25 Eylül 2011 Pazar

Gene ulusal sorun,gene proleterye diktatörlüğü ve şu "demokrasi"nin hali ne olacak! (Fikret'e yanıt)

İbrahim Özkurt  24/09/2011  Tustav
90 lı yılların ilk yarısı, Çetin Serfidan'la 'sosyalist sistemin çöküşüne ilişkin ha bire beyin jimnastiği yapıyoruz. ( sanırım tartışmaları izliyordur ) Bir ara, Köleci toplumu, toplumun temel sınıf olan köleler yıkamamış ama, yeni bir sınıf olan toprak sahiplerinin öncülüğü ile yıkılmış ve yerine feodal toplumu inşaa etmişler. Derken feodal toplumun temel sınıfı oluşmuş. Köylüler... Köylüler feodal toplumun temel sınıfı olmalarına karşın feodaliteyi köylüler değil o dönem tali bir kesim (henüz sınıf bile değil) olan burjuvaların önderliği ile yıkılmış. Dedik... Acaba burjuva toplumunu da temel sınıf olan işçi sınıfı değilde, bir başkası mı yıkacak? (Başkası derken toplumda o kadar çok ara katman varki hansgisi yıkabilir?)

 Bu ve buna benzer, o kadar çok beyin jimnastiği yapıyorduk ki, tartıştıklarımızı kendi aramızda değil de sosyalist gruplar arasında tartışsak acaba ne derler? sorusunu sorar ve afaroz ediliriz! sonucuna varırdık. Hatta geçen kış, oturup yine beyin jimnastiği yaparken, Çetin "bunları ikimiz tartışabiliyoruz, zira birbirimizden kuşku duymuyoruz, ama sol gruplarla tartışsak acaba ne olur? ve ekledi. Onlar bu düzeyde ve özgürce tartışamıyorlar" dedi,. Yine 90'lı yılların ortası, TİP'li arkadaşlarla yemekli bir gün. Yer Galatasaray. Işıklar içinde yatsın, Çetin ve ben Nermin Aksın'la aynı masadayız. Çetin bir ara yukarıda sözünü ettiğim beyin jimnastiğimizi anlattı. Nermin abla; "Çocuklar bunlar yazsanaıza, niye yazmıyorsunuz" diye karşıladı. Biz sanırım "yazacak bir yer yokki" diye yanıtlarken bir anımızı anlattık. SBP'nin ilk yılları. Bir yayın organı var. Biz Bakırköy'lü üç arkadaş (Çetin, ben ve adını anımsayamadığım bir arkadaş) Çetin'in kaleme aldığı bir yazıyı partinin yayın organında yayınlatabilmek için parti oligarşisine karşı yoğun bir savaş vermiştik. Üstelik o yazı beyin jimnastiğimiz sonucu üretilen bir yazı da değildi. Sanırım sıradan bir yazıydı ve oligarşinin hoşuna gitmemişti. Üstelik Çetin ve ben ikimizde partinin poroletar kökenli üyesiydik. (Ben yarı proletar, Çetin tam proletar... ) Nermin abla " siz yazacak bir yer bulursunuz" diyerek bize cesaret verdi ama biz bu konuyu hiç yazamadık. Ve ben Çetin'den onay almadan ilk kez yazıyorum.


Demem şu ki, ben mutlak doğrunun olmadığına inanıyor ve ha bire arayışımı sürdürüyorum. Düşüncelerimin kimseye bir zararı da yok. Bir komünistin 'zehirlenebileceğine' de inanmıyorum.

Özgür Üniversite'nin düzenlediği bir söyleşide, Fikret Başkaya'ya "Hocam, bir tüzük çalışmam var ama kimseyi tartışmaya sokamıyorum. Çalışmam, Leninist parti modeline alşternatif. Ama tartışmak istiyorum, kimseyi bulamıyorum. Ne dersiniz" diye sormuştum. Fikret hoca "sosyalistler dinini kaybedeceğini sanıyorda ondandır" diye yanıt vermişti. Ve devam etmişti Fikret hoca, "Ne yazık ki günümüzün sosyalistleri tutuculaştı ve yeniye kapalı, bu nedenle yeniyi tartışmaktan kaçınıyorlar" mealinde sözler ilave etmişti.

Garip bir tesadüf ki yine Fikret isimli birisiyle tartışıyorum. Ben bu tartışmayı, beni ve Fikret'i çok yakından tanıyan bir kaç kişinin dışında takip edenin olduğunu sanmıyorum. Fikret'in son yazısını atlayarak ve üstünkörü okudum. Nedenine gelince: Fikret hala sınıf mücaelesine 150 yıl gerilerden bakıyor. Günümüzde yaşıyor ama günümüzü görmüyor. Sosyalizme ve sınıf mücadelesinin strateji ve örgütlenme tarzlarına yüz küsur yıl önceki gözlüklerle bakıyor.

Marksizmi ve Leninizmi, sadece sınıfsız topluma giderken "nasıl bir parti ve devlet "öngörüsünün, değişmez doğrusu olduğunu söylüyor. Marksizm-Leninizm sanki sadece buymuş ve mutlak doğruymuş gibi...

Küreyel'de aynı anda müslümanlığı savunan birisiyle tartışıyorum. Müslüman'a müslümanlığın yanlış olduğunu söyleyip komünizmi savunuyorum, Fikret'e de Marksist-Leninist parti ve dolayısiyle devlet modelinin yanlış olduğunu... Birncisi beni komünist olduğum için eleştiriyor, diğeri anti komünist olmakla... Gelde çık işin içinden!

Sayın Fikret, Ben, Marksist-Leninist parti ve devlet modeline karşı çıkıyorum. Marks'ın KAPİTAL'ine değil. Ne hattim KAPİTAL'i eleştirmek. Anarşist lerin de örgütsüzlüğü savunmalarına... Her iki akımın iki uca savrulduğunu düşünüyor, her iki akımın taraftarlarının meydanlarda buluşarak devrimin ancak başarılabileceğini görüyorum. Ne var ki ne katı merkeziyetçi örgütlenme ve ne de örgütsüzlük, bu iki akım meydanlarda buluştursa da daha sonra İspanya'da olduğu gibi yine çatışmalarından korkuyorum. Devrimin de geçmişin ön görüleri gibi değil, meydanlarda kotarılabileceğini düşünüyorum. Tabiki yaşadığımız süreçte.. Gelecekte kim bilir neler öne çıkar ve her yeni durumu yeniden tahlil ederiz. Ve devrimin günümüzde itici gücü olarak işçileri değil, işsizleri görüyorum. Günümüz işçi sınıfının kapitalist sistemin adeta ayrıcalıklı bir sınıfı konumuna getirildiğini düşünüyorum. Meydanlara ne yazık ki işsizler hakim. İşçiler günümüzde ekonomik, demokratik haklarının ötesinde sisteme karşı bir talepte ne yazık ki bulunmuyorlar. Ve hiç bir Marksist-Leninist parti işçi sınıfını içinde bulunduğu ataletten ve açmazdan kurtaramaz diye düşünüyorum. İşsizler sanırım sana göre lumpen sürüsü. Ne var ki bu lumpen sürüleri meydanlarda devrim inşaa ediyor. Başarabilirlerse öncü olurlar, başaramazlarsa bir başka sınıf öncü olur. Belki de yeniden işçi sınıfı dümene geçer. Kim bilir... Ama günümüzde görülen o ki işsiz gençlik devrime önderlik ediyor. Marksist-Leninist partiler ne yapıyor? Ben söyleyeyim...Seyrediyor ve önüne gelene sanal alemde küfür ediyor. Yazıklar olsun!....

Ciddi bir konuyu daha sorgulamak istiyorum. "Ulusların kaderini tayin hakkı" konusunu...

Bildiğim kadarıyla konuyu ilk kez Amerikan devlet başkanı Vilson 1911 yılında gündeme sokuyor. Nedenine gelirsek... Amerika kapitalist dünyanın liderliğine hazır. İngitere liderliği kaybediyor. Ne var ki Amerika, Avrupa'nın emperyalist devletlerince sömürgeleştirilmiş güneyin dünyasına nasıl girecek? Hemen tüm güney toplumları Batı Avrupa'nın sömürgesi altında. Yani onların Valilerince yönetiliyor. Güney Amerika dahil.. Amerikanın güney ülkelerini sömürebilmesi, oralara yatırım yapabilmesi,sermayesini sokabilmesi için aşılmaz bir engel var. Batı Avrupa'nın Valilerin yönetimindeki sömürü mekanızması.. İşte bu sömürgeler kendi kaderlerine sahip çıkabilir, bağımsız ulus devlet kurarlarsa işte o zaman Amerika bu yeni oluşan ulus devletlere daha rahat girebilir. İşte bu nedenle Amerikan başkanı Vilson Ulusların kaderini tayin hakkını savunur. Vilson bu fikri savunduğu sıralarda 1. paylaşım savaşı çıktı ve bağımsız ulus devletler pıtrak gibi çoğaldı. Ve Amerika'nın işi kolaylaştı. Vilson'un projesi uygulandı ve günmüzde hala Amerika kapitalist dünyanın lideri. Lenin'in sanılan bu önerme insanlığa ne kazandırdı pratikte? Sanırım bu konu da sosyalistlerce sorgulanmıyor. Sorgulayanlara da sosyalistlerin kapıları ardına kadar kapalı. Kapatın kapılarınızı. İşçiler bir gün akın ederse o zaman açarsınız her halde... Ama çok beklersiniz. Kapılarınız sizin gibi düşünmeyen herkese kapalı çünkü. Eskiden demokratik merkeziyetçilik vardı da bir iki görüş aynı çatı içinde barınabiliyordu. ( Tabi ki bir görüşün hegemonyası altında ) Şimdilerde partilerede tek görüş var ve bu nedenle demokratik merkeziyetçiliğe de ihtiyacı yok. Durum böyle olunca başlıyorlar birbirlerini yemeye ve ha bire amip gibi bölünüyorlar. Ve bu partiler hala proletaryanın öncülüğünden ve diktatörlüğünden söz ediyorlar. El insaf. Kapıları komünistler bile kapalı olan bu partiler işçi sınıfını örgütleme şansları sıfırın bile altında. Eskiden sendikalar 'eğitip olgun laştırdıkları' işçi önderlerini gönderiyordu partilere, şimdilerde sendika da kalmadı. Nerden bulacaksınız öncü ve önder işçileri? Boşuna kürek çekmenin kimseye faydası yok! Haydiiiii, hep beraber M E Y D A N L A R A !

Ferman padişahın, meydan işsizlerin.....
Yazının aslı:   http://groups.yahoo.com/group/tustav/message/34426

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder