Cemaat darbeci, muhalifler hain, Erdoğan mağdur, Ergenekoncular kahraman!..
Oya
Baydar 05/02/2014 T24
Başlığı;
“Cemaat hain, muhalefet darbeci, Ergenekoncular mağdur, Erdoğan
kahraman” diye, ya da “Erdoğan darbeci, Cemaat mağdur,
Ergenekoncular hain, muhalefet kahraman” diye de düzenleyebilirdim.
Öyle bir kirlilik, manipülasyon, yalan dolan, ilkesizlik,
hukuksuzluk âleminde çırpınıyoruz ki, kafaların karışmaması,
ilkeli duruşların korunması çok zor.
Kimsenin
kimseye güvenmediği, inanmadığı; devletin, iktidarın, yargının,
siyasetin, kişilerin, inançların güvenilirliğini hızla
yitirdiği bu ortamda, düne kadar aynı saflarda yer almış olanlar
birbirlerini suçlayıp kandırıldıklarına, kullanıldıklarına
hayıflanırken, kimileri de “düşmanımın düşmanı dostumdur”
anlayışıyla, savaşan taraflardan birinin yanında
mevzileniyorlar. Yargıdaki Cemaat yapısının Hükümete yönelen
yolsuzluk operasyonlarıyla gündeme girmesinden sonra, taraflar
arasındaki kavganın ana sahnesi yargı ve belli davalar oldu, şimdi
savaş dal budak salarak sürüyor.
Düşmanımın düşmanı dostum mudur?
İster Ergenekon-Balyoz ve aynı süreçte açılan diğer davalar, ister KCK davaları olsun, bu yargılamalar ağır hukuksuzluklara sahne oldu ve çok kişiyi ağır mağduriyetlere uğrattı. Yargıda - poliste yuvalanmış Cemaatçi unsurların bu davaların açılması ve yürütülmesindeki başat rolü herkesin mâlumu. Amaç; bir yandan ordudaki, bürokrasideki darbeci vesayetçi kadroları tasfiye etmek, öte yandan KCK üzerinden binlerce kürt siyasetçisini, aktivistini tutuklayarak Kürt siyasal hareketini bitirmekti. Her iki konuda da AKP ile Cemaat’in çıkarları, amaçları o dönemde bire bir aynıydı. Her adımı birlikte attılar, kumpas varsa birlikte kurdular. Ahmet Şık, “dokunan yanar” diye feryad edip Cemaatçi yargıyı teşhir ederken Başbakan Erdoğan, bu dava konusunda yurtdışında muhatap olduğu sorulara “Bazen bir kitap bombadan daha tehlikeli olabilir” cevabını veriyordu. KCK tutuklamaları başladığında, “paralel devlet” nitelemesini de kullanarak KCK davalarının arkasında duran yine Erdoğan ve partisiydi.
Gün
geldi, devran değişti. AKP’nin, özellikle de Erdoğan’ın,
mutlak iktidara giden yolda Cemaat’in desteğine ihtiyacı kalmadı.
Üstelik koalisyon ortağı fazla güçlenmiş, tehlikeli hale
gelmeye başlamıştı. Önce 7 Şubat MİT krizinde ve nihayet 17
Aralık’taki “manidar” operasyonlarda biraz da hesapsızca
erken ötüp dişini gösterince kıyamet koptu.
Artık
hepimizin ezbere bildiği gelişmeleri neden mi tekrarlıyorum?
Öncelikle, bugüne kadar olup bitenlerde, sevapta da günahta da,
AKP ile Cemaat’in eşit ortaklığını, zihniyet kardeşliğini,
toplum mühendisliği planlarının son tahlilde aynı olduğunu
vurgulamak için. Sonra da, yaşanan savaş ortamında gitgide
yaygınlaşan “düşmanımın düşmanı benim dostumdur” ruh
hali üzerinde düşünmek için.
Bu
ruh hali; Balyoz-Ergenekon ve benzeri davalarda yargılananlarda ve
çevrelerinde, bir de KCK davaları mağduru Kürt siyasal
hareketinde daha belirgin ortaya çıkıyor. Çok anlaşılabilir ve
de haklı nedenlerle başlarına gelenleri Cemaate bağlıyorlar.
Darbe davalarının “F tipi” savcı ve yargıçlarca açıldığı,
büyük ölçüde onlar tarafından hukuksuzluklarla sürdürüldüğü,
kurunun yanında yaşın, suçlunun yanında suçsuzun da yandığı,
artık herkesin mâlumu. Öte yandan, Cemaat’in Kürt sorununa
bakışını, barışçı çözüm sürecindeki olumsuz, yıkıcı,
Kürt siyasal hareketini yok etmeye yönelik operasyonlarını da
hepimizden iyi bölgede yaşayanlar ve Kürt siyasal hareketi
biliyor. Özetle Cemaatçi yapıyı baş düşman görmekte siyasal
olduğu kadar, psikolojik haklılıkları da var.
Bu
durum, bugüne kadar omuz omuza birlikte attıkları oklar kendi
yumuşak karnını hedef alınca can havliyle Cemaat’e karşı
saldırıya geçen AKP’ye yakınlaşmalarına; düşmanı bitirecek
gücün yanında konuşlanmalarına yol açıyor. Bu yüzden,
Erdoğan’la Öcalan’ın aynı dili kullandıklarını duyup
şaşırıyoruz. Bu yüzden Ergenekon-Balyoz, vb. davaları
sanıklarının/ mağdurlarının AKP’ye yönelen yolsuzluk
iddialarını görmezden duymazdan geldiklerine, son derece tehlikeli
antidemokratik adımların altını kalınca çizmediklerine tanık
oluyoruz. Düşmanın düşmanı ile bir çeşit örtülü ittifak
kuruluyor.
Demokrasiye
darbeciliği aklayarak varılmaz
İnsan
hafızası unutkanlıkla malûldür. On-on beş yıl önce Türkiye’de
olup bitenleri çoğumuzun unuttuğunu düşünüyorum. Meraklısı
dönemin gazetelerine, arşivlerine bakmalı. Faili meçhulleri, ordu
mensuplarıyla bağlantılı derin çetelerin izlerinin ayan beyan
olduğu suikastleri, Kürtlere yönelik şiddeti, JİTEM’i, itiraz
eden subayların yok edilişini, şehir şehir, kurum kurum dolaşıp
“Parola vatan, işareti bayrak” rumuzlu konferanslar veren emekli
ama görevli paşaları, özellikle Mersin-Trabzon hattında
yoğunlaşan provokatif eylemleri, cinayetleri, “Genç subaylar
rahatsız” manşetlerini, cenazelerde, mitinglerde yükselen
“Ordu göreve!” sloganlarını, Batı Çalışma Grubu
fişlemelerini, Yargıtay cinayeti ve benzerlerini, gözü kulağı
biraz açık olanlara hiç yabancı olmayan, kimisi pervasızca
yanımızda konuşulan darbe planlarını, isim isim sayılan
cuntaları, komutanların ve komutanlara yakın medya mensuplarının
darbe günlüklerini, vb. çabuk unuttuk. Daha doğrusu, açılan
davalarda adım adım gelişen haksızlıklar hukuksuzluklar, kamu
vicdanında güvensizlik yaratarak bu davaları özünden saptırdı,
çökertti.
Ancak;
28 Şubat’la başlayan, AKP iktidara gelince yoğunlaşan seçilmiş
iktidarı askeri müdahale ile devirme hazırlıkları/ planları
kafayı darbelere takmış hasta muhaleyemizin kurguları değil,
gerçekti. Darbe planlayanlara, darbe kışkırtanlara, darbeye ortam
hazırlamak için cinayetlere, suikastlere, kişilere saldırılara
başvuran tetikçi çetelere karşı açılan davalar öz itibariyle
gerekli ve haklıydı. Bundan en küçük kuşku duyuyorsak gerçeklik
ve tarafsızlık duygumuzla birlikte demokratik refleksimizi de
yitirmişiz demektir.
Davaların
hukuk ihlalleriyle sürüp adaletsiz kararlarla bitmesi; kof
iddianameler, tartışmalı deliller, düzmece şahitlerle amacından
sapıp intikam ve tasfiye hareketine dönüşmesi, davaların haklı
demokratik özünü kararttı. Bugün vardığımız noktada, suçtan
elini yıkamak için bu davaların Cemaat’in orduya kurduğu kumpas
olduğunu yeni keşfedip (!) ilan eden AKP’nin ve kalemşörlerinin
katkılarıyla; darbe planlayanları, demokrasiye müdahale
teşebbüsünde bulunanları, daha da ötesi bu amaçla cinayetlere
varan provokasyonlara başvuranları, gerçek Ergenekoncu-ulusalcı
odakların da el birliği ile neredeyse aklama yolundayız. Yarın
karşımıza mağdur kahramanlar olarak çıkarlarsa şaşmamak
gerek.
Darbe senaryosuna sığınıp demokrasiyi katletmek
Erdoğan’ın,
AKP kadrolarının ve yanlarında mevzilenenlerin kendilerine yönelen
bir darbeyle karşı karşıya bulundukları iddiası önemli. Ancak
durumu duygularımızın, yandaşlıklarımızın, daha da önemlisi
siyasal kâr ve çıkar hesaplarının esiri olmadan
değerlendirebilirsek, bu tesbitin tam da doğru olmadığını
görebiliriz. Son bir yıldır Hükümet’e ve Başbakan’a
yönelen, Gezi olayları sürecinde belirginleşip 17 Aralık
yoluzluk operasyonları sonrasında boyut değiştiren iç ve dış
güvensizlik, yükselen eleştiri dozu, “bunlarla da olmuyor”
duygusu bizzat Başbakan ve AKP hükümetinin son iki yıldır
belirginleşen antidemokratik, müdahaleci, otoriter gidişatıyla,
kriz yönetiminde mutlak başarısızığı ve tek adam yönetiminin
doğurduğu kuşkularla ilgili. İçerde ve dışarda bu hükümetin
değişmesini isteyen, hayal eden, plan yapanlar vardır mutlaka.
Rahatı bozulan, tekerine taş konan Cemaat’in, memnuniyetsizlere
de güvenerek, hatta belki bazı odaklardan el alarak AKP’ye karşı
bir güç gösterisine girişmesi de siyasetin doğası
hesaplandığında beklenmeyecek bir şey değil.
Bu
durum, siyasal kimliği olmayan örgütlü bir yapının, eline
geçirdiği yargı yoluyla siyasete müdahalesidir; doğru. Zaten,
tam da bu yüzden, muhalif de olsak, bu iktidarın tez zamanda
değişmesini istesek bile, bu yönteme karşı meşru hükümetin
yanında yer almak demokratlığın gereğidir bana göre. Ama bu
duruş; ayan beyan yolsuzlukların, ulufe dağıtma biçimindeki
keyfiliklerin, bal tutan parmak yalar türünden rüşvetlerin,
çürümüşlüğün görmezden gelinmesine, reddine, en önemlisi de
soruşturmaların kovuşturmaların, benzerine bugüne kadar
rastlanmayan yöntemlerle engellenmesine göz yummak anlamına
gelebilir mi? Daha da önemlisi; yolsuzluk operasyonlarıyla bana
karşı darbe yapılıyor diyen iktidarın, darbe algısı ve zırhına
sarılarak anayasayla, yasalarla, hukuk devletiyle, adaletle,
vicdanla çelişen olağanüstü hal önlemlerini meşru kılar mı?
Hele
hele; eleştiri, protesto, yargılama, değerlendirme hakkını
kullanan her çeşit muhalefeti, her türlü eleştiriyi dış
güçlerin maşası, vatan haini, paralel devlet ajanı ilan etmeyi
haklı gösterir mi? Demokrasilerde hükümetlerin istifasına,
başbakanların meşru yollardan değişmesine sık rastlanır. Böyle
gelişmeler ihanet değil, siyaset sayılır.
Operasyonlara,
meşru siyaset dışı müdahalelere maruz kalan bir iktidar, hele de
AKP kadar güçlüyse, durumu demokrasinin ve hukuk devletinin ırzına
geçerek, muhalefeti susturarak, otoriterliğin sınırlarını aşıp
diktatörlük sınırlarını zorlayan önlemler alarak değil, daha
fazla demokrasiyle, saydamlıkla, özgürlükle ve kendisini yargı
denetimine açarak düzeltebilir ancak.
AKP
iktidarının, girdiği çıkmaz yolu komplo, ihanet, paralel devlet
algısıyla meşrulaştırmasına kapılıp; ister demokrasiyi
savunma has niyetiyle, ister düşmanımın düşmanı dostumdur
zihniyetiyle iktidarla aynı dili benimseyip aynı safta yer almak,
gelecekte yeni hayıflanmalara, kullanılmış olma pişmanlıklarına
yol açabilir. Ben kendi hesabıma, bu toz duman ortasında, tek
güvenilir çıpanın o taraf, bu taraf değil, hukuk devleti,
meşruiyet, daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük olduğunu
düşünüp, bu çıpaya tutunmaya çalışıyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder