10 Ağustos 2016 Çarşamba

DOĞRUDAN DEMOKRASİ ÜZERİNE

Ali Ersin  Gür
Bugüne fiili müdahalede bulunmak, geleceği de bugünden zihinsel dünyamızda kurgulayabilmek için dünü ve geçmiş tarihi objektif bir tarzda kavramaya çalışmak, önemli bir faaliyet olarak algılanmalıdır.
Doğrudan demokrasi veya taban demokrasisi, 21.yüzyılın devrimci demokrasisi olmasına rağmen, ne yazık ki binlerce yıllık yönetsel alışkanlıklar ve gelenekler yüzünden bir türlü anlaşılamamakta ve hak ettiği yere oturtulamamaktadır. Oysaki doğrudan demokrasi, insanın nesnellikten kurtulup kendi doğallığına dönüşünü ifade eden en güzel yaşamı kurgulama biçimidir . Bir avuç profesyonel şarlatan politikacının tüm toplum bireyleri adına karar alması ve alınan kararlara bizleri uymaya zorlamasının önüne çekilen en güzel settir. Aynı zamanda yoldan çıkmış veya çıkarılmış olan insanlık katarının yeniden doğru yola döndürülme çabasıdır. Egemen kapitalist sistemin nesneleştirdiği tüm değerleri özneleştirme ve özneleştirdiklerini de yeniden nesneleştirme gerçeğine giden en insani ve vicdani mücadeledir. (İnsanın yeniden özneleşmesi ve buna karşılık metanın nesneleştirilmesi gibi... İnsanların yönetilmesi yerine, nesnelerin yönetilmesine doğru atılan en demokratik adım...)

İnsanlık tarihi, doğrudan demokrasinin (buna taban demokrasisi de diyebiliriz) yakın geçmişte birçok farklı uygulamalarına tanık oldu. Paris Komünü'ndeki '' İşçi Müfrezeleri'', Rusya'daki '' İşçi ve Asker Sovyetleri'', İtalya'daki ''İşçi Konseyleri '', İspanya'daki ''İşçi Komisyonları '' , Rosa Luxemburg'un liderliğini yaptığı '' Spartaküs Birliği '', Yoguslavya'daki ''Öz yönetim Deneyimi'', Brezilya'daki ''Topraksız Köylüler Hareketi'', Meksika'daki '' Zapatistler '' (EZLN), 1970'lerin sonlarında yaşanan Fatsa Deneyimi, Filistin'deki İntifada Hareketleri vs. bunların başlıcalarıdır. (Son günlerde Mezopotamya'daki ''Rojeva Devrimi'' ve öz yönetim uygulamalarında sık sık doğrudan demokrasi ve özyönetim dillendirilse de savaş koşulları nedeniyle pratik bir uygulamadan bahsetmek için henüz çok erken. Öte yandan Devrimci Yolcular tarafından 1979-1980 yılları arasında Fatsa'da yaşama geçirdikleri pratik de içinde doğrudan demokrasi nüveleri taşıyor olmasına rağmen daha çok yukarıdan aşağı oluşturulan bir örgütlenmedir. Hiyerarşik örgütlenmenin talimatları doğrultusunda mahallelerde direniş komiteleri örgütlenmesinin bölgeye uyarlanması olsa da tam olarak olgunlaşmasına fırsat verilmeden egemen güçler tarafından boğulmuştur.) Doğrudan demokrasi düşüncesi pratiğinin daha iyi anlaşılabilmesi için bu deneyimlerin her birinin ayrı ayrı ele alınıp incelenmesi ,uygulamadaki farklılıkların ve eksikliklerin görülebilmesi açısından önemlidir.
Taban demokrasisi (doğrudan demokrasi) toplumu oluşturan tüm bireylerin ortak yaşamın gereği olarak karşılaştığı her türlü sorunu ortak akıl, ortak karar ve yine ortak çaba ile çözme yöntemidir. Bireyin bugünü ve yarını hakkında kendisinin karar vermesi yani özgür-özne olabilmesi demektir. Bu yüzden de toplumun yaratıcı ve yapıcı enerjisinin açığa çıkarılmasında tetikleyici önemli bir rol oynar.
Doğrudan demokrasi, temsili demokrasiden devrimci kopuşu ifade eder ve yaşanmakta olan küresel parlamenter krizin de çözümüdür aslında. Ancak doğrudan demokrasinin uygulanabilmesi için Che'nin "yeni insan"ına ihtiyaç vardır. Rosa Luxemburg: "Tembel, aklı havada, bencil, düşüncesiz, kaygısız insanlarla sosyalizmi gerçekleştiremezsiniz." diyor. Bu söylem doğrudan demokrasi (taban demokrasisi veya devrimci demokrasi) için de geçerlidir. Bu yüzden her şeyden önce devrime kendimizden başlamalı ve pratiğimiz aynı zamanda bir okul görevi üstlenmelidir.
"YAŞASIN KOMÜN..!"
"Yaşasın Komün" 1871 yılının 18 Mart'ında sefalete maruz kalan ve Prusyalılar karşısında aldatılan Paris'in ezilenlerinin ilk ve son sloganıdır. İlk sloganıdır zira 18 Mart 1871 tarihinde ayaklanan Parisliler mevcut iktidarı yerle bir edip halkın egemenliğini sağladıktan sadece 5 gün sonra yönetimin genel oy hakkıyla seçilmiş bir komüne ve 20 belediye meclisine devrine karar kılarken, yine 1871 Mayıs sonunda yenilip kurşuna dizilirken infaz mangası önünde attıkları son slogandır. İnsanın doğarken attığı ilk çığlık ve son nefesinde çıkardığı son ses gibi...
Yeryüzünde iktidarı ele geçirmiş hiçbir gücün, bunu halka devretmek ve kendi iktidarına son vermek gibi cesur bir karar alıp bunu uyguladığına tanık olduğumuz başka deneyim gösteremezsiniz . İktidarı ele geçiren Paris'in "baldırı çıplakları" hemen 5 gün sonra 23 Mart tarihinde tüm Parislilerin katılacağı oylama ile 20 belediye için 60 kişi ve PARİS KOMÜNÜ için de 90 üyelik seçim kararı almıştır. 23 Mart'ta yaşanan karışıklıklar üzerine devrimi yöneten Merkez Komite seçimleri 26 Mart'a ertelemiş ve o tarihte Paris halkı 20 belediye için 60 üye ve komün için de 90 üye seçmiştir.
Geçmişin deneyimlerinden dersler çıkarmak, bugünün yaşamını kolaylaştıracağı gibi aynı zamanda hata yapma olasılığımızı da azaltır. Ancak hiçbir deneyimi bir kalıp olarak ele alıp bugüne uygulayamayız. Çünkü her olayı kendi zaman dilimindeki koşullar ve o koşulların oluşturduğu ortama göre değerlendirmek gerekir.
Elbette ki Paris Komünü deneyiminin bugün tekrarı mümkün değildir ancak 26 Mart 1871'den 28 Mayıs 1871 tarihine kadar süren iki aylık Paris Komünü deneyimi olumlu ve olumsuz manada pek çok önemli deneylerle doludur. Ancak Lenin'in de dediği gibi "…Somut bir örgütsel sorun ele alındığı zaman, verili koşulların ve verili anın belirlediği verili durumu da göz önünde bulundurmak gerekir…"
PARİS KOMÜNÜNÜ ANLAMAK
1-Paris Komünü, bir sınıfın bir başka sınıf üzerinde hegemonya kurmak istemesi olmayıp, insanlığın sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumsal yaşam kurma girişimidir. Marx'ın kızı Eleanor Marx, Paris komünü hakkında 1886 yılında şunları söylüyor: "…Bu devrim halkın halk tarafından yönetilmesi anlamına geliyordu. Proletaryanın kendisini yönetme doğrultusunda ilk girişimiydi. Paris çalışanları ilk manifestolarında -yönetsel gücü ele geçirerek kendilerini kendi kaderlerinin efendisi kılmanın kaçınılmaz görevleri ve mutlak hakları olduğunu- ilan ettiklerinde bunu açıklıyordu. Komün'ün kurulması bir sınıf egemenliği biçiminin yerini bir diğerinin alması değil tüm sınıf egemenliklerinin yok edilmesi anlamına geliyordu. Kapitalist üretimin yerine gerçek ortağın yani komüncülerin gelmesi anlamına geliyordu ve tüm ülkelerin işçilerinin bu devrime katılması da toprak ve özel mülkün yalnızca ulusallaşması değil uluslararası hale gelmesi demekti."
Marx'ın değerlendirmesi de çok farklı değildir. Marx, 'Fransada İç Savaş' adlı yapıtında: "İmparatorluğun dolaysız karşıtı komündü. Komün, sınıf egemenliğinin yalnızca monarşik biçimini değil, dahası, sınıf egemenliğinin ta kendisini ortadan kaldıracak olan bir cumhuriyetin belirli biçimiydi... Komün'ün yayınladığı ilk kararname...düzenli ordunun dağıtılması ve yerine silahlanmış halkın konmasıydı."
2-Komün, temsili demokrasi ve parlamentarizmi yok ederek "doğrudan demokrasiyi" savunuyor. Komüne seçilen delegeleri her an geri çağırma hakkı olduğu gibi; görevlendirilenlerin istifası da ancak seçmenlerine sunulması ve onların kabulü durumunda geçerli olabilirdi. Belki de seçmenlerinden daha aşağıda bir hükümet olması yönünden tarihte bir ilktir. Marx'a göre: "Komün, parlamenter değil, çalışan bir meclis olacaktı; aynı anda hem yürütme hem de yasama görevlerini yerine getirecekti....Genel oy hakkı üç ya da altı yılda bir, egemen sınıfın hangi üyesinin parlamentoda halkı temsil edeceği ve ezeceğini belirlemek yerine, komünlerde örgütlenmiş halka, bireysel seçim hakkının herhangi bir işverene kendi işyerinde işçisini, ustabaşı ve muhasebesicisini seçmeye hizmet ettiği gibi hizmet edecekti"
Komün, profesyonel politikacıların bir araya gelip gevezelik ettiği bir yer değil, halka karşı sorumlu ve her an geri çağrılabilecek delegelerden oluşmuş, devlet olmayan devlet biçimidir. Düşünce özgürlüğü ve fikir tartışmalarının rahatlıkla yürütülebileceği bir yerdir.
Komün'ün çalışmaları aleni olup kararlar kişilerin açık imzası ile yayımlanıyordu. Burjuva hükümetlerindeki gibi işler kapalı kapılar ardında yürütülmüyordu. Lenin "Devrim ve Devlet" isimli yapıtında şöyle yazıyor: " Burjuva ülkelerde asıl devlet işleri kapalı kapılar ardında, bakanlıklar, kalem odaları ve kurmaylıklar tarafından yürütülür. Parlamentolarda yalnızca "sıradan halkı" aldatmak için lafazanlık yapılır"
3-Komün, düzenli orduyu lağvederek yerine eli silah tutan tüm Parislileri savunma görevi üstlenmesini sağlamıştır. Pratikte yedisinden yetmişine tüm kadın ve erkekler Paris'i savunmak için barikatlar ve hendeklerde görev almışlardır. Komünün yenilmesi üzerine resmi kayıtlara göre en küçüğü 7 ve en büyüğü 16 yaşında olmak üzere 651 çocuğun tutuklandığı açıklanmıştır. Gerçek rakamların ise bunun çok üzerinde olduğu tahmin edilmektedir.
4-Komüncüler düzenli orduyu ve bürokrasiyi lağvederek toplumu iki asalak ve urdan kurtararak "ucuz yönetim ilkesini" yaşama geçirdikleri gibi; Komün üyelerinden tutun da kamu hizmeti gören tüm görevlilere kadar herkesin işçi ücreti almasını sağlayarak tüm ayrıcalıklara son vermiştir. "Komün üyelerinden başlayarak en aşağıya kadar tüm kamu görevlileri kamu hizmetini işçi ücreti karşılığında yerine getirecekti. Yüksek devlet makamı sahiplerinin ayrıcalıkları ve ödenekleri, bu makam sahiplerinin kendisiyle birlikte yok oldu." (Marx)
5-Komün düzenli ordu ve bürokrasiyi dağıttıktan sonra ruhani baskı aracını, yani ruhban erkini kırmaya yöneldi. Kilisenin eğitime yön vermesine son vererek laik eğitim ilkesini yaşama geçirdi.
6-Yargı mensuplarının görünüşteki aldatıcı bağımsızlıklarına son vererek, bundan böyle seçimle belirlenmeleri ve kendilerine karşı sorumlu olup gerektiğinde geri çağırabilecekleri bir yöntem belirlediler.
7-Paris komünü, bir sosyal devrimi de ifade eder. Ev sahiplerinin kiracıları tahliye etmesini yasaklamış, rehin bürolarına rehin bırakılan eşyaların iadesine karar verilmiş, faiz yasaklanmış, evrensel genel oy hakkı, tüm çalışanlara eşit ücret vs. savunulmuştur.
8-Komün, kaçarak Paris'i terk eden burjuvazinin fabrikalarını çalışanlara devrederek üretim ve tüketim sürecini toplumsallaştırmıştır. " Komünün gerçek sırrı, esas itibarıyla işçi sınıfı hükümeti olmasıydı; Komün üretenlerin, el koyucular sınıfına karşı verdiği mücadelenin ürünüydü ve nihayet keşfedilmiş bulunan emeğin ekonomik kurtuluşunun gerçekleşmesini sağlayacak olan politik biçimdi. Bu son koşul olmaksızın Komün Anayasası imkansız bir şey, bir aldatmaca olurdu." (Marx)
9-Paris 20 belediyeye ayrılarak her belediyeden gelen 3 üyeden oluşmuş 60 kişilik belediye meclisi ve halk tarafından seçilmiş 90 kişilik Paris Komünü tarafından yönetilmişti. Halkın bu delegeleri her an geri çağırma hakkı vardı. Bu meclis ve komün, halkın efendisi değil, hizmetçisi durumundaydı. Bu, yeryüzünde halkın hizmetçisi olan yönetime en güzel örnektir.
10-Paris komünü homojen olmayıp çoğulcu bir yapıya sahiptir ve ideolojik birlik yoktur. Toplumun çok değişik kesimlerinden gelen üyelerden oluşmaktadır.
11-Paris Komünü, her türlü bürokrasiyi ve yukarıdan buyurganlığı kaldıran bir öz yönetim uygulamasıdır.
KOMÜNE ELEŞTİRİLER
1-18 Mart 1871 tarihinde devrimi başlatan Merkez Komite ile 26 Mart'ta seçim ile gelen 90 kişilik Paris komünü delegeleri kendi aralarında uyumlu bir görev bölümü yapamadığı gibi; komünün seçilmesiyle birlikte Merkez Komite kendisini feshetme yoluna gitmediği için zaman zaman görev gaspı hadiseleri yaşanmıştır. Bazı üyeler arası rekabet ve kişisel kaygılar yüzünden gereksiz tartışmalar zaman zaman pratik görevlerin önüne geçmiştir.
2-Komünün 90 üyesinin tüm Parisliler tarafından seçilmesinden kaynaklanarak toplumun değişik kesimlerinden gelen delegelerin bir kısmı, riski göze almayıp şu ya da bu gerekçeyle ya hiç görev yapmamış ya da bir süre sonra işlerin ciddileşmesi üzerine çeşitli bahaneler yaratarak komünden istifa etme yoluna gitmişlerdir. Kimisi de hiçbir iş yapmadığı halde yapıyormuş gibi davranmıştır. İlk toplantıya sadece 60 üyenin katılmış olması bunun en açık kanıtıdır.
Ayrıca komünde tanınmış şahsiyetlere yer verilmesi de süreç içinde ciddi sıkıntılar yaratmıştır. Paris kamuoyunda bilinen bazı "ünlülere" komitede görev verilmesi, mücadelenin çetinleşmesi sürecinde tökezlemelere yol açmış ve "azınlıktaki ünsüzler" mücadelenin yükünü omuzlamak zorunda kalmışlardır. (Bana göre "ünlülere" dayalı her hareket, yenilgiye mahkumdur. Bu yüzden de tüm umudum "ünsüzlerde" yani ezilen "baldırı çıplaklar" ve " çulsuzlardadır")
3-Komünün deneyimsizliği, devrim cephesinde hem askeri hem de sosyal alanda telafisi güç gedikler açılmasına neden olmuştur. Bütünsel bir merkezi savunma planından yoksunluk, son ana kadar merkezi hükümet ile uzlaşma arayışları gibi aktif savunma yerine pasif savunmanın tercihi, kaçınılmaz olarak yenilgiyi getirmiştir.
a-Görevlendirmelerde liyakat sistemi gözetilmemiş, aksine "siyasi tüccarlar" bazı kilit görevleri ele geçirmeyi başarmışlardır.
b-Komün, işin başından beri bir programa sahip değildir. 19 Nisan'da 12 kişilik komisyon tarafından hazırlanmış olan "manifesto" ise komün üyeleri tarafından değil, komisyonun bir gazeteci üyesi tarafından hazırlanıp komüne sunulmuştur. Başka konularda gereksiz ayrıntıları günlerce tartışan Komün, programı hiç tartışmadan ve halkın onayına sunmadan tek oturumda derhal kabul etmiştir.
c-"Siyaset tüccarlarının" devrimin kilit noktalarını işgal etmesi, birçok yanlış uygulama, uyuşukluk ve keyfiliğe neden olmuştur. Bu da böyle ciddi bir hareketin özellikle bu tür unsurlardan arınmayı gerektirdiğinin acı bir tecrübesi olarak tarihe geçmiştir.
4-Paris'te yönetimi devralan Komün, Maliye Hazinesine el koymadığı gibi Fransa Merkez Bankasındaki parasal varlıklara da el koymayı göze alamamıştır. Oysaki Paris halkı ve komün üyeleri açlık ve sefalet içinde çırpınıyordu. Hazine ve bankadaki milyarlarca franka el konulmuş olsaydı, Fransa'nın diğer kentleri için de çok farklı bir ekonomik model ve toplumsal yaşam inşa edilebilirdi.
5-Komün her ne kadar maliye, savaş, kamu güvenliği, dışişleri, eğitim, adalet ve ticaret konularında faaliyet göstermesi için çeşitli komisyonlar oluşturmuş olsa da özellikle adalet, eğitim ve ticaret alanında hatırı sayılır alternatif programlar üretememiştir. Oysaki yeni bir toplumsal yaşam için bunlar zorunluydu.
6-26 Martta ilan edilen komün, ne yazık ki Paris dışındaki Fransa kentleri ve kırsal kesimle gereken ilişkiyi kuramayarak içe kapanmıştır. Oysaki özellikle Lyon, Saint-Etienne, Creusot, Marseille, Toulouse ve Narbonne gibi büyük kentlerde Paris Komünü'nü destekleyen halk "Yaşasın Komün" sloganlarıyla sokaklara dökülmüştür. Belli bir süre için de olsa yönetimi ele almıştır. Buna rağmen Paris'ten beklenen maddi ve moral destek alınamamıştır.
7-Komünün tüm üyeleri ne yazık ki erkeklerden oluşmuştur ve hiç kadın üye yoktur. Buna rağmen kadınlar, eşleri ve çocuklarıyla birlikte barikatın arkasında onlarla aynı mücadelenin bir parçası olmaktan geri durmamışlardır.
KOMÜN HAKKINDA SON SÖZ
Paris Komünü, yenilgiyle sonuçlanmış olsa da dünya devrim tarihinde bir dönüm noktasıdır ve bugüne ışık tutacak önemli derslerle doludur. Buna rağmen ülkemiz ve dünya halklarının bu muazzam hazineyi yeterli derecede kavrayıp gereken dersleri çıkarmadığını düşünüyorum. Başta Marx, Engels ve Lenin bu önemli deneyimden dersler çıkararak marksizmi geliştirmeye çalışmışlardır.
Marx 1870 sonbaharında, hükümeti devirmeye yönelik bir girişimin çılgınlık olacağı yönünde işçileri uyarmış olmasına rağmen, 18 Mart 1871'de Paris emekçileri isyan edip ayaklanma bir olgu haline geldiğinde; tüm olumsuz emarelere karşın, proleter devrimi büyük bir coşkuyla selamladı, "zamansız" diyerek onları yargılamaya kalkışmadı. Lenin 'Devlet ve Devrim' isimli eserinde Marx için şu değerlendirmeyi yapmaktadır: "Amacına ulaşmamış da olsa bu devrimci kitle hareketini, olağanüstü değere sahip tarihsel bir deney, proleter dünya devriminde ileri atılmış kesin bir adım, yüzlerce programdan ve izahtan daha büyük önem taşıyan pratik bir adım olarak gördü." Komünden dersler çıkararak Komünist Manifesto'da düzeltme yapmıştır. Marx ve Engels ortak imza ile 1872 yılında Komünist Manifesto'ya yazdıkları ön sözde Komünist Manifesto programının 'bugün bazı ayrıntılar bakımından eskimiş' olduğunu söyleyip eklerler: ''Özellikle Paris Komünü, işçi sınıfının hazır devlet aygıtını öylece ele geçirip onu kendi amaçları için işletemeyeceğini kanıtlamış bulunuyor"
Marx, ''Proleterya Diktatörlüğü'' kavramını Paris Komünü'nden sonra kullanmaya başlamıştır. O tarihe kadar yapılan tüm burjuva devrimlerinde mevcut devlet mekanizması ele geçirilerek kullanıldığı halde Komünle birlikte eski devlet mekanizmasının parçalanarak yerine "devlet olmayan bir devlet biçiminin" inşa edilmesi gerektiği öğrenilmiştir. Bu durum, niceliğin niteliğe dönüşmesini de ifade eder. Sınıf egemenliği yerine sınıfsızlandırma...
Engels, Bebel'e yazdığı 18-28 mart 1875 tarihli mektubunda Gotha Programı Taslağını eleştirmekte ve "devlet" sözcüğü yerine Fransızcadaki "komün" sözcüğünün Almanca karşılığı olan "Gemeinwesen" (ortaklaşalık) sözcüğünü önermektedir. "Sözcüğün gerçek anlamıyla artık bir devlet olmayan Komün; bu Engels'in teorik açıdan son derece önemli bir belirlemesidir." (Lenin)
Paris Komünü, bir diktatörlüğün yerini bir başka diktatörlüğün alması değil; aksine halkın hizmetinde bir hükümet modelidir. Halkın kendi iktidarıdır. Ezilenlerin'' Öz yönetimidir''. Paris Komünü, alternatif bir program, barikatlar ve hendekler olmadan yeni bir toplumsal inşanın mümkün olmadığının kanıtıdır.
18 Mart 1871 tarihinde başlayan Komün hareketi, Mayıs sonunda ezildiğinde komüncülerin büyük bir bölümü ya barikatlarda ya da infaz mangalarının önünde "YAŞASIN KOMÜN" diyerek can verdi. Bilanço 30.000 ölü, 50.000 tutuklu ve bunların dışında en az 150.000 mağdur...
Yenilginin birçok iç ve dış sebepleri sayılabilir. Kapitalizmin henüz gelişmekte olduğu ve güçlü olduğu bir dönemde güneşi zapt etmeye kalkışan komüncülerin şansı pek yoktu. Öte yandan Komün'ün merkezi burjuva hükümeti karşısında gerekli atılganlığı göstermeyip elinin titremesi, yenilgi sebeplerinin başlıcasıdır.
Komüncülerin ölüm karşısında "YAŞASIN İNSANLIK, YAŞASIN KOMÜN" sloganları iki şeyi ifade ediyordu: Birincisi "Başka halkların özgürlüğünü de Fransa'nınki kadar önemsiyorum" ikincisi ise, " Tüm ezilenler için savaştım."
Komün üyelerinden Ferr'in, sembolik yargılamada mahkeme huzurunda idama çarptırılmadan önce son sözü; "Talih kaprislidir; intikam ve hatıramı geleceğe emanet ediyorum" demişti. Bunu hatırlatmayı görev biliyorum.
SOVYET DENEYİMİ
Dünyada ezilenler lehine oluşturulan taban demokrasisine (Doğrudan Demokrasiye) örnek örgütlenmelerden biri de Çarlık Rusyası döneminde taban örgütlenmesi olarak kendiliğinden oluşan işçi, asker ve köylü sovyetleri örgütlenmeleridir. Bunların içinden devrim sürecinde en etkilisi işçi ve askerler tarafından kurulan ''Petrograd Sovyetidir.''
Dünya devrim tarihi incelendiğinde, taban demokrasisine (doğrudan demokrasiye) dayalı örgütlenmelerin çoğunlukla toplumsal muhalefet dalgasının yükseldiği dönemlerde kendiliğinden örgütlenmeler olarak oluştuğuna tanık oluyoruz. Çarlık Rusyası altında oluşturulan ve devrim sürecinde asıl aktif rol alan ve devrimi fiilen gerçekleştiren işçi, asker ve köylü Sovyetleri bunun en önemli örnekleridir. Lenin, bu sovyetik örgütlenmeyi Paris Komünü'nün devamı olarak nitelendirir ki bence de doğrudur.
1917 Şubat devriminden sonra oluşan ikili iktidar döneminde işçi, asker ve köylü Sovyetleri; liberal Çarlık Duması'nın devamı olan "Geçici hükümetin " yanı başında bir halk iktidarı olarak filiz vermiştir. Bu ikili iktidar meselesini ezilenler lehine çözmek amacıyla Lenin 1917 Nisan'ında "Tüm İktidar Sovyetlere" sloganını deklare etmiştir. 1917 Ekim devriminin fiili gücü bu işçi, asker ve köylü Sovyetleri olmuş ise de devrimden sonra Bolşevik partinin bu örgütlenmeleri kendi kontrolüne alıp kendisine tabi kılmasıyla zaman içinde sönümlenip yok olmalarına neden olmuştur. Kısacası Rusya'daki işçi, asker ve köylü Sovyetleri Çarlık Rusya'sı karşısında başarılı olmuş ise de Leninist parti olan Bolşevik Parti'ye yenilmiştir.
Sovyet Devrimi'nin süreç içinde akamete uğraması , 1991 yılında SSCB'nin dağılmasıyla birlikte bir dönemin başarısızlıkla kapanmasının sebeplerini, işçi, asker ve köylü Sovyetlerini daha da geliştirmek ve yönetim ile denetimi onlara devretmek yerine; bu örgütlenmenin yukarıdan aşağıya doğru örgütlenmiş, alabildiğine merkezi bir disipline sahip Bolşevik Parti'ye tabi kılınarak etkisizleştirilmesinde aramak gerekir. O gün reel sosyalizm için yenilgi tohumlarının atıldığı gündür.
Bütün bunlara rağmen her olay ve olgu yaşanan tarihsel dönem ve koşullar içinde değerlendirilmelidir. Bazen siyasi aktörler, istemeyerek de olsa farklı mecralara sürüklenebilir. Lenin'in öncü parti anlayışı ve ideolojik birlik tezi, farklı seslere ve arayışlara fazla yaşam hakkı tanımamış olmakla birlikte; 1917 Ekim devriminin gerçekleştiği günlerde 1.Dünya Savaşı'nın sürüyor olması, ekonomik kriz, iç savaş, halkın %80'inin kırsal alanda yaşıyor olması, yapıcı muhalefet yerine saldırgan muhalif tarzın sürmesi vs. devrimde halkın yönetim organı olan "Sovyet meclisleri" ve "fabrika komiteleri" nin süreç içinde işlevsizleştirilmesine neden olmuştur. Stalin döneminde ise zaten hiçbir muhalif sese ve muhalefete yaşam hakkı tanınmamıştır. Partinin 10.Kongresinde "parti içi fraksiyonların yasaklanması" bu süreci hızlandırmıştır.
Günümüzde oluşturulacak taban örgütlenmeleri ve halk meclisleri örgütlenmelerinde iradi müdahalelerle "kendiliğindecilik sorununu" çözme imkanımız olduğu gibi, bu örgütlenmelerin doğası gereği çoğulcu bir yapıya sahip olması gerektiğini de biliyoruz. Bu yüzden de "öncü parti ve ideolojik birlik" yerine amaçta/hedefte ve yöntemde birlik ilkesini önümüze koymanın daha anlamlı ve doğru olacağına inanıyorum. Bunca yıllık deneyimden sonra söyleyebileceğim son söz: Devrim ve demokrasi mücadelesi vekaleten yürütülemez. Toplumu oluşturan tüm bireylerin birer aktif özne olarak bu mücadelede gücü ve imkanları dahilinde yer almasını sağlamanın yolları ve araçlarını bulup yaratmalıyız. Bu yüzden de bunun yaratılmasında doğrudan demokrasinin en iyi yöntem olduğunu düşünüyorum.
İTALYA'DA İŞÇİ KONSEYLERİ
"Konseyin gücü, kendi özerk kurtuluşları peşinde koşan ve kendi inisiyatifleriyle tarih yapmak arzusunda olan işçi kitlelerinin bilinciyle yakın temas içerisinde olmasında ve hatta onunla özdeşleşmesinde yatmaktadır. Kitleler, bir bütün olarak, Konseyin etkinliğine katılır ve süreç içerisinde bir öz-saygı ölçüsü kazanırlar." (Antonio Gramsci)
Dünyadaki öz yönetim ve taban demokrasisi/doğrudan demokrasi konusunu incelerken İtalya'daki Fabrika İşçi Konseyleri deneyiminden bahsetmemek ciddi bir noksanlık olur.
Gramsci ve arkadaşları, Rusya'daki Sovyetik örgütlenmeden (işçi-asker ve köylü Sovyetleri) esinlenerek İtalya'daki "İşçi Konseyleri" örgütlenmesinin teorisini geliştirmiş ve yaşama geçirmişlerdir. 1919'da İtalya'daki durumu karakterize eden şey emek cephesindeki şiddetli çatışmalar ve zayıf bir devletti. 1.Dünya Savaşı döneminde kendiliğinden ortaya çıkmış olan "fabrika atölye komiteleri" bu konsey fikrinin de temelini oluşturmuştur. Gramsci ve arkadaşları, fabrika atölye komitelerinin, fabrika işçi konseylerine dönüştürülerek fabrikada yönetimi devralmasını savunuyordu. Böylece hem ekonominin yönetimi ve hem de öz yönetim yoluyla siyasallaşmayı amaçlıyorlardı.
Özellikle İtalya'nın sanayileşmiş kuzey kentleri Milano, Torino ve Cenova'daki fabrikalarda işçi konseylerinin örgütlenmeye başlaması, işverenleri kaygılandırmaya başlamış ve Mart 1920'de lokavt ilanı yoluna gitmişlerdi. İşçiler bu duruma 200.000 kişilik bir Genel Grev ile karşılık verdi. Eylül 1920'de ise fabrika işgalleri başladı ve işçiler fabrika yönetimine el koyarak kendileri üretimi sürdürdü.
Gramsci'ye göre; "Fabrika kapitalistlerin elindeyken , zorba bir efendi tarafından yönetilen minyatür bir devletti...Bugün, işçilerin işgalinden sonra, fabrikalardaki bu despotik iktidar yerle bir oldu; sanayi yöneticilerini seçme hakkı işçi sınıfının eline geçti." Ancak burjuvaziyi ülke yönetiminden uzaklaştırmak, fabrikadan uzaklaştırmak kadar kolay olmuyordu.
İşçiler İtalya'nın kuzeyindeki sanayileşmiş Milano, Torino ve Cenova'daki fabrikalarda işçi konseylerini örgütleyip fabrikalara el koymuş olsa da bu hakimiyetleri belli bir bölge ile sınırlı kalmış; geniş köylü kitleleri ve toplumun diğer ezilen kesimleriyle yeterli bir ortaklaşma sağlayamamışlardır.
İtalya'da 1919-1920 yılında yükselen işçi mücadelesi ve bunun ürünü olan İşçi Konseyleri, devletin güvenlik güçlerinin müdahaleleri ya da grev kırıcılarının çabaları yüzünden değil; İtalya Sosyalist Partisi (PSİ) ve İtalya Sendika Konfederasyonu (CGL)'nin reformist ve ikircikli tutumu yüzünden yenilmiş ve İtalya'da faşizmin güçlenmesiyle de gittikçe sönümlenmiştir. İşçi Konseylerinin başta Fiat ve Lancia gibi fabrikaları işgal edip yönetime el koyması üzerine Başbakan Giolitti, fabrikaları asker ve polis güçleriyle kuşatmış ancak ülkemizdeki gibi fiili müdahalelerde bulunmayı göze alamamıştır. Bunun yerine sorunu incelemeleri için bir komisyon oluşturup aynı zamanda işçilerin fabrikalarda söz ve karar sahibi olmasını sağlayan bir yasayı parlamentodan geçirmeyi vaat etmiştir. "Böylelikle reformistlerin ağzına bir parmak bal çalmış ve devrimcileri boşa düşürmüştür." Bunun üzerine Sosyalist parti ve İşçi Konfederasyonu liderleri Milano'da 9-11 Eylül tarihlerinde toplanarak işçi eylemlerinin sınırlandırılması konusunu oylatmış ve 93.623 oya karşılık 409.569 oyla işgale son verilmesi lehine karar çıkarmışlardır. Ardından fabrikalar boşaltılmış ve 4 Ekim 1920'de yeniden işbaşı yapılmıştır. Ortalığın kısmen durulmasını bekleyen işverenler haziran 1921 tarihinde karşı saldırıya geçmiş ve fabrikalardaki disiplini artırarak İşçi Konseylerinin lider işçilerini cezalandırıp işlerine son vermişlerdir. İşverenler bununla da yetinmeyerek işçilere karşı gereken sertliği göstermeyen Başbakan Giolitti'ye verdikleri desteklerini de azaltarak kendi saflarını sıklaştırarak faşist reaksiyonu örgütleyip süreç içinde işçi konseylerini yok etmişlerdir.
İtalya'da 1919-1920 yıllarında yaşanan İşçi Konseyleri deneyiminin başarısızlığı üzerine Gramsci ve arkadaşları ciddi eleştirilere maruz kalmıştır. En önemli eleştirilerden biri de İşçi Konseylerinin partiyle yeterince irtibatlandırılmadığı hususudur ki daha sonra Gramsci de bu eleştiriyi kısmen haklı bulmuştur.
Gramsci, İşçi konseylerinin ezilmesinden 6 yıl sonra 1926 yılında yaptığı bir değerlendirmede şu olumlu hususlara vurgu yapmıştır.
1-Konseyler, işçi kitlelerinin öz yönetim kapasitesini açığa çıkarmıştır. Normal kitle etkinliklerinde işçiler genelde emir bekleyen pasif birer unsurken konseyler sayesinde kendilerini yönetebileceklerini kanıtlamışlardır.
2-İşçi kitleleri konseyler kanalıyla fabrikalara el koyarak daha az işçi ile üretimin kapasitesini artırabileceklerini kanıtlamışlardır. Örneğin Fiat fabrikasındaki işçilerin bir kısmı ayrılan teknik elemanların ve yöneticilerin işlerini üstlenmiş ve bir kısmı da işçilerin güvenliğiyle ilgilenmelerine rağmen geçmiş döneme nazaran daha fazla araç üretmişlerdir.
3-Konseyler, işçi kitlelerinin sınırsız inisiyatif ve yaratım kapasitesini açığa çıkarmıştır.Üretimin örgütlenmesinden tutun da askeri ve sanatsal alana kadar yaşamın her alanında yaratıcılıklar üretmişlerdir.
Son sözü Gramsci'ye bırakıyorum; "Fabrikaları işgal eden İtalya işçileri, bir sınıf olarak, kendi görevlerinden ve işlevlerinden hoşnutsuz olduklarını ortaya koydular. Hareketin zorunluluklarının onların önüne koyduğu bütün problemler parlak çözümlere kavuşturuldu. Stoklama ve haberleşme sorunlarını çözemezlerdi, çünkü demir yolları ve ticaret filosu işgal edilmemişti. Finansal sorunları çözemezlerdi, çünkü kredi kuruluşları ve ticari firmalar işgal edilmemişti. Büyük ulusal ve uluslararası sorunları çözemezlerdi , çünkü devlet erkini ele geçirmemişlerdi. Bu sorunlarla Sosyalist Parti ve sendikalar yüzleşmeliydi; oysa bu ikisi kitlelerin olgunlaşmadığı bahanesine sığınıp utanç verici bir biçimde teslim oldular. Gerçekte olgunlaşmamış ve yetersiz olan liderlerdi, sınıf değil. Liverno ihtilafının yaşanmasının ve yeni bir partinin kurulmasının sebebi de buydu."
İSPANYA'DA ÖZYÖNETİM VE İŞÇİ KOMİSYONLARI DENEYİMİ
İspanya'daki doğrudan demokrasi uygulamalarını tarihsel açıdan iki bölüme ayırıp incelemekte yarar var.
1-İspanya İç savaşında Cumhuriyetçilerin Hakim Oldukları Alanlarda 1936-1939 Yılları Arasında Yaşadıkları Öz yönetim Uygulamaları
2-''Franko Faşizmi '' altında illegal koşullarda oluşturulan "İşçi Komisyonları" deneyimi.
-1-
Cumhuriyetçi İspanya'nın 1936-1939 yıllarındaki öz yönetim deneyi örnek bir değer taşımaktadır. Hem yaygınlığı hem de uygulandığı süre bakımından çarpıcıdır. İspanya'da öz yönetim Franco’nun denetimi dışında kalan çok geniş bir alanda uygulanmıştır.
İspanya’da öz yönetimin başarısı iki temel nedene dayanmaktaydı. Bunlardan ilki 1936’da devlet aygıtının ani çöküşü ve İspanya’da güçlü bir devrimci sendikacılığın varlığıdır. İkincisi ise iç çalkantılar sonucu İspanyol halkının kahramanca mücadelesi ile Madrid, Valencia, Barselona gibi birçok büyük şehirdeki askeri ayaklanmanın başarısızlığa uğratılmasından sonra, siyasal ve bürokratik iktidarın büyük oranda tasfiye edilmesi ile işverenlerin, fabrika yöneticilerinin çoğunun yurt dışına kaçmasıyla fabrika seksiyonları sanayide çalışan işçi sendikaları ve tarım işçi örgütlerinin ülkedeki ekonomik ve siyasal boşluğu kısa sürede doldurmalarıyla mümkün olabildi. Kapitalist iktidarın yerini işçi konseyleri aldı.
Öz yönetim 19 Temmuz 1936’dan sonra özellikle Katalonya’da yaygın olarak ortaya çıktı. Temmuzdan ekime kadar birkaç ayda işçi kontrolü bütünüyle uygulandı. Barcelona’daki fabrikalar, oluşturulan devrimci komiteler tarafından işçi konseylerince yönetiliyordu. Ekim 1936’da işletmelerin sosyalizasyonunun yasallaşmasını sağlamak amacıyla Barcelona’da toplanan sendikalar kongresinde 600 bin işçi temsil edilmişti.
Tarımda ise öz yönetim çok daha kalabalık köylü ve tarım işçisini kapsıyordu. Ekonomik sorunlar köy-tarım işçileri genel kurullarınca seçilen komiteler tarafından yönetiliyordu. Köyler, bucaklar kanton federasyonu oluşturmuştu. Onların üstünde bölge federasyonları bulunuyordu.
Öz yönetime tabi işletmelerin yönetimi üç aşamalıydı. Genel kurul tarafından her yıl yarısı yenilenen iki yıllık bir yönetim komitesi oluşturuluyordu. İspanya iç savaşında Cumhuriyetçilerin yenilmesiyle öz yönetim uygulaması da ortadan kaldırılmıştır.
-2-
Franco'nun faşist güçlerince iç savaşın kazanılması ve ülke genelinde faşist iktidarın inşası ile birlikte tüm temel hak ve özgürlükler yok edilmiş, faşist hareketin ve buna bağlı sendikaların dışındaki tüm sendika ve siyasal partiler ile hareketler yasaklanmıştır.
İllegal koşullarda faaliyetini sürdüren İspanya Kominist Partisi'nden bağımsız tamamen kendiliğindenci bir şekilde tabandan bir işçi örgütlülüğü gerçekleştirilmiştir. Önce tek tek fabrika ve iş yerlerinde tabanda oluşturulan yeraltı örgütlenmeleri zamanla kendi aralarında koordinasyon oluşturarak İşçi Komisyonları ismini almışlardır.
İşçi komisyonları, Franco faşizmine karşı bir yandan işçi haklarını savunmak için bir dayanışma ve diğer yandan da demokrasi mücadelesi vermeyi amaçlayan taban örgütleridir. Kendi içinde denetim ve yönetim yetkisini kullanan örgütlenmelerdir.
Franco'nun ölümünden sonra İspanya Komünist Partisi de dahil tüm toplumsal kesimler burjuva demokrasisini ülkede yerleştirme mücadelesini kendilerine görev edinince bu bağımsız taban örgütlenmeleri de süreç içinde İspanya Komünist Partisi'ne bağlanarak bürokratik parti örgütlenmesi içinde varlıklarını yitirmişlerdir.
İspanya İşçi Komisyonları, Franco'dan sonra da bağımsızlıklarını koruyup tamamen bağımsız bir halk hareketine dönüşmeyi başarabilselerdi belki de çok farklı bir dünya ve yaşamın nüveleri olabilirlerdi ancak ne yazık ki bunu başaramadılar.
NEDEN DOĞRUDAN DEMOKRASİ ?
Yeryüzündeki tüm iktidarlar, kendilerine itaat edilmesini isterler. Daha doğrusu iktidarın var olması için itaat edenlerin, yani nesneleşmiş bireylerin varlığı temel koşuldur. Bu sağlandıktan sonra insanoğlu, mutlaka kendisine itaat edilecek bir güç yaratır. Bundan dolayıdır ki iktidarı bir daha var olmayacak şekilde tarihe gömmenin yolu, nesneleşmiş bireyi yeniden kendi doğal dünyasına, özne birey düzeyine dönüştürmektir. Bunu başarmanın yolu tüm bireylerin eşit hak ve sorumluluklarla donatılmasından geçmektedir. Bu sağlanmadığı müddetçe; toplumda "eşitler arasında daha eşit" veya "eşitler arasında birinci eşit" varlığını sürdürdükçe, yöneten ve yönetilen ayrımı devam edecek, dolayısıyla da iktidar açık veya gizli bir şekilde varlığını koruyacaktır.
Her türlü iktidarın temelinde eşitsizlik yatar. Zira eşit özne bireylerden oluşmuş bir toplumda kişi ancak kendi rızasıyla ve istediğinde geri almak koşuluyla hak ve yetkilerini bir başkasına geçici bir süre için devredebilir; ki burada söz konusu olan ve dikkat edilecek husus yetki gaspı değildir. Burada gönüllülüğe dayalı bir yetki devrinden veya görevlendirmeden bahsedilebilir. Kaldı ki bu durumda yetki devredilen kişi veya kurum, kendisine yetki verenlere karşı sorumludur ve onların denetimini peşinen kabul eder. Oysaki çağımızda hala hüküm süren tüm irili ufaklı iktidarlarda alenen bir yetki gaspı söz konusudur. Bu husus değişik biçimlerde maskelenmiş olsa da çağımızdaki tüm iktidarlar, kendisine ait olmayan birtakım hak ve yetkileri zorla başkalarının elinden alarak kendilerini var etmişlerdir ki itirazımız da bu haksız erk anlayışına ve iktidar varlığınadır .
Doğduğumuz andan itibaren birçok farklı kanaldan ve kaynaktan bizlere öğretilen itaat etme kültürü zamanla doğal alışkanlıklara dönüşür. Bizlerden istenen, gücün karşısında diz çöküp boyun eğmek ve ona teslim olmamızdır. Böylece bizler nesneleşirken bugünümüz ve yarınımız hakkında başkaları bizim adımıza kararlar almakta ve tüm yaşamımıza diledikleri gibi yön vermektedirler. Bu durum, özü itibarıyla bir yandan kendi kendimizin reddi anlamına gelirken diğer yandan öz güven yitimine de neden olur. Toplumu oluşturan bireyler değer yitimine uğrar. Daha da önemlisi, başkalarının bizim adımıza düşünüp karar vermesi nedeniyle zihin dünyamız tembelleşir ve gittikçe kireçlenip körelir. Sorgulama, nedenler ve niçinler yerini kabullenişlere ve boyun eğmelere bırakır. Yaratıcı ve üretken beyinler özelliklerini ve orijinalliklerini yitirip düzeni sorgulamamaya programlanmış robotlara dönüşür. Oysaki düşünmek ve karar vermek özne insan olmanın olmazsa olmaz koşuludur.
İnsanların boy, ağırlık, ten rengi, fiziksel görünüm ve yetenekler açısından farklılığına saygı duyarak toplumu oluşturan tüm bireyleri eşit yetki ve sorumluluklarla donatmamız durumunda bugünümüz ve yarınımız hakkında ortaklaşarak karar vermek kaçınılmaz olacaktır ki bunun adı "doğrudan demokrasidir." Böylesi bir durumda hiç kimsenin sözü bir diğerininkinden daha az veya daha fazla kıymetli değildir. Sesler farklıdır ama hiçbir ses bir diğerinden daha yüksek değildir. Sözler farklıdır ama hiçbir söz diğer sözden daha üstün değildir. Toplumsal hayatın içinde eylemler farklıdır ama hiçbir eylem bir diğerinden daha değersiz değildir ; çünkü tüm bunlar büyük bir bütünün anlamlı tamamlayıcılarıdır. Uygun yöntemlerle herkesin katılımı özendirilerek ortak karar alınır ve bu kararı yaşama uygulamak da tüm toplumun sorumluluğundadır. Elbette ki yaşamın çok boyutluluğu ve karmaşıklığı karşısında iş bölümü ve görevlendirmelerin olması doğaldır ve hatta bir zorunluluktur. Ancak kim ne işi ve görevi yerine getirirse getirsin, kendisinin toplumun bir parçası ve diğer bireylerin eşiti olduğu fikrini hiç bir zaman aklından çıkarmadan davranmak zorundadır. Görevlendirmeler, işin süresiyle sınırlı olup, kişiye hiç bir farklı ayrıcalık ve imtiyaz tanımaz. Görevli, toplumun efendisi değil bir nevi "eşit hizmetçisidir" . Yani her birey ait olduğu bütünün eşit değerdeki fakat farklı konum ve noktalardaki değişmez parçasıdır.
DOĞRUDAN DEMOKRASİ 21.YÜZYILIN DEMOKRASİSİDİR.
Alışkanlıklarımızdan , bizlere öğretilen eski ve yanlış fikirlerden vazgeçmenin ne kadar zor olduğunun farkındayız; ancak nesneleşmiş bireyin yerine özne birey olmanın onurunun da her şeyden daha kıymetli olduğunun bilincindeyiz . Bilim ve teknolojinin devasa boyutlara ulaştığı günümüz insanı adına neden sadece 3-5 kişi karar versin? Neden sadece 3-5 kişi milyonlarca insanı yönetsin? Neden %1, büyük çoğunluğu yani %99 'u yönetsin? Neden bize sorulmadan verilen kararlara uymak zorunda kalalım? Ve neden birileri doğuştan şanslı olup neden büyük çoğunluk doğduğu andan itibaren yaşam mücadelesiyle boğuşsun? Neden bize ait olan dünyada başkalarının koyduğu kurallarla oyunlarımızı oynayalım? Neden insanca yaşamak varken küçük bir azınlığın kölesi olalım? Neden insana yaraşır bir hayata elimizi uzatmaya ateşe dokunur gibi korkalım? Bunlara benzer daha nice sorular sorabiliriz kendimize, ki sormalıyız da...
İşin özü şudur ki toplumu ilgilendiren tüm hususlara yine toplumu oluşturan tüm bireyler ortaklaşa karar vermelidirler. Kararın alınmasına katılanlar, ortak kararın yaşama geçirilmesinde de sorumluluk almalıdırlar. Kararın tüm ilgililerce alınıp yaşama uygulanması, hata oranını en aza indireceği gibi doğru bir şekilde pratiğe dökülmesini ve reel sonuçlar vermesini de kolaylaştıracaktır. Bugün ülkede, bölgede ve dünyada yaşadığımız sorunların müsebbibi olan durum, bir avuç azınlığın milyonları yönetiyor olmasıdır . Zira o bir avuç azınlık, toplumun ortak çıkarlarından çok, temsil ettikleri belli kesimlerin çıkarlarını koruyup kollayarak iktidarlarının bekasının peşinde koşmaktadır .
Doğrudan demokrasi, lidersiz demokrasidir çünkü herkes liderdir ya da hiç kimse lider değildir. Bu yüzden de elitlerin değil, ezilen, sömürülen ve yok sayılan büyük çoğunluğun demokrasisidir. Şefler ve liderler demokrasisinin panzehiridir. İnsanın insanlığını yaşamasıdır ve kula kul olma zihniyetine başkaldırıdır.
GÜNÜMÜZDE DOĞRUDAN DEMOKRASİYİ UYGULAMAK MÜMKÜN MÜDÜR?
Doğrudan demokrasinin bir ütopya olduğu ve uygulanmasının mümkün olmadığı gibi eleştirilerle sık sık karşılaştığımız doğrudur ancak bu eleştirilerin çok da geçerli olmadığı kanaatindeyiz. Doğru olan bir gerçek neden ütopya olsun? Toplumsal hayatta tüm bireyleri değerli ve anlamlı kılarak eşit yaşam biçimini vücuda getirmeyi en ulvi amaç edinen bir realite neden hayalden öteye gidemesin?
Doğrudan demokrasi, bugünkü yaşam biçiminden daha farklı bir yaşam biçimini gerekli kılar. Bunun gerçekleşmesi için de birçok eski alışkanlık ve ayrıcalıklarımızdan vazgeçmemiz gerekmektedir . Ancak çeşitli sınırlarla bölünmüş bir dünyada, bilim ve teknolojinin sunduğu imkanlar göz önünde bulundurulduğunda uygulanması ve yaşam bulmasının hiç de imkansız olmadığını düşünüyoruz. En basitinden ailemizden başlayarak ,apartmanımız, okul, fabrika, kışla, sokak veya mahallemiz, üyesi olduğumuz dernek, sendika, vakıf, parti ve örgütümüz, köyümüz, ilçemiz, il ve nihayetinde ülkemizde doğrudan demokrasiyi yaşama geçirmemizin önündeki en önemli engel belki de zihnimize kazınmış mevcut iktidar anlayışıdır. Bunu kırdığımız oranda tüm bu birimlerde çok rahat bir şekilde doğrudan demokrasiyi yaşama geçirebiliriz. (Bundan dış faktörlerin olmadığı ya da önemsiz olduğu sonucu çıkarılmamalı.)
Özellikle aile, sendika, dernek, parti, ve örgütlerimizde doğrudan demokrasiyi engelleyen şey, bizlerin iktidar hevesi, koltuk ve güç sevdasından başka nedir ki? Bu kurumlardaki örgüt içi rekabet ve didişmeler nedeniyle enerjimizi asıl hedefe yöneltmemize engel teşkil etmediğini kim söyleyebilir? Buralardaki iktidar kavgasından kaynaklı gruplaşmaların örgütü nasıl zayıf düşürdüğünü görmemek için kör ve sağır olmanın yanında beyinsiz olmak da gerekir. İşin kötüsü, sistemin muhalifi olduğunu söyleyen bir çok dernek, sendika, parti ve örgütün de iç işleyişinde iktidarın kodlarıyla düşünüp ona göre davranıyor olmasıdır. Böylece bu insani zaaf ana iktidara bilerek veya bilmeyerek kan vermektedirler ki bu durum kabul edilemez.
NASIL BİR ÖRGÜTLENME , NASIL BİR DEMOKRASİ?
Tarihten az çok ders çıkarmayı bilenler ve bunu başaranlar, hiçbir fikrin kendiliğinden toplumda kabul edilmediğini, mutlaka öncü karıncalara ve kolektif bir çabaya ihtiyaç duyulduğunu bilirler. Doğrudan demokrasi fikrini savunanların da bu düşünceyi yaşama geçirmeye uygun bilinçli bir örgütlenme çabası içinde olmaları şarttır. Şöyle ki:
1-Örgütlenmenin lider veya liderleri yerine ortak liderlik anlayışını savunur. Bunun anlamı şudur; "Ya hepimiz lideriz ya da hiç birimiz."
2-Kişiler etrafında değil, fikirler etrafında örgütlenmeyi esas alır. Kula kul olmayı aşağılayıcı bir anlayış olarak görür ve reddeder. Bireyler kişisel becerileri ve zihinsel kavrayışlarına göre grup ya da toplum içerisinde yer ve pozisyon alır. Hiçbir birey diğer bireylerden ne bir adım önde ne de bir adım arkadadır. Her birey bir bütünün olmazsa olmaz bir parçası gerekliliğiyle ve hissiyatıyla görev ve sorumluluğunu yerine getirir. Toplumsal yaşamı denetleyen bir üst erk yoktur. Her birey toplumsal ortak akla göre davranış biçimini belirler ve görev dağılımındaki yerini alır.
3-Kararlar tüm örgüt üyelerinin katılımıyla ortaklaşa alınır. Ortaklaşmanın olmadığı durumlarda 3/4 çoğunlukla alınan karar ortak karar olarak kabul edilmelidir. Nitelikli çoğunluğun sağlanmadığı durumlarda ise karar alınmamış olarak kabul edilir.
4-Bir kez karar alındıktan sonra hiçbir üye, alınan karar aleyhine faaliyette bulunamaz ancak işin yapılması hususunda görev almayabilir.
5-Görevlendirmelerde gönüllülük esas alınmalıdır. Gereğinden fazla taliplinin çıkması durumunda ise görevlendirme kura ile belirlenmelidir. Yeterli sayıda gönüllünün çıkmaması durumunda da zorunlu ve sıra ile görevlendirme yapılmalıdır.
6-Tüm görevlendirmeler belli bir süre veya bir işin yapılmasıyla sınırlandırılmalıdır. Gerekli özeni ve başarıyı gösteremeyen kişi, kendisi çekilerek başka arkadaşların bu görevi yerine getirmesine imkan sağlamalıdır. Bunu yapmayan kişiyi ise görevlendiren meclis geri çağırabilmelidir. (Bireylerin yapabilirlikleri ve yetenekleri ölçüsünde toplumsal yaşamdaki aktivasyonlara iştirak etmesi ve ettirilmesi.)
7-Örgütlenme, geçmiş deneyim ve birikimlerden dersler çıkararak kendisini yenilemeli, geliştirmeli ancak asla eskinin tekrarına düşüp kısır bir döngünün içine girmemelidir.
8-Grupların bir araya gelmesiyle değil, tek tek eşit özne bireylerin bir araya gelmesiyle örgütlenme oluşturulmalıdır. Burada ideolojik birlik yerine hedefte ve yöntemde birlik ilkesi gözetilmelidir.(Gri bireyler değil her türlü renk ve çeşitliliğe açık bir toplumsal alt yapı)
9-Şematik bir örgütlenme modeli olarak şöyle bir biçim düşünülebilir: Sınıf iktidarı yerine, sınıfsızlandırmayı ve süreç içinde sönümlenmeyi hedefleyen "halk iktidarı" düşünülmelidir. Halk iktidarının asli organları olarak da doğrudan demokrasi yönteminin uygulandığı köy, kasaba, mahalle, kent, fabrika, okul, kışla, hastane, hapishane ve kitlelerin kalabalıklar halinde günün uzun bir süresini beraber geçirdikleri benzeri yerlerdeki halk meclisleri olmalıdır. Karar organı bu halk meclisleri olup, bu yetki hiçbir şekilde bir başka organa devredilemeyeceği gibi, yetki gaspına da izin verilmemelidir. Ancak bu yerel halk meclislerinin kendi aralarında koordinasyonunu sağlamak üzere görevlendirilmiş yeter sayıda üyeden oluşmuş bir bölge, eyalet veya kanton "komününe" de ihtiyaç olacaktır. Her yerel meclis, yeter sayıda komün üyesini, seçim, kura veya rotasyon yöntemiyle belirleyebilir. Seçilen komün üyelerinin görevi, yerel meclislerin oluşturduğu politikaları yaşama geçirmek ve bu yereller arasında koordinasyonu sağlamaktır. Komün üyelerini belirleyen meclis, gerek gördüğünde bu üyelerin tamamını vaya bir kısmını geri çağırabilir ve her zaman denetleyip hesap sorma hakkına sahiptir. Bölge, eyalet ya da kanton komünlerinden yeter sayıda üyenin belirlenmesiyle bütün örgütlü alanlar arasında koordinasyonu sağlayacak bir evrensel enternasyonalist "konsül" konsey ya da "komün" oluştururlar. Bu konsey, konsül veya komün için yapılan görevlendirmeler belli bir zaman dilimiyle sınırlı olmalıdır. Yerel meclis ve bölge komünü, halkın ihtiyaç duyduğu ulaşım, haberleşme, barınma, beslenme, üretim, eğitim, adalet, güvenlik vs. sorunlarını çözmekle de sorumludur. Bu örgütlenme modeli, sadece ulusal sınırlarla sınırlı olmayıp, enternasyonalist bir ruhla tüm yerküreyi saracak şekilde düşünülmelidir. Bu sisteme "Demokratik Komün" veya "Enternasyonalist Komün" demenin doğru olacağını düşünüyorum. Komün, ekonomik talepler kadar, özgürlük, çevre ve ekolojik sorunlar, cinsiyet ayrımcılığı, kimyasal tarım gibi gündemdeki çözüm bekleyen meselelerin aşılmasını da kendisine iş edinmelidir.
10-Bu örgütlenme her türlü imtiyazlı statü ve hiyarerşinin reddini gerektirir. Bu durum, reddedilen eskinin yerine konulan yeninin nitelikli dönüşümüdür. "Devlet olmayan devlet..!" Tepeden bakan, yıkıcı, bireyi ve bireysel farklılıkları yok sayan kontrolcü bir güç değil; alttan gelen, toplumsal paylaşıma dayalı bireylerin ortak yaşam gücü... Alabildiğine yatay ve hiyerarşiyi reddeden bir örgütlenme…
Biçimsel eşitlik kavramının, burjuva bir kavram olduğunu ve özü itibarıyla birtakım adaletsizlikleri içinde barındırdığının farkındayız. Ancak süreç içinde eksiksiz demokrasinin toplumsal inşası için devasa adaletsizlikleri gidermek ve en azından törpülemek amacıyla geçici bir dönem için de olsa bundan faydalanmak gerekir.
11-İçinde birçok dünyayı barındıran bir hareket: Günümüzün gelişmişlik düzeyi göz önünde bulundurulduğunda ; örgütlenmede artık "ideolojik birlik" aramak onun gelişip kitleselleşmesini istememek anlamına gelir. Bu yüzden de ideolojik birlik yerine "ortak paydada" buluşup; hedefte ve örgütlenme ile çalışma şeklinde anlaşmanın yeterli olacağı kanaatindeyim. Tekçi anlayış yerine çoğulcu bir anlayışın teori ve pratiğini yaşama geçirmeliyiz. Özellikle ülkenin içinden geçtiği bu süreçte bu durumun hayati önemi haiz olduğunu düşünüyorum . Kaldı ki çoğulcu bir yapı, tek tek bireylerin ve toplumun gizli kalmış ya da köreltilmiş yetenek ve enerjisinin açığa çıkmasına da imkan tanıyacağından maddi ve manevi toplumsal yaşamın daha da anlamlı hale gelmesini sağlayacaktır.
Ortak payda meselesini üç alt başlık altında ele alabiliriz.
a-Mevcut verili duruma itiraz,
b-İtiraz edilenin yerine konulması tasarlanan toplumsal yaşam,
c-Bu hedefe ulaşmada kullanılacak yol, yöntem ve araçlar.
Bu üç hususta anlaşanların, ortak paydada buluştuğunu düşünüyorum.
12-İktidarı ele geçirmeyi düşünen ve bunu hedefleyen değil, iktidarın sönümlenmesini savunan bir hareket... Devrimci örgütlenme, binlerce yıldır ustalıkla örülen iktidarı ele geçirip devamını değil, aksine iktidarı iktidarsızlaştırarak yöneten ve yönetilen ayrımını ortadan kaldıracak bir "geçici" örgütlenme modelini yaşama geçirmelidir. Hiç kuşku yok ki bunun adı "komün"dür. Lenin, "Devlet ve Devrim" isimli kitabında, Marx ve Engels'ten alıntılar yaparak, "devletin sönümlenmesi" meselesini bir çok boyutuyla anlatmaktadır.
13-Doğrudan demokrasiyi savunanlar, bugünden başlayarak alternatif yayın, eğitim, adalet vs. konularında kurumlaşma faaliyetlerini de yürütmelidir.
14-Önemli hususlardan biri de eşit-özgür yurttaşlardan oluşmuş meclisleri oluşturan bireylerin hak ve sorumluluklarının da önceden belirlenmiş olması halidir. Aksi taktirde başıboşluk ve kaotik bir yaşamı kendi elimizle inşa etmiş oluruz. Kendi hukukunu yaratamayanlar, başkalarının hukukuna tabi olurlar.
Che'nin dediği gibi: "İstemediğimiz şey, sürü yerine konulup güdülmemiz. Yalnızca, Marti'nin dediği gibi bize başkalarının çobanlık etmesini istemiyoruz."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder