16 Kasım 2013 Cumartesi

1970’ler dünyasının koşullarını doğru tanımlamak 

1-2
Abdullah Öcalan 10-16/11/2013 Özgür Gündem

1970’ler dünyasının hegemonik sistemi kapitalist modernitedir. Batı Avrupa merkezli bu sistemin yükselişi ve hegemonik karakter kazanması son beş yüz yılın eseridir. 16. yüzyıldan 18. yüzyılın sonlarına kadar ticari kapitalizm, 18. yüzyılın sonlarından 1970’lere kadar endüstriyel kapitalizm, 1970’lerden sonra da finans kapitalin hegemonyasıyla kendini küreselleştirerek sürdürür

Hiçbir düşünce hareketi, insanın içinde yaşadığı maddi formlardan bağımsız olarak gelişemez. Önemli olan düşüncenin hangi maddi formları yansıttığıdır. Toplumsal gerçeklik söz konusu olduğunda, maddi formların kendileri de düşünce formlarının inşa edilmiş, kurumlaşmış halidir. Toplumsal formlar dil dahil, düşünce ve zihniyet oranları yüksek esnek doğalar olarak değerlendirilmelidir. Esnek doğalar düşünce enerjisinin sıkça dönüşmesi ve form kazanmasıyla oluşurlar.

1970’ler dünyasının hegemonik sistemi kapitalist modernitedir. Batı Avrupa merkezli bu sistemin yükselişi ve hegemonik karakter kazanması son beş yüz yılın eseridir. 16. yüzyıldan 18. yüzyılın sonlarına kadar ticari kapitalizm, 18. yüzyılın sonlarından 1970’lere kadar endüstriyel kapitalizm, 1970’lerden sonra da finans kapitalin hegemonyasıyla kendini küreselleştirerek sürdürür. Dönemler arasındaki fark, sermayenin niteliksel dönüşümüyle ilgilidir; daha doğrusu sağladığı kar miktarıyla bağlantılıdır. Ticari kapitalizm, manifaktür sanayisinde dönüşüm ve finans sistemlerinin geliştirilmesiyle kendini karakterize eder. Uzun mesafe ticareti karı azamileştirmektedir. Bu nedenle denizaşırı ve kıtalararası ticaret geliştirilmektedir. Sanayi kapitalizmi üretimin fabrikalaştırılmasıyla azami karı gerçekleştirmektedir. Hem ticari hem de sınai kapitalizmde finans araçları (para, senet vs.) esas olarak değişimi ve üretimi hızlandırmada rol oynamaktadır. Kendi başlarına azami kar oranlarına erişme durumunu henüz kazanmamışlardır. Böylesi olanak bir 1970’ler dünyasında para sisteminin değiştirilmesiyle, yani doların altın karşılığında basımından vazgeçilerek elde edilmiştir. Bu açıdan 1970’ler dünyası paradan para kazanmanın azami kar oranına erişimini ifade eder. İnsanlık tarihinde ilktir. İlk iki dönemde hem fikir hem de mal üretiminde yaratıcılılık vardır. Fikri oluşumlarda ve mal üretiminde kapitalizmin diğer sömürü sistemlerine oranla belirgin bir üstünlüğü bulunmaktadır. Aynı oranda toplum üzerindeki hakimiyetinde de üstünlüğünü katmerleştirmektedir. Endüstriyalizm ve ulus devlet iktidarı kapitalizmin hegemonik zaferi anlamına gelmektedir. Azami kar ancak endüstriyalizm ve ulus devletçilik toplumda egemen olduğunda gerçekleşmektedir.

Finans kapital döneminde artık fikri yaratıcılığa ve üretim ahlakına gerek kalmamıştır. Paranın egemenliği veya tanrılaştırılması (ulus devletin sanayi kapitalizminin tanrısı olmasına karşılık, para, finans kapitalizminin tanrısıdır) finans kapitalizmine özgüdür. Para finans kapital çağında sadece değişim, birikim ve üretimi hızlandırma aracı değildir, bizzat toplumla ilgili her şeye (buna ulus devlet de dahildir) hükmeden araç veya öznedir. Bu özelliğini nasıl kazandığını açığa çıkarmak, uygarlık tarihinin kapsamlı biçimde çözümlenmesini gerektirir. Fakat özce kavramak istersek, pazar ve iktidar olgusunun azami yoğunlaşması olarak tanımlanabilir. Tanım gereği hem ekonomik pazarı hem de ulus devlet iktidarını kendine bağlayacak kadar üstünlük kazanmasını ifade etmektedir. Geriye para araçları üzerinde oynamak kalıyor ki, borsa, döviz ve faiz olguları bunun için yeterli imkanı sunmaktadır. Para sahipleri hiç çalışmadan, yeni yaratıcı fikir ve üretim yöntemlerine başvurmadan, bu araçlarla azami karı ilk iki döneminkiyle karşılaştırılamayacak denli büyütmektedir.

Azami karın bu gerçekliği toplumun çöküşüyle eşanlamlıdır. Toplum tarih boyunca çok sıkı ahlaki ve politik normlarla varlığını geliştirip sürdürmüştür. Uygarlık tarihinden önce insanlık zaten kar olayını tanımamaktadır. Üretim ve fikir hem kar olgusuna imkan vermemekte, hem de fazla ortaya çıktığında ‘armağan ekonomisi’yle dağıtmaktadır. Karı ve sermaye birikimini en büyük günah saymaktadır. Uygarlık tarihi boyunca toplumun marjinal yapılarında, gizli dehlizlerinde üreme imkanı bulduğunda ise kendisine çok sınırlı yaşam şansı verilmekte, sıkça müsadere edilmektedir. Özellikle dinler sermaye birikimini andıran murabaha sistemini en büyük günah saymışlar, tanrıya şirk koşmakla bir tutmuşlar ve yasaklamışlardır. Bu yaklaşımın altındaki temel etken, sermaye birikiminin anti toplumsallığı ve toplumsal çöküntüyle ilişkisinin erkenden fark edilmesidir. Uygar toplumun iktidar sahipleri ile ekonomiyi yönlendirenlerin kara yönelik bu yaklaşımları, hükümranlıklarının ve sömürüleri altındaki toplumsal varlığın sürdürülmesi ve çökmemesi içindir. Bu güçler kar ve sermayenin yol açacağı tehlikenin farkındadırlar.


Kapitalizmin ilk iki çağında finans sisteminin öne çıkıp başat rol oynamasına ağırlık verilmemesi ve buna ilgi gösterilmemesi de geleneksel yaklaşımın etkisinin halen güçlü olmasıyla bağlantılıdır. Zaten özünde kriz yaratan bir sistem olan kapitalizm, binlerce yıl zincire vurulmuş bir canavar olup, Batı Avrupa’da kilisenin ve iktidarın ağır bunalım geçirmesinden yararlanarak kafesini parçalamış ve toplum üzerinde yeni tanrısallık olarak hüküm sürmeye başlamıştır. Kapitalizmin normal bir toplumsal düzen olmadığını, olamayacağını iyi bilmek gerekir. Tüm felsefi akımları ve sosyal bilimleri (buna kısmen bilimsel sosyalizm de dahildir) meşru bir sistem olduğuna ikna etmek için imdadına ve yanına çağırmıştır. Özellikle ekonomi politik kapitalizmin meşrulaştırıcı kutsal kitabıdır. Öyle yorumlamak gerekir. İnsanlık tarihinde, toplumsal gerçeklikte böyle algılanan bir hakimiyet ve sömürü sistemi olarak finans çağıyla birlikte tümüyle kontrolden çıkmakta, toplumla ve hatta çevresiyle ilgili her şeyi kontrolü altına almaktadır. 1970’lerdeki büyük karşıdevrimi böyle tanımlamak hayati önem taşımaktadır.

Henüz taze olan hatıralarımızdan bilmekteyiz ki, 1970’lerin karşıdevrimi 1968’lerde zirve yapan antimodernist kültür devrimine karşı geliştirildi. 1970’lerde finans kapitalin egemenlik çağına geçiş, taktığı masum ekonomik dönüşüm maskesiyle izah edilemez. Finans kapitalin egemenliği iki dünya savaşı, tarihin en kanlı yüzyılı olan 20. yüzyılın savaşları, daha da ötesinde son beş yüz yılın sınıfsal egemenlik ve sömürgecilik savaşlarının mirası ve topluma karşı tepeden tırnağa savaş demek olan ulus devlet iktidarı üzerinde yükselmektedir. Sadece azami kara bakan, ekonomiyi ekonomi olmaktan çıkaran, bir yandan tüketim çılgınlığını körükleyen, diğer yandan açlık ve işsizlik ordularını dağ gibi büyüten bir sisteme veya kaotik düzene dayanmaktadır. Medya hegemonyasıyla insan zihni ve ahlakının yirmi dört saat bombardımana tabi tutulduğu bir karşı zihniyet ve ahlaksızlaştırma savaşına; insanlık adına son beş yüz yıla devredilmiş ve miras bırakılmış ne varsa ve devrimlerle (özellikle büyük Fransız ve Rus Devrimleri) ne kazanılmışsa hepsiyle savaşmaya dayanmaktadır. 1970-90 döneminin Ronald Reagan, Margaret Thatcher ve Mihail Gorbaçov neokonformizminin Fransa ve Rusya’nın iki yüz yıllık büyük devrim miraslarının tasfiyesini ifade ettiğini biliyoruz. Finans kapitalin hegemonik güç haline gelmesinin dönem olarak neokonformizmle çakışması tesadüf değildir. 1970’ler Türkiyesi, yavaş yavaş dünya çapında yaşanan devrim ve karşıdevrimin etki altına giren bir Türkiye’ydi. Nitekim 1968 Gençlik Devrimi ve 1980’deki ekonomik ve askeri karşıdevrimler (24 Ocak Ekonomik Kararları ve 12 Eylül askeri operasyonları) sonucunda, kendini kalın duvarlar örerek korumaya çalıştığı bu dünyaya dahil olmaktan kurtaramadı.

Dünya çapında yaşanan kapitalist sistem bunalımı, Türkiye’de kendisini Beyaz Türk faşizminin bunalımı olarak yansıttı. Kapitalist modernitenin bunalımı Türk ulus devletinin bunalımı demekti. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleri, sivil faşist unsurların

bastıramadığı devrimci hareketlerin ancak askeri darbeyle durdurulabildiğini gösterir. Sistemin bu en muhkem kalesi, sürekli karşıdevrimci sivil faşist hareketlerle takviye edilen askeri darbelerle korunabilmektedir. 1925’ten beri başta Kürt kimliği olmak üzere faşist moderniteyi tehditeden tüm kültürel varlıklara ve demokratik kıpırdanışlara karşı savaş halinde olan Beyaz Türk komplocu sistemi açığa çıkıp teşhir oldukça daha da çılgınlaşıyordu. NATO gladiosunun en güçlü operasyonel güçlerine sahipti. Tüm siyasi yapılanmaları avucunun içine almıştı. Sınırlı ölçüde kontrolden çıkış ya sivil faşist odaklarla bastırılıyor, ya da bu güçler yetmeyince tüm ordu harekete geçiriliyordu. Proto siyonist bir sistem olarak rol icra ettiği için küresel hegemonik güçlerce destekleniyordu.

Halkını bu denli kontrole alan başka bir örnek yoktur. Dolayısıyla Beyaz Türk modernitesinin bunalıma girmesi küresel sistemi yakından ilgilendiriyordu. 12 Eylül faşist darbesiyle bunalımdan çıkılmak istendi. Ekonomik alanda dışa açılma ve küresel finans sistemi ile bütünleşme, ideolojik alanda laik milliyetçilikle birlikte Türk-islam milliyetçiliğine yönelme ve laikçi ulus devleti Türk-islam ulus devletiyle takviye etme temel çıkış politikaları oldu. 12 Eylül darbesi NATO gladiosunun en kapsamlı eylemiydi. Tüm Ortadoğu halklarının devrimci demokratik eylemlerini kalıcı bir biçimde bastırmakla görevliydi. Günümüze kadar bu rolünü sistemin tüm sivil faşist odakları ve yarı-militer unsurlarıyla birlikte yürütmeye çalışmaktadır. İktidar ve muhalefetiyle tüm siyasal partiler aynı çarkın birer dişlisi olarak en önemli rolü oynamaktadır.

Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü’ adlı kitabından alınmıştır.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder