Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Hayri Kırbaşoğlu ile 'darbe ve
demokrasi' kapsamında Gülen Cemaati'ni ve cemaatin AKP ile ilişkilerini
konuştuk.
Dr. Hayri Kırbaşoğlu 16.09.2016 Politik Yol
-Öncelikle darbe girişiminin arka planı ile başlayalım. Herkes şunu soruyor, bir İslami hareket nasıl bu denli büyür, ya da bu denli bir kalkışma içinde yer alabilir? Bize bu İslami anlayış hakkında genel bir çerçeve sunarsanız seviniriz.
-Öncelikle darbe girişiminin arka planı ile başlayalım. Herkes şunu soruyor, bir İslami hareket nasıl bu denli büyür, ya da bu denli bir kalkışma içinde yer alabilir? Bize bu İslami anlayış hakkında genel bir çerçeve sunarsanız seviniriz.
Şimdi bu hikaye aslında AKP iktidarıyla Fethullah Gülen cemaati işbirliği
ile başlamış bir hikaye değil,daha eskilere, 1960-70’lere kadar geriye gidiyor
; Amerika’nın Yeşil Kuşak projelerine kadar gidiyor. Fethullah Gülen’in
hayatına bakıldığı zaman onun Komünizmle Mücadele Dernekleri’nde de aktif
olarak çalıştığı biliniyor zaten. Genel olarak “sağ” ve daha özelde “İslami
hareket” kategorisinde yer alan kesimler olarak - ki biz de gençliğimizde bunun
bir parçası idik – biz de maalesef, İslam’ı savunuyoruz ,
dine-imana hizmet ediyoruz diyerek bu gibi projelere eklemlenip
eklemlenmediğimiz meselesi sık sık tartışılan bir konu. Aslında bizim niyetimiz
din-iman davası gütmek konusunda belki gerçekten samimiydi ama bu samimiyet bu
projeler tarafından kullanılmamıza da engel değildi. Nitekim bunlar komünist,
dinsiz, imansız denilerek , Rusya’nın sıcak denizlere inmesini engellemek için
uygulanan Yeşil kuşak ve benzeri projelerde bizler de farkında olmadan
kullanılmışız. Fethullah Gülen de o zamandan itibaren bu süreçlerde yer alıyor,
ancak onun bu gibi projelerle ilişkilerinin bizim “farkında olmadan kullanılma”
ilişkinden daha farklı ve derin olduğu anlaşılıyor.
Bu süreci yakından ve sağlıklı bir şekilde takip etmek için önce FG’nin
ilk defa kimin tarafından “parlatıldığına” bakmak lazım. Şu anda
medyada gündeme geldi mi bilmiyorum ama, yanlış hatırlamıyorsam bir
zamanlar Diyanet İşleri Başkanı Başkan Yardımcısı olan Yaşar
Tunagür’ün adı bu bağlamda sık sık geçmektedir. Hatta bu zatın bazı
yabancı petrol şirketleriyle ilgili bir takım ilişkileri olduğunu da yıllar
önce sık sık duyardım. Ayrıca Fethullah Gülen’in de mensubu olduğu bu hareketin
bir zamanlar yurt dışına kaçanlarının neredeyse tamamının kaçtığı yer genelde
Suudi Arabistan’dır, keza İhvan-ı Muslimin dahil İslami hareketlerin önde gelen
liderlerinin de iltica ettikleri ülke genellikle Suudi Arabistan görünüyor. Bu
ülkenin muhalif İslami hareketlerin önde gelen kadrolarını, kontrol altında
tutmak için kucak açtığı da söylenir. Kimin adına kontrol! Elbette
ABD,İngiltere,İsrail gibi siyasi,ekonomik ve askeri çıkarlarının haleldar
olmasını istemeyen küresel güç odaklarının. Biliyorsunuz Amerika demek
silah şirketleri ve petrol şirketleri demektir. Bu ikisinin icazetini alamadan
hiç kimse kılını kıpırdatamaz. Dolayısıyla meselenin Ortadoğu’yla, petrolle,
enerji hatlarıyla doğrudan ilişkisi var. İşte Yeşil Kuşak projesi aynı
zamanda İslami kesimin ve İslami hareketlerin, küresel güç odaklarının
–özellikle de ABD’nin - safında yer almasını sağlamak için yapılan
projelerden bir tanesidir. Ülkemizde pek çok sağ ve dindar hareket bilerek ya
da bilmeyerek bu projelerde yer almış, en azından bu projelerin çıkarına olacak
şekilde hareket etmiştir. Bu dinsiz(!),imansız(!) komünist (!)
karşıtlığı içinde yer almayan sağ bir gurup var mı bu memlekette bilmiyorum. Bu
bağlamda Komünizmle Mücadele dernekleri kadar Mehmet Şevket Eygi’nin adı
da –aktif bir aktör olarak- sık sık geçmektedir. Bu durumu o zamanlar karşı kampta yer alan
sol-sosyalist-komünist kesimler “ Sizin kıbleniz 6. Filo !” diyerek
özetlerlerdi. Hatta geçenlerde CNN’de şu cümleyi söylediğim
için bana çok kızdılar, bizim mahalledekiler : “Komünistler
bir zamanlar bize “Sizin kıbleniz 6. Filo” diyorlardı, galiba pek te haksız
değillermiş!”
Şimdi bu sürecin başlangıcındaki FG, aslında ilkokul mezunu bir
imamdır, bildiğim kadarıyla kendisine tedviren vaizlik görevi verilmiştir,
kadrolu vaiz değildir. FG vaazlarında genellikle peygamberimizin
arkadaşlarının İslam davası için yaptığı fedakarlıklardan tablolar
sunardı, daima vaazlarının değişmez teması buydu. Bu farklı vaaz üslubu
onun için değişik bir imaj oluşturdu. Bu hareketin böyle kendiliğinden olan bir
dönüşüm kısmı var ve bir taraftan da arkadan “resmi” destek kısmı var. Tabii
anlaşıldığı kadar Fethullah Gülen Risale-i Nur Hareketi’ne girip o yapıyı
kendince dönüştürmek gibi bir niyet içerisine de girmiş görünüyor. Tabiatıyla
bu yapının normalde diğer cemaat ve tarikatlardan fazla bir farkı yoktu
bir döneme kadar. İlk defa bu ciddi devlet desteği biliyorsunuz, Orta Asya
cumhuriyetlerine açılmak için önce Özal, bilahare Demirel ve Ecevit
zamanında ve MİT tarafından önü açılmak suretiyle gerçekleşti.
-Bu bir devlet politikası, değil mi?
Evet, kesinlikle. Türkiye’de Devlet-İktidar tarafından FG cemaatının sadece
ülkede değil aynı zamanda bölgede de giderek önü açılınca, bu defa
ABD de bunun Büyük Ortadoğu Projesi, Ilımlı İslam ve Dinler Arası Diyalog
projeleri için kullanabilecek iyi bir aday olduğunu keşfetti. Bunların
aynı zamanda Vatikan’la da özellikle bir takım misyonerlik taktiklerine
dair eğitim aldıklarına dair iddialar ve yayınlanmış araştırmalar var. Hatta
çeşitli alanlarda bazı kadroların İsrail’de eğitim aldıklarına dair açık
istihbarata dayalı pek çok bilgi de var. Dolayısıyla büyük fotoğraf söz konusu
ise, o zaman AB ve ABD ile eşitleyebileceğimiz “Batı”nın çıkarlarını
koruma altına alacak, onlara dirsek göstermeyecek bir İslami(!) hareket
oluşturma projesi diyebiliriz buna.
İslami hareketler söz konusu olduğunda, İran ve Türkiye ( mesela Milli
Görüş gibi ) anti-Amerikancı, anti-emperyalist bir söyleme sahip olan
hareketler de söz konusu olabilmektedir. Bunu bir tehdit olarak
algılayan Amerika ve Avrupa, bu gibi anti-Amerikancı ve anti-emperyalist İslami
hareketleri dengelemek veya bastırabilmek için FG hareketi gibi
anti-emperyalizm iddiası olmayan hareketleri destekledi, bütün ekonomik
ve medya güçlerini onların hizmetine verdi. Sonuç itibariyle herkesin de bildiği
ve söylediği bir şey; 100 küsur ülkede elinizi kolunuzu sallayarak okullar,
başka kurumlar vs açmanız mümkün değil, bu ancak küresel bir himaye ve destek
ile mümkün olabilecek bir durumdur. Başta Rusya gibi birtakım ülkelerin bu
cemaatin okullarının CIA ajanlarının yuvası haline geldiği gerekçesiyle
kapatması da bu himaye ve desteğin dolaylı bir tespiti olarak kabul
edilebilir.
-Şimdi, bir çelişki var gibi değil mi hocam; mesela Osmanlı’dan itibaren
İslamcı akımlar hep Batı karşıtı bir anlayışla aslında kendilerini topluma
anlatırlardı. 1970’lerde sol Batı karşıtı, emperyalizm karşıtı iken oradaki
İslamcı hareketler Batı yanlısı oluyor. Sonra 90’lardan sonra bambaşka bir hal
alıyor, özellikle 28 Şubat post-modern darbesinden sonra sanki AKP Fethullah
Gülen’in anlayışına yanaşıyor. İktidar olabilmek için Avrupa’yla, Batı’yla
işbirliği içinde olalım anlayışı. Bu durum için ne söyleyebilirsiniz?
Aslında iyi bir noktaya işaret ettiniz, gerçekten neden şimdi bunlar
bu kadar Batı’nın, Avrupa’nın safında? Aslında bu sorunun cevabı Said-i
Nursi’ye kadar gider. Onun Risale-i Nur adını verdiği kitaplarına
baktığımız zaman görürüz ki o, komünizmi ateizmle özdeşleştirip Amerika’nın
yanında olmayı din iman davası olarak kabul eder, hatta onlar Hıristiyan olduğu
için ehl-i kitap deyip daha da tolerans gösterir; en azından bunlar Allah’a
inanıyor, peygamberleri var gibi teolojik olarak son derece yüzeysel, politik
açıdan da pek basiretli olmayan bir bakış açısını onun
kitaplarında görebilirsiniz. Hatta gelecekte Müslümanlarla
Hıristiyan’ların bir araya gelerek işbirliği yapacağı hayalini de kurar Said-i
Nursi,dolayısıyla FG’de görülen Batı romantizminin hatta aşkının
kökenleri oralara kadar gidiyor: Ateizme, dinsizliğe ,komünizme karşı
işbirliği.
Bir de şöyle bir bakış açısı söz konusu; Batı liberal,özgürlükçü ve üstelik
Hıristiyan,yani dine inanıyor,dolayısıyla ahlaklıdır; komünistler ise
dinsiz,dolayısıyla ahlaksızdır. İslamcılar, İslami kesim bugün bile hala bu
kafada. Bu kafanın ötesine geçmiş insanlar çok nadir.
Bunlardan bir tanesi Aliya İzzetbegoviç. Aliya İzzetbegoviç’e
göre İslam; Sosyalizm ve Hıristiyanlığın hakikat paylarını sadece tanımakla
kalmıyor, bilakis üzerinde ısrarla duruyor. Çünkü eğer Sosyalizm yalansa İslam
da tam hakikat değildir. İslam’ın doğruluğunu ispat etmek, Sosyalizm ve
Hıristiyanlığın hem doğrularını hem de hakikatlerinin noksanlığını da ispat
etmektir. Dolayısıyla Hıristiyanlık ve sosyalizmi onları toptan reddetmeyip, eksik
hakikatleri olan yapılar olarak görür Aliya.
-Bir parantez açıp şunu da söylüyor değil mi hocam; İslam toplumları, İslam
düşüncesi eleştirel düşünceyi kendi içerisinde bertaraf ettiği için aslında
böyle...
Zaten o yüzden elinde olsa İslam ülkelerini eğitim kurumlarında zorunlu olarak
“eleştirel düşünce” dersi koymak istediğini söyler. Bu noktada özellikle Ali
Şeriati’nin şu muhteşem sözünü de mutlaka not etmek gerekir: “Eleştirinin bittiği yerde
putçuluk başlar.”
Sağdaki ve dindar kesimlerdeki bu kategorik “sol, sosyalizm ve komünizm”
karşıtlığı Türkiye’de böyleydi, fakat gariptir yine 70’li yıllarda
İslam dünyasında ve Türkiye’de çok güçlü olmayan, İslam sosyalizmi
denemeleri de vardı. Türkiye’de sadece Nurettin Topçu biraz bunun peşine düştü
ama İhvan-ı Muslimîn (Müslüman kardeşler) içerisinde mesela Mustafa Sibâî
şahsında Suriye İhvanı’nın İslam sosyalizmi denemeleri daha güçlüydü.
Fakat bu olaylar olurken Amerika’yla, Batı’yla ilişkiler İhvan içerisinde de o
zaman söz konusu muydu bilmiyorum ama Nasır’ın İhvan’dan ayrılmasının altında
muhtemelen böyle bir sebep de olabilir. Bugün Cemaat’le iktidar arasında nasıl
böyle bir çatışma varsa, o zaman da özellikle Nasır sosyalist politikaları
savunan bir Arap milliyetçisi olarak, İhvan’ın Batı’yla ilişkilerinden dolayı
yollarını onlarla ayırmış olabilir. Mamafih bu İslam Sosyalizmi ve
İslami Sol akımı 80’lere kadar devam etti, fakat güçlü olmadı.
Bundan sonra biliyorsunuz yükselen değer olarak liberal akım var. Özellikle
Müslümanlar kendilerini Batı karşısında sıkıştırılmış hissettikleri için,
liberalizme,ardından da post-moderniteye yöneldiler.
Başta biliyorsunuz, Abant toplantılarında bu sıkışmışlığın bunaltıcı
havasını dağıtmak amacıyla liberaller de destek verdi, diğer sol, sosyal
demokrat birçok insan da destek verdi özgürlükler alanının
genişlemesi amacıyla. Fakat anti-emperyalist ve anti-kapitalist İslami
hareketlere mukabil, Batı ile uyum içerisinde hareket etme prensibine dayalı
olarak kurulan AKP, her ne kadar bu siyasi hareketin mimarı gibi görünse de
sanıyorum bunun ilk kıpırdanmaları Erbakan hoca zamanında olmuş.
Duyduğum kadarıyla Erbakan hocanın, Amerika’ya, özellikle
Siyonist odaklarla da görüşmesi için bir heyet gönderdiği söyleniyor. Bu
heyetin içerisinde Abdullah Gül’ün, Bülent Arınç’ın ve diğer 4-5 ismin olduğu
söyleniyor.
O ara bu ekipten bazı arkadaşların oradaki bazı kesimlerle biraz daha
özel görüşmeler yaptığı ve bu partiden ayrılmanın, Milli Görüş’ten ayrılmanın
aslında o görüşmelerden sonra olduğu söyleniyor. Bu ayrılanların
düşüncesi muhtemelen Batı ve bilhassa ABD ile uzlaşma üzerine
kurulu idi, ama, bunlarla uzlaşalım derken kör bir teslimiyet anlamında değil
de , bunlardan ne koparsak kardır gibi, biraz naif bir niyetle sürece
başlıyorlar. Bu Batı ile uzlaşarak yola devam etme stratejisini benimseyen
projede ne Ak Parti’nin – ne de daha öncesinde, devamı olduğu
Milli Görüş hareketinin- yeterli sayıda yetişmiş kadroları olmadığı için,
kendilerince homojen kadrolar yetiştiremediği için, Batı’yla bir
ittifak yaparak güçlü bir biçimde iktidara gelme imkanı olunca, AKP’nin tercihi olmaktan ziyade Amerika’nın yönlendirmesiyle
işin siyasi ayağı AKP’ye, sivil ayağı da FG cemaatına ihale edilmiş olduğu
söyleniyor, fiilen de
öyle olduğu gelişmelerden yeterince anlaşılıyor. Anlaşıldığı kadarıyla proje
baştan beri böyle dizayn edilmiş.
Bilindiği gibi bu proje epey bir süre itişip kakışma olmadan
beraberlik içinde gitti. Bunun arkasında askeri
vesayeti ortadan kaldırma dedikleri şeyin de olduğu söyleniyor, ama bazıları bunu farklı yorumluyor ve
amacın vesayet nizamını ortadan kaldırmak gibi sunulsa da aslında ordu içindeki Batıcı-Nato’cu
kesimin Avrasyacı kesimi tasfiye etmek olduğunu da söylüyorlar.
Sanıyorum vesayet nizamını ortadan kaldıralım derken aslında Ergenekon, Balyoz davalarında daha ziyade
Avrasyacı ekiplerin tasfiyesine yönelik bir hareket
olarak yapılmış havası var.
Ancak bu işbirliği esnasında tabi ki her şey kontrol altında gitmediği için
AKP’de de bazı uygulamalar bazı hususlarda rahatsızlık doğurdu. Gerçi bu
rahatsızlıklar daha sonra AKP için de büyük bir felakete yol açtı, özellikle
dış politikada. Dış politikada da büyük ihtimalle, Ahmet Davutoğu hem başbakan danışmanıyken hem eski dışişleri
bakanıyken, o da yine aynı Fethullah Hoca cemaatine benzer şekilde kendi parti
içi örgütlenmesini yaparak gelmek istedi. Bunu herkes söylüyor.
Bu dış politika, yani Yeni-Osmanlıcılık rüyası, biraz
megalomanik, biraz ütopik, biraz duygusal, biraz da hamasi olduğu
için iflas etti. Bu durum sanıyorum Batı’da Türkiye’yle
ilgili bir takım soru işaretleri doğmasına yol açtı. Yani AKP’nin Batı’yla olan
ilişkilerini yeterince ilkeli biçimde götürüp götürmediği konusunda soru
işaretleri oluştu. Öte yandan AKP
içerisinde bizim bilmediğimiz başka gelişmelerin de olduğu anlaşılıyor. Güzelleme yapmak için söylemiyorum ama, AKP içindeki en
yalnız adam galiba Tayyip Erdoğan. En yalnız adam o. Bence
etrafındaki insanlara güvenmiyor, güvenmediği de zaten anlaşılıyor. Çünkü
herkes onun üzerinden hesap yapıyor, insanlar kişisel hesap yapıyor,
gurup hesabı yapıyor... Yani AKP’yi
aslında bir at gibi düşünün, o ata kim binecek bunun kavgasını yapan birçok
grup var.
-Tayyip Erdoğan sonrası için?
Tabii ki, o varken bile bu hesaplar
yapılıyor. İktidar çevrelerinde bazı kirli para
ilişkilerinden de söz ediliyor, ki bunların uluslararası kuruluşlarda
rahatsızlık doğuracak kadar ciddi olduğu söyleniyor.
Bunlardan bir tanesinin Suriye meselesi ile
ilgili silah ve maddi yardım konuları olduğu söyleniyor. Biliyorsunuz
Katar, Suudi Arabistan ve Türkiye’nin; Amerika’nın doğrudan bölgede
yapamadıklarını yapmak üzere ihaleyi almış oldukları da ileri sürülüyor.
Ama buna rağmen sanıyorum ortada artık dünyanın seyirci kalamayacağı, bir
takım uluslararası kuruluşların da kabullenmekte zorlanacağı şeyler var. Veya
onun dışında - biliyorsunuz bütün siyasi sistemlerin temel problemi budur –
yönetici kadrolarının zenginleşmesi, yurtdışı hesaplar, bankalar, para
ilişkileri, Zarrab olayı vs. gelişmeler de söz konusu. Sonuç itibariyle
uluslararası alan da homojen bir yapı değil, bazı gelişmeleri bazı çevreler
görmezden gelse de, bazı çevrelerde bunlar rahatsızlık yaratıyor.
Burada şunu da belirtmek gerekir ki, Türkiye
Cumhuriyeti tarihinde - her ne kadar İslamcılık gömleğini çıkardığını söylese
de - AKP iktidarı kadar, dini alenen araçsallaştıran ve
politik amaçlarla kabaca ve hoyratça kullanan bir başka siyasi hareket
gelmemiş dense yeridir.
Bakın tekrar
söylüyorum, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde dini bu kadar kaba biçimde ve
hoyratça kullanan, politik amaçlarla dini,dini duyguları ve sembolleri
araçsallaştıran, böyle bir hareket – hem AKP kanadı,hem de FG kanadıyla -
gelmemiştir.
Dolayısıyla bu gidişat , bırakın kendi siyasi hareketlerine bu suretle zarar
vermeyi, bizatihi mensubu olduğu İslam’a ve Müslümanlığa büyük bir darbe vurduğunun
farkına varmakta hala zorlanmaktadır. Dini alanın bu kadar kirliliğe
maruz kalmasının doğurduğu rahatsızlık, son günlerde artık iktidar yanlısı
dindar kesimlerde bile “dinin politik bir enstrüman
olmaktan çıkarılması” ve “dine düşman olmayan laiklik”
kavramlarının telaffuz edilmeye başlamasında da açıkça ortaya
çıkmaktadır.
-“Tek parti CHP’si insanı
devletten, Demokrat Parti insanı milletten, AKP ise insanı dinden
soğuttu” diye bir alıntı var. Herkes AKP sonrasında Türkiye’de İslamcı
bir hareketin iktidar olmasının imkansız olduğunu söylüyor. Çünkü bugüne kadar
inanan bütün değerleri rantla ilişkilendirdiler. Belki aslında kırılma da bu
rantla oldu.
Kesinlikle doğru. AKP derin bir siyasi
felsefeye oturmuyor. Böyle bir şeyleri yok, hatta eklektik bile değil. Ben
AKP’yi fikriyat olarak ta kadroları itibariyle de çok yakından tanıyorum. Bu
noktada, yani siyasi felsefesinin olmayışı konusunda çok ciddi bir
problem var. Tamamen pragmatizm ve rant dağıtımı üzerine kurulu bir
politikaları var. Tayyip Erdoğan’ın en başından beri söylediği “kazan-kazan”
gibi bir şirket mantığı var. Aslında ortada “çok ortaklı siyasi bir
şirket” olduğundan söz etmek de yanlış olmasa gerektir. Bu ise daha önce Turgut
Özal’ın uyguladığı modelin, daha da geliştirilmiş bir versiyonundan başka bir
şey değildir.
AKP
iktidarında yaşanan politik, idari ve ekonomik kirlilik yüzünden, kamuoyunda çözümün parçası olacağı
umulan İslami hareketler ve Müslümanlar konusunda telafisi imkansız
hasarlar ortaya çıkmıştır. Çünkü Milli Görüş ve AKP gibi İslami
hareketlerin veya – iktidar çevrelerinin tercihiyle “muhafazakar dindar”
hareketlerin - atladığı çok önemli bir nokta var: “İktidar bozar, mutlak
iktidar mutlak bozar.” Türkiye’deki tarikatların, cemaatlerin ve gurupların
hemen hepsinin içinde iktidar, para ve rant kavgaları var. Zühd, dünyaya
mesafeli olma, mütevazı yaşama, dünyaya aldanmama temeline dayalı bu yapılar,
destekledikleri iktidarın bu bozucu etkisini hesap edemediler. Mücahitler
müteahhit oldu. Tasavvuf ehli de tasarruf ehli oldu, nitekim başta tasavvuf
kökenli FG cemaati olmak üzere tarikatlar ve cemaatler; holdingler, bankalar,
şirketler, medya ağları v.b. sahibi oldular. Oldular ama bu dünyevileşme
sürecinde kirlendiler, bir bakıma benzine su karıştı ve motor teklemeye başladı.
Bütün bu dejenerasyonu ve kirliliği ne AKP ne FG cemaati ne de diğer iktidar
paydaşları engelleyemediler, zira İslami hareketler hep şu söylemle yola
çıktılar: “Müslüman düzgün, ahlaklı insandır. Dindar
insanlar yönetime gelirse toplum otomatikman düzelir”. Bunun doğru olmadığı bu iktidar döneminde açıkça ortaya çıktı.
İşte AK Parti varken HAS Parti’nin
kurulmasının özü şuydu; bu dejenerasyondan ders alınarak, hem bir yandan
İslam’ı araçsallaştırıp onu politik bir enstrümana dönüştürenlerin elinden dini
kurtarmak ve bu kesimin “din kartları” nı ellerinden alabilmek, hem de
sol-sosyalist kesimlerin - sağcılık ve statükoculukla, hatta
Amerikancılıkla özdeşleştirdikleri- İslam karşısındaki soğukluğunu ortadan
kaldırmak. Nitekim biz daha sonra öğreniyoruz ki; AKP çevrelerinin en çok
rahatsızlık duydukları, partide en çok korktukları ve
tartıştıkları şey buymuş, yani HAS PARTİ imiş. Şunu bir namus
borcu olarak söylemem lazım, HAS PARTİ içindeki birtakım Milli
Görüşcüler HAS Parti’yi AKP’ye pazarlamış ve dağıtılmasına
yol açmışlardır, sosyalistler
değil!
Nitekim ben zaten o zaman Milli Görüşçü eski
bakanlar, milletvekilleri, sosyalist arkadaşlarla beraber otururken, önce Milli Görüşçü arkadaşların yüzlerine bakıp, ardından dönüp
sosyalistlere hitaben dedim ki; “Bu partinin temiz kalması için bütün umudum
sizsiniz,siz sosyalistler.”
Şu anda İslam dünyasının ihtiyacı olan nedir?
Normalde fakirliğin, işsizliğin, yoksulluğun, yolsuzluğun, sosyal ve
hukuki adaletsizliğin ,ahlaksızlığın ,sömürünün kol gezdiği ülkelerde aslında
sağdan çok sol-sosyalist projelerin egemen olması gerekir. Ama özellikle
Türkiye’de sol-sosyalist kesimin tarihindeki bir takım
talihsizlikler var ki, hala ülkede insanların üçte ikisinin sağ siyasete,
ancak üçte birinin sol-sosyalist siyasete yakın durmasına yol
açmaktadır.
Halbuki
İslam dünyasının kendi geleceği bakımından anti-emperyalist ve anti-kapitalist güçlü bir siyasi
kültüre de acilen ihtiyacı var. Bu kültürü siyasi arenaya
taşıyacak – mesela HAS PARTİ gibi - siyasi partilerin de olması gerekiyor.
Türkiye’de İslamcıların ve İslami kesimin yaşadığı kirlenmelerden
kurtulabilmesi için onlara yardım elini uzatabilecek olan, dini dışlamayan bir
sol-sosyalist-sosyal demokrasi hareketidir. Nitekim ülkemizde ve İslam dünyasında kaliteli pek çok İslam
entelektüellerinin sol-sosyalist-marksist
gelenekten gelmesi de anlamlıdır ve asla tesadüf değildir.
-Bizim milleti, herkesi bir arada tutan bir
siyasete ihtiyacımız var diyebiliriz değil mi?
Türkiye’de şu an siyasi kültür bitti. Yeni
bir siyasi kültür ve ayrıca bir toplumsal kültürünün inşasına kesinlikle
ihtiyaç var. İktidar erkini elinde tutanlar konuşmaları esnasında,
milletin tamamını kucakladıklarına değil kucaklayamadıklarına dair
sayısız uygulamalara rağmen, hala “benim milletim” diyorlar.
Halbuki millet hiç kimsenin, hiçbir kesimin, hiçbir ideolojinin, hiçbir dünya
görüşünün tekelinde değildir. Senin milletin benim milletim olmaz. İktidar
erkini kullananlar bunu millet adına kullandıklarını unutuyorlar, kendilerinin
bu milletin birer görevlisi olduklarını göz ardı ederek, bizleri
onların emir kulları olarak görüyorlar.
Bu gidişatı durdurmak ve toplumu rehabilite
edebilmek için, bizim artık kimlikler üzerine
çıkabilen bir siyasi kültüre gönül vererek, farklılıklarımızla beraber bir
arada olmamız lazım.
-Bürokrasi artık bazı tarikatlar ya da
kişiler tarafından tıkanmış durumda. Birincisi Diyanet İşleri’nin bu konuda
görevini yerine getirdiğini düşünüyor musunuz, ikincisi ise laiklik ile ilgili
ne düşünüyorsunuz?
İslami kesimlerin hiç hoşlanmadıkları bir
kavram olan “Laiklik” aslında toplumun yapısı göz önüne alındığında, mantıken ve
kendiliğinden zorunlu bir kavram haline geliyor, hatta adeta kendisini
giderek İslami kesime bile dayatıyor. Çünkü Türkiye, kendini sadece dindar
olarak tanımlayanlardan oluşmuyor. Müslümanlar yanında Hıristiyan ve
Yahudiler var, kendisini Müslüman kimliğiyle tanımlamak istemeyen kesimler var,
hanefi, şafii,şii, alevi, dürzi çeşitli guruplar var, Türkler yanında Kürt, Zaza, Boşnak, Çerkez, Arap, Romen, çeşitli etnik
yapılar var, bütün bunları belli bir dinin belli bir yorumuna
dayalı kurallara göre yönetilen bir modele boyun eğmeye zorlayamazsınız.
Zorlamak, bizatihi İslami öğretinin kendisine aykırı bir tutum olarak bizatihi
Müslümanların reddetmesi gereken bir uygulama, daha doğrusu bir tür
baskıcılıktır.
Cemaat yapısına dayalı düşünce sahipleri,
sorgulayan, düşünen, eleştiren insanlardan nefret ediyorlar. Siyasiler de o
yüzden eleştirel ve muhalif düşünceyi hiç sevmiyorlar. O yüzden yenilikçi ve
eleştirel düşünce ve düşünürlere karşılar. Mesela benim gibilerin
iktidarı eleştirmesinden de, cemaat ve tarikatları eleştirmesinden de hem AKP
hem de FG cemaatı çok rahatsızlar. Çünkü iktidar yandaşı bu kesimler dini
iktidarla, iktidarı da dinle özdeşleştirmişler. İşte bunun için bizim
yeni bir paradigmaya ihtiyacımız var. Bu paradigma ise artık kimlikler
üzerinden değil evrensel ahlaki ilkeler üzerinden kendisini kurmak zorundadır. Yani
artık insanlarla yolumuzu dindar olup olmadığına göre değil, ahlaklı olup
olmadığına göre ayırmalı veya birleştirmeliyiz.Dünya görüşü ve kimliği ne
olursa olsun evrensel ahlaki ortak paydada buluşanlar,ulusal,bölgesel ve
küresel ölçekte bir birlik oluşturmalıdırlar.
Bu hedefe ulaşabilmek için elbette
sağ-sol,inançlı-inançsız,Müslüman- Müslüman olmayan,kürt-türk,
alevi-sünni,kadın-erkek,yöneten-yönetilen, toplumun bütün kesimleri köklü
bir öz eleştiri yapabilecek cesareti kendilerinde bulabilecek kadar özgüven
sahibi olmak durumundadırlar.Bu özeleştiri ve nefis muhasebesi sürecinde muhtaç
olduğumuz zihniyet ve yöntem ise “politik olarak muhalif, entelektüel
olarak eleştirel” olmaktır. Ortak evrensel ahlaki değerler ise, en özet biçimde
Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık arasında ortak olan ON EMİR ile bunu
aynen onaylayan ve daha evrensel bir nitelik taşıyan “Temel İnsan Hak ve
Özgürlükleri” olacaktır.
Bu perspektifin teorik ve pratik düzlemde
örnekleri geçmişte de günümüzde de ,ülkemizde de İslam Dünyasında da,Batı’da da
Latin Amerika’da da, Asya’da da uzak Doğu’da da fazlasıyla mevcuttur. Bize
düşen öncelikle bu konuda bir keşif hareketine girişmek ve dünyayı bu
perspektiften hareketle yeniden tanımaya karar vermektir; ardından da gezegeni
ve insanlığı yok oluşa sürükleyen – gizli sömürgecilik /emperyalizm ve tüketim
çılgınlığı/vahşi kapitalizm merkezli - Batı tipi büyüme modeline karşı, daha
insani bir gelecek inşası için ortaya konmuş olan ortak insani mirası
keşfetmeye koyulmaktır. Bu keşif hareketinde bizlere lojistik destek sağlayacak
fevkalade zengin bir literatürü tanıma konusunda ilk adımı atmaya samimi bir
davettir bu söyleşi!.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder