13 Eylül 2011 Salı

Dünya değişirken,Sosyalist partiler ve kapitalizm,Marksist politika teorisi,Bilim ve ütopya

Murat Belge  13/09/2011  Küyerel
Başlıktaki 4 konu M.Belgenin Taraf 'yayınlanan yazılarının başklıklarıdır.Hüseyin Çakır tarafından alıntı yaparak bu gün Küyerel'de yayınlamıştır.Yazıların  tamamı aşağıdadır.

Dünya değişirken
Şu günlerde dünyada ilginç gelişmeler yaşanıyor sanırım. Umarım ben bunları zihnimde abartıp kendi kendime gelin güvey olmuyorumdur. Solun borusunun ötmediği bir dünyada yaşadığımız için (şöyle böyle otuz yıla yaklaşan bir süredir diyebilirim), bu gelişmeler de neredeyse fark edilmiyor.

Ortadoğu yerinden yekindi ve önemli bir şeyleri de yerinden oynattı. Başlayan sürecin nereye varacağını kestirmek zor, ama statükonun yeniden kurulması da mümkün değil. Öte yandan, Ortadoğu’da olanlara Batı dünyasına eşlik edenler de var: Britanya, İspanya hattâ Güney Amerika.

Bir yandan da ekonomik kriz ve onun yarattığı irili ufaklı patlamalar... Başta Yunanistan.

Bunların arasında bağlantılar, etkileşmeler bulunabilir, kurulabilir mi, şimdilik bilemiyorum. Ama 1968’i andıran bir biçimde, varolan durumdan genel bir bıkkınlık olduğu söylenebilir gibi geliyor.

“Kriz”, bizim solun ezelî ve ebedî beklentisi ve (kaçınılmaz olarak) “sakız”ıdır. Bu son kriz karşısında buna benzer bir tavra girmek istemiyorum. Kapitalizmin krizleri hep olmuştur, gelecekte de mutlaka olacaktır. Şimdiye kadarki krizlerden çıkmıştır, gene çıkması şaşırtıcı olmayacaktır. Sosyalizm kapitalizmin gerçekten rakibi olacaksa, onun krize girmesini beklemekle olacak bir şey değil bu. Kapitalizm, şimdiye kadar birçok krize girip çıktı ama sosyalizmin krizi halen devam ediyor.

1989’da Berlin Duvarı’nın çökmesiyle başlayan yeni dönem, bu duvarın yapılmasıyla hiç ilgisi olmayan solu da anaforun içine çekti. Bunu daha çok konuşacağız; ama, tabii, kapitalist cephe üzerinde de etkileri oldu. Ben bu etkileri “kapitalizmin şımarması” gibi bir genel başlık altında topluyorum. Sanki o duvarın çökmesi “reel-sosyalizm”in başarısından önce kapitalizmin mutlak haklılığına ve rakipsizliğine işaretmiş gibi, kapitalizmin çeşitli düzeylerdeki temsilcileri, sözcüleri, CEO’ları ve daha bilmem neleri müthiş bir havaya girdiler. “Sanallık” denen şey bütün dünyaya egemen oldu. Bu sanallık yeni servetlerin hammaddesi haline getirildi. Bizim halk dilinde “köpeksiz köyde çomaksız gezme” ruh haline giren kapitalizm, böylece, kendinden başka kimsenin biçim veremediği bir ortamda, gidişine kendisi dümen tutarak, yaşanmakta olan krize bodoslama daldı.

Yukarıda dediğim gibi, kriz, kapitalizm için bilinmedik, duyulmadık bir şey değildir. Bunun da yolu bulunur, birkaç kırık çıkık olursa onlarda onarılır, falan filan. Gelgelelim, bu son olayın bizim gibi kapitalizmden hoşlanmayan insanlara önümüzdeki dönemde olabilecekler hakkında bazı ipuçları verebileceğine inanıyorum. Her kriz bir şeyleri sarsar, sarsıntıda dökülen öteberinin ardından, altından, hem o krize bir şekilde neden olan, hem de krizden sonra da devam edecek yeni oluşumlar görünür hale gelir.

Bu oluşumları iyi izlemek, analiz etmek, doğru sonuçlar çıkarmak, sosyalizm açısından çok önemli, en hayatî konu. Tabii, “değişim” diye bir gerçeklik olduğuna, eldeki teorik formasyonun bu gerçekliğin gerektirdiği “değişimler”e açık olması zorunluğuna inanan bir sosyalizmden söz ediyorum. Çünkü bunlara gerçekten inanmayan “sosyalizm” biçimleri de var, hem burada, hem dünyada.

Oysa değişim elbette ki var, hem de çok önemli, temelden değişimler var dünyada. “Niye değiştin? Ne hakla değiştin?” diye kavga edemeyiz hayatla (oysa farkında olmadan tam da bunu yapan çok kişi var).

Önümüzdeki günlerde bu genel durumla ilgili gözlemlerimi ve çıkarılmasının doğru olduğunu düşündüğüm sonuçları yazmayı tasarlıyorum. Bu şimdiki yazı bu dizinin “giriş”i olsun.

Sosyalist partiler ve kapitalizm
“Sosyalist Parti” deyince, insanın aklına ilkin Batı dünyasından tanıdığımız partiler geliyor, çünkü bunların dünya tarihinde oynadığı rol daha ağır basıyor. Gelgelelim, yakın dönemde “ne gibi bir rol oynuyorlar?” diye baktığımızda, söyleyecek fazla bir söz bulamıyorum. Rol mol oynadıkları yok sanki.

Örneğin, işte, bir kriz var orta yerde, süreceği de belli. Bununla ilgili yorum yapan, kehanette bulunan kişi çok. Ama, sözgelişi, halen varolduğunu bildiğimiz Sosyalist Enternasyonal bu konuyla ilgili bir şey söyledi mi? Söylediyse ne söyledi? Aranızda bunu duyan, bilen var mı?

Bazı sosyalistler irili ufaklı bir kriz göründü mü, “Kapitalizmin sonu göründü!” diye konuşurlar. Bu da bana çok yanlış görünür, ama bunu bir başka yazıda, daha ayrıntılı bir biçimde anlatmaya çalışayım. Sonuçta, “Kapitalizmin sonu göründü” demek de, doğru veya yanlış, bir yorum ve bir değerlendirme. Ama Sosyalist Enternasyonal’den bu kadar bir söz de kulağıma çalınmış değil. Fısıldayarak söylediler de onun için kulağıma çalınmadıysa bu da mazeret sayılmaz: böyle bir durumda Sosyalist Enternasyonal’in sözleri gümbür gümbür yankılanmalı.

Niye böyle oluyor? Bence, sosyalist partiler kapitalist sistemle öylesine içli dışlı oldular ki, böyle bir kriz çıktığında, herhangi bir liberal ya da muhafazakâr parti gibi onlar da öncelikle sistemi nasıl kurtaracaklarını düşünmeye başlıyorlar. Çünkü onların da, kapitalizmden öte bir ufukları kalmadı; zaman içinde yok ettiler öyle bir ufku. Britanya’nın yıllar süren Thatcher yönetiminden (bence bir felâketti) sonra seçim kazanmayı başaran Labour ve Blair, Thatcher’ı taklit etmekten başka bir yöntem bulamadı.

“Niye böyle oluyor” diye sorduğumda, aklıma birçok farklı açıklama geliyor. Bunların arasında önemlice bir tanesi, komünizmin uğradığı başarısızlık. Çin Komünist Partisi’nin harıl harıl kapitalizmi kurmaya çalışmasını bu hesabın içine öncelikle koymuyorum. Öncelik, Sovyetler Birliği’nde. Öyle bir rejim yarattılar ki, Batı dünyasında kitlelere, “Haydi, onlar gibi olalım” demenin anlamı veya imkânı kalmadı. Kalmayınca, sosyalist ya da sosyal-demokrat parti kendi işlevini “kapitalizmi daha iyi yönetmek” olarak görmeye başladı. Zaman içinde, kapitalizmin dışına çıkmayı da düşünmez hale geldi.

Ama sonuç olarak, bazılarımız bunu düşünmeye devam etmiş ve hâlâ ediyor olsa da, ortaya anlamlı ve gerçekleştirilebilir bir proje koymuş değiliz. Sosyalist partiler dediğim şekilde işlevlerinin tanımını daraltırken, komünist partiler de Moskova’da hayatın ne kadar güzel olduğunu anlatmaya devam ettiler ve onların da farklı, anlamlı ve gerçekleştirilebilir bir projesi oluşmadı. Neyin olmayacağını çoğumuz iyi kötü anlıyoruz, çünkü ortada bir “olamama” örneği var; ama neyin olabileceği konusunda zihnimiz bugün de karışık; görüşlerimiz bulanık. Sonunda “daha adil bölüşüm”den başka bir şey bulup söyleyemiyoruz.

Bu da bizi kaçınılmaz bir şekilde “kriz avcılığı”na getiriyor; biz beceremediğimize göre bari şu meret kapitalizm kendi tökezleyip devrilsin, diyoruz. Diyoruz da, o zaman da duruma “biz sosyalistler”in egemen olacağı, olurlarsa da, o enkazdan çıkacak yolu bulacakları konusunda hiçbir garanti yok. 1929 buhranının yangın yerine çevirdiği ülkelerden sosyalizm mi çıktı?

Yapılabilecek işlerden biri, isterseniz kendimizi geçmişten fazla kopuk hissetmemek için, “somut durumun somut analizi” diyelim, bugün ne olduğunu, “oluyor” dediğimiz şeyleri kimin yaptığını, bunların nasıl insanlar olduğunu (“Beş N bir K”ya doğru yol almaya başladık) araştırmaya, anlamaya çalışmak olabilir.

Eleştirdiğim sosyalist partilerin böyle bir çalışmaya girdiğini de sanmıyorum. Merak etmez hale gelmek de çok acıklı bir durum.

Marksist politika teorisi
Dünkü yazımda Marksistler arasında bir hayli yaygın olan “kriz avcılığı” diye adlandırdığım tavırdan söz ediyordum. Bu aslında, kökleri derinlere ulaşan bir tavır ve genel Marksist teoride bunu böyle yapan özellikler var.

Marx, Hegel’den aldığı “çelişki” kavramını hayatın tamamını açıklayan bir olgu olarak işledi. Önünde duran en önemli teorik nesne olan kapitalizmi incelerken de bu kavramı işin içine sokmaması mümkün değildi. Marx, kapitalizmin kendi içinde barındırdığı çelişkilerin onun kendi mezar kazıcısı olduğunu düşündü ve yazdı. Onun bu yaklaşımının yanlış olduğunu söyleyebilir miyiz? Şu anda, epey üst noktalarda bir “soyutlama düzeyi”nde konuşuyoruz ve bu soyutluk derecesinde Marx’ın bu tesbitinin doğru olduğunu düşünüyorum. Nitekim somut tarih içindeki olgulara baktığımızda, Marx’ın bu tesbitini olumlayan veya pekiştiren çok fazla örnek görüyoruz. “Laissez faire” gibi kapitalizme özgü bir ideolojinin kapitalist tekelleşme eğilimi ile yan yana varolabilmesinden başlayıp pek çok çelişki sayabiliriz.

Ancak, gene somut tarihe baktığımızda, oradaki somut akışın Marx’ın bu tesbitlerine pek fazla uymadığını da görüyoruz. Bunlar hep söylenen, dolayısıyla bildiğimiz ve birkaç kere olsun tartıştığımız konular. “İçsel çelişki” tesbiti doğruysa, kapitalizmin gelişkinliği ile çelişkinin yıkıcılığı arasında bir orantı olmalı; dolayısıyla, Marx’ın kendisinin inandığı gibi, sistemin çöküşü, en fazla gelişip olgunlaştığı yerde, Britanya’da, Amerika’da, Almanya’da, böyle bir “ileri kapitalist” zeminde gerçekleşmeli. Ve gene hepimizin bildiği gibi böyle olmadı. İlk büyük devrimin Rusya’da gerçekleşmesinde kapitalizmin iç çelişkilerinden önce savaş ortamının getirdiği, dolayısıyla “konjonktürel” dediğimiz türden olgular belirleyici oldu. Bu ilk örneği izleyen öteki olaylar da bu şekilde başlayan örüntüyü değiştirmedi.

Özetlemeye çalıştığım bu durumun Marksistler üzerinde bir sonucu ya da etkisi, politika alanındaki büyük boşluk oldu. Marx Kapital’i yazdı ve yazmaya devam etti. Üç cilt Kapital, üç cilt “Artık Değer Teorileri” vb. Bunların yanında yalnız (çok parlak ama incecik) Brumaire ve Fransa’da İç Savaş!

Marksizm’in siyaset teorisini de Marx’ın kendisinin mi kurması gerekiyordu? Aslında gerekmiyordu tabii. Bir insandan ne kadar iş beklenebilir? Ayrıca, somut hayat içinde, Marksistler durmadan siyaset yaptılar. Bunlardan çıkardıkları bazı sonuçları kitaplaştırmayı da ihmal etmediler. Özellikle Mao böyle çok metin üretmiştir. Ama bunlar özgül bir ülkede (toplumsal ortamda) yaşanmış özgül bir siyasi pratiğin içinden süzülmüş değerlendirmelerdir. Genel bir teori karakterine sahip değillerdir.

Gerek Marx, gerekse Engels, sosyalist siyaset içinde varolan insanlarla tanıştıkça, ilişkilerini ilerlettikçe, “altyapı üstyapıyı belirler” genellemesinin bazı abartılı yorumlarının ne kadar yanıltıcı, hattâ tehlikeli olduğunu gördüler ve uyarıda bulundular. Her şeyi bir “altyapı” indirgemeciliği içinde görmenin yanlışlığını vurguladılar. Ama bu türden sözleri de mektuplarında, konuşmalarında kaldı. Sonuçta, Marksizm literatüründe, “ekonomizm” diye bir kavram vardır. Bu, bir “sapma” olarak nitelenir, dolayısıyla bir “yanlış eğilim”in adıdır. “Yanlış”tır, iyi de, tartışması hiç bitmediğine göre, demek ki inatçı bir yanlıştır.

Bu boşluk bugün de var. Siyasetin “özne”si konusunda kafamız hâlâ karışık. Her şeyi açıkladığını düşündüğümüz “çelişki” kavramı açmaktan çok kapamaya yarıyor. Sözgelişi “küçük burjuva” dediğimiz kategori inanılmaz bir karışıklık ve bulanıklıkla yüklü.

Böyle saymakla bitmeyecek sorunlar var.

Bilim ve utopya
Engels Utopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm adını verdiği kitabını 1880’de yayınladı. Bu tarihte Marx henüz hayattaydı. Ama zaten her ikisi de yazdıkları her şeyi birbirleriyle uzun uzun konuşmuş oluyorlardı.

Söz konusu kitaba birçok açıdan bakılabilir. Başladığım bu “dizi” çerçevesinde iki noktayı vurgulamak istiyorum. Birincisi bu “bilimsellik” vurgusuyla, sosyalizme neredeyse “ontolojik” bir karakter yüklemesi; Türkçedeki deyimiyle, “eşyanın tabiatı gereği”, dünya sosyalist olacaktır. Bilim de zaten bunu saptamak üzere vardır. Ölümünden sonra yayımlanan Doğanın Diyalektiği bu yaklaşımı iyice perçinler. Engels’in bir “determinizm” çerçevesinde yaptığı bu formülasyon bütün konulara çok daha yüzeysel bakan “taraftar”ların elinde tam bir teolojiye dönüştürüldü: “tarihin zorunlu akışı”, “şaşmaz akışı” falan derken, pazar günü üzerinde durduğum, “kendi içsel çelişkilerinin kazdığı mezara görülmeye mahkûm kapitalizm” anlayışı iyice köklendi. Bu da iyi olmadı.

Marksizm’in genel “literatür”ünde böyle bir “kendiliğindenci” anlayışa yer veren birçok söz vardır, ama bunun karşıtı da vardır. Örneğin, tarihin “dinamo”su nedir? Manifesto’da söylendiği gibi “sınıf mücadelesi” midir motor; yoksa, yayımlanmayan Grundrisse’de söylendiği gibi “üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişki” midir? Birinciyi seçerseniz daha “voluntarist”, ikinciyi seçerseniz daha “determinist” ve dolayısıyla “kendiliğindenci” bir zeminde duruyorsunuz demektir. Oysa aslında bunlar birbirini dışlayan önermeler değil. İkinci, birincinin içinde hareket ettiği matrisleri belirliyor.

Nitekim Marx kapitalizme “mezar kazıcı” arayışında “içsel çelişki”den söz eder; ama aynı zamanda işçi sınıfından söz eder. “Köpek kavramı havlamaz” sözüne benzer biçimde, “çelişki” kavramı kimsenin kafasına sopa indirmez. Sopa indirilmesini gerektiren bir durum varsa, bu işi yapacak somut birinin bulunması gerekir: Marx’a (ve Engels’e) göre, bu somut özne işçi sınıfıdır –ama “sınıfı” der demez, yeni bir soyutlaşma tehlikesi başgösteriyor.

Bu da, Engels’in Bilimsel Sosyalizm’i üstüne dikkat çekmek istediğim ikinci nokta. “Ütopik” bulduğu sosyalizm teorilerinde işçi sınıfının yoksulluğu, sefaleti vurgulanıyordu ki Engels kendisi de gençliğinde bunları anlattığı bir kitap yazmıştı. Ama daha sonra, işçi sınıfın “kurtuluşu”nun onun yoksulluktan kurtulması gibi anlaşılmasının yetersiz bir yaklaşım olduğuna ve aslında bir tür “hayırseverlik” kapsamına girdiğine karar verdi (Marx da aynı şekilde düşünüyordu). “Ahlâk öyle gerektirdiği için onun yanında yer alan aydın”... Bu düşünce tarzı utopikti, çünkü sosyalizmi ahlâkî bir seçime indirgiyordu. Oysa sosyalizm tarihin dayattığı bir zorunluktu. Fizik maddenin hareketini inceleyen bilimdir. O halde toplumsal bilim de tarihin hareketini, hareket yasalarını inceler. İncelediği zaman da, bu hareketin işçi sınıfına geleceği kurma görevi yüklediğini görür. “Erdemli olma” hatırına değil, “gerçekçi olma” gereği, sosyalist olunur.

Dünya tarihinin bu aşamasında yaşayarak olguları gözlemlemiş biri olarak, bu düşünce tarzının gerçeklerini anlıyor ve hak veriyorum. Ama bir aşamadan sonra bu mantığı sonuçlarına vardırma çabasının çok aykırı, karşıt sonuçlar verdiğini de gördüm. Öte yandan, “bilimsel düşünce” diye bir tarz olmasının ahlâkı geçersiz ya da gereksiz kıldığı kanısında değilim. Sosyalist olmak da, benim gözümde, öncelikle ahlâkî bir seçimdir.

Engels’in bilimsel başlayan düşünce çizgisi, bir aşamadan sonra, önce “çelişki”, sonra da “proletarya” kavramlarının bilimsel olmayan, dilek ve beklentilerimizi yansıtan tanımlar edindi. [i]Önümüzdeki günlerde bu iki konu üstünde duracağım
Yazının aslı:    http://www.kuyerel.com/modules/AMS/article.php?storyid=5926

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder