Gün Zileli 29/03/2012 Gün Zileli.com
Doğan Tarkan’la kırk yılı aşkın bir zamandır tanışırız, arkadaşımdır. Yollarımız zaman zaman kesişti de.
İkimiz de TİP’liydik. Sonra biz TİP içinde MDD’ci muhalefeti oluşturduk. Doğan, “sosyalist devrimci” saflarda kaldı. Yarılma’da da yazmıştım. Bence bize göre daha doğru bir yerdeydi o zaman.
Doğan, 1970’li yıllarda “Kurtuluşçu” oldu. Belki bugünkü gençler bilmiyor olabilir. “Kurtuluş”, Mahir Çayan’ın önderliğini yaptığı THKP-C hareketinden ortaya çıkmıştı. Yani bu hareketin bir kesimi, 1970’li yıllarda “Kurtuluş” hareketi olarak örgütlendi. Aynı hareketin en kalabalık kesimini oluşturan “Dev-Yol”la silahlı çatışmalara bile girdi “Kurtuluşçu”lar. O zaman “Çinci”, “Sovyetçi” ayrılığı solu bıçak gibi ikiye bölmüştü. “Kurtuluş” hareketi “Sovyetçi” kesime daha yakındı.
1980’li yıllarda Doğan Tarkan İngiltere’ye gitti ve orada siyasi mülteci olarak bulundu. Buradayken büyük bir değişim geçirdiği anlaşılıyor. İngiliz solunun en büyük partisi olan, Tony Cliff’in önderliğini yaptığı Socialist Workers Party’e katıldı. Bu parti yarı-Troçkist bir partiydi. Troçkist gelenekten gelmekle birlikte, Sovyetler Birliği’ni, 1930’lardan itibaren “bürokratik kapitalist” olarak nitelemesiyle Troçkistlerden ayrılıyordu. Anlaşılan, Doğan Tarkan da süreç içinde Sovyetler Birliği konusundaki fikirlerini değiştirmişti.
Doğan Tarkan, ingiltere’de bulunduğu süre içinde, SWP’nin Türkiye seksiyonu olarak görülebilecek bir hareketi örgütledi ve önderliğini yaptı: “Sosyalist İşçi”.
Doğan, 1990’lı yılların ortalarında Türkiye’ye dönüş yaptı ve aynı hareketi Türkiye’de fiilen örgütlemeye girişti ve sonunda, bu hareket, Türkiye’de Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP) olarak vücut buldu. Partinin fiili başkanı Doğan mı şu anda bilmiyorum ama değişmez ve değiştirilmez lideri olduğu muhakkak. Tony Cliff de ölünceye kadar SWP’nin değişmez lideriydi, aşağı yukarı bütün komünist partilerinde olduğu gibi.
DSİP ve Doğan Tarkan, İngiltere’de SWP’nin izlediği çizgiye benzer bir çizgi izledi. Bu parti, her seferinde Labour Parti’ye oy verilmesini savunmuş ve onun “sol” kanadı olmayı amaç edinmiştir. Türkiye’de Labour partinin rolünü oynayacak bir parti yoktu ama iktidarı ele geçiren muhafazakâr-sağ bir parti vardı: AKP.
Nasıl SWP, işçiler lehine bazı uygulamalar yapma olasılığını ileri sürerek “solcu” Labour’u desteklemişse, DSİP de AKP’nin “vesayet rejimiyle” mücadele edeceği umuduyla sağcı AKP’yi desteklemiştir.
Doğan ve DSİP esas olarak referandum kampanyası sırasında parladı. “Yetmez ama evet” sloganının mucidi bu parti ve Doğan Tarkan’dı. Aydınların desteğine o sırada büyük ihtiyaç duyan AKP, DSİP’in kampanyasına destek oldu, hatta DSİP’in “yetmez ama evet” bildirileri AKP’li belediyelerin araçlarıyla taşındı.
AKP referandumu kazandıktan sonra, Başbakan Tayyip Erdoğan, DSİP’e teşekkürlerini sundu. Bunun üzerine Doğan Tarkan arkadaşımız da, bu nazik teşekküre, “teveccüh buyurmuşlar” diye aynı nezaketle cevap verdi. Eski bir devrimci arkadaşımın Başbakan karşısındaki bu yalakalığını gazetelerden okuduğum zaman, sanki bu sözleri ben sarfetmişim gibi utançtan yerin dibine geçmiştim.
Gel zaman git zaman, AKP’nin düşen takkesi kelinin daha fazla görünmesine yol açtı. Tabii DSİP’in gücü bu keli kapatmaya yetmemekteydi. Şu sıra DSİP ve Doğan sadece kendi kelini kapatmaya çalışmakla meşgul.
Doğan Tarkan, “Hâlâ Yetmez Ama Evet” diye bir yazı yazmış bu haftaki (26.02.12) Radikal-2’de ve DSİP’in kelini saklamaya çalışmış. Artık bıktım, gerçekten bıktım bu arkadaşların gaflarıyla uğraşmaktan. Bu yazıyı da yazayım da kurtulayım diyorum. Bir daha bu konuda yazmayacağım, inanın.
Doğan Tarkan, “yetmez ama evet” dedikleri için özeleştiri yapmayacakmış, “tam tersine Referandum’da ‘hayır’ diyerek 12 Eylülcü generalleri ve günümüzün darbeci generallerini koruyanların özeleştiri yapmalarını sabırla bekliyor”muş.
Ben referandumda “boykot” tutumunu savundum ama “hayır” diyenlere de sempatiyle bakıyordum. Neden bu rezalete “hayır” demek “darbeci generalleri” korumak anlamına gelsin ki? Bunun hiçbir mantığı yok. Bir oylamada “hayır” demek nasıl oluyor da, referandumun bir tarafını bütünüyle onaylamak anlamına geliyor ki. Diyelim ki, iddia edildiği gibi, “darbeci generaller” de “hayır” diyor olsunlar ya da “evet”çilerin hazırladığı anayasa gerçekten “darbeci generalleri” hedef alıyor olsun (gerçek öyle değil tabii, AKP’nin yönelimi “darbeci generalleri” hedef almaktan çok, “vesayet rejimi” adını verdiği kaleleri ele geçirmek ve bugün görüldüğü gibi kendi sultasını kurmaktı), böyle bir durumda dahi devrimciler AKP’nin istediği yönde oy kullanmak zorunda mıydılar? Ya da böyle bir referandumda “hayır” demek, nasıl oluyor da otomatikman “askeri darbecilere” evet anlamına geliyor ki? Bu kadar basit bir mantık olabilir mi? Bu kadar basit bir mantık yürüttüğünüz takdirde, her oylamada AKP’yi ya da şu veya bu düzen partisini desteklemek zorunda kalmaz mısınız? Tersten bir örnek vereyim. Mesela bugün CHP, özel yetkili mahkemelerin kaldırılmasını istiyor. Bunu biz de istiyoruz. Peki bir dahaki seçimde devrimciler CHP’ye oy vermek zorunda mı? Ya da CHP’ye oy vermediklerinde bu, özel yetkili mahkemeleri desteklemek anlamına mı gelir? İşte Doğan Tarkan’ın mantığı bu kadar basit, bu kadar sığ bir mantıktır.
Devam edelim, Doğan Tarkan’a göre, referandum HSYK konusunda da demokratikleşme getirmiş. “Eğer demokrasiden yanaysanız elbette bütün hakim ve savcıların oy hakkını desteklersiniz.”
Buyrun bakalım. Şu demokrasi anlayışına bakar mısınız? Ben başka bir örnek vereyim o zaman. “Eğer demokrasiden yanaysanız, emniyet müdürlerinin bütün polis ve savcılar tarafından seçilmesinden yana olmalısınız” derse birisi ne olacak? Nedir bu konudaki cevabımız? Benim cevabım açık: Gerçekten demokrasi istiyorsanız polis teşkilatının ortadan kaldırılmasını savunmanız gerekir. Hakim ve savcılar meselesine gelince. Hakim ve savcıların tamamının HSYK’yı seçiyor olmasının demokrasiyle falan bir ilgisi yoktur. Olmadığı da zaten bugünkü uygulamalardan ayan beyan görülmektedir. Yargı konusunda devrimci rezervlerimi bir kenara bıraksam bile (yani düzenin yargı sistemini kökten reddediyorum), bugün yargının demokratikleşmesi konusunda söylenecek olan, hakim ve savcıların oy hakkına sahip olması ya da HSYK’nın onlar tarafından seçilmesi değil, yargının yürütmeden olabildiğince “bağımsız” olmasıdır. HSYK’nın referandumla sağlanan seçiliş biçimi ise bunun tam tersi yönde bir uygulamadır ve bugün gördüğümüz gibi yargı “bağımsızlığını” (tırnak içinde kullanıyorum, çünkü böyle bir bağımsızlık son derece görecedir ve mutlak bir yargı bağımsızlığı hiçbir rejimde yoktur) tamamen ortadan kaldırmıştır.
Doğan Tarkan, ne yazık ki, beynini reel düzenin çarklarına öylesine kaptırmış ki, artık düşünüş tarzını bir AKP’li bakanınkinden ayırt etmek iyice güçleşmiş durumda. Muvazzaf subayların sivil mahkemelerde yargılanmasının yolu açılmış, bu da sevindiriciymiş. Doğan’ın bu “sivil”lik anlayışına hayran olmamak elde değil! Sivil olmayı, üniformadan arınmak zannediyor. Daha doğrusu, sivil mahkeme olunca sanki her türlü militarizmden arınmış oluyor. Oysa yok böyle bir şey. Sivil mahkemesiyle askeri mahkemesiyle rejim bir bütün. Mahkeme sivil olunca bir şey oluyor değil. Hitler rejiminin mahkemelerinin hiçbiri askeri değildi, hatta Hitler askerleri yargı alanından temizlemek için özel önlemler almıştı. İktidarın ve rejimin hizmetindeki bir sivil mahkeme de askeri mahkemenin işlevlerini, hatta yerine göre daha da fazlasıyla yerine getirebilir. Nitekim getirmektedir de. Faşizm ya da anti-demokratiklik askeri üniformayla bağlı bir şey mi? Sivil mahkemelerin otomatikman demokratik olacağı gibi bir inanç en saf liberallerce bile kuşkuyla karşılanır.
12 Eylül cuntacılarının yargılanacağı masalı üzerinde hiç durmayayım isterseniz. Bu masala çocuklar bile inanmaz. Hele 12 Eylül kurumları işbaşındayken ve sorumluları rejimin her yanında görev başındayken.
Son olarak, Doğan Tarkan, fazlasıyla kutsallaştırdığı “seçilmişler” konusunda da tutarlı olmadığını şu satırlarla ortaya koyuyor:
“Ergenekon’dan tutuklu seçilmişler ise beni ilgilendirmiyor. Onlar seçilmiş hükümeti darbe ile değiştirme planlarına karıştıkları iddiası ile yargılanıyorlar, iddia doğruysa içerde kalmalılar, yoksa özgür olmalılar.”
İbretlik satırlar gerçekten. Benim “seçilmişler”e kutsiyet atfetmek gibi bir tutumum yok. Hitler de seçilmişti. Tarih, seçilmiş birçok faşist ve zalimle doludur ama Doğan Tarkan’ın “seçilmişliğe” bu kadar sahip çıktığı noktada her türlü seçilmişin hakkını savunması tutarlı olmasının gereği değil miydi? Bazı “seçilmişler” seçilmiş hükümete karşı darbe yapmaya kalkışmakla suçlanıyorlarmış. Tamam, diyelim ki öyle. Evet ama seçilmiş olduklarına göre seçildikleri o yerde bulunmaları gerekmez mi? En azından haklarındaki iddia mahkeme kararıyla kanıtlanıncaya kadar. Doğan Tarkan “iddia doğruysa içerde kalmalılar” diyor. Evet ama iddia henüz doğrulanmış değil ki. Seçilmişliğe ve sivil yargıya bu kadar önem veren birisinin, “daha haklarında karar verilmediğine ve şu anda seçilmiş olduklarına göre serbest bırakılmaları ve mecliste yer almaları gerekir” demesi gerekmez miydi? Hayır öyle demiyor, “onların durumu beni hiç ilgilendirmiyor” diyor, iddia yanlışlanıncaya kadar içerde kalmalılar diyor aslında. Eğer böyle demeseydi, iddia doğrulanıncaya kadar dışarı çıkmalı ve meclisin çalışmalarına katılmalılar derdi. Bunu bile diyememiş.
Geçmişte aynı yollardan geçtiğimize artık inanamıyorum bile.
Doğan Tarkan’la kırk yılı aşkın bir zamandır tanışırız, arkadaşımdır. Yollarımız zaman zaman kesişti de.
İkimiz de TİP’liydik. Sonra biz TİP içinde MDD’ci muhalefeti oluşturduk. Doğan, “sosyalist devrimci” saflarda kaldı. Yarılma’da da yazmıştım. Bence bize göre daha doğru bir yerdeydi o zaman.
Doğan, 1970’li yıllarda “Kurtuluşçu” oldu. Belki bugünkü gençler bilmiyor olabilir. “Kurtuluş”, Mahir Çayan’ın önderliğini yaptığı THKP-C hareketinden ortaya çıkmıştı. Yani bu hareketin bir kesimi, 1970’li yıllarda “Kurtuluş” hareketi olarak örgütlendi. Aynı hareketin en kalabalık kesimini oluşturan “Dev-Yol”la silahlı çatışmalara bile girdi “Kurtuluşçu”lar. O zaman “Çinci”, “Sovyetçi” ayrılığı solu bıçak gibi ikiye bölmüştü. “Kurtuluş” hareketi “Sovyetçi” kesime daha yakındı.
1980’li yıllarda Doğan Tarkan İngiltere’ye gitti ve orada siyasi mülteci olarak bulundu. Buradayken büyük bir değişim geçirdiği anlaşılıyor. İngiliz solunun en büyük partisi olan, Tony Cliff’in önderliğini yaptığı Socialist Workers Party’e katıldı. Bu parti yarı-Troçkist bir partiydi. Troçkist gelenekten gelmekle birlikte, Sovyetler Birliği’ni, 1930’lardan itibaren “bürokratik kapitalist” olarak nitelemesiyle Troçkistlerden ayrılıyordu. Anlaşılan, Doğan Tarkan da süreç içinde Sovyetler Birliği konusundaki fikirlerini değiştirmişti.
Doğan Tarkan, ingiltere’de bulunduğu süre içinde, SWP’nin Türkiye seksiyonu olarak görülebilecek bir hareketi örgütledi ve önderliğini yaptı: “Sosyalist İşçi”.
Doğan, 1990’lı yılların ortalarında Türkiye’ye dönüş yaptı ve aynı hareketi Türkiye’de fiilen örgütlemeye girişti ve sonunda, bu hareket, Türkiye’de Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP) olarak vücut buldu. Partinin fiili başkanı Doğan mı şu anda bilmiyorum ama değişmez ve değiştirilmez lideri olduğu muhakkak. Tony Cliff de ölünceye kadar SWP’nin değişmez lideriydi, aşağı yukarı bütün komünist partilerinde olduğu gibi.
DSİP ve Doğan Tarkan, İngiltere’de SWP’nin izlediği çizgiye benzer bir çizgi izledi. Bu parti, her seferinde Labour Parti’ye oy verilmesini savunmuş ve onun “sol” kanadı olmayı amaç edinmiştir. Türkiye’de Labour partinin rolünü oynayacak bir parti yoktu ama iktidarı ele geçiren muhafazakâr-sağ bir parti vardı: AKP.
Nasıl SWP, işçiler lehine bazı uygulamalar yapma olasılığını ileri sürerek “solcu” Labour’u desteklemişse, DSİP de AKP’nin “vesayet rejimiyle” mücadele edeceği umuduyla sağcı AKP’yi desteklemiştir.
Doğan ve DSİP esas olarak referandum kampanyası sırasında parladı. “Yetmez ama evet” sloganının mucidi bu parti ve Doğan Tarkan’dı. Aydınların desteğine o sırada büyük ihtiyaç duyan AKP, DSİP’in kampanyasına destek oldu, hatta DSİP’in “yetmez ama evet” bildirileri AKP’li belediyelerin araçlarıyla taşındı.
AKP referandumu kazandıktan sonra, Başbakan Tayyip Erdoğan, DSİP’e teşekkürlerini sundu. Bunun üzerine Doğan Tarkan arkadaşımız da, bu nazik teşekküre, “teveccüh buyurmuşlar” diye aynı nezaketle cevap verdi. Eski bir devrimci arkadaşımın Başbakan karşısındaki bu yalakalığını gazetelerden okuduğum zaman, sanki bu sözleri ben sarfetmişim gibi utançtan yerin dibine geçmiştim.
Gel zaman git zaman, AKP’nin düşen takkesi kelinin daha fazla görünmesine yol açtı. Tabii DSİP’in gücü bu keli kapatmaya yetmemekteydi. Şu sıra DSİP ve Doğan sadece kendi kelini kapatmaya çalışmakla meşgul.
Doğan Tarkan, “Hâlâ Yetmez Ama Evet” diye bir yazı yazmış bu haftaki (26.02.12) Radikal-2’de ve DSİP’in kelini saklamaya çalışmış. Artık bıktım, gerçekten bıktım bu arkadaşların gaflarıyla uğraşmaktan. Bu yazıyı da yazayım da kurtulayım diyorum. Bir daha bu konuda yazmayacağım, inanın.
Doğan Tarkan, “yetmez ama evet” dedikleri için özeleştiri yapmayacakmış, “tam tersine Referandum’da ‘hayır’ diyerek 12 Eylülcü generalleri ve günümüzün darbeci generallerini koruyanların özeleştiri yapmalarını sabırla bekliyor”muş.
Ben referandumda “boykot” tutumunu savundum ama “hayır” diyenlere de sempatiyle bakıyordum. Neden bu rezalete “hayır” demek “darbeci generalleri” korumak anlamına gelsin ki? Bunun hiçbir mantığı yok. Bir oylamada “hayır” demek nasıl oluyor da, referandumun bir tarafını bütünüyle onaylamak anlamına geliyor ki. Diyelim ki, iddia edildiği gibi, “darbeci generaller” de “hayır” diyor olsunlar ya da “evet”çilerin hazırladığı anayasa gerçekten “darbeci generalleri” hedef alıyor olsun (gerçek öyle değil tabii, AKP’nin yönelimi “darbeci generalleri” hedef almaktan çok, “vesayet rejimi” adını verdiği kaleleri ele geçirmek ve bugün görüldüğü gibi kendi sultasını kurmaktı), böyle bir durumda dahi devrimciler AKP’nin istediği yönde oy kullanmak zorunda mıydılar? Ya da böyle bir referandumda “hayır” demek, nasıl oluyor da otomatikman “askeri darbecilere” evet anlamına geliyor ki? Bu kadar basit bir mantık olabilir mi? Bu kadar basit bir mantık yürüttüğünüz takdirde, her oylamada AKP’yi ya da şu veya bu düzen partisini desteklemek zorunda kalmaz mısınız? Tersten bir örnek vereyim. Mesela bugün CHP, özel yetkili mahkemelerin kaldırılmasını istiyor. Bunu biz de istiyoruz. Peki bir dahaki seçimde devrimciler CHP’ye oy vermek zorunda mı? Ya da CHP’ye oy vermediklerinde bu, özel yetkili mahkemeleri desteklemek anlamına mı gelir? İşte Doğan Tarkan’ın mantığı bu kadar basit, bu kadar sığ bir mantıktır.
Devam edelim, Doğan Tarkan’a göre, referandum HSYK konusunda da demokratikleşme getirmiş. “Eğer demokrasiden yanaysanız elbette bütün hakim ve savcıların oy hakkını desteklersiniz.”
Buyrun bakalım. Şu demokrasi anlayışına bakar mısınız? Ben başka bir örnek vereyim o zaman. “Eğer demokrasiden yanaysanız, emniyet müdürlerinin bütün polis ve savcılar tarafından seçilmesinden yana olmalısınız” derse birisi ne olacak? Nedir bu konudaki cevabımız? Benim cevabım açık: Gerçekten demokrasi istiyorsanız polis teşkilatının ortadan kaldırılmasını savunmanız gerekir. Hakim ve savcılar meselesine gelince. Hakim ve savcıların tamamının HSYK’yı seçiyor olmasının demokrasiyle falan bir ilgisi yoktur. Olmadığı da zaten bugünkü uygulamalardan ayan beyan görülmektedir. Yargı konusunda devrimci rezervlerimi bir kenara bıraksam bile (yani düzenin yargı sistemini kökten reddediyorum), bugün yargının demokratikleşmesi konusunda söylenecek olan, hakim ve savcıların oy hakkına sahip olması ya da HSYK’nın onlar tarafından seçilmesi değil, yargının yürütmeden olabildiğince “bağımsız” olmasıdır. HSYK’nın referandumla sağlanan seçiliş biçimi ise bunun tam tersi yönde bir uygulamadır ve bugün gördüğümüz gibi yargı “bağımsızlığını” (tırnak içinde kullanıyorum, çünkü böyle bir bağımsızlık son derece görecedir ve mutlak bir yargı bağımsızlığı hiçbir rejimde yoktur) tamamen ortadan kaldırmıştır.
Doğan Tarkan, ne yazık ki, beynini reel düzenin çarklarına öylesine kaptırmış ki, artık düşünüş tarzını bir AKP’li bakanınkinden ayırt etmek iyice güçleşmiş durumda. Muvazzaf subayların sivil mahkemelerde yargılanmasının yolu açılmış, bu da sevindiriciymiş. Doğan’ın bu “sivil”lik anlayışına hayran olmamak elde değil! Sivil olmayı, üniformadan arınmak zannediyor. Daha doğrusu, sivil mahkeme olunca sanki her türlü militarizmden arınmış oluyor. Oysa yok böyle bir şey. Sivil mahkemesiyle askeri mahkemesiyle rejim bir bütün. Mahkeme sivil olunca bir şey oluyor değil. Hitler rejiminin mahkemelerinin hiçbiri askeri değildi, hatta Hitler askerleri yargı alanından temizlemek için özel önlemler almıştı. İktidarın ve rejimin hizmetindeki bir sivil mahkeme de askeri mahkemenin işlevlerini, hatta yerine göre daha da fazlasıyla yerine getirebilir. Nitekim getirmektedir de. Faşizm ya da anti-demokratiklik askeri üniformayla bağlı bir şey mi? Sivil mahkemelerin otomatikman demokratik olacağı gibi bir inanç en saf liberallerce bile kuşkuyla karşılanır.
12 Eylül cuntacılarının yargılanacağı masalı üzerinde hiç durmayayım isterseniz. Bu masala çocuklar bile inanmaz. Hele 12 Eylül kurumları işbaşındayken ve sorumluları rejimin her yanında görev başındayken.
Son olarak, Doğan Tarkan, fazlasıyla kutsallaştırdığı “seçilmişler” konusunda da tutarlı olmadığını şu satırlarla ortaya koyuyor:
“Ergenekon’dan tutuklu seçilmişler ise beni ilgilendirmiyor. Onlar seçilmiş hükümeti darbe ile değiştirme planlarına karıştıkları iddiası ile yargılanıyorlar, iddia doğruysa içerde kalmalılar, yoksa özgür olmalılar.”
İbretlik satırlar gerçekten. Benim “seçilmişler”e kutsiyet atfetmek gibi bir tutumum yok. Hitler de seçilmişti. Tarih, seçilmiş birçok faşist ve zalimle doludur ama Doğan Tarkan’ın “seçilmişliğe” bu kadar sahip çıktığı noktada her türlü seçilmişin hakkını savunması tutarlı olmasının gereği değil miydi? Bazı “seçilmişler” seçilmiş hükümete karşı darbe yapmaya kalkışmakla suçlanıyorlarmış. Tamam, diyelim ki öyle. Evet ama seçilmiş olduklarına göre seçildikleri o yerde bulunmaları gerekmez mi? En azından haklarındaki iddia mahkeme kararıyla kanıtlanıncaya kadar. Doğan Tarkan “iddia doğruysa içerde kalmalılar” diyor. Evet ama iddia henüz doğrulanmış değil ki. Seçilmişliğe ve sivil yargıya bu kadar önem veren birisinin, “daha haklarında karar verilmediğine ve şu anda seçilmiş olduklarına göre serbest bırakılmaları ve mecliste yer almaları gerekir” demesi gerekmez miydi? Hayır öyle demiyor, “onların durumu beni hiç ilgilendirmiyor” diyor, iddia yanlışlanıncaya kadar içerde kalmalılar diyor aslında. Eğer böyle demeseydi, iddia doğrulanıncaya kadar dışarı çıkmalı ve meclisin çalışmalarına katılmalılar derdi. Bunu bile diyememiş.
Geçmişte aynı yollardan geçtiğimize artık inanamıyorum bile.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder