Murat Bjeduğ T24
Prekarya’nın henüz kavram olarak bile telaffuz edilmediği, proletaryanın ve
beraberindeki tüm emekçi katmanların , sendikal ve partiler halinde örgütlü bir
şekilde sürdürdüğü sınıf mücadelesindeki kazanımları, kapitalizmi ve
burjuvaziyi gerilete gerilete sosyal devlet ve burjuva demokrasisini
hayli ileri boyutlara taşıdı. Bu iki yüzyıllık tarihsel süreç, daha görünür ve
en ileri şekliyle Batı’da cereyan etti.
Gelinen aşama, batı merkezli olmakla birlikte, evrensel standart olarak
işaret edilmeye, periferi ülkelerce de model alınmaya başlandı.
Leninist modele karşı sosyal demokrasinin hükümet ettiği bu ülkelerde,
refahtan alınan pay, başta işçi sınıfı olmak üzere tüm toplumsal katmanların
eriştikleri imkanlar, haklar, yaşam standartları gıpta edilecek seviyedeydi.
Marksizm, uzun felsefi, akademik ve ideolojik çarpışma muharebelerinden
galip çıkmıştı. Liberaller de liberalizm de Marksizm karşısında özgüvenini
yitirmiş, silikleşmiş, iyiden iyiye pısırıklaşmıştı. 1970’lerin sonlarına kadar
böyle devam etti.
Sosyal haklar, emeklilik, sendikal kazanımlar vs. kapitalizmi ve
endüstriyel mütegallibeyi çok rahatsız etmeye başladı. Daha çok kar, kazanç ve
tüketim hırsı yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren gözü kararmış bir
vahşilikle ihtiraslarını gerçekleştirecek sınıf tahakkümünü sağlamlaştırmak
için Liberalizme sarıldı ama bu defa klasik Liberalizm değildi yaslanılan
ideoloji. Neoliberalizm adıyla boy verdi.
Sakınımsız, küstah; hiçbir etik değer, insan hakları, kadın hakları, hayvan
hakları, ekoloji, yoksulluk, sanat-kültür umurlarında değildi. İktisadi
politikalarının yanında sosyal politikalarda din, aile, devlet, egemen ulus
şovenizmi, kesif bir muhafazakarlıkla içkinleştirildi.
En önemlisi de 68’i tüm değerleriyle, kazanılmış olan mevzileriyle
toplumsal hayattan, hatta zihinlerden kazımak üzere patolojik bir kinle, hedef
aldılar. İngiltere’de Margareth Thatcher, ABD’de Ronald Regan, Almanya’da
Helmut Kohl, burada da tilmizleri Turgut Özal ile Neoliberalizm saltanatı
başladı. Tarihin görüp göreceği en sevimsiz, ikiyüzlü ve yalancı bu liderlerin
propagandasında ve toplumu ikna mekanizmalarında başarılı sonuç aldıkları
argüman, alternatifsizlik oldu. Adım adım kurulan karşı hegemonya ile sivil
toplum aynı zamanda da hükümet ettikleri devletin tüm kurumları ve ideolojik
aygıtları, Neoliberalizmin alternatifsizliği konusunda yarattığı illüzyona rıza
göstererek ram oldular. Tüm sınıf ve toplumsal katmanları ikna etmekle
kalmayıp, İşçi Partisi ünvanlı sosyal demokrat partileri de hemen hemen aynı
çizgiye getirdiler.
Tek kutupluluk aslında, kanımca, bu zamanlarda başlar; bu da, reel
sosyalizmin çöküşünden çok öncelere denk gelir. Kapitalizm - serbest piyasa -
demokrasi ile tarihin sonunun ilan edildiği süreç içerisinde bu ideolojik
atağın karşısında solun tavrı ve Neoliberalizmden ne kadar etkilendiği, en
iyimser bakışla şöyle söylenebilir: Sosyalizm - serbest piyasa - demokrasi.
Hikmetinden sual olmaz, piyasanın görünmez elinin hikmetlerini beklemeye
başladık, 40 yıla yakın bir zaman böyle geçti.
Neoliberalizm, alternatifsizlik şiarıyla, reel sosyalist ülkeler içerisinde
Polonya’yı hedef aldı. Leh Walesa önderliğindeki dayanışma sendikasında
örgütlenen işçilerin yürüttüğü sendikal mücadele, Polonya yönetimine karşı
güçlü ve kitlesel bir muhalefetin odağıydı. Sistem çatırdamaya başlamıştı. ABD
başkanı Reagan, İngiltere başbakanı Thatcher, Almanya şansölyesi Helmut Kohl
tarafından sahnelenen bir kampanya başlatıldı.
Let Poland Be Poland – Polonyalı olalım
Papa John Paul II, Frank Sinatra, Kirk Douglas kampanyayı destekleyen
popüler isimlerdi. Ortak paydaları tescilli anti-komünist olmalarıydı.
Dayanışma sendikasına destek veriyorlar, TV kanallarında “Let Poland Be
Poland” fragmanlarında kısa konuşmalarla mesajlarını veriyorlardı.
Ama tam da Reagan’ın bu kampanyanın öncülüğünü yaptığı sırada, ABD askeri
güçleri, “Good Morning Panama”, anonsunu yapan ürkünç askeri ve tam teçhizatlı
savaş helikopterleri ile bu Latin Amerika ülkesine girip havadan bombalar
yağdırırken, sergilediği o iğrenç iki yüzlülüğe sadece Marksist sol dikkat
çekmişti.
Reagan yönetimi, Nikaragua’da ki halk çoğunluğunun desteğiyle FSLN
önderliğinde gerçekleşen Şairler Devrimi’ni de boğmak için paramiliter örgüt
kontralara silah, eğitim, para ve CIA ajanlarıyla açık açık ve utanmadan
sıkılmadan destek veriyordu. Polonya için demokrasi istenirken çıkarlarına
aykırı her şeyi ezmek için en ahlak dışı yöntemlere pervasızca başvuruyordu.
Üstelik bunu politikası olarak belirliyor tüm gücünü seferber ederek de hayata
geçiriyordu.
Neoliberalizm, ile nasıl bir geleceğin insanlığı beklediğinin ilk
işaretlerinden biriydi bu iki yüzlüce sürdürülen kampanya.
Sadece Reagan değildi bu anti-etik, iki yüzlü politikaların mimarı ve
uygulayıcısı.
Polonya’ da yönetime başkaldıran işçiler, emekçiler İngiltere Muhafazakar
Parti Genel Başkanı ve Başbakan Margareth Thatcer tarafından da hararetle
desteklendiler. Aynı Thatcher, İngiltere’de kömür maden işçilerinin grevini
muhatap almadı, taleplerini ısrarla reddetti. IRA ve İrlanda sorununda da aynı
tavizsiz tutumunu sürdürdü.
IRA’nın unutulmaz militanı Boby Sands ve arkadaşlarının cezaevinde
başlattıkları açlık grevini hiç umursamadı. Boby Sands ve dokuz arkadaşı açlık
grevinde yaşamını yitirdi.
İngiliz Punkock sanatçısı Elvis Costello, Tramp the Dirt Down
(Pisliği Ezin) isimli şarkısıyla, artık tiksinti veren inadı,
insanlıktan nasibini almamış katılığı ile Thatcher ve politikalarını hedef
alırken, milyonların hislerine tercüme oluyordu.
Bu ve bunun gibi yığınla sayılabilecek cürüm 1980’lerin başında işlenmeye
başlandı.
Nurhak dağlarında batan güneş Meksika’da doğdu
Urfalı mahalli sanatçı Kazancı Bedih’in şahane bir türküsü vardır:
Öyle ser-mestim ki idrak etmezem dünya nedir.
Neoliberal mütegallibe; sol direniş kırılmış, sendikalar
işlevsizleştirilmiş, sosyal devlet anlayışı reddi inkar edilmiş,
alternatifsizlik konsensüsü ile tarihin sonu ilan edilmişken zafer
sarhoşluğundan öyle mest bir haldeydiler ki, 1983 yılında, Meksika dağlarında
Chiapas bölgesinde beş erkek ve bir kadından oluşan küçük bir gerilla grubunun
mücadeleyi başlatmak üzere gerilla kampı kurduklarını fark etmediler bile. Bu
ihmalleri çok pahalıya patladı.
Neoliberalizme en okkalı şamarlar Meksika dağlarından atılmaya
başlanacaktı. Altı kişilik gerilla grubunun başlatıp yüzbinleri bulan hareketi
dünya EZLN adıyla tanıyacak, Subcomandante (Komutan yardımcısı) Marcos’un
sözcülüğünü yaptığı kolektif önderlik ile Neoliberalizmin ilerleyen yıllarda
bütün keyfini kaçıracak, özgüvenini sarsacak, yeni direniş ve karşı koyuşun
temellerini atacaktı. Marcos’tan iyice huzursuzlanan Neoliberaller,
memleketimizde de familyadaşlarından Allah’ın günü tanık olduğumuz gibi; iftira
ve düzmecelerle karalamaya kalkıştılar ve sanki bir kabahat ya da vebalmiş
gibi, Marcos’un eşcinsel olduğunu iddia etmeye başladılar.
Arandılar ve bir şamar daha yediler ki yankısını buradan duyduk. İşte
Marcos’un cevabı:
“Marcos, San Fransisko’da bir eşcinsel, Güney Afrika’da bir zenci, San
Ysidro’da bir Chicano, İspanya’da bir anarşist, İsrail’de bir Filistinli, San
Cristobal sokaklarında bir Maya yerlisi, Mexico City’nin teneke mahallesi
Neza’da bir çete mensubu, Almanya’da bir Yahudi, Savunma Bakanlığı’nda bir
uzlaştırıcı, Soğuk Savaş sonrası çağda bir komünist, galerisi ve müşterisi
olmayan bir sanatçı, Bosna’da bir barışçı, gece saat 10.00’da metroda yalnız
başına kalmış bir kadın, topraksız bir köylü, serbest piyasacılar arasında bir
muhalif ve tabi ki Meksika dağlarında bir Zapatist... Kısacası yeryüzündeki
tüm insanlar gibi bir insan Marcos. Tüm sömürülenler, dışlananlar, tüm ezilen
azınlıklar birer Marcos’tur. Kadın ve erkek tüm direnenler ve ‘yeter (Ya
Basta)’ diye haykıranlar.”
Milton Friedman ve Chicago Boys
Düşünsel önderliği, Frankfurt Okulu esinli gelen, Şikago Okulu’nca yapılan
Neoliberalizmin uluslar arası düzlemde en etkili ismi, teorisyeni Milton
Friedman idi. Zaten Şikago Okulu denen nesneye de Friedman’ın görüşleri ve
önerileri ile kuramsal anlam izafe edilmekteydi.
İzleyicilerine de Şikago çocukları deniyordu ki istihza yüklü idi bu
Chicago Boys sıfatı.
Nobel ödüllü iktisatçı Milton Friedman, Ronald Reagan’ın da danışmanlığını
yapmış, görüşleri uluslar arası ölçekte ses getirmiş, takdir ve övgü kadar
eleştiri de almıştı.
Monetarizm – Parasalcılık, teorisini geliştiren ve savunan Milton Friedman,
akademik kariyeri ve Nobel ödülünden çok, Amerikan devlet okullarında verilen
ücretsiz öğle yemeğine karşı, “There is no such thing as a free lunch” (Bedava
öğle yemeği diye bir şey yoktur) çıkışıyla nam saldı.
Seçeneksizlik konsensusu ile küstahça bir özgüven patlaması yaşayan
muhafazakar, neoliberal siyasetçiler, yazarlar, iş adamları dünyası gidişatı
göremeyecek kadar ideolojik miyopluk ve dar ufukları ile bırakın milyarlarca
insanı, akarsuların, balıkların, ağaçların, çiçeklerin, kısaca faunasıyla
florasıyla biyosferimizin başına bela olduklarını idrak edemediler.
Antidepresan toplumu yaratarak, mutsuz, gelecek kaygısı ile hayatı kararan
bireyler, eserleri oldu.
Demokrasi tahayyüllerinin sadece anti-komünist hezeyanlarının
perdelenmesinden öte bir anlam taşımadığı, yıllar içerisinde uyguladıkları
politikalar ile görünür hale geldi.
Özel mülkiyetin, devletin, işbölümünün ve tarihin motoru olan sınıflar
mücadelesi en sert haliyle sürerken bireyin özgürleşmesinin mümkün
olamayacağını; egemen sınıfların aslında demokrasi gibi bir dertlerinin
olmadığını , tarihsel kanıtlarıyla gösterdiler.
Ama Milton Friedman akıllı ve zeki bir adamdı. Destek ve esin verdiği
Neoliberal siyasanın geldiği aşamayı ve insanlığı sürüklediği yeri gördü ve şu
çığlığı attı ama nafile, duyan olmadı:
“Ben bunu önermemiştim. Ben azınlığın tiranlığını önermemiştim!”
20. yüzyılın son çeyreğinde Meksika’dan yükselen o güçlü ses “Ya Basta”,
21. yüzyılın ilk çeyreğinde Mezopotamya’da “Edi Bese” olarak yankılanacaktı.
Kırk yılı bulan tarihsel tökezleme sonunda, zafer ibresi Sezar cephesinden
Spartaküs cephesine dönmeye başladı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder