10 Ocak 2012 Salı

'Devrimler Çağı Bitti Diyenlerin Tarihin Çöplüğüne Atılma Zamanı Gelmiştir'

Oğuzhan Müftüoğlu (2)  04/01/2012   Muhalefet
Referandum ve seçimlerde AKP'yi destekleyen sol liberal kesimlerden de son dönemde artan baskılar karşısında 'AKP, Kopenhag Kriterlerini terk etti, Ankara Kriterlerine geri döndü' türünden değerlendirmeler yapılıyor. (Seçimlerin ardından sizin BirGün'deki 'Bu Abluka Dağıtılacak' yazınızda kullandığınız 'sömürge tipi demokrasi' kavramı, Ahmet İnsel tarafından eleştirilmişti. İnsel, şimdi 'AKP'nin otoriterizminden' dem vuruyor.)
Referandum sırasında AKP’nin gönüllü destekçiliğini yapan “yetmez ama evet” savunucuları için şimdi artık söylenecek fazla bir şey yok. Bence mesela Ahmet İnsel gibiler artık “emekli” olmalı! Çünkü onların istedikleri ileri ve sivil demokrasi tastamam gerçekleşmiş sayılır, yani  arkadaşların “misyonları” tamamlandı! 

Şimdi AKP iktidarının daha açık ve daha yoğun baskı politikalarına yönelmesinde bu çevrelerin de önemli bir sorumluluğu ve katkısı var. Referandum’a sunulan anayasa değişikliğinin yargıyı bütünüyle kontrol altına almak şeklindeki amaçları sadece sosyalist ve devrimci çevrelerce değil, ülkenin bütün aklı başında insanları tarafından bile açıkça ortaya konulmuşken, onlar “hükümetin elini güçlendirelim, darbecilerden daha iyi hesap sorsun, militarizm tasfiye edilsin, ülke sivilleşsin” türünden safdil gerekçelerle iktidara destek oldular. Sadece iktidara destek olmakla da yetinmediler, bütün devrimci muhalefet güçlerini “darbeci ulusalcı” diye yaftalamaktan da çekinmediler. O sıralarda “bu yaptıklarından dolayı bir gün utanacaklar” diye yazmıştım. Şimdi ortalıktaki bunca rezillik yaşanıyorken onların bu durumdan şikayetçi olmaya hiç hakları yok.
Burada referandumda uygulanan boykot politikaları hakkında da birkaç şey söylemek istiyorum. Ben referandum sırasındaki boykot tavrını da hatalı bir taktik olarak görüyordum. Çünkü boykot oyları sayım dışı kalması nedeniyle, AKP iktidarına doğrudan bir destek vermemekle birlikte, referandum sonuçlarında evet oyları göreli olarak artmış gibi görüntüye yol açacaktı. Sonuçta öyle oldu ve boykot oyları hiç sayılmadığı için evet oylarının yüzdesi yüzde ellilerin çok üzerinde gösterildi. Bu durum da genel seçimler öncesinde AKP lehine bir psikolojik üstünlük oluşturulmasında kullanıldı. Ben bu durumun da AKP nin bu günkü pervasızlığına yol açan seçim başarısında belirli bir katkı sağlamış olduğunu düşünüyorum. Gerekçeleri ve amaçları belki tamamen farklıydı, ama şimdi sonuçta karşımıza çıkan bütün olumsuzlukların acısını birlikte çekiyoruz.

Özellikle seçimlerin ardından artık AKP'nin yenilmesinin mümkün olmadığına ilişkin toplumda bir duygu gelişti. Öte yandan AKP ve cemaat arasında son günlerdeki gerilim 'ittifak çatlıyor mu' sorularını gündeme getirdi. 
AKP 28 Şubatın hemen arkasından askerlerin ve ABD’nin açık desteğini de arkasına alarak kuruldu. AKP iktidarı oldukça geniş bir ittifaklar manzumesine dayanıyor. İçerden Özal döneminden başlayarak ciddi bir gelişme sağlayan İslami sermaye kesimleriyle, aralarında birçok inanış ve kültürel farklılıklar taşıyan geniş bir cemaat ve tarikat örgütlenmelerine dayanarak kuruldu. Dışarıdan da uluslar arası sermaye güçleri ve özellikle Amerikan yönetimleri tarafından destekleniyor. AKP iktidarı yıkılmazlık görüntüsünü her şeyden önce buralardan aldığı destekle sağlıyor.
Kendisine destek sağlayan bu farklı kesimler arasında, özellikle de “Cemaat”le bir takım çelişkiler her zaman olabilir. Bu çelişkilerin bir kopuşa yol açmasının aralarındaki çıkar birliğini bozacak gelişmelere bağlı olduğunu düşünüyorum. Bugün böyle bir durum olduğunu söyleyebilmemiz için ortadaki bazı emare ve söylentiler dışında somut ve ciddi bir olgudan söz etmek mümkün değil. Ancak “ittifak” çatlasa bile, ortada başka bir alternatif yoksa ittifak içindeki çatlak bir biçimde kapatılarak devam edecektir.
Bu yüzden bu gün ortadaki umutsuzluğun asıl nedeninin AKP’nin “yenilmezliğinden” değil, düzen içi de olsa bir alternatif yokluğundan kaynaklandığını söylemek daha doğru bir ifade olacaktır.
Bugün düzen içi bir muhalefet odağı olarak görülen sosyal demokrat cenahın (ılımlı bir İslam cumhuriyetine dönüştürülmüş bir ülkede, hala “birinci ve ikinci cumhuriyetçilik” tartışmaları içinde !)  bir alternatif çıkarabileceğine sanırım kendi içlerinden bile inanan yoktur.

Bu yüzden sol açısından yapılması gereken şey, kısa vadede kolay çözüm arayışlarına kapılmadan, AKP tarafından temsil edilen mevcut düzene karşı ciddi bir alternatif umudunu yeniden canlandırmak için kendi öz gücüne dayanarak mücadele etmekten ibarettir.
1980 sonrasında sol içinde yoğun ayrışmalar yaşandı. ÖDP’nin kuruluşundan sonraki ayrışmalar en çok şikayet konusu yapılan konular arasında yer alıyor. Birçok insanın soldan uzaklaşması bu ayrılıklara bağlanıyor. 
Türkiye solu 1980 sonrasında dünyada yaşanan gelişmeleri 12 Eylül’ün bozucu etkileri altında ve dağınıklık içinde karşılamıştı. Bir yandan yenilginin devrimci örgütler içindeki kadrolar arasında yarattığı güvensizlik ve özgüven kaybı, diğer yandan sosyalist sistemin dağılmasıyla birlikte daha etkin biçimde ortaya çıkan post modern öğretilerin, yeni liberal düşünüş biçimlerinin yarattığı kafa karışıklığı ciddi bir ideolojik ve örgütsel parçalanmışlığa yol açtı. Bu nedenle solun kapitalizmin küreselleşme yöneliminin bir sonucu olarak dünyada ve Türkiye’de ortaya çıkan gelişmeler karşısında etkin bir muhalefet geliştirmesi mümkün olmadı.
Bir kısmına yukarda değindiğimiz nedenlerle solun ciddi bir etkinlik gösterememiş olması, egemen sınıflar arasındaki milliyetçilik liberallik çatışmasında taraf olma eğilimlerini güçlendirdi. Geçilen sürecin en çarpıcı yönlerinden biri kimi liberal aydınlarla birlikte solun bazı kesimlerinin Türkiye’nin bir ılımlı İslam devletine dönüştüğü bu yeniden yapılanma sürecinde bir tür yapı harcı rolünü üslenmesiydi. Bu gelişmelerin yansıması solun bütün kesimlerinde yanşanmakla birlikte, seksen sonrasında geniş sol-muhalefet kesimleri arasında ciddi bir “birlik ve ortak mücadele” arayışının ifadesi olarak kurulan ÖDP sürecinde daha çok olumsuz sonuçlara ve ciddi yarılmalara yol açtı.

Çoğunlukla şikayet konusu olarak önümüze sürülen ayrışmalar da hep böyle bir zemin üzerinden gelişti. Bu ayrışmaları öznel nedenlere bağlama doğru bir şey olmaz. Örneğin, bu konudaki ayrım noktalarından biri Ergenekon davasıydı. Bizim egemen güçler arasındaki çatışmada (BirGün gazetesinin o günlerdeki “yesinler birbirini” başlığıyla anılan) taraf olmama tutumumuz üzerine kıyamet koparıldı. Oysa genel olarak egemen sınıf klikleri arasındaki çelişkilerdeki bir nispi denge durumunun devamı aynı zamanda nispi bir demokrasi ortamının sürmesini de getirir. Tek başına hakim olarak iktidarını pekiştiren bir  gücün daha baskıcı politikalara yönelmesi de kaçınılmaz olur. Şimdi, geriye dönüp bakıldığında bizim tutumumuzun doğruluğunu görebilmek daha kolaydır. Bu gün “Ergenekon” davasının özünün, devletin ve ordunun eski soğuk savaş döneminde oluşturulmuş yapılarının bu günkü yeni düzene uygun biçime dönüştürülmesinden ibaret bir konu olduğu çok daha açık olarak ortaya çıkmış durumdadır. Oysa konuyu bir sivilleşme ve darbeciliğin tasfiyesi olarak, bir demokratikleşme olarak görenler, sadece bu gün nasıl bir ileri demokrasi olduğu açıkça görülen bir rejimin destekçisi olmakla kalmadılar, halkın aldatılmasına da ortak oldular. Oysa, devrimci politika her zaman gerçeklerin bütün yönleriyle açıklanmasını esas almalıdır. 
Ben solun bu gün günkü sorunlarının temelini geçilen süreçte yaşanan ayrışmalarda aramanın doğru bir şey olmadığını düşünüyorum. Her şeyden önce yaşanan olaylar karşısında doğru ve sağlam bir politik temele sahip olmayan bir devrimci hareketin başarı şansı yoktur.    
Bir de son dönemde gündeme gelen Kongre Girişimine ilişkin tartışmalar var. 
Ben ÖDP’nin bu konudaki tutumunun doğru olduğuna inanıyorum. Çok farklı toplumsal dinamiklere ve farklı programlara ve dünyada ve ülkede yaşanan bütün önemli gelişmeler konusunda bu kadar farklı görüşlere sahip hareketlerin, bu şekilde kısa vadeli pragmatik gerekçelerle bir araya getirilmesinin doğru ve mümkün olmadığını, Kürt hareketiyle sosyalist hareket arasındaki doğru ilişkinin de böyle kurulamayacağını düşünüyorum. Kürt sorununun çözümü açısından ise, bağımsızlıktan, otonomiye, kültürel özerklikten, yerinden yönetimlerin güçlendirildiği bir arada yaşama biçimlerine kadar barış temelinde değişik çözüm arayışlarının tartışılabileceği bir konuda bağımsız bir devrimci hareketin güçlendirilmesinin çok daha gerekli olduğuna inanıyorum. 
Katılan çevrelerin kendilerine göre haklı nedenleri olabilir. Bazen yanlış da olsa bir şey yapmak, hiçbir şey yapmamaktan iyi olabilir. Hangi gerekçelerle olursa olsun sonuçta herkesin tercihine elbette saygı duymak gerekir. Bu konuda konuyu sosyalist hareketin birliği çerçevesinden tartışan arkadaşlarla polemik yapmak da istemiyorum. Sadece, örneğin ‘birlik sorununun küreselleşmenin ‘küre’sindeki bütünlük manasıyla bağlantısı çerçevesinde(!) itirazlar ileri sürerek ÖDP’nin kuruluşuna katılmayan EMEP’li arkadaşlarla, daha yakın zamanda  “çoğunluğun azınlığa baskı kurmasından dem vurarak, azınlık haklarının demokratik çoğulculuk çerçevesinde korunmadığı gerekçeleriyle ÖDP’den ayrılan arkadaşların kendi tutarlıkları açısından nasıl bir ikna edici açıklamaya sahip olduklarını merak ettiğimi itiraf etmek istiyorum.
Ülkemizde, dünyadaki gelişmelere paralel olmasa da, değişik alanlarda toplumsal direnişler gelişiyor. Ancak bunların henüz bir güç olarak ortaya çıktığını söylemek de mümkün değil. Öte yandan toplumun geniş kesimlerinin de bir arayışından söz etmek de mümkün. Solun bugünkü durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Evet, Türkiye’de değişik alanlarda gelişen direnişlerin bütün olumlu yönlerine karşın ciddi bir düzen karşıtı güç haline dönüşmediği elbette doğrudur. Ancak bunların mücadelenin gelişme dinamikleri ve geleceği hakkında umut verici ipuçları taşıdığı da unutulmamalı. Genel olarak solun ciddi bir düzen karşıtı güç haline gelmemiş olmasının, yukardan beri tartıştığımız konuların yanı sıra, dünya çapında yaşanan süreçlerin toplumsal dinamiklerin sınıf mücadeleleri dışındaki etnik, dinsel mezhepsel mecralarda yoğunlaşmasına yol açan özelliklerinin de bir sonucu olduğunu unutmamak gerekiyor. Yukarda değindiğimiz gibi, özellikle kapitalist batı dünyasında yaşanan kriz dalgasına karşı gelişen hareketler, bu dönemin de sonuna gelindiğinin bir işareti olarak görülebilir. Bu demektir ki artık, “sınıf mücadeleleri bitti, devrimler çağı bitti” diyenlerin kendilerinin tarihin çöplüğüne atılma zamanları geliyor.  
Bu yüzden şimdi “AKP’nin yenilmezliğini” falan bir yana bırakmak ve gelecek için daha çok umutlu olmak gerekiyor.  
Türkiye’nin en çok ihtiyacı olan şey bu umuttur ve en az politik tutarlılık kadar önemli olan hareketin bütünlüğünü ve sürekliliğini koruyarak bu umudu büyütmek de en çok devrimcilerin görevidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder