Yalçın
Ergündoğan 06.11.2017 artıgerçek
Truman Doktrini’ ile Türkiye ve Yunanistan komünizm
tehlikesine karşı Amerikan şemsiyesi altına alındı. Soğuk Savaş da, Türkiye’nin
hiçbir şekilde demokrasi ile tanışmasına izin vermedi.
Ekim
Devrimi’nin 100. yıldönümünün, ezilen, sömürülen ‘aşağı sınıflar’
ayaklanmasının ya da o sınıflar adına hareket ettiğini söyleyen “öncü” “parti”
hareketinin yeniden değerlendirilmesine vesile olması sevindirici.
“Her
şey doğruydu ama, emperyalistler bırakmadı” ya da “Stalin olmasaydı,
her şey daha iyi olacaktı”, “Troçki düşmanlaştırılıp
imha edilmeseydi durum farklı olurdu” türünden hamaset yüklü yaklaşımlar
dışında yapılan soğukkanlı değerlendirme ve tartışmalar “başka bir dünya
mümkün” arayışına katkı koyabilir ve ilerletici olabilir.
***
Şöyle
yeniden bir hatırlayalım. “Devrim”, Marx ve Engels’in tüm beklenti ve
öngörüsünün aksine sermaye birikimine sahip olmayan, dolayısı ile kapitalizmin
sınıfsal konumlanışının dışında bir ülkede gerçekleşti. Aslında devrim, Birinci
Dünya Savaşı yıllarında savaşmaktan bitap düşmüş bir ordu, Çarlık Rusyası’nda
açlık ve sefalet içinde kıvranan bir halkın isyanını kendiliğinden
ayaklanmasını fırsata çevirerek hayat buldu. Petrograd’daki özel yetişmiş
askeri birliklerin de isyan eden asker ve köylü yığınlara destek vermesi ile
Çarlık rejimi yıkıldı.
Sonradan,
1918 yılında Komünist Partisi adını alacak olan Bolşevik Partisi örgütlü yapısı
ile kucağında bulduğu bu toplumsal patlamayı sonuçlandırmayı başardı ve
“devleti ele geçirdi.” Komünist Partisi de böylelikle, bütün gücü, yetkileri,
karar alma mekanizmalarını, her şeyi elinde tutan bir yapı olarak SSCB yıkılana
dek konumunu sürdürdü…
Oysa,
Lenin o yıllarda bu ‘devleti ele geçirme’ meselesine Marx’ı referans göstererek
bakalım nasıl yaklaşıyordu.
“DEVLETİ
ELE GEÇİRMEK YETMEZ…”
“…Marx
ayrıca kendi deyimiyle “göğe hücuma kalkan” komüncülerin kahramanlığına
hayranlıkla da yetinmedi. Ereğine ulaşamamış da olsa, yığınların devrimci
hareketinde, Marx çok önemli bir tarihsel deney, dünya proleter devriminde
ileriye doğru kesin bir adım, yüzlerce program ve uslamlamadan çok daha önemli
gerçek bir ilerleme görüyordu. Bu deneyi çözümlemek, ondan taktik dersleri çıkarmak,
teorisini sıkı bir eleştiriden geçirmek için ondan yararlanmak: Marx’ın kendi
için saptadığı görev, işte budur.
Marx Komünist Manifesto’da
yapılmasını zorunlu gördüğü tek “düzeltme”yi,
Parisli komüncülerin devrimci deneyinden esinlenerek yapmıştır.
Komünist
Manifesto’nun
yeni bir Almanca baskısı için, iki yazarı tarafından imzalanmış son Önsöz 24
Haziran 1872 tarihini taşır. Karl Marx ve Friedrich Engels bu önsözde, Komünist Manifesto’da
ortaya konmuş programın “bazı ayrıntılarının artık eskimiş” olduğunu
açıklarlar. Ve devam ederler ki:
“Paris
Komünü, özellikle bir şeyi ‘işçi sınıfının hazır bir devlet mekanizmasını ele
geçirip onu kendi hesabına kullanmakla yetinemeyeceğini’ tanıtlamıştır.”
Bu
alıntıda tırnak içine alınmış son sözler, yazarları tarafından Marx’ın Fransa’da İç Savaş adlı
yapıtından alınmıştır.
Öyleyse
Marx ve Engels Paris Komünü’nün belli başlı temel prensiplerinden birine o
kadar büyük bir önem veriyorlardı ki, onu özsel bir düzeltme olarak Komünist Manifesto’ya
sokmuşlardır.” (Devlet
ve İhtilal, V. I. U Lenin, Bilim ve Sosyalizm Yayınları,
Mart 1976, Sayfa, 43, 44, 45)
Lenin, 17 Aralık 1918 tarihinde ikinci
baskısı yayınlanan ‘Devlet ve İhtilal’ kitabına aldığı, Marx ve Engels’in
K.Manifesto’nun son baskısına yaptıkları yukarda aktardığım tek düzeltmeye
ilişkin kendi yorumunu da aynı kitapta şöyle ifade ediyor:
“Marx’ın
düşünü, işçi sınıfının ‘hazır devlet makinasını’ kırmak, parçalamak ve onu ele
geçirmekle yetinmemek zorunda olduğu yolundadır…”
Lenin
böyle diyordu ama, hayat ve pratik gösterdi ki, pek çok kurum ve işleyiş bir
önceki rejimden devralınanları ya da benzerlerini var etti. Muhaliflerin
sürüldüğü “çalışma kampları” adı verilen uygulama bile bu devralınanlar
arasında yerini korudu.
Sonunda
ortaya çıkan yapı eşitlik, adalet, özgürlük değil; koyu bir totaliter rejimi yarattı.
Rejimin bu haliyle çökmekte olduğuna ikna olan M. Gorbaçov’un
açıklık ve yeniden yapılanma (‘glasnost’ ve ‘perestroyka’) vaadi ve girişimi
ile de SSCB olduğu yere yığılarak; tarih sahnesinden çekiliverdi…
SSCB’NİN TÜRKİYE’YE ETKİSİ
"Soğuk savaş
yıllarında solun arkasında SSCB mi vardı?" başlıklı bir önceki yazımda SSCB’nin özünde bir
“milli devlet” olduğuna vurgu yapmıştım. Sovyetik siyasi akım içinde geçirdiğim
siyasi mücadele yıllarımın önemli katkısının yanı sıra, yıllar içinde yapılan
soğukkanlı gözlem ve incelemeler de bu tespiti bende pekiştirir olmuştu.
Ekim
devrimiyle dünyada esen rüzgâr ilerleyen yıllardaki pratiklerle azalsa da, yine
de kapitalist ülkelerdeki sol/sosyalist hareketler içinde SSCB’yi “enternasyonal dayanışma”nın
merkezi kabul edenler azımsanmayacak oranda idi.
Türkiye’de
de, sol hareketler içinde Sovyetik siyasi yapılar “Kâbeciler” olarak
adlandırılırdı. Zira Sovyetler enternasyonalizmin yıkılmaz kalesi, yönlerini
çevirdikleri “sosyalist ve komünistlerin kâbesi” sayılırdı. Ekim Devrimi ve
1922’de oluşan konfederal Sovyet
Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) sonrası, güney
komşusunda o dönemin hakim küresel gücü İngiliz emperyalizminden görece
bağımsız bir devletin şekillenmesi büyük destek gördü. Bu destek, tarihi
Türkiye Komünist Partisi (TKP)’nin
yöneticileri Mustafa
Suphi’lerin Anadolu’ya ayak basar basmaz, yeni rejimce tuzağa düşürülüp
katledilmesine sessiz kalmayı, Ermeni
Soykırımı’nı gerçekleştiren kadroların ve devamcılarının
pervasızca kıyımlarına devam etmelerini görmemeyi de içerdi.
Avrupa’dan beklenen yeni devrimlerin
(ve tabii dünya devriminin) gelmemesi ile geçen, devrimin ilk yıllarında durum
böyle iken; ilerleyen yıllarda durum iyice “tek ülkede sosyalizm”in de mümkün
olabileceği, görevin onu korumak olduğu yönüne doğru hızla evrildi. İlerleyen
yıllarda, “kapitalizmle bir arada yaşanabileceği” tezi hayat bulur oldu. (Daha
sonraları bu; “Barış
içinde bir arada yaşama” olarak da formüle edildi.)
İkinci
Dünya Savaşı ve 20 milyon Sovyet yurttaşının hayatına malolan Hitler faşizminin
durdurulması sonrası, yeni küresel güç olarak ABD boy
gösterir oldu… Ve, ‘Truman
Doktrini’ ile Türkiye ve Yunanistan’ın Komünizm tehlikesine karşı
Amerikan şemsiyesi altına alınması bunu izledi. (1947 yılında Amerika Birleşik Devletleri
Başkanı Devletleri Başkanı Harry Truman tarfından Sovyet tehdidine karşı
hazırlanmış ve yürürlüğe sokulmuş plan.)
Artık
fiilen ‘Soğuk Savaş’
başlamıştı. Bu kez de Sovyetler Birliği ‘milli
devleti’; ABD şemsiyesi altındaki hiç bir devlete ve o
ülkelerdeki “kardeş partilerin” ülkede rejim değişikliği yaratacak herhangi bir
faaliyetine ne onay verdi ne de katkı sundu.
Türkiye’de
o yıllarda komünist oldukları tescillenmiş bir avuç insana yönelik
gerçekleştirilen sözde ‘yıkıcı eylemlilik’ operasyonları, eziyetler,
tutuklamalar artık iyice anlaşılır oldu ki; “komünizm tehlikesi”ne karşı
ABD’den koparılmak istenen yardımları arttırmakla ilgiliydi.
SSCB’nin
Türkiye’deki sol sosyalist hareketlere mesafesi o kadar uzak ve temkinlidir ki,
Nazım Hikmet’in “ikinci vatanım” diye adlandırdığı ülke, Nazım’ın Türkiye’yi
terk etmek zorunda kalmasından sonra kendisine bir seyahat belgesi ya da pasaport vermesi
bile mümkün değildi…
Tarihi
TKP ise;
faaliyette iken Komintern’in (Kominform’un) , sonraları da SSCB’nin “her ülkede
tek komünist partisi” tutumu ve ilkesiyle varlığını korudu, fakat “milli
devlet”in dış politikasına uygun olarak uzun yıllar kendini sönümlendirdi.
“Gerçekçi ol, imkansızı iste”
sloganı ile Fransa’da başlayan 1968 gençlik
isyanı, tüm dünyada ve tabii Türkiye’de de zemin bulduğunda SSCB bu harekete
çok mesafeli durdu. Türkiye’de de TKP’nin yansıması elbette farklı olmadı. O
yılların aktif gençlik hareketi temsilcilerinden bir bölümünün hapislik yılları
sonrası TKP ile buluşmaları ve 1973
atılımı olarak nitelenen memlekette örgütlenme hamlesi,
ilk kez TKP’de bir hareketlilik ve ülke içinde ciddi bir varlık yarattı. Yine
de bu hareketlilik, hiçbir şekilde SSCB’nin “milli dış politikası”na aykırılık
taşımadı. Soğuk Savaş da, en hafif tanım ile Türkiye’nin hiçbir şekilde
demokrasi ile tanışmasına, soluk almasına izin vermedi.
*
* *
Tarihi
TKP’nin son
dönemi ve geç kalmış bir yenilenme hareketi olarak Türkiye Birleşik Komünist Partisi (TBKP)’nin
ortaya çıkması ise; bir başka yazının konusu…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder