Kentsel
mekan mücadeleleri neden önemlidir? Toplumsal hareketlerde kamusal
alanı yeniden talep etmenin önemi nedir? Hiba Bou Akar ve Nada
Mümtaz’ın gerçekleştirdiği röportajda David Harvey, kentsel
uzam ve mahallelerdeki gündelik hayatın niteliğine dönük
mücadelelerin, sınıf mücadelesinin dinamiklerini anlamak
açısından neden asli olduğunu anlatıyor, tam da bu noktada
üretim ve yeniden üretim alanındaki mücadelelerin ilişkisi
üzerinde duruyor. Harvey işçi sınıfının “kentsel yaşamı
üreten ve yeniden üreten herkesi” kapsayacak biçimde yeniden
kavramsallaştırılmasını öneriyor.
Harvey, Arap
isyanları ve Occupy Wall Street hareketi ile birlikte Gezi
direnişine de değindiği röportajında Gezi direnişinin otokratik
bir yönde faaliyet gösteren bir rejime dönük memnuniyetsizliğe
odaklı ve her türden müzakereyi reddeden benzersiz bir ittifak,
bir kentsel isyan olduğunu söylüyor. AKP iktidarının İstanbul’ı
sevmediğini ifade eden Harvey bunu da İstanbul’un “muhalefetin
merkezi” olması ile açıklıyor Sendika.Org
Hiba
Bou Akar ve Nada Mümtaz / Pruf. David
Harvey Sendika Org
Profesör
Harvey, sizinle Jadaliyya için bir röportaj gerçekleştirme
fırsatı bulduğumuz için onur duyduk ve müteşekkiriz. İlk
sorumuz şudur: Toplumsal ve siyasal değişimi dert edinen insanlar
ve hareketler açısından, kentsel uzam (ya da uzam ve onun genel
üretimi) üzerine yürüyen mücadele neden toplumsal değişime yol
açması açısından önemlidir?
David
Harvey: Sizlere Kapital’in ikinci cildi üzerine
okumalarımdan ve yazdıklarımdan ortaya çıkan basit bir kuramsal
arka plan sunayım. Marx’ın öne sürdüğü ilk genel argüman,
artık değerin, kârın üretim faaliyeti içinde ortaya çıktığıdır.
Kuşkusuz, hemen herkesin okuduğu Kapital’in ilk cildi tamamen
üretim üzerinedir. Ancak ilk ciltte dahi Marx, değer piyasada
realize edilmediği sürece, üretilen şeye içkin bir değer
bulunamayacağını ortaya koyar. Bu nedenle, Marx’ın
Grundrisse’de de söylediği üzere, sermayenin ne ilgili olduğunu
asıl tanımlayan, üretim ile realizasyon arasındaki çelişkili
birliktir.
Şimdi,
bunun üzerine düşünürseniz, üretimin artık değeri yarattığını
görebilirsiniz ancak aynı zamanda değerin üretildiği yerde
realize olmak zorunda olmadığını da görürsünüz – değer
herhangi bir yerde realize olabilir. Örneğin değer, bir Çin
fabrikasında üretilebilir ve ardından Ohio, Columbus’taki bir
Wal-Mart’ta realize olabilir. Bu anlamda kentleşme, pek çok
açıdan artık değerin realizasyon alanlarından biridir.
Sermayenin dolaşımı dahilinde üretim ile realizasyon arasında
içsel bir bağlantı mevcuttur ve kentsel alandaki değerin üretimi
ve realizasyonuna dönük mücadeleler, en az işyerindeki
mücadeleler kadar önemlidir.
İşçiler
daha yüksek ücretler ve daha iyi çalışma koşulları için
mücadele edebilirler ve bunu üretim süreci içinde muhtemelen
başarırlar da. Ancak onların bakış açısından, ilave
ücretlerini alırlar, evlerine dönerler ve kendilerini birden bu
ilave parayı, daha yüksek kiralar, kredi kartı borçları, telefon
faturaları vs. görünümünde burjuvaziye geri öderken bulurlar.
Böylece, işçinin bakış açısına göre, yalnızca üretim
alanında olanlar değil, aynı zamanda barınmanın ne kadara mal
olduğu ve gıdaya ve hizmetlere, mağazalardaki metalara, ipotek
(mortgage) masraflarına ve diğer her şeye ne kadar ödediği de
meseledir.
Böylece
ben, bir dizi kuramda birbirinden ayrı ele alınan sınıf
mücadelesinin iki formunu, çelişkili bir birlik oluşturacak
biçimde ele alıyorum. Dolayısıyla şehirlerde gündelik hayat
üzerine süren mücadeleler, en az işyerlerinde süregiden
mücadeleler kadar önemlidir. Bu türden bir birlik, her ne kadar
pek çok kişi kabul etmeyi tercih etmese de, bana her daim önemli
göründü.
Bu
durum, ardından, şehirlerin nasıl şekillendiğini, geçim
maliyetinin ne kadar olduğunu, kiranın uzamlara nasıl gelir
akışları sağladığını ve gettolaşmanın nasıl ortaya
çıktığını da etkiler. Tabii burada kendilerine gettolar inşa
eden ve kendilerini buraya hapseden zenginlerinkinden değil,
tarihsel olarak yoksulların gettolaşmasından söz etmek
durumundayız.
Nihayet
ben, üretim alanında olanlarla yaşam uzamında olanlar arasındaki
çelişkili birlik olarak adlandırdığım olgu varsa da, bunu tek
bir bileşik sorun olarak görüyorum. Şimdi, söylemek istediği
şey, üretim alanında fiilen muazzam zaferler elde edebilirsiniz ve
hemen sonrasında bunların tamamı yaşam uzamında elinizden
gidebilir. İşçiler kiraların yükselmesine, yüksek kiralı
barınma, telefon faturaları vs. yoluyla artık değerin kendisinden
geri alınmasına tepki duyarlar – ve biz bunu sermayeye genel
olarak baktığımızda, şimdi de görebiliriz.
İşte
bu, öğrencilerime ders verirken benim için önemli. Onlara
kuramsal olarak işyerine ilişkin ders verebilirim ancak
öğrencilerin büyük kısmı işyerinde değil. Fakat ödedikleri
kiralar hakkında konuşmaya başladığınızda, o zaman tam olarak
neden bahsettiğinizi anlarlar. Onlara aynı şeyler uğruna
savaştığınızı ve dolayısıyla sınıf mücadelesi denen oyunu
birlikte oynadığınızı anlatırsınız.
Benim
açımdan mahallelerde kentsel uzam ve gündelik yaşamın niteliğine
dönük mücadeleler, sınıf mücadelesinin neyle ilgili olduğunun
dinamiklerini anlamak açısından hayati önemde. Kuşkusuz, sermaye
hakkında inanılmaz olan şey, aşırı esnekliğidir: Burada
kaybederse, orada kazanır. Sermayenin işyerindeki gücünün bir
kısmını kaybettiği bir sosyal demokrasi dönemi yaşadık ve
sermaye yine diğer mekanizmalarla emebildiği kadar artığı emmeyi
denedi. Marksist gelenek de dahil pek çok düşünce biçiminde,
yaşam uzamında olanların ikincil bir mesele olarak ele alınması
bir talihsizliktir. Sermaye, herkes bunu ikincil bir mesele olarak
gördüğünde mutlu olur çünkü böylece bu âlem sınıf
mücadelesi dinamiğinin bir parçası olarak görülmez. Bana göre,
üretim ve realizasyon arasındaki bu çelişkili birlik, değerin ve
artık değerin üretimi ile yeniden üretimi arasındaki ilişki
üzerine nasıl düşündüğünüz açısından da önemlidir.
Kuşkusuz
Marksist kuramın sorunlarından biri, kimsenin realizasyon süreci
üzerine olan Kapital’in ikinci cildini okumamasıdır. Herkes
üretim sürecinden bahseder ancak kimse realizasyon sürecini
tartışmaz. İkinci cilt çok zor okunan bir kitap fakat bu kitabı
ıskalamak, bana göre, ortada üretim ile realizasyonun birliğini
görmeyen radikal analizlerde ciddi bir eksiklik olduğuna işaret
ediyor.
HB
& NM: İstanbul’da Gezi Parkı isyanlarının
kentsel kökleri daha belirginken, Arap isyanlarında, her ne kadar
örneğin Mısır’da barınma krizi ve gençlerin aile kurmak için
ev sahibi olmalarının imkansızlığı yaygın sorunlarsa da, daha
az belirgindi. Bu iki isyanda kentsel krizin konumlanmasındaki
farkları nasıl karakterize edebilirsiniz?
David
Harvey: Aslında İstanbul ya da Kahire üzerine bir
uzman değilim, bu nedenle hakkında hiçbir şey bilmediğim bir
dünyanın uzmanı olmanın oldukça utanç verici olduğunu söylemek
durumundayım. Söyleyebileceğim, isyanın hemen öncesinde
İstanbul’daydım ve kuşkusuz İstanbul’u, hayret verici bir
kentsel yeniden gelişimin sürmekte olduğunu anlamaya yetecek kadar
biliyorum. Her yerde inşaat vinçleri vardı! Türk ekonomisi
dünyada en hızlı büyüyen ikinci ekonomisi ve kuşkusuz inşaat
ve kentleşme bu büyümede rol oynuyor. Ancak burada bir balon var
ve balonun şişmesi süresince insanlar yerlerinden ediliyorlar.
Orada ağzımı açtığımda pek de hoş görülmedim çünkü bir
radyoya konuk oldum ve onlara gördüklerimin bana 2005’teki
ekonomik çöküş öncesi Madrid’i hatırlattığını söyledim.
Bugün İstanbul’da insanların yerlerinden edilmesine karşı
süregiden bir sürü mücadele var. Bazı meslektaşlarımın beni
şehrin farklı yerlerine götürerek, soylulaştırma ve zorla
tahliyelerin nerede olduğunu göstermesi ise benim şansımdı.
Bana,
bu koşullarda, kentsel-toplumsal hareketler açıkça kaygılı gibi
göründü. Hükümetin İstanbul için tasarladığı mega projelere
karşı yoğun bir ajitasyon mevcuttu. Hükümet Taksim Meydanı için
planlarını açıkladığında, buna çeşitli tepkiler verileceği
konusunda şaşırmadım. Ancak anlatabildiğim kadarıyla, tepki
genel olarak Mısır’daki ve Kuzey Afrika’dakine benzer bir
merkeze sahip olmadı. Kuzey Afrika’da mücadelelerin büyük
kısmının arka planında son 15 ila 20 yıldan bu yana tekrar eden
ekmek isyanları vardı. Gıdanın pahalı olması ciddi bir sorundu
ancak halklar aynı zamanda etraflarında şekillenen eşitsizlikte
muazzam bir artışa da şahit oluyorlardı; ortada açıkça çok
fazla yolsuzluk dönüyordu.
Kahire’de
Arap isyanları ortaya çıktığındaki ilk düşüncem, 1848
Devrimleri’ndeki Paris’e ne kadar da çok benzediğiydi. 1848
Parisi ve Kahire’nin ilginç paralellikleri vardı. 1848’de
Paris’te halk, Kral Louis Phillipe’ten kurtulmaya karar vermişti.
Kraldan kurtuldular fakat bu işin kolay kısmıydı. Buna 1848’in
Şubat Günleri adı verilir. Bunun eşdeğeri, Mısır’daki
Mübarek’in devrilmesiyle sonuçlanan 25 Ocak (2011) isyanları
olacaktır. Paris’te, birkaç ay sonra, 1848’in Haziran Günleri
boyunca bu kez işçilerin isyanıyla yüz yüze gelindi, düzen
ancak askeri bir aygıt eliyle sağlanabildi ve isyan bastırıldı.
Paris vakasında, halkın nasıl idare edileceğine ilişkin
öğrenilmiş bilgi, Fransa’dan bir Fransız sömürgesi olan
Cezayir’e aktarıldı. Askeri aygıt kent meydanlarında halka
sömürge nesneleri gibi davranıyordu ve vuruyordu. Bu isyanın sonu
da böyle geldi. Mısır’da 30 Haziran 2013 sonrasında, 3
Temmuz’da olanlar, ordu eliyle yürüyen baskı anlamında Haziran
Günleri ile tuhaf bir benzerliği çağrıştırıyor. Ancak
Kahire’de sosyalist bir devrim olmuyordu; daha çok, yolsuzluktan
ve eşitsizlikten kurtulmayı amaç edinen ve daha demokratik bir
toplum yaratmaya çalışan bir burjuva demokratik devrimden
bahsedilebilir. Bu türden bir benzetmeyi yapıyorsam da, bunun ne
kadar kullanışlı olduğunu bilmiyorum.
Aynı
zamanda Kahire’de beliren açık bir güçler ittifakı da mevcuttu
ve burada İstanbul ile bazı paralellikler olabilir. Kahire’deki
işçi hareketleri, belirli bir zamandan bu yana dillendirdikleri
üzere bir araya geldiler. Böylece isyana katılanlar arasında işçi
hareketleri vardı, memnuniyetsizliği açık olan gençlik vardı ve
eşitsizlik, yüksek gıda fiyatları ve yolsuzluktan memnun olmayan
şehir nüfusu vardı. Fakat Kahire’deki ittifak benzeri olmayan
bir ittifaktı ve aynı şey İstanbul’da da hayata geçti. Örneğin
İstanbul’da, bir işçi sınıfı takımının (Beşiktaş)
taraftarları da isyana katıldı. Feministlerin itiraz ettiği
cinsiyetçi sloganlar da attılar. Sonra sloganlarını
değiştirebileceklerini söylediler ve değiştirdiler de.
Dolayısıyla, her iki vakada da, oldukça otokratik bir yönde
faaliyet gösteren bir rejime dönük memnuniyetsizliğe odaklı ve
her türden müzakereyi reddeden benzersiz bir ittifak mevcuttu. Ben
bunlardan herhangi birinin bir sosyalist devrim olduğunu
söylemiyorum. Her ikisi de memnuniyetsizlik çerçevesinden birer
kentsel isyandı.
İstanbul
vakasında –ki bu, Paris ile olan paralelliği muazzam olan klasik
bir vakadır–Hükümet İstanbul’u sevmiyor. İstanbul, aynen
diğer büyük kent merkezleri gibi muhalefetin merkezi. Bu anlamda
hükümetin kendisi aslında kentsel-karşıtı değil. Aslında
sadece kendi tarzında bir kentsel gelişmenin peşinde olması
nedeniyle, kesinlikle bu alanlarda etkili olan nüfuslardan yana
değil.
HB
& NM: Fakat Erdoğan’a dönük
memnuniyetsizlikle Mübarek’e dönük olanın eşit olduğu
söylenemez, değil mi?
David
Harvey: Şimdi, her iki vakada da, insanların
karşısına dikildikleri şey otoriteryanizmdir ve her iki örnekte
de yolsuzluk seviyesi muazzam fazla durumdadır. Bunlar belirli bir
yolsuzluk seviyesi üzerine kurulu rejimlerdir. Amerika Birleşik
Devletleri gibi yerlerde yolsuzluğun olmadığını söylemiyorum,
ABD’dekinin farkı yasal olmasıdır [Harvey burada şirketler,
dernekler ve siyasi faaliyet komiteleri tarafından yürütülen
siyasi kampanyaların yasal finansmanına atıfta bulunuyor].
HB
& NM: Occupy Wall Street (OWS) hareketi ile Arap
isyanları arasındaki paralellikler (ya da paralelliğin olmaması)
tartışılmaya devam ediyor. OWS’nin bileşenlerinin bir kısmı
hareketlerinin ilhamını Arap isyanlarından aldığını söylüyor,
diğer kısmı ise iki hareketin koşullarının farklı olduğunu ve
bu nedenle karşılaştırılamaz olduklarını öne sürüyor. OWS
ile Arap isyanları arasında her bir bağlam dâhilinde ihtilaflar
ve toplumsal eşitsizlikler anlamında ne gibi farklar görüyorsunuz?
David
Harvey: “Arap Baharı”na dönük izlenimim,
duyarsız olarak görülen yönetici bir rejime karşı her türden
memnuniyetsizliği bir araya getiren geniş bir popülist hareket
olduğu. OWS ile ise pek haşır neşir değilim çünkü o yıl
akademik bir vesileyle ülke dışındaydım. Ülkeden çıktım ve
on gün sonra Wall Street’i işgal ettiler.
OWS
hareketine katılan insanların bileşimine bakarsanız, Tahrir
Meydanı’nda ya da hatta Gezi Parkı’nda ortaya çıkan nüfus
bileşimi denli çeşitli olmaktan çok uzak olduğunu görürsünüz.
Wall Street’tekiler ideolojik açıdan anarşist ve otonomist
düşüncenin çok güçlü biçimde harekete geçirdiği küçük
bir gruptu. Radikal bir gündeme sahip ve bu radikal gündemi ortaya
koymak isteyen insanlardı. Sonrasında “% 99” adına
konuştuklarını iddia edecek olan çok küçük bir gruptu.
OWS
kuramsal açıdan ilginçtir çünkü bir öncü hareket oldukları
fikrine asla yanaşmayacaklardır ancak aslında öyledirler ve
onların asli çelişkisi de budur. Bu hareketi nasıl daha başka
bir şeye dönüştüreceklerine ilişkin bir sürü iç tartışmaları
vardı. Belirli kurallar kondu. Her şey yatay işlemek durumundaydı.
Bence, dışarı çıkmanın ve kazanımlar sağlamanın mümkün
olduğu anlamında “Arap Baharı”ndan gelen bazı ilhamlar vardı.
Bu türden hareketlerin hepsinde merkeziyet önemliydi. Kuşkusuz
Henri Lefebvre, merkeziyetin siyasi aktivizm için kritik önemde
olduğunu iddia ediyordu. Her iki örnekte de, hem “Arap Baharı”nda
hem de OWS’de, merkezi bir sembolik uzamın işgali sözkonusu.
Fakat OWS’de yer alanlar ile tahrir Meydanı ya da Gezi Parkı’nda
yer alan kişileri sayarsanız, pek de büyük paralellikler
bulamazsınız.
Nihayet
her iki hareket de toplumsal eşitsizliğe dair bir şeylerle
eklemlenmiştir. Wall Street’tekiler her ne kadar küçük bir
radikal grup da olsa, bence Amerika Birleşik Devletleri’ndeki
siyasi iletişimi değiştirmiştir. OWS’ciler toplumsal eşitsizlik
meselesini olması gereken yere yerleştirdiler. OWS’den önce
olması gerektiği yerde değildi ve bana göre Obama’nın yeniden
seçilmesi bile bir yere kadar toplumsal eşitlik sorunundan doğdu.
New York’ta, artık milyarder sınıfın safında olmayan, artık
iki şehrin, zengin şehri ve yoksul şehrinin var olduğu yollu
konuşan ve toplumsal eşitsizliğe dair bir şeyler yapmak isteyen
bir valiyi, Bill de Blasio’yu seçmek üzereyiz. [Bu söyleşi
yapıldıktan sonra, 5 Kasım’da, Bill de Blasio seçildi]. Yani,
evet, OWS herkesin düşüncesinin ön saflarına toplumsal
eşitsizlik sorununu yerleştirmekle büyük bir etki yarattı.
HB
& NM: O halde, sıradaki sorumuz OWS’nin bir
hareket olarak ve etkisinin sona erdiği düşünüldüğünde
yeterince başarılı olup olmadığı üzerineydi ancak görünen o
ki siz bunun aksini, OWS’nin daha önce tartışılmamış bazı
önemli tartışmaları ön plana çıkardığını ileri
sürmektesiniz.
David
Harvey: Bence OWS’nin önemli bir etkisi oldu ama
kendi hedefleri doğrultusunda değil. Hedefleri daha çok şehri
radikalleştirmek ve her yerde otonomist-anarşist komünler kurmak
yönündeydi. İlginç olan şey o ki OWS hareketi bitmiş değil.
Kasabalarda ziyadesiyle aktif ve Sandy Kasırgası’na karşı hızla
ve etkili biçimde hareket geçen bir insan kitlesi edindiler. Bu
nedenle pek çok takdir topladılar çünkü fiilen Kızıl Haç ya
da Federal Acil Durum Yönetimi Ajansı’ndan daha hızlılardı.
Ben her şeyin bittiğini söylemenin adil olduğunu düşünmüyorum. OWS siyasi görünürlüğünü, sembolik merkezi mekandan tahliye edildiklerinde kaybetti. Kasabalara dağılırsanız, kimse orada ne yaptığınızı fark etmez ancak New York’un kasabalarında halen süregiden bir sürü çalışma var.
Ben her şeyin bittiğini söylemenin adil olduğunu düşünmüyorum. OWS siyasi görünürlüğünü, sembolik merkezi mekandan tahliye edildiklerinde kaybetti. Kasabalara dağılırsanız, kimse orada ne yaptığınızı fark etmez ancak New York’un kasabalarında halen süregiden bir sürü çalışma var.
HB
& NM: Bunun bizim toplumsal hareketleri gözümüzde
nasıl canlandırdığımızla bir bağlantısı var mı? İnsanlar
artık sokaklarda olmadığında hareketin de bittiği düşüncesi
ortaya çıkıyor, oysa siz OWS dağıldıysa bile, çalışmalarının
New York gibi şehirlerdeki siyasi arenayı yeniden şekillendirdiğini
söylüyorsunuz.
David
Harvey: Siyasetin büyük kısmı semboliktir.
Siyasette, örgütsel düzeyde kazanamadığınız bir şeyleri,
sembolik düzeyde kazanırsınız ve bu sembolik kazanım fiilen son
derece önemlidir. Yeni New York valisi, yapacağı ilk şeyin, bütün
şehre evrensel okul öncesi hizmetini sağlamak adına zenginlere ek
vergi koymak olacağı sözünü verdi. Bir vali adayının, OWS’nin
toplumsal eşitsizliği sebatla gündeme sokması gerçeği
olmasaydı, bunları söylemeye cüret edeceğine inanmazdım.
HB
& NM: Hem OWS hareketi hem de Ortadoğu’daki
çeşitli protestolar, kamusal alanın (parkların, meydanların)
işgalinin taktiklerinin kilit bir bileşeni olarak kullandı. Bu
mekansal taktiklerin, ortaya çıkan her tür hareketi nasıl
şekillendirdiğini ve bu taktiklerin ne türden bir siyasete ve
imkanlara kapı araladığını düşünüyorsunuz ve bu hareketlerin
sınırları nelerdir?
David
Harvey: Bence bu hareketlerin işgal ettiği
mekanların merkeziyeti inanılmaz. Bir başka şey yaptığınızda
elinizden kaçıracağınız merkezi bir uzamı işgal ederseniz
şayet, dikkatleri çekersiniz. Siyasetin büyük kısmının
sembolik olduğundan hareketle, bu sembolik hareketler gerçekten bir
şeyler kazanmak adına önemlidir.
OWS
hareketi etrafında ortaya çıkan şeylerden biri, hangi kamusal
alanların siyasi müşterekler olduğudur. Bizim açımızdan,
etrafta bir sürü kamusal alan olduğuna kaniyizdir ancak bu
uzamların hiçbiri kamunun istediği şeyi yapmasına uygun
değildir. Kamusal alan, ortak bir amaca hizmet etmek adına orada
olmayan düzenlenmiş bir uzamdır. Artık müşterekler bahsinde
şehirde yeni bir vurgu mevzubahis: Kamusal alanlar bizim fiilen
toplanabileceğimiz yerler midir?
OWS
ile ilgili bir diğer dikkat çekici şey, polis baskısının nasıl
bu kadar çabuk geldiğidir. Elimizde sağdan örnek niteliğinde bir
hareket, Çay Partisi [Tea Party] var. Geçtiğimiz hafta Çay
Partisi Washington’daki İkinci Dünya Savaşı anıtının
etrafındaki korkulukları yıktı, bunları alıp Beyaz Saray’ın
önüne attı. Polis tek bir kelime dahi etmedi. Fakat bunu Zuccotti
parkı’nda yapsanız [New York’taki Wall Street
protestolarının merkezi olan özel mülkiyetteki kamusal alan]
derhal tutuklanırdınız. Bence polisçe tutuklananlardaki bu
uyumsuzluk şimdi kamusal ilgiye mazhar oluyor. Ben, bu türden
sembolik uzamlar üzerine mücadelelerin solun taktiklerinin önemli
bir parçası olduğunu düşünüyorum.
HB
& NM: Marksist coğrafyacılar açısından,
kentsel durumun (kapitalist, neoliberal vs.) üretimindeki değişimler
toplumsal adalet için zorunludur. Yine, diğer pek çok kuramcı ve
aktivist, işyerindeki mücadelelere odaklanıyor. OWS ya da Arap
isyanları, sınıf mücadelesinin dikkatini kentsel duruma yeniden
çekti mi?
David
Harvey: Bunları bir araya koymak zorundasınız.
Eğer işyerini değiştirir, şehri değiştirmezseniz, bir yerde
durup hedefin ne olduğunu düşünmeniz gerekir. Eğer insanlar
bütçelerine uygun konfordan yoksun berbat barınma koşullarında
yaşıyorlarsa, eğer insanlar işleri olduğu halde evsiz
kalıyorlarsa, o zaman işyeri dâhilinde mücadele vermek ve hatta
kazanmak bile, şehir gerileyen bir batakhaneye dönüştüyse, sizi
hiçbir yere götürmez. Bu meseleler şu anda, örneğin Detroit’in
iflasında karşımıza çıkıyor. Bu, mücadelelerimizin neyle
ilgili olması gerektiğinin kilit önemdeki cephelerinden biridir ve
bunu bir mücadelelerin birliği olarak düşünen çok az kişinin
olması bana oldukça garip geliyor.
İdeolojik
açıdan, Avrupa’daki en güçlü sol partilerden biri olan
Britanya’daki Sosyalist İşçi Parti, işçi -fabrika- temellidir,
yine de en başarılı eylemlerinden birini, kentsel bir mesele olan
nüfus vergisi üzerine yaptı. Bu, Margaret Thatcher’dan
kurtulmayı sağlayan meseleydi. Parti’nin siyasette etkin olduğu
kadarıyla, aslında bunu, muazzam bir fark yarattıkları kentsel
bir meseleye -yerel yönetim finansmanı reformuna- borçlu olacaktı.
Gramsci’nin,
işçi konseyleri lehine kuşkusuz oldukça militan olduğu 1918′den
kalan ve işçi konseylerinin sadece işin belirli bir alanında
neler olduğuyla ilgilenmekle yetindiğine ilişkin mükemmel bir
eski açıklamasını buldum. İşçi konseylerinin eksiklerinin
mahalle örgütlenmeleri tarafından giderilmesi çok önemlidir.
Mahalle örgütlenmeleri, çöpçüleri, ulaşım işçilerini ve
banka memurlarını ve hemen herkesi içerdiği oranda, insanlar bir
bütün olarak işçi sınıfının koşullarına dönük daha
anlayışlı olacak ve ardından işçi konseylerini kendi
endüstriyel üretimlerinin belirli alanları hakkındaki bazı
düşüncelerin mecrası haline getireceklerdir. Gramsci şunu
söyler: “Gelin bu iki örgütlenme formunu bir araya getirelim”.
Benim siyasetimin de başından beri esasen bu olduğunu düşünüyorum
fakat kentsel olan üzerine vurgu yapmaya devam ediyorum çünkü
Marksist ve Sosyalist hareketlerin içindeki solcu meslektaşlarımın
büyük kısmı, işçi sınıfının şehir içindeki koşullarına
bir bütün olarak bakmak yerine, yalnızca üretime ve işçi
hareketine vurgu yapmayı tercih ediyor.
HB
& NM: Henri Lefebvre, siz ve diğer Marksist
coğrafyacılar, şehirlerin ve genel olarak yapılı çevrenin nasıl
da dünyanın pek çok şehrinde işçi sınıfını ve yoksul
insanları artan ölçüde -kentlerin çevresine ya da gettolara ve
gecekondulara sürerek- bertaraf eden yükselen toprak ve konut
fiyatlarıyla mülksüzleştiren sermaye birikiminin mekanları
olduğunu tartıştınız. Yapılı çevre üzerine toplumsal
mücadelelerde ilerlemekte bize yardımcı olabilecek kavramsal
olanaklardan bazıları nelerdir?
David
Harvey: Evet, ancak şehir sermaye birikiminin bir
mecrası olmak dışında, aynı zamanda sermayenin realizasyonu için
de bir mecradır ve siz bu mücadeleleri bir araya getirmek
zorundasınız. Sizin de söylediğiniz üzere velev ki Lefebvre, ben
ve diğerleri her ne kadar paranın şehir inşasına aktığı
ikincil bir sermaye döngüsü olduğunu söylüyorduk. Şehri
kurmak, en az bir fabrikadaki ıvır zıvırları kurmak kadar
önemlidir. şehri kimin kurduğuna ve nasıl kurulduğuna yeterince
dikkat etmiyoruz. Bugünlerde işgücü sıklıkla nedensel ve
geçicidir – işgücü dolaşmaktadır, örgütlenmesi zordur.
Fabrika emeğinin büyük kısmının yok edilmesine bakarak pek çok
kişi “İşçi sınıfı nerede?” diye merak etmektedir. Buna
yanıt olarak, işçi sınıfını, kentsel yaşamı üreten ve
yeniden üreten bütün insanlar olarak kavramsallaştırmamız
gerekmektedir.
HB
& NM: Dışarıdaki bütün aktivistlere dönük
herhangi başka bir yorumunuz veya sorunuz var mı?
David
Harvey: Yok, benim bir kuralım vardır; yerel
aktivistlere kendi yerel durumlarına ilişkin asla tavsiyede
bulunmam çünkü onlar ne yaptıklarını benden çok daha iyi
bilmekteler!
http://www.sendika.org/2013/11/david-harvey-ile-roportaj-kentsel-mekan-mucadeleleri-neden-onemlidir/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder