu kadar güç kazandığı ve emperyalizmin bir iç olgu haline geldiği bu günkü (küreselleşmiş) dünyada iç ve dış dinamiklerin birbirinden kesin hatlarla ayırmak doğru bir şey değildir.
Elbette AKP iktidarının kuruluşu ve bu dönem içinde ülkemizde meydana gelen değişim süreçleri, özellikle ulusalcı bakış açılarında gördüğümüz gibi, yalnızca dış dinamiklere bağlanarak, komplocu bir anlayışla açıklanamaz. AKP iktidarı’nın gelişimini aslında 12 Eylül dönemiyle birlikte başlayan uzunca bir süreç içinde bir iç mesele olarak izlemek mümkündür. Tabii Askeri Cunta’nın komünizme karşı dini teşvik ederek İslami akımları güçlendiren uygulamalarının ABD’nin yeşil kuşak politikalarına denk düşen bir politika olduğunu da unutmadan! Turgut Özal döneminde başlatılan İslami bankacılık sistemi, o zamana kadar daha çok orta ölçekli ticaret sermayesi özellikleri taşıyan Türkiye’deki İslamcı sermaye kesiminin gelişmesinde çok önemli bir rol oynamıştı. İslamcı akımların, özellikle cemaatçiliğin doksanlı yıllarda kazandığı büyük ivmenin İslamcı sermayenin kazandığı bu ekonomik güce paralel olarak geliştiği de ortada. AKP’nin neo liberal politikaları benimseyerek iktidara gelmesi de İslamcı sermaye sınıfının küresel sermaye ile bütünleşme eğilimlerinin bir ifadesiydi. Bütün bu gelişmelerin “yenidünya düzeninin” özellikleriyle uyumlu ve aynı dönemdeki ABD politikalıyla örtüşen özellikler taşıdığı da ortadadır. 

Bu yüzden uluslararası sermaye politikalarının ve emperyalist politikaların belirleyici rolleri göz önünde tutulmadan, yalnızca bir iç dinamik çerçevesinde değerlendirerek bütün bu gelişmeleri bütün yönleriyle kavramak mümkün olamaz.
Yazının aslı:   http://www.muhalefet.org/haber-o-muftuoglu-ile-dunya-turkiye-ve-gelecek-uzerine-14-948.aspx

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder