Lafı eveleyip gevelemeden soruyu dosdoğru sormalı: ABD öncülüğündeki
koalisyon güçlerinin Kobanê’deki IŞİD mevzilerine dönük (giderek daha etkili
olan) hava saldırıları ve son olarak da ABD’nin YPG güçlerine silah ve mühimmat
desteği sağlaması, Kobanê’deki direnişin biz sosyalistler açısından siyasal
muhteva ve öneminde bir değişikliğe neden olmalı mı? ABD güçlerinin Kobanê’deki
direnişe açıktan desteğinin, bu mücadelenin karakterinde (ona olan desteği de
etkileyecek) bir değişime yol açması beklenir mi?
Kimilerinin şimdiden iddia
ettiği gibi Kobanê askeri olarak düşmese de sol için siyaseten düşmüş mü
sayılmalı? ABD emperyalizminin “insani” kisveli askeri müdahalelerine karşı
daima net bir tutum almış sosyalist hareket açısından cevabı kolay sorular
değil bunlar.
Ancak bu gibi soruları cevaplamaktan imtina edip (amiyane
tabirle) topu taca atmak, ya “kötü” emperyalist müdahaleler kadar “iyi”
müdahaleler olduğunu ima etmek anlamına gelecek ya da emperyalizme karşı olmak
adına Kobanê’deki mücadeleye sırtımızı çevirmek anlamına.
Yukarıdaki sorulara cevap aramadan evvel birkaç hatırlatma şart: ABD’nin
IŞİD karşıtı stratejisi esas itibariyle örgütü önce (bu ülkenin ABD çıkarları
bakımından kritik önemi dolayısıyla) Irak’ta geriletmeyi hedefliyor. ABD’nin
Güney Kürdistan’ın petrol bölgelerinin IŞİD tehdidine maruz kalmasıyla doğrudan
müdahale seçeneğine başvurduğunu hatırlatmaya gerek yok. Amerika önce Bağdat ve
Erbil’i güvenceye almayı, IŞİD’i kuzeyde peşmerge, güneyde de Irak ordusu
aracılığıyla durdurup kısmen de olsa geriletmeyi hedefliyor. Ancak ABD’nin
siyasal ve askeri eliti, IŞİD’i kök saldığı coğrafyadan Kürt ve Şii güçler
aracılığıyla söküp atmanın mümkün olmadığının da farkında. Bunun için de tıpkı
2000’li yılların ortalarında olduğu gibi Sünni nüfus ve aşiretleri ekonomik,
siyasal ve askeri olarak IŞİD’den kopartacak bir stratejiyi devreye sokmayı
hedefliyor. Bunun başarılması durumunda, yani IŞİD’in Irak’taki varlığının kırılganlaşması
durumunda örgütün ciddi anlamda zayıflayacağı ve dolayısıyla da Suriye’deki
konumunun da gerileyeceği düşüncesi hâkim gibi görünüyor. Dolayısıyla
“eğit-donat” faaliyeti, yani Suriye’de IŞİD karşısında etkili olacak bir
Arap-Sünni kara gücü yaratmaya dönük onca gürültüye rağmen bunun ancak uzun
vadede etkili olabilecek bir hedef olduğu aşikâr. ABD’nin önceliği Irak, Suriye
değil. Kobanê hiç değil. Bizzat Beyaz Saray sözcüsü Kobanê’nin stratejik olarak
önemsiz olduğunu açıkça ifade etmişti zaten.
ABD’nin Kobanê’ye dönük uzun süreli ataletini işte bu bağlamda anlamalı.
Öte yandan, hemen herkesin malumu olduğu üzere, Kobanê direnişinin YPG/J (yani
PYD) tarafından yürütülmesi, ABD’yi daha da sıkıntılı bir duruma sokuyor.
Türkiye’yi koalisyona katmaya çalışan ABD’nin AKP hükümetini “zorda bırakacak”
şekilde Kobanê’ye destek sunması çok kolay şey değil. Rojava’daki kendi kendini
yönetme deneyiminin ABD’nin bölgesel müttefiklerinden Barzani yönetimini de
huzursuz ettiğini, ABD’nin bunu da hesaba katması gerektiğini atlamayalım.
Zaten PKK, ABD için de halen “terörist örgütler” listesinde ve bu ikisi
arasında bir “doku uyuşmazlığı” olduğu da herkesin malumu. Dolayısıyla ABD’nin
Kobanê’ye yardım için pek de hevesli olmaması için kendince birden fazla ve ciddi
nedenleri vardı ve var olmaya da devam ediyor.
Peki ne oldu da Kobanê, ABD öncülüğündeki koalisyon için bir öncelik halini
aldı? Evvela Kobanê dost-düşman hemen herkesin sandığının aksine hemen ve hızla
düşmedi, IŞİD’e direndi. Direniş giderek dünya kamuoyunda da ilgi ve hayranlık
uyandıran bir mahiyete büründü. ABD’nin Kobanê’ye yardımda bulunmasına dönük
uluslararası basınç, özellikle son bir iki haftada ciddi boyutlara ulaştı.
Obama hükümetinin IŞİD’e karşı oluşturulan “taze” koalisyonun prestiji açısından
bu baskıyı yok sayması, bir noktadan sonra oldukça zordu. Kobanê’nin düşmesi
sadece YPG açısından değil, esas itibariyle ABD öncülüğündeki koalisyon
açısından askeri ve her şeyden önce moral bir darbe olacak, koalisyonun
meşruiyeti sorgulanır hale gelecekti. Dolayısıyla bu koşullar altında ABD’nin
Kobanê’ye müdahale etmeye sürüklendiği pekâlâ iddia edilebilir.
Bu ABD’nin söz konusu müdahaleden hiç çıkarı olmadığı anlamına gelmiyor
elbette. ABD her şeyden önce Kobanê’ye dönük desteğini artırarak Türkiye’ye aba
altından sopa göstermiş oluyor. IŞİD karşıtı koalisyona katılmak noktasında
daha fazla nazlanırsa “sahada” başka ve Türkiye’ye muhalif güçleri de
destekleyebileceğini, Türkiye’ye pek de mahkûm olmadığını ilan etmiş oluyor. Bu
bakımdan, PYD’nin daha da itibar ve tanınırlık kazanmasını önlemek ve
koalisyonun işine yarayabileceğini göstermek için Türkiye önümüzdeki süreçte
adım atmak zorunda kalabilir. ABD ayrıca (“sahada” ne kadar etkili olduğunu
kanıtlamış) YPG/J güçleri aracılığıyla Suriye’de karşı karşıya olduğu “boots on
the ground” krizini de (yani karada IŞİD’in karşısına çıkabilecek güçler bulmak
sorununu da) kısmen çözmeyi hedefliyor. “Kısmen” kelimesinin altını çizmekte
yarar var. ABD askeri ve siyasal eliti, tıpkı Irak’ta olduğu gibi Suriye’de de
IŞİD’i ana gövdesi Kürtler olan güçlerle yenemeyeceğinin farkında. IŞİD’i
yerleştiği bölgelerden atabilmek ancak Sünni-Arap karakterli bir güçle mümkün.
İşte böyle bir gücün şekilleneceği zamana kadar YPG/J güçlerinden IŞİD’i hiç
değilse durdurmak, daha da yayılmasını engellemek için faydalanmayı düşünüyor
olmalılar. Üstelik bu süreç zarfında PYD ile “mutedil” muhalif güçlerin
kaynaşması da planlanıyor muhtemelen.
PYD içinse ABD yardımı, Kobanê’deki direniş açısından sunduğu kritik askeri
olanaklar bir yana, uluslararası itibar ve tanınırlık açısından da ciddi
avantajlar sunuyor. PYD böylece kısmen Güney Kürdistan ama özellikle de
Türkiye’nin dayattığı uluslararası tecrit koşullarından çıkma, “masada” söz
sahibi olma konumunu elde etmiş oluyor. Daha doğrusu bu yolda önemli bir adım
atmış oluyor. Dolayısıyla ABD ile PYD arasında konjonktürel bir çakışmanın, iki
tarafın çıkarları arasında şimdilik kaydıyla da olsa bir ortaklaşmanın söz
konusu olduğu aşikâr.
Şimdi başa dönelim ve bu durumun Kobanê direnişi ve Rojava’daki sürecin
bekası ve mahiyeti açısından taşıdığı anlamı ne ölçüde değiştirdiğini kendimize
soralım. Rojava’da malum, Arap ayaklanmalarının oluşturduğu türbülansın bir
parçası olan nevi şahsına münhasır bir devrimsel süreç yaşanmakta. Ulusal karakterli
bir hareketin öncülük ettiği, demokratik özerklik talepli ama sosyal bir
muhtevası da olan bir ulusal kurtuluş/devrim mücadelesiyle karşı karşıyayız.
Marx’ın erken yazılarındaki ifadeyle “sosyal bir ruhu olan bir siyasal devrim”
ya da devrimci hareket bu belki de. Böyle bir devrimci sürece emperyalist bir
gücün askeri yardımda bulunması, onun “karşı kampa” geçtiği, artık
emperyalizmin safında yer aldığı anlamına mı gelir?
Kestirme bir cevap için Lenin’e müracaat edelim. Ekim devriminin hemen
ardından malum, Alman orduları Rusya içlerine kadar girip, yeni Sovyet
iktidarını tehdit etmeye başlar. O dönem Alman emperyalizmiyle savaş halindeki
Fransa ve Britanya, konumu daha bütünüyle sallantıda olan Sovyet hükümetine
yardım önerirler. Bu yardım önerisinin tartışıldığı toplantıya katılamayan
Lenin, Bolşevik merkez komiteye şu notu yazar: “Lütfen oyumu, İngiliz-Fransız
emperyalist haydutlarından patates ve silah almanın lehine olanlar arasında
sayınız.”
Lenin’in bu tutumu, ölümcül bir tehlike karşısında olan devrimi savunmak
adına olsa bile bir geri adım, emperyalizmle bir uzlaşma değil midir? Lenin bu
hususta, (Stalin tarzı “epigonlarından” bütünüyle farklı bir biçimde) açıktır.
Zorunlu bir geri adımı bir erdem, bir stratejik zafer olarak ilan etmez.
Emperyalizm karşısında bir geri adım anlamına gelen Brest-Litovsk anlaşması
üzerine şöyle yazar mesela: “Brest-Litovsk anlaşması gerçekten emperyalistlerle
bir uzlaşmaydı; ancak bu, mevcut koşullarda yapılması zorunlu olan bir
uzlaşmaydı. … Uzlaşmaları ‘ilkesel olarak’ reddetmek, hangi biçimde olursa
olsun taviz vermenin mümkün olabileceğini genel olarak reddetmek çocukluktur. …
Her bir tavizin, her tür tavizin somut koşulları ve bağlamını analiz edebilmek
gerekir. Haydutların vereceği zararı azaltmak ve hatta yakalanmalarını
kolaylaştırmak için onlara parasını ve silahını vermek zorunda kalan adamla
haydutlara para ve silahlarını onların yağmasında pay sahibi olmak için veren
adam arasındaki farkı ayırabilmeyi bilmek gerekir.”
Kürt hareketinin Kobanê’de ayakta kalmak için ABD emperyalist hayduduyla
uzlaşmak, ona muhtemelen taviz vermek zorunda kaldığı pekâlâ söylenebilir.
Lenin’in hatırlattığı üzere sorun olan, böyle bir “uzlaşmanın” (konjonktürel
denk düşüş ve muhtemel geri adım) kendisi değil, bunun bir “stratejiye”
dönüşmesidir, dönüşme ihtimalidir. Gerekli olansa o ihtimale karşı uyanık
olmaktır. Haydutlardan yakayı kurtarmak, nefes alacak zaman kazanmak için kısmi
bir geri çekiliş ya da uzlaşmayla haydutlarla ortak iş kotarmaya soyunmak
arasında fark, hem de kategorik bir fark vardır.
Peki solun Kobanê’ye silah yardımı yapılması, Kobanê direnişinin
silahlanması önündeki engellerin kaldırılması talebi meşru mudur? Silahların
(şimdi olduğu gibi) emperyalistlerden gelmesi direnişi emperyalizmin safına
düşürmez mi? Cevap için bu kez Lenin’e değil, Troçki’ye başvuralım. Troçki, II.
Dünya Savaşı’nın hemen öncesindeki bir yazısında, Belçika proletaryasının
devrim yaptığını varsayar. Böyle bir durumda Nazi Almanyası’nın komşu ülkedeki
devrimin belini kırmak için hemen saldıracağı açıktır. Bu koşullarda diye yazar
Troçki, Almanya’ya rakip olan Fransa’nın, kendi çıkarları gereği Hitler
karşısında Belçikalı Sovyetlere askeri yardımda bulunması ihtimal dahilindedir.
Troçki bu varsayımdan hareketle, bu yazının da konusu olan soruya benzer bir
soru yöneltir ve bu askeri yardım olasılığı karşısında Fransız proletaryasının
nasıl bir tavır alması gerektiğini sorar. Troçki, emperyalizmle ya da
burjuvaziyle işbirliği ya da yenilgicilik adına askeri yardıma karşı çıkacak
olanların ya “açık hain” ya da “bütünüyle ebleh” olduğunu yazar ve devam eder:
“Fransız burjuvazisi Belçika proletaryasına ancak daha büyük bir askeri
tehlikeden korktuğu için ve ileride proleter devrimi bizzat kendi silahlarıyla
yok etme beklentisiyle silah gönderir. Fransız işçileri içinse tersine, Belçika
proletaryası kendi burjuvazilerine karşı mücadelelerinde en büyük destektir.
Son tahlilde, mücadelenin sonucunu belirleyecek olan, doğru politikaların çok
önemli bir faktörü olduğu güçler arası dengedir. Devrimci partinin ilk görevi,
Fransa ve Almanya, yani iki emperyalist güç arasındaki çatışmadan Belçika
proletaryasını kurtarmak için istifade etmektir.”
Teşbihte hata olmaz deyip bu satırların Kobanê özeline çevirmeye çalışalım.
Rojava’daki demokratik deneyim ve siyasal radikalleşme, Türkiye’deki toplumsal
muhalefet güçlerinin en ciddi bölgesel müttefiği konumundadır. Rojava’nın
düşmesi ya da teslim olması, Türkiye toplumsal muhalefeti açısından da ciddi
bir yenilgi anlamına gelecektir. Bu koşullarda Kobanê’nin (ve Rojava’nın)
kendisini savunacak silahlara (kaynağı ne olursa olsun) kavuşması, hem o
bölgedeki kendi kendini yönetme deneyiminin ayakta kalması hem de bizler
açısından kritik mahiyettedir. Ancak bu, (Kürt hareketinin de muhtemelen
farkında olduğu üzere) koşullar değiştiğinde yardımda bulunan emperyalist gücün
bizzat Rojava’daki demokratik özerkliğe ve kantonalizme saldırmayacağı anlamına
gelmez. Kobanê’nin ayakta kalması için emperyalistlerin kendi çıkmaz ve
çelişkilerinden faydalanmak, emperyalizmle barışmak anlamına gelmez, gelmemeli.
Aksi, Rojava’daki devrimci atılımı emperyalistlerin konjonktürel çıkar ve
kaprislerine emanet etmek anlamına gelecektir.
“Kobanê ile bütün bunların ne alakası var, Rojava’da bir proleter devrim
yok ki” diye itiraz edenler için Troçki’nin bir başka benzer varsayımına
bakalım: “Fransa’nın sömürgesi olan Cezayir’de ulusal bağımsızlık bayrağı
altında bir ayaklanma patlak verdiğini ve İtalyan hükümetinin, kendi
emperyalist çıkarları doğrultusunda, ayaklanmacılara silah göndermeye hazırlandığını
varsayalım. Böyle bir durumda İtalyan işçilerinin tutumu ne olmalı? Bilinçli
olarak demokratik bir emperyalizme karşı ayaklanma ve ayaklanmacılar tarafında
faşist bir emperyalist müdahale örneğini seçtim. İtalyan işçileri Cezayirlilere
silah temin edilmesini önlemeli midir? Bırakın ultra-solcular bu soruya olumlu
yanıt versinler. İtalyan işçileri ve ayaklanan Cezayirlilerle birlikte her
devrimci, böyle bir cevabı hararetle reddedecektir. Faşist İtalya’da liman
işçilerinin aynı zamanda bir grevi dahi söz konusu olsa, bu durumda dahi
grevciler ayaklanan sömürge kölelerine silah götüren gemiler için bir istisnada
bulunacaklardır. Aksini yaptıkları takdirde onlar, proleter devrimciler değil,
sadece lanetli sendikacılar olacaklardır.” Troçki devamında İtalyan işçilerinin
bu tutumunun kendi ülkelerindeki faşist rejime karşı mücadelelerini bir kenara
bırakmak anlamına gelip gelmeyeceği sorusunu sorar. Hemen şöyle cevap verir:
“Kesinlikle hayır. Faşist rejim sadece kendi rakibi Fransa’yı zayıflatmak ve onun
kolonilerine el atmak için Cezayirlilere ‘yardımda’ bulunur. Devrimci İtalyan
işçileri bunu bir an bile unutmaz. Onlar Cezayirlilere hain ‘müttefiklerine’
asla güvenmemelerini salık verirler ve aynı zamanda faşizme, ‘kendi
ülkelerindeki esas düşmana’ karşı kendi uzlaşma kabul etmez mücadelelerini
sürdürürler. Ancak bu şekilde ayaklanmacıların güvenini kazanırlar, ayaklanmaya
yardım etmiş olurlar ve kendi devrimci pozisyonlarını güçlendirmiş olurlar.”
Bezer bir biçimde ABD’nin Kobanê’ye silah yardımının önünün açılmasını ya
da Türkiye’nin silah ve savaşçı geçişi için koridor açmasını talep etmek, ne
emperyalizmle ne de Türkiye rejimiyle mücadeleden feragat anlamına gelir. Tam
tersine, Kobanê’nin düşmemesi, tüm bölgedeki demokratik mücadeleler açısından olduğu
kadar bizatihi Türkiye’deki direniş ve mücadeleler açısından da olumlu bir itki
anlamına gelecektir. Meseleye bu bütünlük dahilinde bakmayıp, sorunu mutlak
ilkelere havale edip işin içinden sıyrılmak, devrimci sıfatını hakeder mi
bilmem ama siyasi sıfatını asla.
Diğer yandan, mevcut durumun bizatihi Rojava’nın mukadderatı açısından
ciddi riskler ihtiva ettiğini kabul etmek gerek. Aslında İspanya devrim
ve iç savaşı deneyimi, Rojava’nın kıyısında bulunduğu tehlikeler konusunda
oldukça verimli bir malzeme sunuyor. Son dönemde sıklıkla hatırlatıldığı üzere,
iç savaş sırasında “taraflara” resmen silah ambargosu uygulanırken aslında
fiiliyatta Alman ve İtalyan rejimleri faşist güçlere bol keseden askeri
yardımda bulunuyordu. Cumhuriyetçi güçlerin askeri bakımdan destek
arayabilecekleri “demokratik” devletlerse İspanya’daki radikalizmin kendilerine
de sirayet etmesi ihtimalinden korktukları için böyle bir yardıma niyetleri pek
yoktu. Öte yandan Cumhuriyetçi saflara ciddi bir askeri katkı sunan SSCB dahi
bu yardımı, esas olarak İspanyol devriminin taviz vermesi, devrimci önlemlerden
(kolektifleştirmeler, özyönetim deneyimleri vs.) vaz geçilmesi, yani devrimin
deradikalize olması şartına bağlamıştı. Yani SSCB de yardımını, (aslında bir
bakıma tıpkı “demokratik” devletler gibi) “devrimden iç savaşta başarı adına
vazgeçilmesi” koşuluna bağlamıştı.
Rojava’nın da benzer bir riskle karşı karşıya olduğu açık. Emperyalist
yardımın koşula bağlanması, yani kantonlardan feragatla bir dizi başka alanda
tavizler verilmesinin gündeme geldiği ya da geleceği açık. Türkiye ve Güney
Kürdistan yönetimleri zaten bu yönde bastırıyorlar. ABD’nin Kobanê’deki
performansının ardından bu hususta çok daha talepkâr olacağı, İspanya’da söz
konusu olduğu gibi Suriye’deki iç savaşta askeri “başarı” adına “devrimden”
vazgeçişin dolaylı ya da doğrudan dayatılacağı aşikâr. Böyle bir risk yokmuş
gibi davranmak, Kürt özgürlük hareketinin de Türkiye toplumsal muhalefet
güçlerinin de ciddi bir hatası olacaktır. Kürt özgürlük hareketi önümüzdeki süreçte
tam bu alanda ciddi bir sınavla karşı karşıya kalacaktır. Türkiye sosyalist
solunun ve toplumsal muhalefet güçlerinin ucuz ve sekter “Kürtler emperyalizmle
işbirliği yapıyor” korosuna katılmakta acele ederek bu sınav karşısında Kürt
hareketini yalnız bırakması felaket olacaktır. Bu sınavda bizim yerimiz,
(dürüstçe eleştirmekten, tehlike ve risklere işaret etmekten çekinmeyerek) Kürt
hareketinin yanı olmalı.
Toparlayalım ve bu haddinden fazla uzun yazıya bir nihayet verelim. Birkaç
maddede özetlemek mümkün:
§
Kobanê’nin ayakta kalması, bölgedeki en demokratik mevzii olan Rojava’nın
zaman kazanması, bütün toplumsal muhalefet güçlerinin lehinedir.
§
ABD’nin Kobanê’deki performansı, uluslararası demokratik kamuoyunun baskısı
ve YPG ile konjonktürel bir çıkar örtüşmesinin eseridir. Bu örtüşmenin
koşulların zorlamasıyla mümkün olmuş “geçici” ve “kısmi” mahiyetinin
vurgulanması ve emperyalist müdahalecilik konusunda yanılsamaların soldan
yeniden üretilmemesi kritik önemdedir.
§
Sosyalist hareketin önünde, bir yandan ABD öncülüğündeki koalisyonun
yürüttüğü emperyalist müdahaleye açıkça karşı çıkmak, diğer yandansa Kobanê
direnişinin ayakta kalabilmesi için emperyalistlerin elinden geçecek silah
yardımı talep etmek gibi ilk bakışta birbiriyle açıkça çelişen iki görev var.
§
ABD öncülüğündeki koalisyona karşıtlık, dogmatik ve sekter bir
antiemperyalizmin tezahüründen ziyade, emperyalist müdahalenin IŞİD’i askeri
olarak geriletse dahi, bu örgütün hayat bulduğu toplumsal, iktisadi ve siyasal
koşulları yeniden üretmeye mahkûm olduğu gerçeğinin, yani somut bir
antiemperyalist tutumun eseri. Yüzyıl başındaki Irak felaketinin ardından
“insani müdahale” jargonunun yeniden geçer akçe olmasına prim verilmemeli.
§
Lenin’in “haydutlar karşısında hayatta kalmak için verilen tavizle”,
“haydutların yağmasına ortak olmak için varılan uzlaşma” ayrımını ciddiye almak
gerek. Konjonktürel taviz ve uzlaşmayla stratejik işbirliği ve ortaklık
arasındaki ince ama tayin edici çizginin geçilmemesi temel önemde. Cinai bir
saldırıyla karşı karşıya kaldığımızda, mesela birileri elde silah evimizi
bastığında 155’i ararsak herhalde kimse devletin şiddet tekelini ya da polisi
meşrulaştırmış olduğumuzu iddia etmeyecektir. Ancak zor durumda polisi aramakla
kalmayıp polisle sistematik işbirliğine geçer, mesela mahallemizde “suçu
önlemek” adına polise muhbirlik yapmaya başlarsak işin rengi doğal olarak
değişecektir.
§
Mevcut koşullarda PYD’nin hareket alanını artıracak, konumunu güçlendirecek
şekilde Kobanê ve genel olarak Rojava ile dayanışmaya devam etmeliyiz. Yukarıda
bahsi geçen sınavda öyle ya da böyle Kürt hareketinin yanında olmaya çalışmak
elzem. Ancak Rojava’ya desteğin bir biçiminin de emperyalist güçlerle taktik
uzlaşma-taviz koşullarında ortaya çıkan risk ve tehlikelere işaret etmek ve
uyarmaktan geçtiğini unutmamalıyız.
Cevabı zor sorularla karşı karşıya olduğumuz bir devirdeyiz. Olası
felaketler kadar muhtemel zaferlere de açık bir dönem bu. Bu devre has zor
sorular karşısında soyut ilkeler adına apolitik bir mutlakçılığa sığınmaktan da
esneklik adına ilkesiz bir pragmatizme teslim olmaktan da kaçınmalıyız.
Yapacağımız en ciddi hataysa bu cevabı güç sorular hiç yokmuş gibi davranmak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder