80’lerin ikinci yarısından itibaren yasaklı kültürler üzerine yaptığı incelemelerle dikkat çeken Esat Korkmaz, Aleviler üzerine yayınladığı kitaplara Katharlar ve Ezidileri de ekledi. Korkmaz, yakında okurları Alman coğrafyasının yasaklı kültürüyle tanıştırmaya hazırlanıyor.
Erdal Doğan/Esat Korkmaz Gazete Duvar
Gerçeği yasaklanmış olanda arayan bir
araştırmacı, yazar Esat Korkmaz. 68 kuşağından. Öğrencilik yıllarında Fikir
Kulübü ve Dev Genç yönetiminde yer almış. 12 Mart sonrası bir süre hapis
yatmış. 1974 siyasal affıyla cezaevinden çıktıktan sonra TSİP’in yönetiminde
bulunmuş. 80’lerin sonlarındaysa yasaklı kültürler üzerine çalışmalara başlayan
Korkmaz, Alevilik-Bektaşilik konusunda kitaplar yayınlayınca önce Marksist
çevrelerden ardından Alevi ve Bektaşilerden eleştiriler almış.
Eleştirileri göğüslemek kolay olmamış
tabii. Muhtemelen burada ‘68 kuşağını özetleyen slogan devreye girmiş:
“Gerçekçi ol, olanaksızı iste!’’ Ona göre olanaksızı istemeyi öğrendiğin anda
gerçeği yakalarsınız.
Bu minvalde öncelikle Şeyh Bedreddin
hareketini ardından Börklüce Mustafa’yı ölçü alan Korkmaz bu topraklardaki
ütopyanın hem sosyalist, hem komünist, hem demokratik bir rüya olduğunu
söylüyor.
Korkmaz, yasaklı kültürler üzerine
yaptığı incelemelerde de bu rüyanın izlerini yakaladığını belirtiyor.
Kitaplarında, göğe değil toprağa yakın duran bu kültürlerin çok daha gerçekçi
olduklarını göz önüne seren Korkmaz, ‘’Doğudan batıya doğru dalga dalga yayılan
bu kültürlerin bütün trajedisi eşitlikçi, paylaşımcı taleplerini olabildiğince
gerçekçi bir şekilde yansıtmalarında yatar. Yasaklı kültürlerde hayalin
gerçeklikte bir karşılığı vardır. O yüzden egemenin gazabına uğrar’’ diyor.
Şeyh Bedreddin’den Ezidilere,
Katharlardan Anabaptistlere ve Kızılbaşlara… Esat Korkmaz yıllardır
kitaplarında bu yol üzerinde gördüklerini paylaşıyor okurlarla.
Korkmaz’la yasaklı kültürler üzerine
yaptığı incelemeleri konuştuk.
Benim
yasaklı kültürlerle ilgilenmemin nedeni Şeyh Bedreddin’dir. Çünkü Şeyh
Bedreddin isyanının üç ayağı var: Birincisi. İzmir/Karaburun. İkincisi.
Manisa/Sarıhan. Üçüncüsü. Trakya ve Balkanlar. Ben Manisa doğumluyum ve
kendimizi de çok küçük yaşlardan başlayarak Torlak kabul ederdik. Yani biz
Torlak’ız. Torlak demek, Bedreddin’in bağımlıları, ona gönül vermiş insan
topluluğu demektir. Bedreddin Hareketinin ana kimliği Torlaklardan oluşur.
Öğrenciliğimin en ateşli yıllarında Bedreddin’le ilgili araştırmalara
başlamıştım. Şeyh Bedreddin adını kullanmıyorduk tabii, bizim dilimizde pek
Şeyh olmadığı için hep Bedreddin diyorduk. Bedreddin Hareketi benim hep önümde
durduğu için onunla ilgili bir çalışma yapmayı düşündüm ve bunu
gerçekleştirdim. Bu çalışma da bence bir boşluğu doldurdu ve oldukça tutuldu.
‘DEVRİMİ
KALDIRDIM ALLAH KOYDUM’
Ardından
Alevilikle ilgili çalışmalar geliyor. Bu çalışmalara tepki verenler oldu mu?
Oldu tabii. Bedreddin Hareketi’ne tepki
olmadı. Çünkü Bedreddin Hareketi isyan eylemi olduğu için dinsel yanı pek
gözükmüyor. Dolayısıyla 80’lerin başında, bu bizim kendi geçmişimizle ilgili
“Kapatılan Günler” diye kitaplar yaptım. Biri 68, diğeri 78 olarak.
Peki
yasaklı kültür çalışmalarına nasıl başladınız?
68 Kitabı’nı yazarken şöyle bir sorunla
karşılaştım: Kitabı yazmak için çalışıyorum ama dili bir türlü kullanamıyorum.
Kendi kendime de kızıyorum, “Ben bu hareketin içinden geldim ve hareketin
dilini niye kullanamıyorum” diye. Deneme metinleri yapmaya karar verdim. Bunun
için de mitinglerde kullandığımız, anonim katkıyla da son biçimini almış
bildirilerden iki-üç tanesini aldım. Bu bildirilerde “devrim” sözünün geçtiği
yerlerden devrimi kaldırıp “Allah” yaptım. Hiçbir anlam kayması olmadı. Demek
ki “Bizim taşımakta olduğumuz ateistliğimizde bir sakatlık var” dedim. Bu
sakatlığa tam tanı koyamadım ama bir sorun vardı. Sonra 80’lerin ikinci
yarısında yasaklı kültürlere yöneldim.
‘TANRISIZ
DOĞA… TANRISIZ İNSAN…’
Başlangıçta
Katharlar, Anabatistler üzerine de çalışma yapmayı planlamış mıydınız?
O tarihlerde tek çalışma yapmak istedim.
Bu çalışma da Kızılbaşlıkla ilgili olsun, dedim. Çünkü yasaklı kültür ve benim
toprağıma ait. Dolayısıyla böyle bir çalışma yapayım ve geçmişime karşı borcumu
ödeyeyim istedim. O nedenle bu sözlüğün alan çalışmalarına başladım. Sözlük
yapmaya çalıştığımı duyan bir yayınevi geldi ve “İki baskı karşılığında
telifimi hemen ödeyeceğini” söyledi. Tabii o dönemde paraya da ihtiyacımız
olduğu için çalışmalarımı hızlandırdım. İşte o sözlüğü yayınladıktan sonra
“Benim Marksizm’den uzaklaştığım, dinsel konularla ilgilendiğim” konusunda
ciddi manada tepkiler gelmeye başladı. Üstelik tepkiler tek yanlı değildi. Bir
taraftan eski mücadele arkadaşlarımdan, diğer taraftan Aleviler üzerinden
tepkiler geliyordu; “İşte yazdı ama okunur mu?” şeklinde.
Peki
okuduklarında ilk neyle karşılaştılar?
Sözlükle ilgili alan çalışmasını
yaparken “halk bilgisi” dediğimiz yaşlıca kimliklerden bazı cümleler edindik.
Bu cümleler ise kopuk kopuktu ama ben bunları birleştirdim ve şöyle bir sonuç
çıktı ortaya: Bir Kızılbaş var, başlangıçta amacı ne olursa olsun Tanrısız bir
doğaya ve Tanrısız bir insana ulaşmak ister. Ben zaten sözlüğün başına yazdım
bu cümleyi. Çünkü bir Kızılbaş’ın ulaşacağı nihai yer ateizmdir. Egemenlerin
karalaması Kızılbaşlık üzerine yapıldığı için bu karalamadan sakınmak adına
Alevi adı devreye girmiştir. Zira Alevi adı ‘’Ali yandaşı, Ali taraftarı, Ali
ailesinden geliyor, bize bir şey yapamazsınız” şeklinde bir algıyı taşıdığı
düşünülmüştür.
‘GERÇEĞİ
YASAKLANANDA ARAMAK LAZIM’
Özetle
her şey ‘Devrim’ sözcüğünün yerine ‘Allah’ı koyarak başlıyor. İşaret fişeği bu
oluyor. Öyleyse tüm bu çalışmada yasaklı kültürün tam karşılığı nedir?
Yasaklı kültür; egemen tarafından
ötelenmiş, dışlanmış, suçlanmış kültürler. Her toprağın bir yasaklı kültürü ya
da yasaklanmış kültürü vardır. Ben şöyle düşündüm: Aslında “gerçek bir
birleşim nerededir?” sorusunun yanıtı, ağırlıkla gerçek kültürün yasaklandığı
yerde bulunmaktadır. Dolayısıyla ben de gerçeği yasaklanmış şeylerde aramam
lazım, diye düşündüm. Bir kere, devrimci olarak taşıdığımız ateizmde gerçekten
bir sakatlık var. 80’li yıllardan ortalarından itibaren şu soruyu sordum
kendime: “Bir sosyalistin, bir komünistin, bir demokratın inanmak için bir
altyapıya ihtiyacı var mıdır, yok mudur?” Biz o yıllara “Yoktur” diye geldik.
İşte bir Kızılbaş’ın amacı Tanrısız bir dünyaya, Tanrısız bir insana ulaşmak
algısını taşıdığında, “Evet, o zaman bu tür amacın peşinde koşan insanın inancı
bir komünistin, bir sosyalistin inancında da olması gerektiği” yargısına vardım.
Onu anlamaya çalıştım.
Burada
bir ortaklık yok mu?
Var tabii. Bir sosyalist de, bir
komünist de insana benzemeyen bir Tanrıyı öldürür. Bir Kızılbaş da aynı şeyi
yapar; insana, doğaya benzemeyen ve karşılığı olmayan Tanrıyı öldürür. Benim
bedenimde, bende, doğada olmayan bir Tanrıyı öldürüyorsun. Hem Kızılbaş, hem
sosyalist, hem de komünist aynı şeyi yapıyor. Ama sosyalist ve komünistler
olarak bizler Tanrıyı öldürdük ama onun yerini boş bıraktık.
Yasaklı
kültürler ne yaptı?
Onlar buna izin vermedi. Dağa, taşa ve
insana yanaşmak için Tanrıyı öldürdü ve “Ben Tanrıyım” dedi. Bu önemli. Biz
Tanrının yerini boş bıraktığımız ve yaşam da boşluk tanımadığı için ateist
arkadaşlarımız, büyüklerimiz, ağabeylerimiz camiden gömülürler. Böyle bir
garabeti ben dünyada görmedim. Nasıl bir şey! Dünyanın neresine giderseniz
gidin, bir komünist komünist gibi gömülür. Yani Tanrıyı öldürdüğü zaman yerine
kendini yerleştirebilseydi camiden gömülmezdi. Ateist yaşıyorsak ateist gibi
gömüleceğiz. Ama bunu anlatamıyoruz.
‘BAŞKALARININ ÜTOPYALARINI ÖĞRETİYORUZ’
Dinlerle
beraber gelişen ötekileştirmenin büyük trajedilerle sonuçlandığını görüyoruz.
Buna rağmen kurulan ütopyalarda dinsel unsurların yer almasını nasıl
yorumlamalı?
Başkaldırma Ortaçağ’da, özellikle de
köylü ve esnaf temelli olarak gelişiyor. Ya kır temelli ya da kent temelli
oluyor. Zaten kent temelli sadece Almanya kökenli. Türkiye’deki kır temelli.
Kırda başlıyor asıl din savaşı. Bunlar neden komünist değil? Çünkü köylülük
sosyalizmi tanımamıştır. Çünkü onu tanımlayacak bir sınıf egemen değil. Onun
için köylülük, geçmişte varsayılan eşitlikçi toplum değerlerini güncelleyerek
kurmak istemiştir. Bu da komünizmle olabilir. Bu ütopya ise Alevilerin
geleneksel kaynaklarında özetlenir. Ne var ki bizim evlerimizde çocuklarımıza
öğrettiğimiz ütopya, Thomas More’un, Campenalla’nın rüyasından başka bir şey
değil. Kitap olarak sadece bunlar var. Ama bunlar bizim rüyamızı yansıtmıyor.
Bu
coğrafyanın rüyası nedir?
Tabandan gelen halk hareketinin
getirdiği bir rüyadır. Çünkü Thomas More’un, Campenalla’nın ya da Bacon’ın
rüyası Allahlı ve peygamberi olan rüyalardır. Evet, mülkiyet yok, komünist bir
toplum kurmak istiyorlar ama bu toplumun hem Allah’ı hem de peygamberi var.
Yani bilge var ama bilge krala akıl veriyor. Bizde devlet de peygamber de yok.
Bu Alman köylü hareketinde, Kızılbaş hareketinde, Kathar hareketinde de
böyledir. Tabii öğretici anlatımlara göre bu rüya kurulurken şöyle düşünülmüş:
“Tarihi bireyler değil, toplum yapar. Toplum tarihini yazarken kendi ürününü de
beraberinde çıkarır.” Bunun sonucunda net olarak demişler ki “Özel mülkiyet,
sınıflar, devlet ve para.” Eğer ben kendimi komünist bir sınıfa taşımak
istersem, bu 4 yükten de kurtulmam lazım. Benim ütopyamda ise özel mülkiyet,
devlet ve para olmayacak. Genelde de Ortaçağ’daki bütün köylü isyanlarında ve
komünizm denemelerinde bu 4 madde hemen iptal edilmiştir. Yani özel mülkiyet
sonlandırılmış, devlet iptal edilmiş ve para kaldırılmıştır. Tabii ütopyalar
olanaksız şeylerdir. Olanaklı şeyden ütopya olmaz. Onun için 68 Hareketi
“Gerçekçi ol, olanaksızı iste” sloganıyla başlamıştır. Çünkü olanaksızı
istemeyi öğrendiğin anda gerçeği yakalarsınız. Ama bizim coğrafyamızda Şeyh
Bedreddin hareketini ölçü alırsak, Karaburun merkezli Börklüce Mustafa
tarafından düşünülen şey bu ütopyadan parçalar koparılarak geliştirilmiştir. O
zaman da bu bir ütopya olmaktan çıkar artık, toplumsal bir tasarıma dönüşür.
Böyle baktığınızda bu topraklardaki ütopya hem sosyalist, hem komünist, hem
demokratik bir rüyadır.
‘SURİYE’DEN
İNGİLTERE’YE…’
Yasaklı
kültürler, bir anlamda yasaklı rüyalar olmuyor mu?
Kesinlikle, rüyanın kendisi
yasaklanıyor. Çünkü rüya çok tehlikeli.
Batıda
da yaşanan dinsel odaklı kıyımların bugün sadece doğuda devam etmesini nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Aslında batıdaki tüm yasaklı kültürlerin
ideolojisi kutsaldır ya da yarı kutsaldır. Çünkü hep kendi doğusundan
gelmiştir. Bu çok önemli. Fransa’ya İtalya’dan, İtalya’ya Balkanlar’dan,
Almanya’dan İngiltere’ye, Balkanlar’a eski Ermenistan’dan. Eski Ermenistan’a da
bugünkü Fars, Suriye ve Irak’tan… Merkez budur. Hep doğudan almış kendi
ideolojilerini. Tabii Hindistan beslemesi var ama asıl buralardan. Hıristiyanlığın
ilk muhalif hareketinin hocası Suriyelidir. Tabii o zaman doğuda şimdiki gibi
farklı ideolojiler yoktu, çıplak olarak anlatılmıyordu. Dinsel bir örtü vardı.
Dolayısıyla o dinsel örtüyü kaldırmayı bilmek gerekiyor. Kaldıramazsan gerçeği
görmen çok zor. Böyle bakmak lazım.
Batıda
artık yasaklı kültür göremezsiniz.
Tehlike olmadığı için. Tehlike olsa
görürsünüz.
Peki,
doğudakiler tehlike mi?
Doğudaki hareketler egemen için
tehlikeli. Ama risk yoksa kıyım da yok.
Bu
risk bütünüyle dinsel midir?
Dinsellik orada yalnızca sözcülük
yapıyor. Bir şeyin altını çizmek lazım. Özellikle IŞİD gibi hareketlerle
karışmasın diye söylüyorum. Yasaklı kültürlerde inanç, sonuçtur. Ortodoks
kültürlerde inanç, nedendir. Şu anlamda: Ortodoks kültürlerde bir Tanrı vardır,
o yaratmıştır her şeyi. Ama istediği zaman yok edebilir. Ama yasaklı kültür
böyle bir Tanrıyı inkar ediyor ve “Benim inancım sonuç” diyor. Tabii Tanrıyı
öldürünce onu içine taşıyorsun. Zaten ben insana “Konuşan Tanrı” diyorum. İçine
taşıdığın insan da bir can, sonuçta bir enerjiye dönüşüyor. Canı Tanrı gibi bir
algıya taşıyorsun. Sonra diyorsun ki “İçimizdeki Tanrının dünya görüşü
bedenimde yazılıdır.” Doğanın içinde de bir enerji var o da dağda, taşta
yazılıdır. Sen doğayı, dağı, taşı ve bedenini deneyimleyeceksin, ardından da
Tanrı görüşünü keşfedeceksin.” O görüşe bağlandığın zaman inançların çok
değişir. Böylece doğanın aklıyla insanın aklına dayalı farklı bir inanç
üretiyorsun. Ben bunu farklı ortamlarda anlatıyorum ama çok zor kabul ediliyor.
Çünkü çok büyük bir yabancılaşma söz konusu.
Kimlerde?
Alevilerde mi?
Alevilerde bile. Çünkü yabancılaşma
orada da var. Ama kendi bedeninde Tanrının görüşünü saptamaya başladığın zaman
evrenin yasalarını da oluşturuyorsun. Demek ki evrenin yasaları, doğanın yasaları,
bedeninin yasası, ağacın yasası inanmanın kurallarıdır. Çünkü akıl nereye
koşarsa inanç da oraya koşar ve aklı karşılar. Biraz onunla içki içer, biraz
onu şımartır. Ama inanç sonuçtur, neden değildir.
Yasaklı
kültürlerin var olduğu her yerde bir soykırım yaşanmıştır diyebilir miyiz?
Tabii ki. Zaten kültürel bir ırkçılık
yaşanıyor. Irkçılığı artık günümüzü kucaklayan terimleriyle tanımlamak
zorundayız. Artık kan belirleyici dönem kapanmıştır. Şimdi kültür belirleyici
bir sınıf var. Egemen sınıf diyor ki “Sen kültürel bir farklılıksın. Ya sen
bana uy ya da ben seninle yaşayamam.” Bu kültürel ırkçılıktır ve bu kültürel
ırkçılık yasaklanan tüm kültürlere uygulanmaktadır.
‘TANRIDAN
VAHİY ALMAYIZ’
Bugün
bu soykırımı Ezidiler yaşıyor.
Evet. Cumhuriyet kurulmadan önce
Ezidilerin en kalabalık nüfusu bizim topraklarımızda yaşıyordu. Şu anda 500’ün
altındadır. Üç yıl önce 372 kişi vardı.
Cumhuriyet
mi gönderdi?
Cumhuriyet onlara ilgisiz kaldığı için
bu topraklarda rahat edemediler. Ama Cumhuriyet de onlara pek kötü davranmadı
aslında. Aleviler Cumhuriyet’i gerçekten savundular ve Cumhuriyet’in yaşamasına
çok önemli katkıları da var. Ama daha sonrasında Alevilere pekiyi davranılmadı.
Okullarını kapattı. Aslında Dergah üniversite demektir. Onun kapatılması eğitim
alamaması anlamına gelir.
Ezidilere
gelirsek…
Ezidiler, aslında tarihte en fazla
kırılan topluluklarından bir tanesi. Onları da kimler kırmış? Kürtler ve
Araplar. Çünkü Kürtlerin içerisinde tek yasaklı kültür Ezidiler’dir. Başkaları
da var ama bana göre en güçlü olan ve ilk ele alınması gereken Ezidiler
olmuştur. Cumhuriyet o kültürü elinden kaçırmasaydı şeriatçı dinsel algı o
bölgelere yerleşemezdi. Alevilikte olduğu gibi onların da belli yerleri var.
Irak aslında onların kutsal merkezi. Mesela Hakkari dağlık bölgesi yasaklı Kürt
hareketinin anavatanı sayılır.
O bölgenin yaşayanları olan Ezidiler
şöyle söylüyor: “Biz bireysel vahiye ve insanların söyledikleri şeylere
inanırız. Yukarıdaki Tanrıdan herhangi bir vahiy almayız.” Müthiş şeyler
bunlar. O dönemde bazı insanlar kesilip doğranmıştır. Hatta yıllar sonra Ahmet
Türk özür dilemiştir, “Atalarımızın elinde birilerinin kanı vardır” diyerek.
Daha sonra Ezidiler Sovyetlere ve her yere dağılmışlar. Ancak yapılan
çalışmalar gösteriyor ki Sovyet toprağına gidip orada yaşayanlar (Ermenistan’ı,
hatta Azerbaycan’ı da katabiliriz) daha donanımlı, daha bilgililer. Çünkü
Sovyetler onları özgür bırakmış kendi inançlarını yapsınlar diye.
Ezidiler
Cumhuriyet döneminde kitlesel bir kıyıma maruz kalmış mı?
Kitlesel anlamda bir kıyımdan söz
edilmiyor ama olmuş. Mesela onlarda bir Ezidi kadınını kaçırmak çok büyük
problemlere neden oluyor. Çünkü kan kirlenmesi diye bir düşünceleri var.
Ezidilik kana dayalı bir din. Çünkü çok ezilen topluluklarda kana dayalı güvence aramışlar. Onun için çeşitli kastlar var ve her kast kendi içinde evleniyor. Oradan bir kadının kaçırılması kanı kirletiyor ve çok büyük sorunlar ortaya çıkıyor.
Ezidilik kana dayalı bir din. Çünkü çok ezilen topluluklarda kana dayalı güvence aramışlar. Onun için çeşitli kastlar var ve her kast kendi içinde evleniyor. Oradan bir kadının kaçırılması kanı kirletiyor ve çok büyük sorunlar ortaya çıkıyor.
Ne
yapıyorlar?
Gönüllü gittiyse ölüm cezasına
çarptırılıyor.
Peki,
erkek başka bir toplumdan biriyle beraber olursa o da ölümle
karşılaşıyor mu?
Orada da belli yasaklar var ama ölümle
karşılaşmıyor. Mesela bulunduğu bölgenin dışına çıkıp 2 sene gelmezse evlilik
düşebilir. Erkeğin de başka düşman kimliklerin beden sıvısıyla cinsel ilişkiye
girmemesi lazım. Aynı hamamda bile yıkanmaması gerekiyor. Çünkü tekrar aynı
gruba dönerse bu kirlenme nedeni. Ama onun dışında erkekler normal olarak
hamama gidip orada yıkanan birinin vücut sıvısıyla da ilişkiye geçebilir. Bu
konuda geçmişte duyarlı davranırlardı. Şimdi bunlar da modern yaşam tarafından
terbiye edilmiş.
Ezidilerin
ölümsüzlük felsefesi diğer yasaklı kültürlerle benzerlik taşıyor mu?
Kızılbaşlılıkta yaşam, yaşayanlar
tarafından oluşturulmaz, ölenler tarafından oluşturulur. Eğer sen ölenleri diriltemezsen
yaşamı kıramazsın. Ölenleri nasıl dirilteceksin? Onu anacaksın, onun taşıdığı
bilinci ve inancı sen taşıyacaksın. Başka türlü diriltemezsin. Bu felsefe
Ezidilerde de var. Onların özlü sözleri de şöyle: “Yalnızca ölenler yaşar.”
’20
BİN KİŞİYİ KATEDRALDE KATLETTİLER’
Katharlarda
böyle bir felsefe var mı?
Aynı aşağı yukarı. Tabii Hıristiyan
dünyasında yasaklı kültürlerin felsefesi biraz daha değişik. Orada iki tane
dünya söz konusu: Birincisinin başında Tanrı var. İkincisinin başında da
Şeytan. Alman teolog Thomas
Müntzer şunu
söylüyor: “Ben bu dünyada Şeytan’ı tahtından indireceğim ve Tanrının krallığını
bu dünyada kuracağım. Ama bunun için kiliseye de, papaza da ihtiyacım yok. Bunu
sıradan Alman insanlarla yapacağım. Bu dünyanın geçimsizliklerini öbür dünyaya
havale edenlerin de başını keseceğim.” Sloganı bu. Şimdi Katharlarda da aynı
felsefe geçerli. “Bu dünyanın başında bir Şeytan var. Şeytanı temsil eden de
Katolik kilisesi” diyor. “Katolik kilisesi bir kerhanedir” diyecek kadar da
ileri gitmişlerdir. Onlar da Hıristiyan ama Katolik kilisesine baş
kaldırıyorlar.
İncilleri
aynı İncil mi?
Değil. Şöyle ki; birincisi, Bakire
Meryem’i kabul etmiyorlar: “Bakire’den bir çocuk doğmaz” diyorlar. Hatta onu “Fahişe”
sayıyorlar. Öte yandan İsa’nın eşi olarak tanımlanan Meryem ise önce fahişelik
yapıyormuş, sonra İsa’ya bağlanarak yaşamı yükselmiş olduğu için asıl ona
yönelik bir referansları vardır. İkincisi, İncil de onlara inmiştir. Birisi
İsa’ya, diğeri de Magdelalı Meryem’e. Hatta İsa öldükten sonra Magdelalı Meryem
bir İncil’i Pirene Dağları’nda bir yere saklamış. Zaten bulunmaması lazım.
Çünkü bulunmamak, özgürlük demek. Bunlar İncil’i de hem kendilerine, hem de
İsa’ya indiğine bağlıyorlar.
Ama
her ikisi de yok ortalıkta.
Onları arama konusunda Katharların bir
tutkusu var. Hatta “Bekleyen” diye bir roman bile var Katarlı bir kadının
yazdığı. Katharlar, Havariler döneminde kamu hizmetlerinde çalışıyorlar ve bir
bakıma oradaki eşitlikçi toplumu koruma amaçlı bir ütopya kuruyorlar. Biraz
önce sözünü ettiğim o ütopyanın benzerini gerçekleştiriyorlar. Kathar
hareketinin bulunduğu yer Oksitanya denilen Fransa ile İspanya arasında bir
bölge. Orada Oksitan dili konuşuluyor. Burada bulunan topluluk aslında yarı
Katolik olup, “Fransız Krallığı’na bağlı değiliz, biz özgür bir ülkeyiz”
diyorlardı. Yeni yeni kentlerde söz sahibi olmaya başlayan ancak kendilerini
ifade edemeyen burjuvazi de köylülerin komünizmini benimseyerek onlarla
birlikte kiliseye ve Fransa Krallığı’na karşı yazgı ortaklığı yaptı.
Tabii
bu ortaklık beraberinde trajedi getiriyor sanırım…
Çok büyük bir trajedi hem de… Örnek
olarak söyleyeyim: Brilya diye bir kent var, o zamanki nüfusu 20 bin civarında.
Haçlı ordusu kenti kuşatıyor ve halka deniliyor ki “İçinizde şu kadar Kathar
var. Onları bize teslim ederseniz sizlere dokunmayacağız.” Ama onlar vermiyor.
En sonunda Papa’ya gidiyorlar. “Biz kimin Kathar, kimin Hıristiyan olduğunu,
kimin günahkar olup olmadığını ayırt edemiyoruz. Ne yapacağız?” diyorlar. Papa
da tarihe geçen cevabını veriyor: “Öyleyse hepsini öldürün, Tanrı adamını
bilir.” 20 bin insanı bir katedrale topluyorlar. Ve burada tamamı öldürülüyor.
Ben o katedrale gittim, yanından bir nehir geçiyor. Anlatılanlara göre o gün o
ırmağın rengi değişmiş.
Şu
anda da orada Katharlar var, değil mi?
Var.
Peki,
bunlar barış nasıl sağlamış?
Katharlar asimile olmuş durumda ve
tehlike değiller. Onları folklorik bir kültür haline dönüştürmüşler. Tehlike
olsalar bugün yine başlarını ezerler.
Yasaklı
kültürler üzerine benzer bir çalışmayı Almanya’da yapacaksınız.
Evet orada Anabaptistler’i çalışacağım.
Onların simge ismi Thomas Müntzer. Müntzer, önce Luther hareketiyle birlikte
başlıyor ve o hareketin bir parçası oluyor. Ama daha sonra Luther reformunun
yeterli olmadığını düşünmeye başlıyor. Katharlar’dan sonra gelişiyor
Anabaptistler. Anadolu’da da Bedreddin hareketi meydana geliyor. Arada 100 yıl
var. Ama 100 yıl geriye gittiğimizde Thomas Müntzer’in savunduğu görüşleri daha
felsefi olarak Bedreddin hareketinde buluyoruz. Müntzer, Luther’in reformundan
ayrılınca Luther hareketi de bunlara tavır alıyor. Hatta Müntzer’in savunduğu
ütopyanın kurucuları da ona öfkeleniyor. Çünkü onlar yukarıdan aşağıya
düzeleceğini varsayıyorlar. “Aşağıdan yukarıya doğru olmaz” diyorlar ve bunları
savunanları da kafirlikle suçluyorlar. Gökyüzü erkek. Toprak ise dişidir.
Yeryüzüne taraf olmadan gökyüzüne savaş açamazsın. Yine bedenine taraf olmadan
da Tanrıyla savaşamazsın. Özetle Almanya’daki burjuvazi kendisini güvenceye
alıp, mücadelesinin zafere ulaşacağını anlar anlamaz bunları doğramaya
başlamıştır ve 1525 yılında da Thomas Müntzer’i idam etmiştir.
Günümüzde
de Anabaptistler’in varlığından söz edilebilir mi?
Anabaptistlerle Katharlar gibi topluluk
olarak birebir henüz karşılaşmadım. Ama Müntzer kentine gideceğim yıl sonunda
ve eğer varsalar orada bulacağım. Bir de Demokratik Almanya’nın sınır
bölgelerinde kesinlikle vardır, diye düşünüyorum. Ama dediğim gibi batı kendi
yasaklı kültürünü çözümlemiş ve çizmiş kafalardan. Onun sadece folklorik bir
malzeme olarak ve tehlikesiz bir biçimde anılmasına olanak sağlamış.
Thomas
Müntzer’in ölümü, hareketin de ölümü mü oluyor?
Müntzer öldükten sonra geride kalan
arkadaşları komünizmi bir yerde kurmaya çalıştılar. Buna da “Yeni Kudüs”
dediler. “İsa Yeni Kudüs’ten göğe yükselince Kudüs kenti de göğe yükselecek.
Bir gün kendi kentimizi kurduğumuz zaman o kent de gökyüzünden yeryüzüne
inecek.” Önce yerleşecek yer arıyorlar. İlk olarak Strasbourg’u düşünüyorlar
ama oradaki önder tutuklanıyor. Dolayısıyla oradan vazgeçiliyor. Ardından
Müntzer kentinde kuruluyor komünizm Tabii Alman toprağındaki diğer
Anabaptistler de hemen buraya akın ediyor. Burjuva temsilcilerinin kimini
kovuyorlar kentten. Özel mülkiyeti kaldırıyorlar. Kapıdan kilitleri söküyorlar.
‘DUVAR
YIKILDI MÜNTZER ALTINDA KALDI’
Müntzer’in
ölümünden ne kadar sonra oluyor bunlar?
Yaklaşık 5 yıl sonra. Kent bu aşamada
aşağı yukarı 1 seneden fazla direniyor ama daha sonra düşüyor. Ardından
kentteki herkesi kılıçtan geçirerek öldürüyorlar. Önderleri demir kafeslere
konarak Almanca konuşulan bütün topraklarda gezdiriliyor. En sonunda da o demir
kafesler çan kulesine astırılıyor ve onlar 500 yıl orada kalıyorlar. Yakın
zaman önce indirilen o kafesleri bulduğumda çalışmayı bitireceğim.
Müntzer
ismi yaşatılıyor mu?
Demokratik Almanya kendi parasının
üzerine Thomas Müntzer’in resmini bastı ve ülke düzeyinde o komünist hareketle
bağlantıyı sağlayan bir etkinlik yapmayı düşündüler. Ama Berlin Duvarı
yıkıldıktan sonra Thomas Müntzer de duvarın altında kalmış oldu. Yine de eski
paranın üzerinde onun resmi var.
Hıristiyanlar
da yasaklı kültürlerle meselesini hep kan dökerek çözmüş.
Evet. Hep kan dökerek çözümlemiş.
Hıristiyanların eli çok kanlıdır o bakımdan. Orta Pirene’lerde Manzegur denilen
bir dağ ve onun da tepesinde Manzegur Şatosu var. Ben iki kere tırmandım.
Gerçekten müthiş bir yer. Katharlar en son orada toplanıyor. Binlerce kişiyi
uzun zaman uyarıyorlar. Sonuçta kuşatılıyorlar ve 15 gün süre tanıyorlar. Ama
Kathar önderleri o 15 günde gerçekten bir komünizm yaşatıyorlar oradaki
insanlara. 15 günün sonunda da Fransa toprağında yakılarak öldürülüyorlar.
“Vazgeçtim diyenleri bağışlayacaklarını” söylüyorlar. Hiç birisi “vazgeçtim”
demiyor. Teslim olurken de el ele tutuşuyorlar ve ateşte yanıyorlar.
Yakarak
öldürmenin belli bir nedeni var mı?
Bir felsefesi var tabii. Katolik
kilisesi diyor ki “Sizin bedeniniz içinizdeki ruhunuza hakaret etti, günahkar
oldunuz. Ya siz özgürleştireceksiniz ya da biz özgürleştireceğiz. Kendin
özgürleştiremezsen biz sizi yakarak özgürleştireceğiz.” Yani beden
cezalandıracak ve ruhu özgürleştirecek.
Tekrar
Anadolu’da dönersek: Günümüzün yaşayan yasaklı kültürü Alevilerle mesele
kapandı mı?
Kapanmadı. Hâlâ yasaklı kültür. Tabii
bir ölçüde özgürlük almaları yasaklılığı ortadan kaldırmıyor ne yazık ki. Bugün
Alevi bilinci ve inancı egemenler için bir tehlike. O nedenle canlanmasını
istemiyor. Alevi toplumsal gerçeğine dönersek, 800-900 yıllık toplumsal bir
mücadele pişmiş, onun içinden gelmiş bir başkaldırı cüreti var. Bugün bazı
hareketler var ama o hareketin geçmişi daha gençtir. Ama Alevilik hareketi
böyle bir tarihsel geçmişe sahiptir ve bugün bu geçmişin halka önderlik etmesi
durumunda çok ciddi sonuçlar doğurur. Çünkü bu bir halk hareketidir ve onun bir
dili vardır. Ama biz sosyalistler o dili yakalayamadık.
http://www.gazeteduvar.com.tr/kultur-sanat/2016/08/20/onlarin-utopyasi-bizim-ruyamizi-yansitmiyor/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder