Demir Küçükaydın 1/02/2012
Tustav
Bir süre önce, “Dedemin
İnsanları” filmini izleyince, bu film üzerine bir şeyler yazmaya niyet
etmiştim. Filmde konunun ele alınışından hareketle günümüzün “ruh hali”
üzerine bir şeyler karalamak istiyordum. Olmadı.
Geçenlerde çok
beğendiğim yönetmen Theos Angelopulos öldü. Hem onun hayran olduğum sanatı hem
de çağdaş Yunan tarihinin kroniği olan eserlerindeki üstünlükler ve kimi
sınırlılıklar hakkında bir şeyler yazmak istiyordum. Maalesef zaman,
Angelopoulos’un karelerindekinden çok hızlı geçtiğinden yine mümkün olmadı.
Bunun yerine
borcumu, bir buçuk yıl kadar önce yazdığım “Dedemin Anılarının ve Adının Peşindeki
Arayışlar” yazısıyla bir parça olsun ödemekten başka çare kalmadı.
Yazıyı okuyanlar
yazamadığım yazıların ipuçlarını bu yazıda bulabilirler.
Demir
Küçükaydın
Dedemin Adının ve Anılarının Peşindeki Arayışlar
Babamın, daha ben
küçük bir çocukken, babasının anılarını yazmış olduğundan ve bu anıların
ağabeyi olan Reşat amcamda bulunduğundan biraz da gururla söz ettiğini; bunun
üzerine, o çocuk aklıyla, “demek dedem önemli ve okumuş bir adammış ki böyle
anılarını falan yazmış” diye düşündüğümü hatırlıyorum.
Yıllar sonra
Üniversite’ye giderken, amcamları bir ziyaretimde, amcama dedemin anılarını
sordum. Adını sultan Reşat’tan alan amcam, diğer odaya gitti ve elinde bir
defterle geldi.
Ben kara kaplı
kalın bir defter beklerken, kırk elli sayfalık, bakkalların veresiye defteri
gibi, ince, kapsız bir defter görünce, doğrusu büyük hayal kırıklığı
yaşamıştım.
Sonra amcama
defterde neler olduğunu sordum. İçinde çok önemli ve söz edilmesi doğru
olmayacak ailevi sırlar varmış gibi bir yüz ifadesi ve ses tonuyla, aileden söz
ediyor dedi.
Bu da benim için
ikinci bir hayal kırıklığı idi. Ben çok önemli olay ve kişilerden söz ediyor
diye bekliyordum doğrusu.
Peki dedim tarihi
olaylar yok mu, o zamanki örgütler, kişiler hakkında?
İttihat
Terakki’den, Resneli Niyazi’den söz ediyor demişti ve bu cevap hayal
kırıklığımı bir parça olsun gidermişti.
Sonra biraz
okumasını isteyince de, “Mukaddime” bölümünü okuyarak benim
anlayabileceğim yeni Türkçeye tercüme etmişti. Aklımda kaldığı kadarıyla, ilk
satırlarında, insanların çelişkilerini peş peşe sıralamasını ilginç bulmuş ve o
satırları Nazım Hikmet’in şiirinin ilk satırlarına benzetmiştim[1].
*
İnsan, genellikle
çocukluğu ve ilk gençliğinde ailesinin tarihine ve köklerine, hatta genel
olarak geçmişe karşı daha ilgisiz oluyor. Bunda anlaşılır bir yan da var,
karşıda yaşanmayı bekleyen, uzun ve hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bir gelecek
varken, kim geçmişin karanlık ve silik dünyasıyla ilgilenir ki?
Hele genç insanın
gerçekten bağımsızlığını ve kişiliğini kazanabilmesi için de sağlıklı bir tepki
olan, bir an önce aileden ve bağlardan kurtulma gereği ve arzusu da buna
eklenince, sonuç: geçmiş hakkında bir şeylerin öğrenilebileceği zamanlar, ona en
az ilgi duyulan zamanlar oluyor.
İnsan
yaşlandıkça, ailenin, çocukluğun ve köklerin kendisi üzerinde nasıl belirleyici
etkileri olduğunu daha çok fark ediyor ve bu da ister istemez, çocukluk, aile
ve kökler üzerine bir ilgi artışı ve yoğunlaşmayı getiriyor.
Ama artık çok
geçtir, önceleri o geçmiş hakkında bir şeyler öğrenilebilecek olanlar varken
ilgi yoktur; ilgi ortaya çıktığında ise artık o yaşlı kuşaklar yoktur.[2]
O zamanlar,
babaannem, babam ve amcam yaşıyorlardı. Onlara çok şey sormak hatta Osmanlıca
yazılmış defteri okutmak mümkündü. Ama o zamanlar bende ilgi yoktu. İlgim
ortaya çıktığında ise onlar çoktan toprak olmuşlardı.
Dedeme ilişkin,
ailedeki konuşmalardan aklımda kalanlar, fakir bir aileden geldiği, önemlice
bir devlet memuru olduğu, veremden öldüğü, İttihat Terakki ve Resneli Niyazi
ile bir şekilde ilişkili olduğu, Van’a vali olarak atandığı ama orada isyan
olduğu için gitmediği şeklindeydi. Bunların ne ölçüde gerçek ve ne ölçüde
efsane olduğunu bilmiyordum. Babam daha çok küçükken babasını kaybetmişti, bu
nedenle anlatabileceği bir şeyler yoktu.
*
Sonraki yıllarda,
Şark’ta anı yazma adeti olmadığını, olanların da yüzeysel ve resmi olduğunu
gördükçe, bir aile tarihinin anı olarak yazılmasının bile önemli olduğunu
düşünmeye başlamıştım.
Sonraki yıllarda
toplumsal mücadelelerde yer alınca, bugünkü toplumu anlayabilmek için geçmişi
bilmenin önemini fark ettikçe ve bu geçmiş hakkında bildiklerim çoğaldıkça,
yaşayanların kaderinin izlediği yolu bu genel gidiş içinde değerlendirdikçe, bu
kader ile ulusçuluğun bağı ortaya çıktıkça, bir tarihçi ve sosyolog olarak da
dedemin anılarına ve ailenin köklerine olan ilgim daha da artmıştı.
Amerikalıların, “yanlış
yerde yanlış zamanda bulunmak veya doğru yerde doğru zamanda bulunmak” gibi,
her olayı açıklamaya yarayan bir formülü vardır.
Dedem
Bahaeddin Demir Aydın, büyük olayların ta ortasında bulunmak bakımından, “doğru
zamanda doğru yerdeydi.”
Zaman olarak,
Osmanlı’nın en kritik son yarım yüzyılında yaşamıştır. Dört yaşındayken “93
Harbi”nden başlar ve Meşrutiyet, Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşını
yaşar o yarım asırdan kısa hayatında. Ve bir bakıma Osmanlı’nın fiili bitişiyle
birlikte ölür. Kısa hayatı, o “İmparatorluğun en uzun” yarım “yüzyılı”
kadar sürer. Adeta memuru olduğu imparatorlukla birlikte bitmiştir hayatı.
Mekân olarak,
doğup büyüdüğü ve yaşadığı yerler de öyledir: Rumeli, Makedonya. “93 Harbi”
orada olur. Ulusal isyanlar, birbiri ardınca oluşan bağımsız devletler,
Meşrutiyet, Balkan Savaşları hep “Rumeli’dedir. Oralarda atılan bir kurşun
birinci dünya savaşının başlama vuruşu olmuştur. Bütün bu büyük depremlerin
merkez üssüdür Rumeli ve Balkanlar.
Ve Rumeli’de de
olayların da en merkezi bölgesi, bir bakıma Yanya (İonina), Manastır (Bitola),
Selanik üçgenidir. Anılarda geçen olay ve yerlerin neredeyse hepsi, bu
fırtınaların merkezi konumundaki üçgenin içindedir.
Dolayısıyla,
dedemin anıları ve ailenin tarihi “Balkanlaşma” kavramının ortaya çıktığı bir
yerdeki insanın anıları olduğu için, özellikle ilgimi daha çok çekmeye
başlamıştı.
Ama anıları
okumak mümkün değildi. İkisi de “eski Türkçe” okuyabilen amcam ve babam
ölmüştü. Hayat beni uzun hapislik ve Avrupa sürgünlerine savurduğundan ve
Türkiye’ye gelemediğimden, anılara ulaşmam mümkün değildi.
*
Daha sonra,
amcamın büyük kızı Yegâne, kendilerine kalmış ve hiç birimizin okuyamadığı bu
anıları bana verdi ve bunları ancak benim okutup yeni Türkçeye
çevirtebileceğimi, yoksa kaybolup gideceğini söyledi.
Ben de uzun
yıllardır hapislerde ve Avrupa’da sürgünde yaşadığım için unutulmuş bir insan olarak,
ancak çok sınırlı olan eski ilişkilerim aracılığıyla, yıllarca eski Türkçe
bilen birilerini aradım. Arap harfleriyle yazılmış Osmanlıcayı okuyabilmek çok
az sayıdaki uzmanın işiydi artık. Babam ve Amcam gibi, okuyabilen kuşaklar da
giderek yok olmanın eşiğindeydi. Bulduğum birkaç kişi ise el yazısı olduğu için
okuyamadılar.
Daha sonra bir
tarih dergisi çıkaran Üniversite yıllarından, 68’den arkadaşım Fahri Aral ilgi
gösterdi. Hatta çevirisinin neredeyse tamamlanacağını, derginin ilerdeki
sayılarından birinde yayınlamaya planladığını bile söyledi. Ama sonra o
çalıştığı işten ayrılınca o girişimin de izi tozu yok oldu.
Artık neredeyse
umudumu yitirmiştim. Öyle görülüyordu ki, eğer bu anılar eski Türkçeden
çevrilemezse, belki ben öldüğümde, bin bir dikkatle özel olarak saklamama
rağmen, Arap alfabesiyle yazılmış sayfalarda ne olduğunu anlayacak hiç kimse
olmayacağından, ölenin eşyalarıyla birlikte çöp tenekesini veya bir eskiciyi
boylayabilir ve hiç olmamışa dönebilirlerdi. Kuzey Avrupa şehirlerinden birinde
ölmüş artık kimsenin bilmediği ve hatırlamadığı bir ilticacının “evrakı
metruke”si arasında çıkacak kapsız ve eski Türkçe bir deftercik kimi
ilgilendirirdi ki?
Dedemin aklından
bile geçmemiştir her halde, Türkiye’de “harf devrimi” diye bir “devrim”
yapılıp, tam bir hafıza kaybı yaşanacağı ve torunlarının yazdıklarını
okuyamayacağı.
Anıların bu
unutulma ve yok olma tehlikesine karşı, anıları fotokopiyle olabildiğince çok
çoğaltıp, ilgi gösteren herkese dağıtıyordum. Belki bu kopyalardan biri ilerde
ilgi duyabilecek ve okuyabilecek birilerinin eline geçerdi. Denize, şişeyle
mesajlar atmak gibiydi; geleceğe yönelik “adressiz mektuplar” yollamak
gibiydi bu çabalarım.
*
Bereket, dedemin
ve ailesinin hayatını allak bullak eden; hatta o anıların okunamamasına bile
yol açan ulusçuluğun insanlığı boğan bir yağlı kement olduğu artık dayanılmaz
biçimde açığa çıktığı, bu da ideolojik iklimde veya Almanların “Zeitgeist”
dediği zamanın ruhunda köklü dönüşümlere yol açtığı için, anılar son anda bu
akıbetten kurtuldu.
Artık “çok
kültürlülük”, “farklılıklarda zenginlikler görmek”, “ötekileştirmemek”,
“ulus devletin sonu” gibi kavramlar doldurmuştu ortalığı. Hâlbuki daha
kısa zaman öncesine kadar lehçe farklarını bile yok edip standart bir eğitimi
en büyük zenginlik olarak gören; farklılıklarda zenginlik değil, yoksulluk
gören; ya da kültür ve dil farklılıklarını yoksulluğun ve geriliğin nedeni
olarak gören bir dünya vardı. Yüzyılın başında, Balkanlar’ın “Balkanlaşma”sının
ardında zaten tam da bu tamamen farklı “ideolojik iklim”, “çağ ruhu”
vardı.
Ama ulusal
devletler kendi içlerinde iyi kötü farklılıkları yok edip standartlaşmayı
sağladıklarını düşündükleri an, globalizim denen dünya ticaretinin üretimden de
hızlı büyümesi ve bunun ulusal sınırlara sığmaması, elektronikteki
ilerlemelerin daha esnek üretim yöntemlerine olanak sağlaması; sermaye ve
malların serbest dolaşımına karşılık, sırf ulusal devletlerin varlığı nedeniyle
işgücü denen malın ulusal sınırlara bağlı kılınması ve o malı satan işçilerin
fiilen ayaklarıyla, ulusal sınırları yıkma ve tanımama yönünde verdikleri oylar
bütün algıları değiştiriyordu. Mızrak çuvala, uluslar ve ulusal sınırlar dünya
ekonomisinin vardığı noktaya sığmaz olmuştu.
Ayrıca Türkiye’de
bu ideolojik iklim değişimini, geçici olarak geriletmiş gibi görünse de daha da
şiddetlendiren, yıllardır süren ve sistemi derinden sarsan, tam da
“farklılıkları yok etmeye” yönelik politikaya karşı direniş anlamında bir Kürt
hareketi vardı.
Ve nihayet, dünün
“Balkan muhacirleri” veya “mübadiller”in çocukları, artık üçüncü
nesle ulaşmışlar, göçmenlerde görülen genel eğilime uygun olarak köklerini
aramaya başlamışlardı.
Bütün bunların
toplu sonucu olan değişimler, Yeni Türkü’nün Külhani Şarkılar’ından
(Rembetikolar), Kardeş Türküler’e veya TRT 6’da Kürtçe yayınlara, Ahmet
Ümit’in Romanlarından, “Roman Açılımları”na kadar her yerde
izlenebiliyordu.
Bu değişimin özel
bir görünümü olarak Mübadiller de, Mübadil Dernekleri kurdular, geziler
düzenlediler, İnternette sayfalar açtılar, tartışma grupları kurdular, bilgi alışverişlerinde
bulundular. Aynı sürecin benzerleri elbet, diğer ülkelerde de yaşanıyordu.
Senkronize, kendini besleyen bir gidiş başlamıştı.
Anıları
çevirtmenin mümkün olup olmadığını, kişisel ilişkili birkaç Osmanlıca bilen
kişinin sınırlılıkları dışında arayabilmem ve ilk kez Mübadillerin mail
grubunda sormam, hatta bu soruyu soracak cesareti veya olanağını bulmam;
çocukluk ve ilk gençliğimden arkadaşım Mübadiller derneğinden Sefer Güvenç’in
beni desteklemesi ve cesaretlendirmesi, biri daha sonra anıların Latin
harflerine çevirisini yapan iki kişinin cevap vermesi, bir yayınevinin
ilgi gösterip çeviriyi teşvik etmesi hep bu bağlamda anlaşılabilirler.
İşte böyle bir
dünya ve “ideolojik iklim”, “Zeitgeist” mümkün kıldı Demir
Aydın’ın anılarının olmamışa dönmekten kurtulmasını
Anıların bu
kaderi son anda nesli tükenmekten kurtulan atlara benzetilebilir. Sanılanın
aksine, anavatanları Asya değil, Amerika olan atlar, tıpkı mamutlar gibi, hızla
yok olurlarken, küçük bir popülasyonun, Amerika’ya insanların geçtiği yoldan,
(yani jeolojik ölçülerde son saliselerde) Asya’ya geçmesiyle, yok olmaktan
kurtulmuşlardır. Ve Amerika’da at türü yok olurken, o Asya’daki küçük
popülasyon üremeye devam etmiştir. Ve orada sonradan ehlileştirilmeleriyle
insanlık tarihinin gidişini bile değiştirmişlerdir.
Ve atlar
Amerika’ya binlerce yıl sonra, tekrar İspanyol fatihlerle birlikte
döneceklerdir. Bugün, insanlar var oldukça, farklı işlevlerle de olsa Atların
var olacağından, bir bakıma toplumsal tarih ölçüleriyle, son anda ölümden kurtulup
ölümsüzleştiklerinden bile söz edilebilir.
Yukarıda
değinilen gelişmeler, dünya tarihsel ölçülerle biraz daha geç gerçekleşseydi
veya bizim biyolojik ömrümüz biraz daha kısa, örneğin dedelerimizinki kadar
olsaydı, bu anılar büyük bir olasılıkla Amerika’da türü tükenen atlar gibi yok
olacaklardı. Ama şimdi son anda bu yok oluştan kurtulmuş bulunuyorlar.
*
Bu anılara
ulaşamadığım aradaki yıllarda, hiç olmazsa ailenin köklerinin bulunduğu yerleri
tanımaya çalıştım, ama bunun da önüne yine uluslar ve ulusçuluk engeli
çıkmıştı.
Sürgünlükte,
Türkiye’ye gelemediğim için, birçok mülteci gibi ben de doğup büyüdüğüm Ege
kasabalarından hiç farkı olmayan Yunanistan’da veya en azından Fenikelilerin
ticaret yollarını açmalarından beri iktisadi ve kültürel bir bütün olan Akdeniz
ülkelerinden birinde geçiriyordum tatillerimi. Oralarda her şey daha bir
tanıdıktı. İnsanların dillerini bilmesem bile vücut dillerini anlayabiliyordum.
1989 ve 90
yıllarında Duvar’ın ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra, “Balkanlaşma” kavramını
yaratan Balkanlar, Hobsbawm’ın dediği gibi, “kısa yüzyıl” [3] boyunca verdiği kısa bir aradan
sonra, sanki tarihe kaldığı yerden devam ediyormuşçasına ulusal boğazlaşmaların
alanı olmuştu yine.
Bu nedenle Avrupa
hudutlarında bir parya olmak anlamına gelen bir ilticacı pasaportuyla oralara
gitmek neredeyse olanaksızdı artık.
Ancak Doksanların
ortalarında, Fransa’dan alınmış ilticacı pasaportumun pek fazla bir hareket
imkânı sağlamadığı koşullarda, Preveze yakınlarındaki Igomenitza’dan
başlayarak, çocukluğumda adını duyduğum Yanya (İonina), Kesriye (Kastoria),
Kayalar (Ptolemeida) vs. üzerinden Volos ve Selaniğe giden yolla, bir bakıma
ailenin göç ettiği rotayla, Angelopulos’un yolunu tersinden kat etme olanağı
bulabildim.
Bu seyahatten
dönüşümden bir süre sonra, Angelopulos’un Odysse’in Bakışı’nı
görünce, film ile benim seyahatim arasındaki böylesine bir paralellik beni
şaşkınlığa uğratmıştı
Theo
Angelopoulos, “Odysse’in Bakışı” adlı filminde, Osmanlı’nın ve
Balkanlar’ın ilk filmci ve fotoğrafçılarından olan Makedonyalı Manaki
Kardeşler’in, kaybolmuş hayali iki film rulosunun peşine düşen, tıpkı Odysse
gibi uzun yıllar sonra, ayrıldığı yere dönmüş bir rejisörün, yolculuğu
imgesiyle ele alıyordu Balkanların kaderini. Yolculuk Selanik’ten başlıyor ve bütün
Balkanlar’ı aşıp Saraybosna’da son buluyordu.
Manaki
Kardeşler’in kayıp film ruloları imgesinin işlevini, benim seyahatimde, Aileden
duyulmuş ama çocuklukta önem verilmediği için dikkat edilmemiş ve unutulmuş
bölük pörçük anılar; dedemin içinde ne olduğunu bilmediğim anı defteri ve biraz
da dedemin adının dolayısıyla kendi adımın nereden geldiği sorusu görüyordu.
*
Şimdi Anıları
okuyunca görülüyor ki, Angelopoulos’la ortaklıklar sadece bizlerin
arayışlarında ve aynı topraklardaki yolculuklarında değil, anlatılan olayların
kendilerinde de varmış.
Okuyamadığım
anıların yazarı olan Dedem 1872’de Kesriye’de doğmuş. Fiktif kayıp ruloları
çeken Manaki Kardeşler 1878 ve 1880 tarihlerinde Kesriye’ye kuş
uçuşu mesafesi 50 kilometreyi geçmeyen Avdela’da doğmuşlar[4]. Manaki Kardeşler’in ilk filminde, Büyükanneleri
Despina yün eğirmektedir. Yine Manaki Kardeşler’in dokumacı ve iplik eğirici
kadınları gösteren meşhur bir fotoğrafı vardır.
Demir Aydın’ın
annesi de, anılarında yazdığına göre: “Validem de pederime el bezlerini
dokumak ve nakış, el işleri eden ve mukabilinde aldığı mebaliğle pederime
muavenet eyler idi.” Yani aşağı yukarı, Despina Ana’nın filmine veya
eğirici ve dokumacı kadınlar fotoğraflarına bakarak Demir Aydın’ın annesi,
Değirmenci Selim’in kızı Fatma’nın nasıl yaşadığı hakkında daha somut bir imge
oluşturulabilir.
Dedem ile Manaki
Kardeşler’in yolları da birçok kez karşılaşmış belli ki. Kimbilir belki
tanışırlardı bile gıyaben. Eskiden insanlar, aşağı yukarı yüz kilometrelik bir
daire içinde kimin, kim ve kimlerden olduğunu bilirlerdi.
Örneğin ana
tarafım Kayalarlı, baba tarafım Kesriyeli ama bir şekilde birbirlerini
bildiklerini biliyorum. Hatta daha sonra anne ve babamın evlenmesine yol açan
ilişkiler ta bu Rumeli’deki gıyabi tanımalarla bağlantılı.
Ama elde iki
somut delil var, Dedemle Manaki kardeşlerin aynı yerde aynı zamanda olduklarına
dair.
Sadece günlük
hayatı değil önemli olayları da kaydeden Manaki Kardeşler, Sultan Reşat’ın
Makedonya gezisinde uğradığı Selanik ve Manastır’daki karşılanışlarını da filme
çekmişlerdi.
Demir
Aydın Efendi’nin de tam aynı zamanda oralarda bulunduğunu, belki de
filmlerde ki görülen karşılayıcı kalabalıktakilerden biri olduğunu şu
satırlarından biliyoruz:
“Heyetlerden
tasdik edilen zevat yanında huzur-i padişahiye çıkmak üzere telli bir karat
verdiler. Anın üzerine huzura çukub padişahımızı yakından görmek şerefine nail
oldum. Manastır’a teşriflerinde dahi gayri hal vuku bulmuş ve ikinci defa
olarak Kayalar İttihat Terakki Cemiyeti namına ki telli bir karat ile huzura
çıkılmıştır.”
*
Manaki Kardeşler
de, Demir Aydın Efendi de aynı bölgenin, aynı kültünün ve aynı çağın
insanlarıydılar.
Bu yer, bu yaşam
ve bu çağ neydi?
Bunların ne
olduğundadır, Angelopulos’un hayali kayıp rulo imgelerinde veya benim Arap
alfabesiyle ve ilmiye Osmanlıcasıyla yazıldığından, okuyup anlayamadığım
anılarda belki bulurum diye düşündüğüm cevabı.
“Ne?” sorusundan
ne anlaşıldığına ve neyin kastedildiğindedir cevap. Daha doğrusu anlaşılan ve
kastedilenin ardındaki gizli varsayımlardadır cevap. Bu anlamda cevap sorunun
kendisidir. Simurg, kendisini arayan kuşların ta kendisidir.
Ne demek
istediğimizi şöyle formüle edelim: Bugün İnternet’te Manaki Kardeşler veya
bunların diğer dillerdeki versiyonlarını sorduğunuzda gördüklerinizdedir cevap.
Manaki Kandeşler’in
Yunan sitelerinde Yunan sinemasının, Makedonya Sitelerinde Makedonya ulusal
sinemasının, muhtemelen henüz Yugoslavya varken de Yugoslav Sinemasının, eh
Makedonlar da özünde Slav olduğuna göre Bulgar sinemasının ilk kurucuları ve
öncüleri olduğu yazılır.
Aynı olgu ters
yüz edilerek Türklerde de görülür. Osmanlı’nın bütün savaşlarına veya
fetihlerine veya mirasına sahip çıkan Türkler nedense Manaki Kardeşler’i
Osmanlı veya Türk sinemasının ilk öncüleri olarak anmazlar[5].
Hepsinin ortak
uzlaşma noktası belki de “Balkan Sineması”nın ilk kurucuları ve öncüleri
olarak tanımlamalarında bulunabilir.
İşte sır biraz da
bu “Balkan Sineması” kavramında gizlidir.
Manaki
Kardeşler Osmanlı Yurttaşlarıydı. Ömürlerinin önemli bir bölümünü
Osmanlı Yurttaşları olarak geçirmişlerdi. İlk öncü film denemelerini Osmanlı
devletinin yurttaşları olarak yapmışlardı.
Ve şimdi bugün,
hiç bir konuda anlaşamayan ulusçular, Osmanlı dememek için, Balkan sözcüğünün
ardına sığınarak, aslında bir ulus yaratmak için bir de ulusal tarih yaratmak
zorunda olduklarını ele veriyorlar. Siyasal kavramların yerini, birden bire
lokal bir kavram alıyor: Balkanlar!..
Balkanlar sözcüğü
ya da kavramı, yaşanan tarihin yaşanması zorunlu bir tarih olmadığını gizlemeye
ve unutturmaya yöneliktir. Uluslar kendilerine bir Tarih yaratabilmek için,
unutmak ve unutturmak zorundadırlar.
Bu unutturma ve
unutma, yani yaşanan tarihin akıl dışılığı ancak, hayallerin ya da olası başka
tarihlerin aynasında görülebilir. Böyle bir ayna tutulabilir ulusların tarihine,
kendi çirkin yüzünü görebilmesi için.
*
Zayıf da olsa,
Osmanlı’da da, demokratik bir ulusçuluğu[6] savunan
bir damar vardı. Demokratik bir ulusçuluk, yani Büyük Fransız ve Amerikan
devrimlerinin ulusçuluğu, ulusu bir dille, dinle, soyla, tarihle tanımlamayan,
hatta aksine böyle tanımlamaya karşı tanımlayan ulusçuluk. Bu damar birkaç
örnekle gösterilebilir.
Örneğin,
Velensinli Rigas, şimdi sanılanın ya da Helen ulusçularının görmek ve göstermek
istediklerinin aksine, bir Yunan ya da Helen ulusçusu değildi, Osmanlı
topraklarında tüm halkların bir arada yaşayacağı, Fransız devriminin
ideallerine uygun, demokratik ve meşruti bir cumhuriyeti savunuyordu.
Demokratik bir ulusçuluğu savunan bir Osmanlı idi, bir Yunan veya Helen devleti
idealini değil; Osmanlı topraklarında demokratik bir Anayasal rejim idealini
savunuyordu.
O zamanlar
Selanik nüfusunun yarısından fazlasını oluşturan[7] Yahudiler
ve bu Yahudilerin ezici çoğunluğunu oluşturduğu, binlerce üyeli sendikalar
kuran, gösteriler yapan Selanikli İşçiler, Türk ya da Yahudi milliyetçisi
değillerdi. Bütün işçileri birleştirmeyi hedefliyorlar birkaç dilde yayınlar
yapıyorlardı.
Dikran Zevan bir
Ermeni milliyetçisi değildi. “Biz ‘Ermeni Milleti’ adına konuşmak
istemiyoruz, çünkü bizim için halkları ayıran ırklar ya da diller değildir,
sınıflar, toplumsal, ekonomik ve siyasal kategorilerdir. Ermeniler ve Türkler
yoktur; sadece ezenler ve ezilenler, sömürenler ve sömürülenler vardır. (. . .
) Gerçek bir bağlaşma ancak Türk halkıyla yapılabilir.” diye yazıyordu
örneğin.
Tevfik Fikret bir
Türk milliyetçisi değildi. “Vatanım ruy-i Zemin, Milletim Nev-i Beşer”
diyor ve Abdülhamit’e suikast düzenleyen Ermeni devrimcinin başarısız kalmasına
lanet eden, “Bir Lahza i Tahattur” (Bir Anlık Gecikme) başlıklı şiirler
yazıyordu.
Oldukça
milliyetçi olan Taşnak partisinin, örneğin 1908’den sonra yazdığı
bildirilerinde bile şöyle yansıyordu bu eğilimin ve damarın etkileri:
“‘Biz’ derken
Daşnak ya da diğer Ermeni devrimci partilerini değil, Osmanlı İmparatorluğu’nda
yaşayan ve müstebit hükümetin yıkıcılığına, yağmacılığına ve baskıcılığına
uğrayan herkesi, bütün Osmanlıları, yani bütün Türkleri, Ermenileri,
Arnavutları, Arapları, Rumları, Süryanileri kastettiğimiz anlaşılmalı. (...)
Yoksulları soyanların hepsi, özgürlük ve eşitliğe karşı koyanlar, ister Ermeni
olsunlar, ister Türk, Arap, Süryani, Arnavut ya da Rum, bizim hasmımız ve
düşmanlarımızdır, öyle de kalacaklardır. (...) Biz özgürlüğüz, bilgiyiz,
eşitliğiz, yasayız. (...). Biz işçileriz, biz ülkemizin lanetlileriyiz,
alevleri yükseltenleriz, ülkemizdeki yenilikçileriz biz. ” (Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve
Milliyetçilik, Derleyenler Mete Tunçay-Erik Jan Zürcher, İletişim
Yayınları, 1995, s. 190)
Yani yaşanan
tarih yaşanması zorunlu bir tarih değildi. Pekâlâ, bu demokratik ulusçuluğa
dayanan, demokratik ve humanist damar da üstün gelebilirdi. O zaman, bu gün her
biri ayrı bir ulus olmuş olan farklı diller konuşan halklar, İsviçre’de olduğu
gibi, aynı demokratik cumhuriyet veya ulusun yurttaşları olarak
yaşayabilirlerdi.
O zaman tarih bu
günkü tarihten başka, Türklerin, Yunanlıların, Bulgarların, Makedonların,
Arnavutların, Ermenilerin tarihi olarak değil, tarihi böyle anlatmaya karşı
verilen mücadele ve zaferlerin tarihi olarak yazılacak ve Manaki Kardeşler
belki bu tarih içinde, demokratik bir sinemanın günlük hayata dikkati çeken ilk
öncüleri olarak anılacaklardı.
Öyle bir tarih
içinde Osmanlı devlet memuru Bahaeddin Demir Aydın efendinin[8] yeri ne olurdu? Bilmiyoruz. Ama anılarında bir kez
bile Türk kelimesi geçmeyen; henüz iktidara gelmeden önce İttihat Terakki gibi
bir örgütte yer almış, memur arkadaşlarıyla kooperatifler kurmuş, İstanbul’da “Kesriyeli
Rum ve Bulgar hemşeri”leriyle buluşup eğlenen bu memurun pek ala böyle bir
gelişime karşı çıkmak bir yana içinde yer alabileceği düşünülebilir. Ama zaten
öyle bir tarihte bu anılar da başka türlü yazılırdı ve sonra gelenler
tarafından da başka türlü okunurdu.
Her anı, her
hatırlama aynı zamanda bir şeyleri unutma ve unutturmadır. Tarihler de öyledir,
yazılan her tarih aynı zamanda yazılmayan bir tarihtir.
*
Yazılan
tarihlerden bu yazılmamış tarihler üzerine ipuçları çıkarılabilir mi? Kanımca
çıkarılabilir.
Bunu, adımı
kendisinden aldığım dedemin adının nereden geldiği sorusu ve bu yöndeki
arayışlarım somut olarak gösterebilir. Burada bu arayışı ve sonuçlarını kısaca
anlatarak yazılmayan tarihe nasıl ulaşılabileceğini göstermek denenebilir.
Linguistiğin alt
bölümlerinden biri olan Onomastik (İsimbilim) her ne kadar bu günkü Türkiye’de
politik ve ideolojik mücadeleler alanında araçsallaştırılmışlığı nedeniyle
oldukça olumsuz çağrışımlar yapıyorsa da, politik ve ideolojik kaygılardan
azade olarak ele alındığında, sadece linguistik bakımdan değil,
sosyolojik bakımdan da çok değerli ipuçları verebilir.
Daha küçük bir
çocukken bana, adımın ve soyadımızın dedemin adından geldiği söylenmişti. Hatta
belki de biraz adım dolayısıyla babaannemin biraz ayrıcalıklı bir torunu
olmuştum.
Evet, adım
dedemin adıydı hatta göbek adım olan Bahaeddin de dedemden geliyordu. Ve
nihayet soyadımız da yine dedemden geliyordu. Soyadın Aydın olmayıp da
Küçükaydın olmasının nedeni ise, yanlış bilmiyorsam, Soyadı Kanunu çıktığında,
aynı mahallede aynı soy addan iki tane olamayacağı kuralı imiş. Aydın ve diğer
türevleri kapıldığından ve kala kala bir tek küçük kaldığından Aydın yerine
Küçükaydın alınmış.
Torunlara
dedelerinin adı verilir genellikle. Dedemin adı da Demir olduğundan bana Demir
adı verilmişti. Hatta diğer adı da Göbek adı olarak verilmişti. Ortada son
derece sıradan ve normal bir durum vardı.
Ama burada
sıradan ve normal olmayanın, dedemin adının Demir olması olduğunu çok sonra
toplumsal olaylara ilgi duyup, yoğunlaşıp da insanların sınıfsal konumları
üzerine kafa yorduğumda ve sonradan tarih ile bu sınıfsal konumlar arasındaki
ilgiler üzerine yoğunlaştığımda fark ettim.
Demir adı üzerine
ilk düşünmeye başlamam 25 yaşımdadır ve çok garip bir hikâyesi vardır.
Bir gazete
çıkardığım için Toptaşı Cezaevi’ndeydim 1974’te. Af çıkacaktı ve bütün
mahkûmlar yataklarını denk etmişler günlerdir gergin ve sabırsız bekliyorlardı.
O sıralar Demirel ve Erbakan’ın partileri, Aslında affın gündeme gelmesinin
temel nedeni “Anarşistler” olmakla birlikte, “Anarşistleri” af
kapsamı dışında tutmak için manevralar yapıyorlar ve bu da affın çıkmasını
geciktiriyordu.
Bu gecikme,
gergin bir bekleyiş içindeki mahkûmların bir bölümünün bu işin suçlusu olarak
politik mahkûmları görmesine ve göstermesine yol açıyor ve bu da bizim gibi
politik nedenlerle içerde olup da genel hükümlü ve tutuklularla birlikte
yatanların durumunu çok kritik bir hale getiriyordu. En küçük bir tahrik ve
kıvılcımla yüzlerce mahkûm bizi linç edebilirdi.
(Sanırım o sıra
Türkiye’de sadece biz dört beş kişi bu durumdaydık. Diğer politik tutuklu ve
hükümlüler askeri cezaevlerindeydi. Onlar için böyle bir risk bulunmuyordu.)
Bu kritik
günlerde, düşmanca ve suçlayıcı bakışlar arasında bize sempatiyle bakan küçük
de olsa bir mahkûm grubu da bulunuyordu. Bunlardan biri de mahkûmların “Barzani”
dediği, yanık sesli, Barzani’de Peşmergelik yapmış, okuma yazma bilmeyen,
yanlış hatırlamıyorsam Hakkâri taraflarından bir Kürt idi.
Hapishanede
mahkûmun yatağı bir bakıma evi gibidir. Başka birinin yatağına sahibinden
izinsiz oturmak bir yana dokunmak bile “haneye tecavüz” sayılır.
Misafirlikte “evsahibi”nin yatağında oturulur. Yatak aynı zamanda “misafir
odası”dır.
Bir gün akşam
sayımdan sonra kapılar kapandığında, üç dört arkadaş yan yana koyduğumuz
yataklarımızda oturur ve pek yalnız dolaşmamaya dikkat ederken, çaycı bize çay
getirdi ve yollayanın “Barzani” olduğunu söyledi.
Bu “Barzani”nin
bizimle tanışmak istediği anlamına geliyordu. Biz de derhal kendisini
misafirliğe çağırdık.
O kritik durumda
bize çay ısmarlaması ve yatağımıza gelmesi elbette aynı zamanda diğer
mahkûmlara verilmiş bir mesaj anlamına geliyordu: “bu insanlar benim
dostumdur onlara yapılan bir yanlış bana yapılmış demektir.”
Hapishanelerde
mahkûmların arasında belli bir hiyerarşi vardır. Bu sadece kişiliklerle ilgili
değildir, suçun türüyle de ilgilidir. Aslında suç ve suçlu türleriyle
kişilikler arasında da belli bir ilişki olduğu söylenebilir.
Katiller,
sıralamada en üsttedirler. En altta ırza tecavüz edenler bulunur, elbet onun da
kendi içinde ayrıca dereceleri vardır. Arada hırsızlar, dolandırıcılar vs.
bulunur. Sanılanın aksine katiller, insan olarak da, sözlerine güvenilebilir,
sözlerinin bir ağırlığı olan insanlardır.
“Barzani”
cinayetten yattığından ve Kürtlerin çoğunun “aşiret çocuğu” olduğu
bilindiğinden, onun bizimle tanış olmak istemesi ve yatağımıza misafir olarak
gelmesi bizlere o zor durumda verilmiş büyük bir destek anlamına da geliyordu.
“Barzani”
yataklarımıza gelip, tanışıp sohbete başladığımızda birden bire bu okuma yazma
bile bilmeyen adamın, çok derin bir bilgisi olduğunu fark
ettim. Bu fark ediş yine adımla dolayısıyla dedemin adıyla ilgili bir konuşma
ile oldu.
Tanıştığımızda,
adımı öğrenince fiziğime şöyle bir dikkatlice bakıp beni süzdükten sonra,
“Rumeli muhaciri misiniz?” dedi. “Evet” deyince de “Adın dedenden mi geliyor?
Dedenin de adı Demir miydi?” diye sordu.
Bunu sorması
ilginçti. Adımla dedemin adı arasında ilişkiyi nereden çıkarmıştı ki? Hele
dedemin adının Demir olmasını?
Ama o akşam
fırsat olmadı ya da konuşmanın akışı uymadı ve bunları kendisine soramadım[9]. Tabii ümmi “Barzani”nin bütün bunları
bilmesinin ardında nasıl bir birikim olduğu sorusu kafamda takılı kaldı.[10]
Bu bağlantıyı
kurması ve bilmesi şu nedenle ilginçti. Demir adı normal olarak çok az
bulunmasına rağmen “memur çocuğu” adıdır. Yani memurlar, öğretmenler, subaylar,
aydınların çocuklarına vereceği türden bir addır.
Modernleşmeye
gerici bir ulusçuluk üzerinden geçişlerde, ulusu yaratmak için ulusal bir tarih
yaratmak zorundadır ulusçular. Ve ulusun son derece yeni ve modern bir olgu
olması ölçüsünde ulusu tarihin derinliklerinde kurmaya çalışırlar. Ulusun kökleri
pagan döneme kadar uzatılır. Bu köklere dönüş gibi yazılır, kaybedilmiş saf
ulusal bilincin bulunması gibi yazılır tarih.
Bütün bunlarda
da, çocuklara Pagan dönemin isimlerinin verilmesi eşlik eder. Timur, Oğuz,
Kürşat, Selçuk, Orhan, İlhan vs. gibi isimler çocuklara verilmeye başlanır.
Büyük babaların ve büyük anaların isimleri, onların anısına verilse de,
genellikle bir “göbek adı” olarak “tenzili rütbeye” uğrar, bizzat
benim adımda da kısmen olduğu gibi. Demir de (Temur, Timur) pagan bir isimdir.
Ulusçuluğun
taşıyıcıları genellikle aydınlar ve memurlar olduğundan Demir de bu nedenle bir
“Memur çocuğu adı”dır. Hatta görünüşte göbek adımın Bahaeddin olması da bu
kuralı doğruluyor gibiydi.
Aslında normal
olarak ben de bu tabakalardan geliyor sayılabilirdim. Gerçi aile göçler
nedeniyle yoksullaştığı için, babam okuyamamış ve işçi olmuştu ama işçi olan
babam dahil aile bütün kültürüyle bu memur ve aydınlar tabakasına dahildi. Bu
nedenle adımın Timur’un daha başka bir versiyonu olan Demir olması böyle açıklanabilirdi.
Ama benim adımda
bu genel eğilime tam denk düşmeyen tam tersine bir durum ve çelişki vardı.
Dedemin adı Demir
olduğu için bana Demir adı verilmişti. Ve dedeme Demir adı verildiği zamanlar,
henüz daha ulusçuluk Müslüman ahaliye bulaşmadığından ve modernleşme ile
uluslaşma arasında bir ilişki henüz kurulamamış olduğundan, dedeme Demir adı
verilmesinin bu süreçle belli ki ilgisi yoktu. Dedemin ne doğduğu dönem ne de
ailesinin sınıfsal konumu, daha sonra özellikle cumhuriyetten sonra görülen
nedenlerle, Demir adını çocuklarına vermeye uygun değildi.
Soru şuydu:
dedeme niçin Demir adı verilmişti? Nereden çıkıyordu bu Demir adı? Sonradan da
alınmış değildi. Yani öz adı Bahaeddin olabilir de, sonra ulusçuluğun
yükselişine paralel olarak Demir adını da kendisine almış olabilirdi. Ama böyle
de değildi, bugün anılarından da öğreniyoruz ki, Bahaeddin adı sonradan
alınmıştır. Doğum adı Demir Aydın’dır.
Anıların Önsözünü
(“Mukkaddime”) şöyle imzalıyor: “İlmiye Muhasebe Kalemi Birinci Sınıf
Ketebesinden Kesriyeli Bahaeddin Aydın”. Yine o anılarında doğum tarihi ve
adını şöyle ifade ediyor: “1289 tarihinde Demir Aydın ki icrayı
memuriyet-i tescilde Bahaeddin Aydın”. Demek ki, dedemin esas adı: Demir
Aydın. Bahaeddin ise tabiri caiz ise resmi adı, memuriyet adı. Yani gerçek adı,
pagan adı memuriyette tenzili rütbeye uğramış.
Bir bakıma
Cumhuriyetten sonra memurlar ve aydınlar arasında görülecek olan eğilimin,
İbrani geleneğinden gelen dini isimlerin yerine İslam öncesi isimler alma
eğiliminin tam tersi görülüyor dedemde. Modernleşmeye ve memur olmaya İslam
öncesi ismin bırakılması eşlik ediyordu.
Bu çelişki nasıl
açıklanabilirdi?
*
Bu çelişkinin
çözümünü, yıllar sonra “Tarihin kayıp halkası”yla karşılaştığımda Din
üzerine çalışmalarda bulacaktım. Bu kısaca söyle açıklanabilir.
Neredeyse şu
yirminci yüzyılın ortalarına kadar yeryüzündeki insanların yüzde sekseni
köylerde yaşıyordu. Köyler ise, bir kaç bin yıl boyunca klasik uygarlıklarla
veya ikiyüz yıldır modern kapitalist sanayi uygarlığı ile ekonomik, hukuki,
ahlaki, sanatsal vs. ilişkiler içinde olsalar bile büyük çoğunluğuyla, hala
esas olarak kapalı ekonomiye dayanan, neolitik devrimin teknik düzeyinde ve
buna uygun ortaklaşmacı komünal ilişkiler içindeki topluluklardı. Rus Mir’i,
Alman Mark’ı vesilesiyle zaten Marks ve Engels tarafından bu olguya
çoktan dikkat de çekilmiş bulunuyordu.
1970’lerin
başındaki Dersim köylerini anlatan aşağıdaki satırlar, yakın zamana kadar,
yeryüzündeki insanların yüzde sekseni için de geçerliydi.
“Düzgün
Baba’nın kırk gün çileye girdiği dağın eteğindeki, Çele adlı mağarayı
ziyaretgah olduğu için tercih etmedik. Zirveler ve zirvelerdeki ulu ağaçlar
bizim ilgi alanlarımız içindeydi, buralara derin illetler ve ihtiyaçlar içinde
olan insanlar geliyor, kurbanlar kesiyor, dallara rengarenk dilek çaputları
bağlıyorlardı. Dağın eteğindeki Bostan köyü, bizim en çok dayandığımız köydü.
Ve bu köy, Düzgün’ün babası Kureyş’in köyü olduğu için kurbanların kesildiği,
paraların dağıtıldığı bir ziyaretgahtı. Kureyşin evini dolduran kalabalıklara
ilk kez girdiğimde, kendimi güvenlikte hissettim ve değişik yörelerden gelen
insanlarla tanıştım. Bu gibi yerlerde, herkes kendi yöresinin velilerinden,
onların gösterdikleri kerametlerden sözediyordu. Ziyaretgahlar bana farklı bir
diyarda olduğumu telkin ediyordu. Boz ayıya binip, yılanı kamçı olarak
kullanan, ördüğü duvara binince duvarı yürüten ya da atıldığı alevli fırından
sağ salim çıkan velilerin, gazaba gelince top gibi taş gülleler savuran kutsal
dağların diyarındaydım.” (M.
Oruçoğlu, “Dersim ve Biz”)
Bir kaç bin yıl
boyunca klasik uygarlıklar ve sınıflar ve bir lüks mallara dayanan dünya
ticareti vardı ama bütün bunlar insanlığın büyük bölümü için, hala günlük
yaşamın bir parçası değildi. Bütün bu uygarlıklar, aslında sahillerde,
vadilerde ve yol kavşaklarındaki şehirlerden ibaretti.
O şehirlerden bir
kaç kilometre uzaklaşınca ya da vadilerden bir kaç yüz metre yükselince,
uygarlıktan birden bire neolitik devrimden beri neredeyse değişmeden kalmış,
hatta uygarlığın devletlerinin aldığı vergiler ve baskı nedeniyle daha da kötü
koşullarda yaşayan, bu nedenle de dinine aynı zamanda bir köylü partisi
karakteri kazandırmış, otaklaşmacı köy toplulukları dünyasına giriliyordu.
Mekansal değişim aynı zamanda bir çağ değişimi olarak ortaya çıkıyordu.
Çocukluğumun geçtiği
Ege bile böyleydi. Soma gibi neredeyse yüz yıldır en modern teknikle kömür
çıkarılan kasabanın, hala Homeros gibi kör destancıların megafonla destan
okudukları Çarşamba pazarlarında ürünlerini satıp şeker, gaz gibi bir kaç acil
ihtiyacını karşılamaya gelen köylü kadınlarda bile o dünya görülebilirdi.
Bakırçayı vadisinden biraz uzaklaşıp, dağlarda yükseldikçe, Yörükler, Çepniler,
Tahtacılar denenlerin dünyasına girilirdi. O dünya yukarıda aktarılan
yetmişlerin Dersim’indeki dünyadan farklı değildi. Ortaokuldayken, aynı sınıfta
okuduğum köyden gelen arkadaşların, gök gürültüsünün hazreti Davud’un narası
olduğunu inanarak savunduklarını yaşamıştım. (Çok sonraları bu Davut’un aslında
Pagan dönemde yunan Mitolojisindeki tanrıların İslami formu olduğunu da görecektim.)
B. Traven’in roman ve hikayelerinde aynı dünyanın Güney Amerika’da da olduğu
görülebilir. Afrika’da ise bugün bile büyük ölçüde yaşıyor.
Ama insanlığın
büyük bölümünün yirminci yüzyılın ortalarına kadar bile yaşadığı bu topluluklar
ve insanlar hakkında hemen hemen hiç bir şey yoktu tarih ve sosyoloji
kitaplarında. Sanki böyle bir gerçeklik yokmuş gibiydi. Ve binlerce yıl boyunca
klasik uygarlıklardan da bunlar hakkında bir şey kalmamıştı.
Bunun sırrı yine
ortaklaşmacı neolitik köy komünündeydi. Köyler, neolitik topluluklar ya da
komünler henüz yazıyı, yani bu uygarlık ürününü bilmez. Bu nedenle de kendini
yazıya dökemez. Sözlü bir gelenekle, uygarlığın baskısı karşısında özel
anlamların ardına gizlenmiş bir dille bilgisini ve kurumlarını kuşaktan kuşağa
aktarır. Kendisi eğer kendisini yazmaya kalksa, yazmaya kalktığı an, yani
yazıyı öğrendiği an uygarlaşmış olacağından, kendisi yok olur ve yok
olacağından kendini anlatamaz.
Bir bakıma
kuantum fiziğinin kuralı gibi bir durum vardır. Nasıl bir parçacığın hem
konumunu hem hızını aynı anda bilmek mümkün değilse öyle. Komün varsa, yazı ve
uygarlık yoktur, dolayısıyla onu anlatacak insan ve araçlar. Ama yazı ve
uygarlık varsa komün yoktur. İkisi bir arada olamaz. Bu çelişkidir bu tarihin
kayıp halkasını ortaya çıkaran bir bakıma.
Elbette uygar
komünü bilir, ama “cahiliye” onun için lanetlenesi ve yok edilmesi
gereken bir şeydir. “Cadı” diye yakılmalıdır. Dolayısıyla ondan sadece
lanetlemek için söz eder, etmek zorunda kaldığında. Bütün vakayinameler bunun kanıtlarıyla
doludur.
Gerçek durum bu
olunca, şu beş bin yıllık tarih, aslında bir takım komünlerin uygarlıklara
geçişlerinin tarihi olarak de görülebilir. Son bir kaç yüz yıl boyunca bu
geçiş, artık klasik uygarlıklara değil, modern kapitalist sanayi uygarlığına
geçiştir ve baş döndürücü bir hızla gerçekleşip artık sonuna gelmiştir. Artık
dünya nüfusunun çoğu köylerde yaşamıyor ve köyler de o kapalı ekonomiye dayanan
köyler değil.
*
Ne klasik Yunan,
ne Roma, ne ikinci Yunan karakterli Roma olan Bizans ne de aslında ikinci
Roma’nın bir rönesansı ve üçüncü bir Roma’dan başka bir şey olmayan ve
Padişahların kendilerini “Sultan-ı Rum” (Roma İmparatoru) olarak
tanımladıkları Osmanlı, en çok dayandığı çekirdek bölgeleri, yani Balkanlar’ı
ve Anadolu’yu bile tam olarak uygarlaştıramadı. Balkan ve Ön Asya dağları,
binlerce yıl boyunca ortaklaşmacı köy komünü veya topluluğu yaşam ve
geleneklerinin yaşadığı yerler olmaya devam etti.
Ve bu köy
toplulukları, bu üretim düzeyi ve yaşama uygun, uygarlıkların dinleriyle ilgisiz
dinlerin de yaşadığı yerler oldular. Bütün dünyada ve Anadolu’da olduğu gibi
Balkanlar’da da böyleydi bu.
Aslında
insanlığın büyük bir çoğunluğu için neolitik devrim ve onun yayılışı, sağladığı
emek üretkenliği ile belli bir nüfus artışı ve yoğunluğu sağlamıştır. Neolitik
devrimler ve onun yayılmalarıyla ulaşılan nüfus ve yoğunluklar aşağı yukarı
5000 yıl boyunca değişmemiştir. Nüfus artışı ve yoğunluğu bir de sanayi
devriminden sonra ani bir sıçrama gösterir.
Tarih boyunca
büyük nüfus hareketleri aslında hiç de çok fazla değildir ve oldukça
sınırlıdır. Uygarlıklar dönemi boyunca, fatihler ya da kavimler göçleri
denenler ile gelenler, nüfusun onda birinden daha fazlasını oluşturmazlar ve
oluşturmamışlardır. Son yıllardaki genetik soyağacını araştırma teknikleriyle
yapılan incelemeler de bunu kanıtlamaktadır. İtalya’da Toskana’da yaşayan
köylüler aslında Etrüsklerin torunlarıdır. İskoçya’daki Norman fatihlerin
oranının yüzde onu geçmediği son araştırmalarla ortaya çıktı. Anadolu’nun bu
günkü ahalisi de (Balkan ve Kafkaslardan yüzyılın başında, ulusçuluktan sonra
gelenler hariç tutulursa) yüzde beşi onu haricinde ta ilk neolitik devrimin
sağladığı nüfus patlamasından beri yaşayanlardır.
Yani Nazım’ın
şiirine bile “dört nala gelip Orta Asya’dan” diye geçmiş, “Orta
Asya’dan gelen Türkler” de tıpkı o Türk ulusunun icadından sonra çocuklara
verilen Türkçe isimler gibi ulusçuluğun bir uydurmasıdırlar. O “Türkler”
geldiğinde, Anadolu, yeryüzünün ilk neolitik devriminin gerçekleştiği ve çoktan
beri uygarlığa da geçmiş topraklar olarak, tüm Orta Asya’dan daha fazla bir
nüfusa ve Asya bozkırlarıyla kıyaslanmayacak bir nüfus yoğunluğuna sahipti. Bu
binlerce yıldır burada yaşayan köylülerin yok edildiğine dair en küçük bir veri
olmadığına göre bu günkü Türkler aslında binlerce yıldır burada yaşayan
insanların torunlarıdır. Büyük bir olasılıkla, arkeolojik bir höyük kazısında,
mezarlardaki kemikleri çıkaran civar köylülerden gelen işçilerin çıkardıkları,
kendi atalarının kemiklerinden başka bir şey değildir.
*
Balkanlar da
böyleydi bütün dünya gibi. Aslında gören göz için her şey de apaçık ortadaydı.
Yunanlı
tarihçiler Orfeusçuluğun Trakya’da çok yaygın olduğunu yazıyorlardı.
Orfeusçuluk ise, klasik Yunan tanrılarına dayanan dinin “sapkınlığı”
idi. Orfeus büyük bir olasılıkla, yine kendisi de bir “sapkınlık” olan
Dionysos “kültü[11]” içindeki bir reform
hareketiydi. Orfeus muhtemelen o zamanların Hacı Bektaşi Veli’si veya Sarı
Saltuğu idi.[12]
Roma neredeyse
kölelerinin büyük bölümünü bu uygarlığa geçmemiş Balkan ve Slav komünlerinden
devşirdiği için, birçok batı dilinde Köle sözcüğünü hala Slav kökünden gelen
kelimeler oluşturmaktadır.
Ve Üçüncü
Roma’nın (Osmanlı), “Devşirme”leri yani bir tür “Kölemen”leri
genellikle Balkanlar’dan toplaması, birinci Roma’nın bu geleneğinin devamı
olarak da görülebilir. Köleler her zaman Komün’den devşirilir ve sanılanın
aksine “egemen sınıf”ı oluştururlar uygarlıklarda.
Anadolu ve
Balkanlar’da ilk Hıristiyanlığın yayılışı, bir bakıma, neolitik köy komününün
klasik uygarlıkların çürümesine, zulmüne, soygununa ve sömürüsüne direnişinin,
bir yangın gibi yayılmasından başka bir şey değildi. Sonra her zaman olduğu
gibi, bizzat bu dini bayrak eden ve içini boşaltıp ehlileştiren uygarlık, daha
somut olarak Bizans, onun otantik ve devrimci biçimini savunanları lanetleyip
kovuşturdu.
Bu ilk
yayılışların her biri bir devrimdi ve bu devrimler bir yeni dinin yayılışları
biçiminde gerçekleşiyordu. Ve her devrim ve dinle birlikte isimler de
değişiyordu. İsimler dinden ayrı değildir. Aslında ulusçuluk da bir modern çağ
dini olduğundan bu kuralı doğrular.
Devletin resmi
Hıristiyanlığı karşısında, dünün o Orfeusçu sonra ilk devrimci döneminde
Hıristiyan olan Komünleri, Bogomil veya Katar olarak yaşamaya devam ettiler.
Neredeyse bütün Balkanlar’da Köy komününün dini hep bu “sapkın”
mezhepler oldu.
İşte İslam’ın
veya “Osmanlı’nın yayılışı” denen şey, aslında Anadolu ve Balkanlar’daki köy
komününün, Bizans’ın çürümüş, baskıcı, sömürgen ve soyguncu düzenine karşı
isyanının yayılışından başka bir şey değildir. Anadolu’nun Paulikanlar’ı
Alevilere, Balkanlar’ın Bogomil ya da Katar’ları Balkan Alevi ve Bektaşilerine
dönüştü.
Bu dönüşüm
boyunca başlangıçta bu köy komünüyle ittifak yapan ve ondan güç alan fatihler
ise, yani Osmanlı, devletleştikçe aynı Bizans’ın konumuna geçti ve tıpkı
Bizans’ın yaptığı gibi, bu köy komünlerini “sapkınlık” olarak kovuşturdu.
Şeyh Bedrettin
bunları bildiği için Deliormanlar’a karargah kuruyordu. Müritleri bunları
bildiği için, İzmir ve Manisa civarındaki dağlarda Huruç eyliyorlardı. Çünkü oralar
Demir Baba’ların, “Yeraltından şifalı sular çıkaran, tahta kılıcıyla yedi
başlı devi öldüren ve öldüğünde, kırk tabutta, aynı anda bedeni görülen,
zalimlerin düşmanı Sarı Saltık”ların dünyasıdır.
Bugünkü
Bulgaristan’da bulunan Demir Baba’nın türbesi, muhtemelen Hıristiyanlıktan bile
çok daha eski bir kutsal mekanın üzerindedir[13]. Bu
aslında o sürekli kopuşlar, din değiştirmeler biçiminde kendini dışa vuran
nelolitik köy komünü ve ilişkilerinin sürekliliğinin ifadesidir. Nasıl
şehirlerde her Cami’nin ardında bir kilise, Her kilisenin ardında bir eski
Yunan veya Roma tapınağı, onun ardında da çok daha eskilere giden bir başka
kutsal yer varsa aynı şekilde köylerde de Alevi-Bektaşi Babalarının türbeleri
veya ziyaret yerlerinin ardında da aynı sapkın mezheplerin kutsal yerlerinin
sürekliliği vardır.
Aslında insanlar
genetik olarak hep aynı insanlardır, ilişkiler değişmekte ve de ilişkilere
bağlı olarak dinleri dolayısıyla isimleri değişmektedir. Balkanların dağlarında
yüz yıllarca aynı kalan ve değişmeyen öz, neolitik köy komünüdür. Değişen,
varlığı sürdürmeyi sağlayan yeni biçimlerdir. Komün aynı kalabilmek için hep
değişmiş, egemen uygarlığın dini içinde kendini hep yeniden tanımlamış ve var
etmiştir.
*
Tarih’e böyle bir
bakış, Dedemin adına ilişkin sorunu otomatik olarak çözüyordu.
Bu devrimin
gerçekleşmesi, yani Balkanlarda Hıristiyan sapkınlıklarının, yani Bogomilliğin
yerini İslam Sapkınlıklarının, yani Alevi-Bektaşiliğin alması, elbette o
zamanın devrimcileri olan, ermişler, evliyalar vs. aracılığıyla
gerçekleşiyordu. Bunlardan biri de, Anadolu’daki Hacı Bektaş Veli gibi
Rumeli’ndeki Demir Baba idi. Bu “ermiş” yani o zamanın devrimcisi nedeniyle ona
hürmeten, Rumeli’de Demir adı yaygındı.
Yani Demir adı
ulusçulukla değil, uygarlık öncesiyle, ortaklaşmacı neolitik köy topluluğu ve
onun kendi dönüşümleriyle ilgiliydi ve ondan geliyordu. Ve sanki ters gibi
görünen, Demir’in terk edilip Bahaeddin’in alınması aslında uygarlaşmanın,
Sünnileşmenin, devletli ve sınıflı topluma dahil olmanın bir görünümü ve
sonucuydu. Dedemin adındaki çelişkiyi ve benim adımdaki görünüşteki uyumu
yaradan, Klasik uygarlıklardan ulusçuluğa geçiş çağında (benim adımda olduğu
gibi Bahaeddin’den Demir’e) komünden uygarlığa (dedemin adında olduğu gibi
Demir’den Bahaeddin’e) geç bir geçişin sembolü olmalarıydı[14].
Dedeme Demir adı
verilmesinin açıklaması bu olabilirdi. Belli ki, on dokuzuncu yüzyıl boyunca
kapitalist gelişmelerin de hızlanmasına bağlı olarak, Balkanlar’daki köy
komününün çözülüşü hızlanmıştı. Köyünde sapkın olanlar, kasabaya veya şehre
inince yavaş yavaş Sünni Müslümanlara[15] ya da
Hıristiyanlara dönüşüyorlardı. Buna elbette isimlerin değişmesi eşlik ediyordu.
Önceleri, Alevi Bektaşi dedelerinin veya ulularının adlarını alanlar bu sefer
uygarlık dini yani Müslüman (veya Hıristiyan) isimleri almaya başlıyorlardı.
Nasıl Alp Arslan’ın oğlu uygarlaşmaya bağlı olarak Melikşah, Orhan’ın oğlu
Murat adını aldıysa öyle.
Ama yine de, eski
geleneklerin kalıntıları, bir ismin bir çocuğa verilmesi biçiminde sürüyordu
da, nasıl bu gün hala dedelerin, nenelerin isimleri torunlara verilirken
sürüyorsa öyle.
Dedemin adı
yükselen ulusçuluktan dolayı değil, eski sapkınlığın, Köy komünü
geleneklerinin, Alevi - Bektaşi geleneğin bir kalıntısıydı belli ki. Yok olan o
geleneğin kuğu çığlığıydı[16].
*
Demir adının o
bölgede yaygın olduğunu da şuradan biliyorum.
Ömrümün çeyrek
yüzyılını, İstanbul’un Kadıköy’ü veya İzmir’in Karşıyakası gibi, bir şehrin bir
semti gibi ama yine de ayrı bir şehir havasındaki, Sartre’ın “Altona
Mahkumları”na ilham veren Hamburg’un Altona’sında, sürgün yaşayarak
geçirdim. Burada Sotiris diye bir lokantacı vardı. “Altona Mahkumları”
olan Türkiyeli ilticacıların satranç oynadığı bir kahveye takılır ve onlarla
satranç oynardı zaman zaman.
Bir gün bu
Sotiris’le konuşurken, babasının Kastoryalı (Kesriyeli) olduğunu, Yunan iç
savaşında gerillalar safında bulunduğunu, sonra da yenilince Yunanistan’ı terk
ettiğini, kendisinin Romanya ve Macaristan’da büyüdüğünü, sonra da Almanya’ya
geldiğini anlatmıştı. Hemşeri çıkmıştık yani.
Ama bu Sotiris’in
bir özelliği vardı, Süleyman Demirel’e çok benziyordu, bir akrabalık, bir
genetik yakınlık olmadan böylesine bir benzerliğe pek rastlanamaz. Bunu
aklımdan geçirmiş ama olanaksız diye düşünmüştüm. Biri Ispartalı “Çoban Sülü”,
diğeri Balkanlı bir Yunanlı.
Yıllar sonra
kökleri aramak üzere Kesriye’ye (Kastoria) gittiğimde, orada da tıpkı
Türkiye’de olduğu gibi bütün tarihin silinip yok edildiğini görmüş ve hayal
kırıklığı içinde göl kenarında, sakince bir yerde hem bir kilise hem de müzeye
çevrilmiş bir “Osmanlı evi” bulunan bir yere gitmiştim. Kilisenin papazı aynı
zamanda turistlere rehberlik yapıyor ve onlara Almanca bir şeyler anlatıyordu.
Turist rehberliği yapan papaza Almanca, buralarda eski, Osmanlı’lardan kalmış
bir şeyler olup olmadığı sordum. Biraz serçe bir ifadeyle yoktur, kalmamıştır
deyince. Duvarlardaki ikonalara kısa bir göz attıktan sonra, göl kenarında bir
masaya oturdum ve bir çay söyledim.
Beş on dakika
sonra o papaz-rehber oturduğum yere geldi ve bana mükemmel bir Türkçeyle,
nereli olduğumu sordu. Ailemin buralardan geldiğini, merak ettiğim ve tanımak
için buralara yolumun düştüğünü söyledim ve ona nereli olduğunu Türkçeyi
nereden bildiğini sordum.
Niksarlıyız, ana
dilim Türkçedir, bizler mübadelede buraya geldik dedi ve ekledi. “Sizin
Cumhur reisiniz de buralıdır, Kesriyelidir.” Yok dedim buralı değil
Ispartalı. Yok diye ısrar etti, onun babasını burada tanıyan yaşlılar var.
Onlar oraya buradan mübadelede gittiler.
Birden bire
kafamda bir şimşek çaktı. Sotiris’in niye böyle Demirel’e benzediği de açıklığa
kavuşmuş oluyordu. Muhtemelen aynı veya yakın köylerin insanıydılar, üç beş
kuşak öncesinde belki de yakın akraba bile çıkabilirlerdi.
Eğer doğruysa
buradan şöyle bir sonuç da kolayca çıkardı. Demir’el’in soyadındaki Demirel’de
Demir’le, bu Demir de muhtemelen, tıpkı dedemin adı gibi, Orpheusçu,
Bogomil, Alevi-Bektaşi geleneğinden Demir Baba ile bağlantılı olabilirdi.
*
Ama hikâye burada
bitmiyor ve aşağı yukarı bu varsayımlar kanıtlanıyor.
Yıllar sonra,
Türkiye’ye geldiğimde, yazlığı Ayvalık’ta Cunda adasında olan bir Hamburg’tan
bir arkadaşımı ziyaret etmiştim. Bütün ailesi, kızları, damatları, torunları da
oradaydı. Onları ve yeni ana baba olmuş kızını ve eşini tanıştırırken
damadının, Demirel’e benzettiğim ve sonra da Demirel’le de aynı yöreden
olduğunu öğrendiğim Sotiris’in oğlu olduğunu söyledi.
Bunun üzerine
genç babaya, bizim hemşeri sayılabileceğimizi. İkimizin de köklerinin
Kastoriya’ya dayandığını söyleyip, yukarıda anlattığım, hikâyeyi ona da
anlattım.
Hikayenin sonunda
Demirel’e çok benzettiğim Sotiris’in oğlunun bana söylediği ise tahminlerimi
doğrulayan bir sürpriz oldu. Sotiris’in oğlu, “Bizim de soyadımız
Demiropulos” dedi.
Bu Sotiris ile
Demirel arasındaki fizyolojik benzerliğin muhtemelen aynı zamanda bir
akrabalıkla da bağlantılı olabileceğini gösteriyordu. Aynı zamanda,
Balkanlar’da ve o bölgede Demir Adının yaygınlığını; bu Demir adının büyük bir
olasılıkla Orta Asya veya Türklükle değil, köy komünüyle, Balkanlar’daki
“Sapkınlık”la ilgili olduğunu da kanıtlıyordu
Ulusçuluğun
yükseldiği çağda uygarlığa geçen çözülen köy komününün kalıntısı olan aynı
Demir ismi, bir kolda Türk Demirel’e diğer kolda Yunan Demiropulos’a
dönüşüyordu.
Dedemin Demir adı
beni Balkan neolitik köy komünü ve sapkın tarikatlarla, tarihin kayıp halkası
ve ulusçulukla tekrar karşılaştırmıştı.
Dedemin adı
Osmanlılıktan Türklüğe, yani klasik uygarlıktan modern ulus devlete, geçtiği
için değil; uygarlık öncesinin bir kalıntısı olarak Demir’di ve zaten o
uygarlaştıkça, son Roma’nın en son günlerinde onun bir memuru olurken, bu
Batıni adı terk etmiş ve Bahaeddin adını almıştı. Klasik uygarlıklar çökerken o
klasik uygarlıklara en son geçen bir çevre ve aileden geldiğini gösteriyordu bu
isim.
Ve ne klasik
uygarlıkların, ne de modern uygarlığın tarihi anlatışlarında bu neolitik köy
toplumunun yeri yoktu. Birinde yok edilmesi gereken “cahiliye”, birinde
düzgün ve aklın egemenliğine doğru ilerleyen bir tarihin en geri ve
hurafelerle, mitlerle dolu, “Tarih Öncesi”nde kaldığı var sayılan
“karanlık” bir dönemiydi. O “tarih öncesi” ise, yirminci yüzyılın ortalarına
kadar insanlığın büyük çoğunluğu için yaşanan “şimdi”ydi.
*
Dedemin doğup
büyüdüğü yer olan, Kesriye (Kastoria), Makedonya’daki birçok şehir gibi (Yanya,
Ohri vs.) bir gölün kenarında, gölün içine doğru bir yarımadanın üzerine
kurulmuş, bugün nüfusu yirmi binler civarında bir şehir.
Hem suda hem
karada yaşayan memeli hayvanların (Samur vs.) derisi çok kıymetli olur. Eskiden
bu gölde de bol miktarda Kastor adı verilen Avrupa Kunduzu varmış. Şehrin
adının[17] büyük bir olasılıkla bu Hayvandan
geldiği düşünülüyor.
Şehrin ekonomisi
büyük ölçüde bu hayvanın derisine ve derisinin işlenmesine bağlı ve bu nedenle
de hep zengin bir şehir olmuş. Yüzyıllarca Kesriyeli deri tüccarlarının önemli
büyük şehirlerde temsilcileri olmuş. Bugün bile Paris, Londra gibi büyük
şehirlerde dericilik hala Kesriyeli tüccarların elindeymiş. Şehirde 1400’lerden
beri İspanya’dan gelmiş Sefarad Yahudilerin varlığı kayda geçmiş.[18]
On dokuzuncu
yüzyılın başlarında bölgeyi gezen Seyyah William Martin Leake, şehrin nüfusunu,
onda biri Yahudi, kalanları yarı yarıya Müslüman ve Ortodoks 600 aile olarak
belirliyor. Ve 12 Yüzyıldan beri neredeyse şehrin değişmeden kaldığını ifade
ediyor.
Kesriye Sanayinin
çevre üzerindeki tahrip edici etkilerini çok önceden yaşamış bir şehir olmalı.
Bugün artık gölde bu kürkleri işlenen ve Kesriyelileri dünyanın sayılı
dericileri yapan kunduzlar (kastorlar) yok. Büyük bir olasılıkla, hem avlanması
hem de derilerini işleyen debbağhanelerin (tabakhane) son derece zehirli
artıkları göldeki kastorların soyunu tüketmiş olmalı.
Kürk üretimi,
deri işlemesi ve ticareti Osmanlı dönemi boyunca Kesriye’yi epeyce zengin bir
şehir yapmış. Bu şehrin, Osmanlı’nın keyfi idaresi, tefecilik ağır vergiler
altında ezilen ve yok olan civardaki yoksul köylüleri kendine çektiği, onlara
iş ve aş kapısı olduğu tahmin edilebilir. Aynı zamanda bu şehirde bir
burjuvazinin ve burjuva fikirlerin gelişimine de uygun bir zemin hazırladığı
düşünülebilir.
*
Böyle bir şehirde
doğmuş dedem. Ama muhtemelen, birkaç kuşak önce civar köylerde yaşayan bir
aileden geliyor olsa gerek Demir adının ima ettiği gibi. Babası ve Anasının
fakir olmaları, babasının balıkçılık, anasının ev işleri ve dokumacılık yapması
da bu varsayımı destekliyor[19]. Malları olmadığı için
okuması ve sınıf atlamak için tek yolun memurluk olması da ayrı bir delil
sayılabilir.
Yani kökleri
Osmanlı devlet aygıtından değil, muhtemelen Slav veya Arnavut kökenli civardaki
“sapkın” köylerden. Bizans zamanındaki Hıristiyan “sapkın”lığından Bogomil veya
Katar, Bizans baskısına karşı direnişte ve Osmanlı ile ittifakta, Demir
Baba’lar gibi “Evliyalar” aracılığıyla Osmanlı zamanındaki Müslüman
“sapkın”lığına (Alevi-Bektaşi) geçmiş, şehre göçünce de kolayca Sünnileşmiş bir
aileden geldiği tahmin edilebilir[20].
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder