Aytac ERDOGDU 28/12/2011 Küyerel yazışma
Alttaki metin ekte de takdim olunmaktadır..
Sayın gruba saygılarımı sunuyorum efendim..
Aytac ERDOGDU
****************
Değerli arkadaşlar..
Bu güne kadar spontane ve geriye doğru dönüp okumadan yazan bir gurup sakini idim.. Çünkü gözlerim rahatsız..
Tabii bu nedenle geçmiş yazılarımdaki özensizlik görüntüsü nedeni ile özür diliyorum..
Bu yazıyı yine gözümdeki rahatsızlık nedeni ile bolt ve büyük harfle yazıyorum..
Bağırmak amaçlı olmadığını arz ediyor ve Sayın DİCLELİ’nin de bunu böyle algılamasını rica ediyorum..
Bu yazı; Eski arkadaşları ve ÖZELLİKLE 80 ÖNCESİ ÖNCESİ “ÖNCÜ”DİYE DE TANINAN YOL ARKADAŞLARIMIN ÖNERİSİ ÜZERİNE “ŞAHSİ ELEŞTİREL YAKLAŞIM”IM OLARAK, yazıyorum..
………………………………………Karl MARKS VE FREDERİK EGGELS’in; gelecek ile ilgili tespitlerinde olduğu gibi
“…Sermaye öylesine temerküz edecektir ki; bizatihi sermayenin sahipleri sermayenin işçisi olacaklardır..”
Sermayenin özel mülkiyeti ile üretimin *toplumsal ve enternasyonal bazda iş bölümü-gelişen teknolojinin toplumsal/birikmiş emek miktarı olması* ile ulusallıktan uzak biçimde pazara/tüketiciye ulaşması; arasındaki çelişki “Dünya Sosyalist Devleti”ne gidişte belirleyici olacaktır..
Bu TAHMİNİ YAKLAŞIM “insanlık için ve yaşanıldığı için çok iyi bir deneyim” olmasına rağmen TEK ÜLKEDE SOSYALİZM’in olamayacağının da İFADESİDİR..
Çünkü öngörülen KOMUNİST TOPLUM öncesi “Sosyalist Devlet” de bir dünya devletidir..
Sermaye’de uluslar üstü;
üretilen mal ve hizmetler de “ÜRETİLEN MAL ÜZERİNDE FARKLI VE ÇEŞİTLİ HALKLAR İŞÇİLERİNİN KRİSTALİZE OLMUŞ TOPLUMSAL BİRİKMİŞ EMEĞİ”
nedeni ile emek de uluslar üstü niteliktedir..
Bana göre..
Temerküz etmiş uluslarüstü sermaye;
ABD, AB, METROPOL DEVLETLERİN TÜMÜNÜ HATTA BÜTÜN BİRLEŞMİŞ MİLLETLERE ÜYE DEVLETLERİ “BORÇ SİSTEMİ İLE KONTROL ETMEKTE VE GUVERNÖRLERİ TARAFINDAN KULLANMAKTA..
(100 – 50 – 25 – 5 -1 yıllık ve sürekli revize edilen/edilebilinir planları doğrultusunda)
şunları yapmaya çalışmakta/yapmaktadır..
DÜNYA GENELİNDE VE ÜLKEMİZ ÖZELİNDE BİREYLERİN BORÇ BATAĞI VE KENDİ BORCUNU ÖDEME GÜDÜSÜ İLE YİNE KENDİ BORCUNA ESARETİNİ SAĞLAYARAK “AKTİF SİYASET”TEN SOYUTLAMAK…
İŞ SÜREÇLERİNE GÖRE LİSE VE ÜNİVERSİTE EĞİTİMİNE YÖNELEREK;
MAKRO BAKAMAYAN BEYİNLER YETİŞTİRMEK..
MAKRO BAKAMAYAN BEYİNLER YETİŞTİRMEK..
BİREY TALEPLERİNİ MAKSİMİZE EDEREK BİR TARAFTAN BORÇLANDIRMAYI SÜREKLİ TEŞVİK EDERKEN; GELİRİNİN KONTROLÜNÜ MİNİMALİZE ETMEK..
BİREYLERİ ASOSYALLEŞTİRMEK..
BİLİŞİM/İLETİŞİM TEKNOLOJİSİ İLE BİREYİN ÖZEL YAŞAMINI GİDEREK MERKEZDEN KONTROL EDEİLEBİLİNİR HALE GETİRMEK..
ÜRETTİĞİ GLOBALİZM/KÜRESELLEŞME POLİTİKASI İLE EN YERELDE “YÖNETİMLER” OLUŞTURARAK MERKEZDEN KONTROL ETMEK..
BORÇLANDIRDIĞI YEREL DEVLETLERİ/BİREYLERİ DİLEDİĞİ GİBİ YÖNETEBİLMEK..
KAR DÜRTÜSÜNÜ MANÜPLASYON ARACI OLARAK KULLANMAK..
(Günümüzde sistem; Amerika’da büyük bankerlerin paralarını yatırdığı; dev bir ÖZEL SEKTÖR bankası olan FED’ yatırdıkları yani borç verdikleri paranın KREDİ OLARAK gerek ABD gerekse Türkiye Cumhuriyeti dahil bütün ülkeler BAĞIMSIZ MERKEZ BANKALARI’na verdiği KREDİLER DOĞRULTUSUNDA YÜRÜMEKTEDİR..)
KARLILIK AMAÇLI DEĞİL STATÜKONUN MUHAFAZASI VE YÜZ YIL PERSPEKTİFLİ POLİTİKALARI DOĞRULTUSUNDA DEĞİŞTİRMEK..
ÜRERİMİ;
“BİRİKMİŞ EMEK MİKTARI OLAN BİLİŞİM – İLETİŞİMN TEKNOLOJİSİ İLE”
EMEK YOĞUN OLMAKTAN ÇIKARMAK..
KOL EMEĞİNİ; HİZMETLER SEKTÖRÜNE VE GEÇİCİ İŞLERE YÖNELTEREK “SANAYİ ÜRETİMİ”NDEN KOPARMAK..
BİREYİ TAŞINABİLİR META ÜRETİMİNDEN KOPARARAK ÜRETİME YABANCILAŞTIRMAK..
ARTI DEĞER OLUŞUMUNUN TARİFİNİ ORTADAN KALDIRMAYA YÖNELİK DÜNYA GENELİNDE POLİTİKALAR İZLEMEK..
BİLİŞİM TEKNOLOJİSİNİN BÜTÜN İNSANLIĞIN “KÖLECİ TOPLUM”DAN BAŞLAYARAK;
“BİRİKMİŞ EMEK MİKTARI – YÜZYILLARDIR ELKONULAN ARTI DEĞERİN TOPLAMI” OLDUĞUNUN KAVRANMASINI ENGELLEMEK..
TABİİ BUNUN BÜTÜN İNSANLIĞIN KOLLEKTİF MÜLKİYETİNDE OLDUĞUNUN KAVRANMASINI DA…
“BORÇ İLE YAŞAMAK VE MOTİVASYONU BORÇ ÖDEMEK”TEN VE BORÇLA TÜKETİMDEN BAŞKA BİR ŞEY OLMAYAN BİREYLER” YARATMAK.. (Devletler gibi)
GELİNEN TEKNOLOJİ YOĞUN İŞLETMELERDE İŞ GÜNLERİNİ KISALTARAK VARDİYA SAYISINI ARTIRMAK YERİNE ”OPTİK GÖZ/ROBOTİK ÜRETİM”E EĞİTİLMİŞ BEYİN EMEĞİNİ/BİREYİ KATMAMAMAK…
KISMEN VEYA TAMAMEN ÜRETİM DIŞI KALAN EMEĞİ GEÇİCİ İŞLERDE İSTİHDAM EDERKEN; “İANE” İLE MİNİMUM DÜZEYDE BESLERKEN; “İŞ BULMA VE SADECE BU GÜNÜ YAŞAMA” DERDİNDEN BAŞKA BİR DERDİ OLMAYAN VE BU NEDENLE “POLİTİKA ÜRETME” FAALİYETİNE KATILAMAYAN/KATILAYAN HATTA KATILMAKTAN KORKAN BİREYLER ÜRETMEK..
YERELDEKİ YÖNETİMİ TAM KONTROL ALTINA ALMAYA ÇALIŞAN BELKİ DE YÜZ/ELLİ/YİRMİBEŞ YILLIK PERSPEKTİFTE VE HER AN BU AMAÇ DOĞRULTUSUNDA “GÜNLÜK” SPONTAN GELİŞMELERE GÖRE HER AN REVİZE EDİLEBİLEN GÜNLÜK AMA HEDEFE GİDİŞİ YADSIMAYAN POLİTİKALAR ÜRETMEK..
BU GLOBALİST POLİTİKALARIN KARŞITI OLAN YERELDE BİREYİN;
(YIĞINSAL ÇOĞUNLUĞU) “ATIL YETİŞMİŞ BEYİN EMEĞİ”NİN; ENTERNASYONALİST BAZDA AMA YERELDE ÖRGÜTLENMESİ GEREKTİĞİNİN MÜMKÜN OLDUĞU KADAR “GEÇ” FARKEDİLMESİNİ SAĞLAYACAK “GÜVEN” DUYDUĞU VE ESKİ TARİHLERDEKİ “BU GÜN İÇİN TESPİT EDİP HAZIRLADIĞI” KALEMŞÖRLERİ
(ESKİNİN LİDERLERİNİ);
“ZAMANI GELDİĞİNDE” DEVREYE SOKMAK..
Şimdi yukarıdaki tespitler doğrultusunda Sayın Dicleli’nin; yine tümü altta yer alan yazısından yaptığım alıntıları VE SONRA YAZISININ TÜMÜNÜ okumanızı rica ediyorum..
“Ama her durumda elimizde bilimsel temellere sahip bir proje vardı.”
onu değiştirmenin yolunu da ortaya koyabiliyorduk. Ve bu temelde insanlar bize katıldıkça coşkumuz, gücümüz ve etkimiz artıyordu.
Şunu artık kabul etmeliyiz: Kapitalizmin evrimi üretici güçlerin gelişmesinin üretim ilişkileri (hukuki ifadesi üretim araçlarının özel mülkiyeti) tarafından engellendiği bir duruma yol açmadı.
Yaşadığımız bir eylem-öğrenmeydi, eylem içinde toplumsal gerçeklerle yüzleşerek daha iyisini aramaya başlıyorduk.
Şimdi ben, bugün “sosyalizm 19 ve 20. yüzyıllara özgü bir fikir olarak kalmaya mahkûm gibi görünüyor” derken ………..
Temel savım, 21. yüzyıl koşullarında, eskisine benzer, bir ölçüde olsun inandırıcı bir “sosyalizm projesi” çizmenin artık mümkün olmaktan çıkmış olmasıdır.
Beklenti şöyleydi: Kapitalist toplumun yıkılması (ya da aşılması) bu ikisi arasındaki çelişkinin keskinleşmesiyle, burjuvazinin (üretim ilişkileri tarafı) işçi sınıfı(üretici güçler tarafı) tarafından saf dışı edilmesiyle gerçekleşecek ve yerine üretici güçlerin özgürce gelişimini mümkün kılacak sosyalizm kurulacaktı.
Daha düne kadar ana akım; azami kâr ya da hissedar değeri arayışına ve serbest piyasa mutlaklaştırmasına dayalı neoliberal iktisat; ABD hegemonyası; petrol, silah ve finans sektörlerinin başatlığındaki sanayi kapitalizmi ve sosyal varlığın ve doğanın tahribine dayalı değer üretimiydi.
******************************
Niçin artık sosyalist olunmaz ya da kapitalizmin alternatifi kendi bağrında yeşeriyor
Nedense bazı arkadaşlar kendilerine niçin sosyalist demeye devam ettiklerini açıklamaya başladılar birden. Biz sosyalistiz, çünkü kapitalizm bir baskı ve sömürü düzenidir, özgürlük ve eşitliğe imkân vermez diyorlar ve devamla insanların eşit ve özgür yaşayacağı bir toplum, sömürünün her türlüsünün ortadan kalmasını sağlayacak bir düzen olarak sosyalizme inanmaya devam ettiklerini belirtiyorlar. Söylenen şu: 40-50 yıl önce sosyalist olmaya karar verdiğimizde genel olarak temel koşullar neyse bugün de büyük ölçüde öyle, onun için görüşümüzü değiştirmemize gerek yok. Biz Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyetinde uygulanan sosyalizmi zaten savunmuyorduk, o nedenle onların iflas etmiş olması bizim sosyalistliğimizi lekelemez. Önemli olan sosyalist değerlerdirve kapitalizm bunlara karşıdır, ama bu değerler insanlık için hâlâ kıymetlidir.
Bu görüşlerin hiçbirini tartışacak değilim. Tartışmak istediğim şu: Biz 1960’ların ortalarında ya da izleyen yıllarda sosyalist olmaya karar verdiğimizde, coşkumuzu ve gücümüzü nereden alıyorduk? Sadece mevcut düzenin adaletsiz olmasından mı? Ahlaken sömürüye ve baskıya karşı olmamızdan mı? Yoksa bizi o yola çeken başka şeyler de mi vardı? Birinci olarak, işçi sendikalarında, aydınlarda, üniversite öğrencilerinde, orta sınıfların değişik kesimlerinde başlayan düzen karşıtı bir hareketlenme vardı. Toplumdaki mevcut ana akım gelişmeden ayrılmalar şeklindeki bu hareketlenmeydi asıl o zamanki ruh halimizi etkileyen. Yaşadığımız bir eylem-öğrenmeydi, eylem içinde toplumsal gerçeklerle yüzleşerek daha iyisini aramaya başlıyorduk.
Ama coşkumuzun asıl kaynağı, bizleri büyük fedakârlıklara yönelten başlıca itici kuvvet daha iyisini nasıl yapacağımızı bilmekten geliyordu. Ünlü 11. Tezdeki, asıl önemli olan dünyayı açıklamak değil, değiştirmektir şeklindeki o büyüleyici sözün verdiği eşsiz kuvvetti bizleri göklere uçuran. Mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi, üretim araçlarının özel mülkiyetinin toplumsallaştırılması ve merkezi planlamayla herkesten yeteneği kadar alınıp herkese ihtiyacı kadar verilmesiyle sahici özgürlük ve eşitliğin temelleri inşa edilebilecekti. Hepimizin inandığı sosyalizm buydu. Kimimiz buraya Sovyetler Birliği’nin desteğiyle, kimimiz Çin Komünist Partisi’nin ya da Latin Amerika gerillalarının yolunu izleyerek, kimimiz de bu “lekeli” yollar yerine saf teorinin yolunda varabileceğimizi düşünüyorduk. Devrimci subaylarla işbirliği içinde bunun mümkün olacağına inananlarımız da vardı. Kimimiz silahlı mücadeleye umut bağlarken, kimimiz barışçı demokratik yolları savunuyorduk. Ama her durumda elimizde bilimsel temellere sahip bir proje vardı.
İnsanlara kapitalizm kötüdür derken, peki yerine ne öneriyorsunuz dediklerinde, bu projemizi sunabiliyorduk. Kapitalizmin kötülüklerini açıklamakla yetinmiyor onu değiştirmenin yolunu da ortaya koyabiliyorduk. Ve bu temelde insanlar bize katıldıkça coşkumuz, gücümüz ve etkimiz artıyordu.
*Şimdi ben, bugün “sosyalizm 19 ve 20. yüzyıllara özgü bir fikir olarak kalmaya mahkûm gibi görünüyor” derken, bunu hiç de “reel sosyalizm çöktü, o yüzden sosyalizm artık savunulamaz” gibi bir gerekçeye dayandırmıyorum. Temel savım, 21. yüzyıl koşullarında, eskisine benzer, bir ölçüde olsun inandırıcı bir “sosyalizm projesi” çizmenin artık mümkün olmaktan çıkmış olmasıdır.
Birçok arkadaş bugün eski sosyalizm projesinin proletarya diktatörlüğü, üretim araçlarının mülkiyetinin kamulaştırılması, piyasaların tasfiyesi, merkezi planlama vb. gibi öğelerinin savunulmasının mümkün olmadığını (ya da çevre ve kadın sorunu gibi küresel sorunların çözümünün sosyalizm projesini aştığını) kabul ediyor, ama gene de içi iyiden iyiye boşalmış bir “sosyalist toplum” fikrinde ısrar ediyor. Herhalde tersi durumda kapitalizmi kabul eder duruma düşeceklerinden endişe ediyorlar.
Bu tutum arayışı önlüyor. İnsanlık için hâlâ kıymetli olan değerlerimizi bugün nasıl savunacağımız sorusuna yanıt (ya da yanıtlar) aramayı, hep birlikte ve başka ülkelerdeki benzerlerimizle birlikte aramayı önlüyor.
Şunu artık kabul etmeliyiz: Kapitalizmin evrimi üretici güçlerin gelişmesinin üretim ilişkileri (hukuki ifadesi üretim araçlarının özel mülkiyeti) tarafından engellendiği bir duruma yol açmadı.***** Beklenti şöyleydi: Kapitalist toplumun yıkılması(ya da aşılması) bu ikisi arasındaki çelişkinin keskinleşmesiyle, burjuvazinin (üretim ilişkileri tarafı) işçi sınıfı(üretici güçler tarafı) tarafından saf dışı edilmesiyle gerçekleşecek ve yerine üretici güçlerin özgürce gelişimini mümkün kılacak sosyalizm kurulacaktı.
Bugün, özellikle bilgi ekonomisine (Teknolojisine demek daha doğru gibi) geçilmesiyle, üretici güçlerin sınırsızca gelişmeye devam ettiğini ve bunun için de gerektiğinde kendilerine uygun yeni mülkiyet (ya da şirket)biçimleri bulabildiklerini görüyoruz. Burjuvazi-işçi sınıfı çelişkisi keskinleşmiyor! Buna karşılık mevcut haliyle kapitalizm tüm toplumla ve doğayla giderek keskinleşen bir çelişki içinde. Son kriz ortamında bu bütün çıplaklığıyla gözler önüne serildi.
Peki, yanıtı nerede arayacağız? Kitaplarda, teorilerde değil elbette. Gene 50 yıl önce bulduğumuz yerde: Toplumdaki mevcut ana akım gelişmeden ayrılmalar şeklindeki hareketlenmeler içinde. Çünkü tarihte bütün dönüştürücü hareketler mevcut ana akım gelişmeden ayrılmalar şeklinde ortaya çıkmış ve gelişerek başat gelişme haline gelmiştir.
***Daha düne kadar ana akım; azami kâr ya da hissedar değeri arayışına ve serbest piyasa mutlaklaştırmasına dayalı neoliberal iktisat; ABD hegemonyası; petrol, silah ve finans sektörlerinin başatlığındaki sanayi kapitalizmi ve sosyal varlığın ve doğanın tahribine dayalı değer üretimiydi.
Bugün her alanda bütün bunlardan ayrılan hareketlenmelere tanık oluyoruz. Finansal piyasalarda yaklaşık üç yıldır süren büyük altüstlükler ve son aylarda neredeyse tüm Avrupa’yı saran borç krizinin eklenmesiyle bugün iş çevreleri de dahil tüm dünyada şöyle bir soru gündeme geliyor: Finans sisteminin tüm güvenilirliğini kaybettiği, şirket liderlerine olan güven büyük ölçüde sarsıldığı koşullarda, kapitalizmde de bir şeylerin değişmesi gerekmiyor mu? 2011 boyunca “21. yüzyıla uygun bir kapitalizm nasıl olabilir?” sorusu Avrupa ve Amerika’da birçok panel ve sempozyumun konusunu oluşturdu. “Sürdürülebilir Kapitalizm”, “Yeşil Kapitalizm”, “Yapıcı Kapitalizm”, Sosyal Paydaş Kapitalizmi” ve “Kapitalizm 2.0”, “Paylaşılan Değer” gibi kavramlaştırmaları temel alan kitaplar yayınlandı.
Öte yandan dünya güç dağılımında devasa tektonik tabakalar yer değiştiriyor. Doğudan, özellikle Çin’den tüm dünyaya yeni etkiler yayılıyor. Farklı bir ekonomi anlayışı güç kazanıyor. Bir yandan da bilgi ekonomisi ve dijitalleşme ile açık kaynak hareketleri yaygınlaşıyor. Kısa vadeli azami kâr arayışı ile sürdürülebilirliğin uyuşmazlığı belirginleşiyor. Sosyal işletmeler, kâr değil yarar üretmeyi başa alan şirketler kuruluyor. Melez biçimler boy atıyor. Yatay medya ve mobil iletişimin yaygınlaşmasıyla çok çeşitli yeni sosyal hareketler ortaya çıkıyor.
Şurası kesin: Toplum bugün nasıl ve hangi yoldan değişiyorsa, onu daha iyiye doğru değiştirmenin yolu da öyle olmak durumundadır. Bugün her alanda geçmiştekinden farklı yeni bir değişim yolunun belirginleşmekte olduğunu görmeliyiz.
Şu fikri ileri sürmek istiyorum: Kapitalizmin alternatifi bugün kendi bağrında yeşeriyor. Şimdi soru bu dönüşümü insanlığın kıymet verdiği değerler doğrultusunda etkilemek.
Bunun için bizlerin bir adım daha atabilmesi gerekiyor. Şunu demek istiyorum. Vaktiyle, devlet bizler için sadece egemen güçlerin baskı aracıydı; kapitalizmde demokrasi ancak burjuva demokrasisi olabilirdi, bizim için amaç değil bir araçtan ibaretti. 1980’lerden sonra yavaş yavaş demokrasinin kendi başına uğruna mücadele edilebilir bir değer olduğunu, gelişen dünyada kapitalizm koşullarında da geniş bir demokrasinin mümkün olabileceğini görmeye başladık. Bu sayede demokrasi mücadelesinde aktif yer aldık ve Türkiye’de demokrasinin gelişmesine az da olsa ciddi bir katkımız oldu ve olmaya devam ediyor. Şimdi aynı şekilde sosyal idealler ve insani değerler için kapitalizm altında da bir dönüşümün mümkün olabileceğini, dün sosyalizmde gerçekleşeceğine inandığımız birçok şeyin kapitalizmin kendi içinde dönüşmesiyle gerçekleşebileceğini görmemiz gerekiyor.
Peki, nasıl? Kapitalizm nasıl radikal bir dönüşüm geçirebilir? Bunun için önce onun temel inançlarının, sistemin önkoşullarını oluşturan varsayımlarının, koordinatlarının değişmesi gerekecektir.
Örneğin, batı dünyasının en önde gelen strateji düşünürlerinden biri olan Londra İşletme Okulundan Gary Hamel, kapitalizmin değişmesi gereken temel inançlarını (ve parantez içinde de bunların nasıl değişmesi gerektiğini) şöyle özetliyor:
• Bir işletmenin en önemli amacı para kazanmaktır (oysa ekonomik açıdan verimli yollardan insan esenliğini iyileştirmek olmalıdır).
• Şirket liderleri eylemlerinin sadece ani etkilerinden makul şekilde sorumlu tutulabilirler (oysa büyüme ve kârlılık gibi tek amaçlı arayışlarının ikinci ve üçüncü derece sonuçlarından da sorumlu tutulmalıdırlar).
• Şirket yöneticileri kısa vadeli kazanç performansları esas alınarak değerlendirilmeli ve ücretlendirilmelidir (oysa uzun vadeli değer yaratımı esas alınarak değerlendirilmeli ve ücretlendirilmelidir).
• “Marka” pazarlama dolarlarıyla inşa edilir (doğrusu firmanın tüm bileşenlerinin sosyal çabalarıyla olmalıdır).
• Firmanın “müşterileri” ürünlerini alan insanlardır (oysa onun eylemlerinden tüm etkilenenler müşteri kabul edilmelidir).
• Bir şirketin müşteri bilgisizliğini istismar ederek ya da müşteri tercihini kısıtlayarak kâr etmesi meşrudur (değildir).
• Müşteriler sadece bir ürünün performansını ve maliyetini önemser (oysa o ürünün imalatında ve satışında saygı gösterilen ya da kötüye kullanılan değerleri de önemsemelidirler).
• Müşteriler nihai kullanıcılardır (aslında değer yaratımı ve değer paylaşımı çalışmasının tam partnerleridir).
• Göz ardı edilen, kullanılan, kilitlenen, kandırılan ya da yalan söylenen müşteriler gizli gizli öfke beslerler (tam tersine diğer mağdurlarla güç birliği yaparak zorbaları alenen suçlarlar).
• Bir şirket piyasa gücünü ve siyasi desteği çığır açıcı bir teknolojiyi engellemek ya da yeni ve alışılmadık bir rakibi alt etmek için başarıyla kullanabilir (kullanılmamalıdır).
• Çalışanlar önce insan kaynakları, sonra insandır(sadece insandır).
• İş yaşamı avantaj, odak, farklılaşma, üstünlük ve mükemmellik demektir (aynı zamanda aşk, neşe, onur, güzellik ve adalet olmalıdır).
Bu görüşlere başkaları eklenebilir, değişik öneriler yapılabilir. Önemli olan nereden başlayacağımızı belirlemektir. Açıktır ki, bireylerin devredilemez, doğal hakları varken şirketlerin böyle hakları yoktur. Toplum şirketlerden dilediğini isteyebilir. Elbette, şirketler her toplumsal sorunu çözemez ya da her türlü toplumsal faydayı sağlayamaz, bunun için sosyal katılım, çok yönlü işbirliği ve kamusal katkı gerekir.
Sistemin temel varsayımlarının değişmesiyle, kendi kendini örgütleyen ve uyarlayan bu karmaşık sistem büyük ölçüde bu yeni varsayımlardan alacağı geribildirimlerle işlemeye başlayacaktır.
Bunu şuna da benzetebiliriz. Psikanalizde doktor hastasıyla konuşup onun bilinçaltını açığa çıkarak sonuçta kişinin kendi hikâyesini anlatışını yeniden yönlendirir; kişi hikâyesinin yeni anlatım biçimiyle artık hasta değildir. Şimdi sosyal eleştiriyle kapitalizmin “bilinçaltını”, sistemin kendiliğinden işleyişini açığa çıkarılıp onun hikâyesini yeniden, yapıcı bir şekilde anlatmasına, toplumun tercihlerini ve kendimiz, sosyal dünya ve gelecek hakkında düşünme çerçevesini yeniden belirlemesine yardımcı olabiliriz.
O zaman belki yeni kuşaklar 1960’lar, 70’lerdekine benzer bir coşku ve azmi yakalayabilir. Tahrir deneyimi bunun mümkün olabileceğini gösteriyor.
Nedense bazı arkadaşlar kendilerine niçin sosyalist demeye devam ettiklerini açıklamaya başladılar birden. Biz sosyalistiz, çünkü kapitalizm bir baskı ve sömürü düzenidir, özgürlük ve eşitliğe imkân vermez diyorlar ve devamla insanların eşit ve özgür yaşayacağı bir toplum, sömürünün her türlüsünün ortadan kalmasını sağlayacak bir düzen olarak sosyalizme inanmaya devam ettiklerini belirtiyorlar. Söylenen şu: 40-50 yıl önce sosyalist olmaya karar verdiğimizde genel olarak temel koşullar neyse bugün de büyük ölçüde öyle, onun için görüşümüzü değiştirmemize gerek yok. Biz Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyetinde uygulanan sosyalizmi zaten savunmuyorduk, o nedenle onların iflas etmiş olması bizim sosyalistliğimizi lekelemez. Önemli olan sosyalist değerlerdirve kapitalizm bunlara karşıdır, ama bu değerler insanlık için hâlâ kıymetlidir.
Bu görüşlerin hiçbirini tartışacak değilim. Tartışmak istediğim şu: Biz 1960’ların ortalarında ya da izleyen yıllarda sosyalist olmaya karar verdiğimizde, coşkumuzu ve gücümüzü nereden alıyorduk? Sadece mevcut düzenin adaletsiz olmasından mı? Ahlaken sömürüye ve baskıya karşı olmamızdan mı? Yoksa bizi o yola çeken başka şeyler de mi vardı? Birinci olarak, işçi sendikalarında, aydınlarda, üniversite öğrencilerinde, orta sınıfların değişik kesimlerinde başlayan düzen karşıtı bir hareketlenme vardı. Toplumdaki mevcut ana akım gelişmeden ayrılmalar şeklindeki bu hareketlenmeydi asıl o zamanki ruh halimizi etkileyen. Yaşadığımız bir eylem-öğrenmeydi, eylem içinde toplumsal gerçeklerle yüzleşerek daha iyisini aramaya başlıyorduk.
Ama coşkumuzun asıl kaynağı, bizleri büyük fedakârlıklara yönelten başlıca itici kuvvet daha iyisini nasıl yapacağımızı bilmekten geliyordu. Ünlü 11. Tezdeki, asıl önemli olan dünyayı açıklamak değil, değiştirmektir şeklindeki o büyüleyici sözün verdiği eşsiz kuvvetti bizleri göklere uçuran. Mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi, üretim araçlarının özel mülkiyetinin toplumsallaştırılması ve merkezi planlamayla herkesten yeteneği kadar alınıp herkese ihtiyacı kadar verilmesiyle sahici özgürlük ve eşitliğin temelleri inşa edilebilecekti. Hepimizin inandığı sosyalizm buydu. Kimimiz buraya Sovyetler Birliği’nin desteğiyle, kimimiz Çin Komünist Partisi’nin ya da Latin Amerika gerillalarının yolunu izleyerek, kimimiz de bu “lekeli” yollar yerine saf teorinin yolunda varabileceğimizi düşünüyorduk. Devrimci subaylarla işbirliği içinde bunun mümkün olacağına inananlarımız da vardı. Kimimiz silahlı mücadeleye umut bağlarken, kimimiz barışçı demokratik yolları savunuyorduk. Ama her durumda elimizde bilimsel temellere sahip bir proje vardı.
İnsanlara kapitalizm kötüdür derken, peki yerine ne öneriyorsunuz dediklerinde, bu projemizi sunabiliyorduk. Kapitalizmin kötülüklerini açıklamakla yetinmiyor onu değiştirmenin yolunu da ortaya koyabiliyorduk. Ve bu temelde insanlar bize katıldıkça coşkumuz, gücümüz ve etkimiz artıyordu.
*Şimdi ben, bugün “sosyalizm 19 ve 20. yüzyıllara özgü bir fikir olarak kalmaya mahkûm gibi görünüyor” derken, bunu hiç de “reel sosyalizm çöktü, o yüzden sosyalizm artık savunulamaz” gibi bir gerekçeye dayandırmıyorum. Temel savım, 21. yüzyıl koşullarında, eskisine benzer, bir ölçüde olsun inandırıcı bir “sosyalizm projesi” çizmenin artık mümkün olmaktan çıkmış olmasıdır.
Birçok arkadaş bugün eski sosyalizm projesinin proletarya diktatörlüğü, üretim araçlarının mülkiyetinin kamulaştırılması, piyasaların tasfiyesi, merkezi planlama vb. gibi öğelerinin savunulmasının mümkün olmadığını (ya da çevre ve kadın sorunu gibi küresel sorunların çözümünün sosyalizm projesini aştığını) kabul ediyor, ama gene de içi iyiden iyiye boşalmış bir “sosyalist toplum” fikrinde ısrar ediyor. Herhalde tersi durumda kapitalizmi kabul eder duruma düşeceklerinden endişe ediyorlar.
Bu tutum arayışı önlüyor. İnsanlık için hâlâ kıymetli olan değerlerimizi bugün nasıl savunacağımız sorusuna yanıt (ya da yanıtlar) aramayı, hep birlikte ve başka ülkelerdeki benzerlerimizle birlikte aramayı önlüyor.
Şunu artık kabul etmeliyiz: Kapitalizmin evrimi üretici güçlerin gelişmesinin üretim ilişkileri (hukuki ifadesi üretim araçlarının özel mülkiyeti) tarafından engellendiği bir duruma yol açmadı.***** Beklenti şöyleydi: Kapitalist toplumun yıkılması(ya da aşılması) bu ikisi arasındaki çelişkinin keskinleşmesiyle, burjuvazinin (üretim ilişkileri tarafı) işçi sınıfı(üretici güçler tarafı) tarafından saf dışı edilmesiyle gerçekleşecek ve yerine üretici güçlerin özgürce gelişimini mümkün kılacak sosyalizm kurulacaktı.
Bugün, özellikle bilgi ekonomisine (Teknolojisine demek daha doğru gibi) geçilmesiyle, üretici güçlerin sınırsızca gelişmeye devam ettiğini ve bunun için de gerektiğinde kendilerine uygun yeni mülkiyet (ya da şirket)biçimleri bulabildiklerini görüyoruz. Burjuvazi-işçi sınıfı çelişkisi keskinleşmiyor! Buna karşılık mevcut haliyle kapitalizm tüm toplumla ve doğayla giderek keskinleşen bir çelişki içinde. Son kriz ortamında bu bütün çıplaklığıyla gözler önüne serildi.
Peki, yanıtı nerede arayacağız? Kitaplarda, teorilerde değil elbette. Gene 50 yıl önce bulduğumuz yerde: Toplumdaki mevcut ana akım gelişmeden ayrılmalar şeklindeki hareketlenmeler içinde. Çünkü tarihte bütün dönüştürücü hareketler mevcut ana akım gelişmeden ayrılmalar şeklinde ortaya çıkmış ve gelişerek başat gelişme haline gelmiştir.
***Daha düne kadar ana akım; azami kâr ya da hissedar değeri arayışına ve serbest piyasa mutlaklaştırmasına dayalı neoliberal iktisat; ABD hegemonyası; petrol, silah ve finans sektörlerinin başatlığındaki sanayi kapitalizmi ve sosyal varlığın ve doğanın tahribine dayalı değer üretimiydi.
Bugün her alanda bütün bunlardan ayrılan hareketlenmelere tanık oluyoruz. Finansal piyasalarda yaklaşık üç yıldır süren büyük altüstlükler ve son aylarda neredeyse tüm Avrupa’yı saran borç krizinin eklenmesiyle bugün iş çevreleri de dahil tüm dünyada şöyle bir soru gündeme geliyor: Finans sisteminin tüm güvenilirliğini kaybettiği, şirket liderlerine olan güven büyük ölçüde sarsıldığı koşullarda, kapitalizmde de bir şeylerin değişmesi gerekmiyor mu? 2011 boyunca “21. yüzyıla uygun bir kapitalizm nasıl olabilir?” sorusu Avrupa ve Amerika’da birçok panel ve sempozyumun konusunu oluşturdu. “Sürdürülebilir Kapitalizm”, “Yeşil Kapitalizm”, “Yapıcı Kapitalizm”, Sosyal Paydaş Kapitalizmi” ve “Kapitalizm 2.0”, “Paylaşılan Değer” gibi kavramlaştırmaları temel alan kitaplar yayınlandı.
Öte yandan dünya güç dağılımında devasa tektonik tabakalar yer değiştiriyor. Doğudan, özellikle Çin’den tüm dünyaya yeni etkiler yayılıyor. Farklı bir ekonomi anlayışı güç kazanıyor. Bir yandan da bilgi ekonomisi ve dijitalleşme ile açık kaynak hareketleri yaygınlaşıyor. Kısa vadeli azami kâr arayışı ile sürdürülebilirliğin uyuşmazlığı belirginleşiyor. Sosyal işletmeler, kâr değil yarar üretmeyi başa alan şirketler kuruluyor. Melez biçimler boy atıyor. Yatay medya ve mobil iletişimin yaygınlaşmasıyla çok çeşitli yeni sosyal hareketler ortaya çıkıyor.
Şurası kesin: Toplum bugün nasıl ve hangi yoldan değişiyorsa, onu daha iyiye doğru değiştirmenin yolu da öyle olmak durumundadır. Bugün her alanda geçmiştekinden farklı yeni bir değişim yolunun belirginleşmekte olduğunu görmeliyiz.
Şu fikri ileri sürmek istiyorum: Kapitalizmin alternatifi bugün kendi bağrında yeşeriyor. Şimdi soru bu dönüşümü insanlığın kıymet verdiği değerler doğrultusunda etkilemek.
Bunun için bizlerin bir adım daha atabilmesi gerekiyor. Şunu demek istiyorum. Vaktiyle, devlet bizler için sadece egemen güçlerin baskı aracıydı; kapitalizmde demokrasi ancak burjuva demokrasisi olabilirdi, bizim için amaç değil bir araçtan ibaretti. 1980’lerden sonra yavaş yavaş demokrasinin kendi başına uğruna mücadele edilebilir bir değer olduğunu, gelişen dünyada kapitalizm koşullarında da geniş bir demokrasinin mümkün olabileceğini görmeye başladık. Bu sayede demokrasi mücadelesinde aktif yer aldık ve Türkiye’de demokrasinin gelişmesine az da olsa ciddi bir katkımız oldu ve olmaya devam ediyor. Şimdi aynı şekilde sosyal idealler ve insani değerler için kapitalizm altında da bir dönüşümün mümkün olabileceğini, dün sosyalizmde gerçekleşeceğine inandığımız birçok şeyin kapitalizmin kendi içinde dönüşmesiyle gerçekleşebileceğini görmemiz gerekiyor.
Peki, nasıl? Kapitalizm nasıl radikal bir dönüşüm geçirebilir? Bunun için önce onun temel inançlarının, sistemin önkoşullarını oluşturan varsayımlarının, koordinatlarının değişmesi gerekecektir.
Örneğin, batı dünyasının en önde gelen strateji düşünürlerinden biri olan Londra İşletme Okulundan Gary Hamel, kapitalizmin değişmesi gereken temel inançlarını (ve parantez içinde de bunların nasıl değişmesi gerektiğini) şöyle özetliyor:
• Bir işletmenin en önemli amacı para kazanmaktır (oysa ekonomik açıdan verimli yollardan insan esenliğini iyileştirmek olmalıdır).
• Şirket liderleri eylemlerinin sadece ani etkilerinden makul şekilde sorumlu tutulabilirler (oysa büyüme ve kârlılık gibi tek amaçlı arayışlarının ikinci ve üçüncü derece sonuçlarından da sorumlu tutulmalıdırlar).
• Şirket yöneticileri kısa vadeli kazanç performansları esas alınarak değerlendirilmeli ve ücretlendirilmelidir (oysa uzun vadeli değer yaratımı esas alınarak değerlendirilmeli ve ücretlendirilmelidir).
• “Marka” pazarlama dolarlarıyla inşa edilir (doğrusu firmanın tüm bileşenlerinin sosyal çabalarıyla olmalıdır).
• Firmanın “müşterileri” ürünlerini alan insanlardır (oysa onun eylemlerinden tüm etkilenenler müşteri kabul edilmelidir).
• Bir şirketin müşteri bilgisizliğini istismar ederek ya da müşteri tercihini kısıtlayarak kâr etmesi meşrudur (değildir).
• Müşteriler sadece bir ürünün performansını ve maliyetini önemser (oysa o ürünün imalatında ve satışında saygı gösterilen ya da kötüye kullanılan değerleri de önemsemelidirler).
• Müşteriler nihai kullanıcılardır (aslında değer yaratımı ve değer paylaşımı çalışmasının tam partnerleridir).
• Göz ardı edilen, kullanılan, kilitlenen, kandırılan ya da yalan söylenen müşteriler gizli gizli öfke beslerler (tam tersine diğer mağdurlarla güç birliği yaparak zorbaları alenen suçlarlar).
• Bir şirket piyasa gücünü ve siyasi desteği çığır açıcı bir teknolojiyi engellemek ya da yeni ve alışılmadık bir rakibi alt etmek için başarıyla kullanabilir (kullanılmamalıdır).
• Çalışanlar önce insan kaynakları, sonra insandır(sadece insandır).
• İş yaşamı avantaj, odak, farklılaşma, üstünlük ve mükemmellik demektir (aynı zamanda aşk, neşe, onur, güzellik ve adalet olmalıdır).
Bu görüşlere başkaları eklenebilir, değişik öneriler yapılabilir. Önemli olan nereden başlayacağımızı belirlemektir. Açıktır ki, bireylerin devredilemez, doğal hakları varken şirketlerin böyle hakları yoktur. Toplum şirketlerden dilediğini isteyebilir. Elbette, şirketler her toplumsal sorunu çözemez ya da her türlü toplumsal faydayı sağlayamaz, bunun için sosyal katılım, çok yönlü işbirliği ve kamusal katkı gerekir.
Sistemin temel varsayımlarının değişmesiyle, kendi kendini örgütleyen ve uyarlayan bu karmaşık sistem büyük ölçüde bu yeni varsayımlardan alacağı geribildirimlerle işlemeye başlayacaktır.
Bunu şuna da benzetebiliriz. Psikanalizde doktor hastasıyla konuşup onun bilinçaltını açığa çıkarak sonuçta kişinin kendi hikâyesini anlatışını yeniden yönlendirir; kişi hikâyesinin yeni anlatım biçimiyle artık hasta değildir. Şimdi sosyal eleştiriyle kapitalizmin “bilinçaltını”, sistemin kendiliğinden işleyişini açığa çıkarılıp onun hikâyesini yeniden, yapıcı bir şekilde anlatmasına, toplumun tercihlerini ve kendimiz, sosyal dünya ve gelecek hakkında düşünme çerçevesini yeniden belirlemesine yardımcı olabiliriz.
O zaman belki yeni kuşaklar 1960’lar, 70’lerdekine benzer bir coşku ve azmi yakalayabilir. Tahrir deneyimi bunun mümkün olabileceğini gösteriyor.
Sayın DİCLELİ şunu bilmesi gereken üst düzey eğitimden geçmiş bir “aydın” hatta “entelektüel” olarak “DİALEKTİK DÜŞÜNMESİ OTOMATİK OLANLARIN BİR DAHA GERİ DÖNÜM FORMAL MANTIĞI BIRAKIN DETERMİNİST MANTIĞI BİLE AŞMIŞ olarak yazdıklarını bir daha gözden geçirmelidir diye düşünüyorum efendim..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder