“Cumhurbaşkanlığı Seçimi” Değil “Plebisiter Bir Diktatörlük İçin Plebisit”
Demir
Küçükaydın Demirden
Kapılar Blog
Türkiye’de
yaşayan insanların önündeki seçimin neyin seçimi olduğunu
doğru tanımlamanın doğru bir strateji ve taktikler bakımından
hayati önemi bulunmaktadır.
Ezilenler
tavırlarını, strateji ve taktiklerini belirlerken, hukuki tanımlar
ve anlamlar üzerinden değil; gerçek sosyolojik ve
politik tanımlar ve anlamlar üzerinden akıl yürütürler
ve de yürütmelidirler.
Örneğin,
PKK’nın adı hukuken “Terör Örgütü”;
Öcalan’ın adı “Terörist Başı”dır. Bu kavramlara göre
politikanızı belirlemeye kalkarsanız, devletin polisinin ordusunun
kafasıyla düşünmeye başlayıp; onun bir parçası olursunuz.
Kaldı
ki, bu tanımları ortaya atıp bunları kullanmayı zorunlu
kılanlar, kendi aralarında, kapı arkalarında, bu kavramlarla iş
görmezler. Onlar “Terör Örgütü” dediklerinin, Kürtlerin
üzerindeki baskıya karşı kitlesel bir isyan ve
direniş olduğunu bilirler; Öcalan’ın bir “Terörist
Başı” değil, çok akıllı bir politikacı; bu hareketin ve
örgütün kurucusu ve önderi olduğunu bilirler.
Ama
tam da bunu bildikleri için; strateji ve taktiklerini belirlerken
hukuki değil; yani “Terör Örgütü” ve “Terörist
Başı” kavramlarıyla değil; sosyolojik ve politik kavramlarla
düşündükleri için “Terör Örgütü” ve “Terörist Başı”
kavramlarını kullanmayı zorunlu kılarlar. Bu, egemen sınıfların
ve devletin ezeli ve ebedi şizofrenik karakteridir.
Önümüzdeki
seçimde de tavır belirlerken, hukuki değil gerçek
durumu ifade eden politik ve sosyolojik kavramların
kullanılmasının hayati önemi bulunmaktadır.
Nasıl
Kürt Ulusal Hareketi karşısında devletin hukuki kavramlarına
göre değil; gerçek sosyolojik ve politik anlamına uygun
kavramlara göre tavır belirlemek gerekirse, “Cumhurbaşkanlığı
Seçimi” denen, devletin yapısına ilişkin plebisitte de
aynı şekilde davranmak gerekir.
Politik bir
değişiklikte, yapısal bir değişiklik olmaz, örneğin
parlamentonun veya Cumhurbaşkanının görev ve yetkilerinde bir
değişiklik olmaz. Bir seçim, bu görev ve yetkilerin hangi
politikanın aracı olarak kullanılacağı üzerine bir seçimdir.
Ama yapısal
bir değişiklikte, şu veya bu politika değil; bir yapı, örneğin
o görev ve yetkilerin kendisi değişikliğin
konusudur.
Elbette
politik mücadelede, politik ve yapısal değişiklikler böylesine
kolayca birbirinden açık sınırlarla ayrılmazlar. Çünkü bizzat
bu sınırların ve f
arklılıkların karıştırılması bu mücadelenin bir aracıdır.
Yani birçok politik değişiklik yapısal bir değişiklik gibi
gösterilebilir; yapısal değişiklik de politik değişiklik gibi.
Aslında
yapısal değişiklik, Cumhurbaşkanlığının doğrudan seçilmesi
yönünde yapılan Anayasa değişikliği ile yapılmıştı. Şimdi
bu değişikliğe uygun ilk seçim yapılmaktadır. Şimdiki seçimde
bu yapısal değişikliğe, yapısal değişikliğin içinde direnmek
veya gerçekleştirmektir.
Bu
değişiklik niçin yapıldı? Bir başkanlık sistemine geçmek
için. Yani devlet başkanını bir hükümet başkanının yetkileri
ve gücüyle donatmak için.
Bu
seçimde, Erdoğan için Cumhurbaşkanı seçilmek, hem fiili olarak
başbakanlığı da elinde bulundurmak; hem de bu muazzam güç
birikimini kullanarak doğrudan bakanlık sistemine de hukuken geçme
olanağı elde etmektir. Yani bu fiili duruma bir de hukuki biçim
kazandırmak için bir ara aşamadır aynı zamanda. Zaten eğer
böyle olmasa, devlet başkanının Meclis tarafından seçilmesini
değiştirme gereği duymazdı.
Elbet
devlet başkanının bütün yetkileri elinde bulundurduğu ABD gibi
ülkeler vardır ama ABD’nin tüm devlet yapısı da farklıdır.
Firavunlar çağından kalma bu merkezi devlete bir de firavunlardan
bile daha yetkili bir başkanlık yapısını monte etmek; tamamen
kontrol dışı bir canavar yaratmaktan başka bir anlama gelmez.
Ve
bu canavar, sözde laik (yani en azından biçimsel olarak,
insanların dinleri karşısında tarafsız, onlara eşit mesafedeki)
bir devlet başkanlığını ilan için yaptığı toplantıya
tamamen Türk milliyetçiliği ile boyanmış Sünni Müslümanlığı
bir devlet dinine yükselten dualarla çıkan bir politikanın da
aracı olduğunda Türkiye’deki rejim, Franko veya Salazar’ın
bir "İslami" versiyonu olmaya aday demektir.
ABD,
dünyanın ilk cumhuriyetlerinden biri olarak, kana dayanan kralların
ve imparatorların dünyasında; kralın veya imparatorun seçilmesini
esas sorun olarak gördüğü için; o zamanın dünyasına göre
demokratik bir sistemdi başkanlık.
Öte
yandan bu sistem, bu muazzam güç yoğunlaşmasını bu seçilmiş
kral veya imparatoru dengeleyecek birçok karış mekanizma; güçlü
özgürlükler ve haklarla donatılmıştı.
Örneğin
valileri atayamaz bu devlet başkanı; onlar halk tarafından seçilir
ve her biri de küçük bir devlet başkanıdır. Bütün emniyet
teşkilatı bu seçilmiş yöneticilerinin emrindedir. Halk
silahlıdır Amerika’da. Fikir, örgütlenme ve gösteri hakları
çok geniştir.
Türkiye’de
ise, ne böyle dengeleyici yapılar ve mekanizmalar vardır; ne de
artık kralların ve imparatorların dünyasında yaşanmaktadır.
Aksine Türkiye’deki devlet tipik keyfi, bürokratik, militer,
keyfi ve merkezi bir şark devletidir. Bu merkezi ve keyfi devlet
bile, devlet olarak kendi selameti için, bir takım karşı denge
mekanizmalarına ihtiyaç duymuş; devlet ve hükümeti ayırarak;
uzun vadeli çıkarları açısından devletin hükümet
politikalarında bağımsızlığı ve sürekliliği hatta görünüşte
tarafsızlığı gibi bir takım özelliklerle kendini donatmak
zoruna kamıştır. Böylece Devlet sınıflarının arasındaki
çatışmaları ılımlandıracak denge mekanizmaları yaratılmıştır.
Ama
yeni sistemde, zaten yapısal olarak tamamen anti demokratik ve
merkezi bir devletin başı aynı zamanda hükümetin başı
olacaktır ve diğer yetkilerle birlikte fiilen yasama ve yargının
da başı olacaktır. Bu Osmanlı padişahlarınınkinden bile daha
büyük bir güç ve yetki merkezileşmesi demektir.
Bu
seçim, bu nedenle, aslında bu yapısal değişikliğe onay
verip vermeme referandumudur. Ama bu referandum, hukuken bir seçim
görünümü altında ve biçiminde olacaktır.
Türkiye’de
halkın büyük çoğunluğu bu ölçüde bir güç yığılmasını
yanlış bulmaktadır bizzat anketlerin gösterdiğine göre.
Ama
aynı zamanda en azından yarısı veya yarısının biraz üstü,
Erdoğan’ın politikalarından memnundur.
Bu
durumda, Erdoğan, kendi politikalarına olan
bu desteği, aslında büyük çoğunluğun karşı
olduğu bir yapısal değişikliğin aracına dönüştürmek
istemektedir.
Bunun
için yapılması gereken ilk şeyde bu farkın görülmesini
gizlemektir. Bunu gizleyen her davranış; her söz aslında
Erdoğan’ın bu amacına hizmet etmiş olur.
Bu
farkın görülmesi ve anlatılması çok önemlidir ve bu da her
şeyden önce isimden ve tanımlamadan başlar.
Seçim’in
bir “cumhurbaşkanlığı seçimi” olmadığı; merkezi devletin
daha da merkezileşmiş; artık en küçük bir dengeleyici
mekanizması kalmamış fiili bir sultanlık mı; yoksa nispeten
gücün biraz olsun dağıldığı; devletin farklı organlarının
nispeten birbirini dengelediği; dolayısıyla ezilenlerin o devletin
çatlaklarında daha geniş hareket etme imkânının olduğu bir
yapı olarak mı kalacağı sorunu olduğu anlaşılmalı ve
anlatılmalıdır.
Eğer
bu seçimin bir politikanın (kişinin) değil;
bir yapının seçimi olduğu; bugünkü yapıdan
bile daha berbat bir yapı seçip seçmemek karşısında bulunulduğu
anlatılabilir ve buna uygun strateji ve taktikler geliştirilebilirse
Erdoğan’ın bu oyunu bozulabilir. Bizzat böyle bir başarı da
demokratik güçlerin ve ezilenlerin hareket alanını bu eski yapı
çerçevesinde bile muazzam arttırır.
Ama
gerçekten mücadele edenler, düşmanı karınca bile olsa onu
ciddiye almak gerektiğini; karıncanın gücünden bile yararlanmak
gerektiğini bilirler. Karşı tarafın arasındaki çatlaklar ve
daha geniş bir hareket alanı, her zaman ezilenlerin başlarını
kaldırmasının olanaklarını sunduğunu bilirler.
Açın
tarih kitaplarına bakın; merkezi devlet ne zaman zayıflar,
parçalanır; o zaman ezilenlerin sesleri daha çok çıkmaya başlar;
Timur’un Orduları Yıldırımın ordularını dağıtıp “Fetret”
dönemine girildiğinde Şeyh Bedrettin, Torlak Kemal, Börklüce
Mustafa çıkabilir; İran ve Bizans savaşlarla zayıflayıp merkezi
otorite sarsılığında Baba İlyaslar, İshaklar ortaya çıkabilir
olur. Birinci ve İkinci dünya savaşlarında devletler zayıflayıp,
çürüdüğünde ezilenler ayaklanır.
O
halde bizler, ezilenler iğne deliğinden ışık geçse ondan
yararlanma prensibiyle hareket etmek zorundayız.
Bu
nedenle de, bugünkü rezil ve berbat sistem muhakkak ki, Erdoğan’ın
istediği ve bu seçimler sonucunda oturtabileceği çok daha rezil
ve berbat sistemden, daha çok hareket alanı sağlar. Öte yandan,
doğrudan seçilmiş bir cumhurbaşkanının iktidar partisinin adayı
olmaması, daha büyük çatlaklar, bizler için daha geniş hareket
alanı demektir.
Şimdi
bu açıdan iki örneği ele alalım.
Aleviler
bütün normal sağduyulu halk gibi, önce İhsanoğlu’na oy yok
dedilerse de biraz düşününce, beterin beteri vardır deyip,
birinci turda protesto oylarını Demirtaş’a verseler de ikinci
turda İhsanoğlu’na vermenin hazırlığını yapıyorlar ve bunu
makul göstermenin gerekçelerini buluyorlar.
Bunun
için anlattıkları bir fıkra var. Bektaşi’ye iki şişe şarap
vermişler bunların hangisi daha iyi şaraptır demişler. Bektaşi
birini tatmış ve öbürü daha iyi demiş. Öbürünü tatmadan
nasıl biliyorsun dediklerinde, bundan daha kötüsü olmaz da ondan
demiş.
Ancak
bu fıkrada kastedilen, politikalar ve o
politikaları temsil eden kişilerdir. Bu nedenle seçimin
kişi ve politika seçimi olduğu yanlış algısını
yerleştirmektedir.
Yani
Erdoğan’a karşı gibi görünen fıkra bile Erdoğan’ın
amacına hizmet etmekte; yapısal bir sonunu bir politika ve kişi
sorunu gibi göstermektedir.
Bu
fıkra ile kastedilen eğer yapı olduğunda; bu yapı gelecek
olandan daha kötü olamaz anlamında bu fıkra doğru olur ve
Erdoğan’ın oyununu bozabilir.
Tekrar
edelim, bu “secim” bir politika ve kişi seçim değil; fiilen
başka bir yapı için bir plebisittir.
Bu
yanlışın tipik bir örneğini bizzat Demirtaş’ın örneğinde
de görelim.
HDP’nin resmi
sayfasında, HDP
Eş Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı adayı Demirtaş TMMOB'u
ziyaret etti başlığı
altında şu satırlar okunuyor:
“Demirtaş,
(…) Cumhurbaşkanının ilk defa halk tarafından
seçilmesinin halkın özgür iradesinin Çankaya'ya taşınmasının
doğduğu ilk seçimin yaşanacağını belirten Demirtaş,
kendilerinin de savundukları ilkeler ve temel referanslar ile bu
çalışmayı başlattıklarını söyledi.”
Hemen
görüleceği gibi, Demirtaş’ın yanlışı çifte yanlıştır.
Hem yapısal değişikliği onaylamakta ve olumlu göstermektedir;
hem de o olumlu gösterdiği yapı içinde sanki bir politika
değişikliği söz konusuymuş gibi konuşmaktadır.
Demirtaş,
bir yandan Cumhurbaşkanının doğrudan seçimini daha demokratik
olarak görmekte; doğrudan seçimi “halkın özgür iradesinin
yansıması” olarak tanımlamaktadır.
Bu
birçok bakımdan yanlıştır. Yüksek tahsili olmayanların
seçilememesi; 20 milletvekilinin imzası vs. gibi anti demokratik
nitelikleri bir yana bırakalım. Bizzat PKK ve Öcalan daha önce,
önemli olan demokratik mekanizmalardır; başkanlık veya
parlamenter sistem olması ikinci plandadır demiş olasına rağmen;
bu demokratik mekanizmalar yokken, daha da kısılmışken ve
değişiklik bu mekanizmaları daha da kısacakken; Demirtaş, böyle
bir yapısal değişim ve güç yığılmasına yol açacak bir
sistemin yanlışlığı üzerine vurgu yapması gerekirken, adeta
Erdoğan’ın basın ve hakla ilişkiler danışmanıymış gibi;
bunun daha demokratik olduğunu söylemektedir.
Doğrudan
seçim, daha büyük yetki ve güç ile
ilgilidir; Doğrudan seçim, doğrudan seçim değil, daha büyük
yetki ve güç ve bunun yoğunlaşması; aksine seçilmiş organların
gücünün tırpanlanması demektir. Yani öz ve görünüm aynı
değildir. Demokratik gibi görünen zaten kuşa dönmüş
demokrasinin daha da yolunmasıdır. Görevi bunu anlatmak ve
göstermek iken, tam tersini yapmaktadır Demirtaş.
Ama
sadece bu da değil; aynı zamanda bu yapısal değişiklikle yapılan
seçimi de sanki bir politika değişikliği; bir politika seçimi
gibi görmekte ve göstermektedir.
“Demirtaş,
"Resmileşen adaylık başvuruları itibari ile 2 temel çizgi
yarışacak. Bunlardan biri eski statükoyu, devlet anlayışını
temsil eden çizgi diğeri de devleti kendi çıkarlarına göre
dizayn eden çizgi bir de bizim temsil ettiğimiz özgürlüklerden
yana çizgi olacak. Bu çizgiler arasında yarış olacak. Biz bütün
toplumsal kesimlerin, kimliği, inancı, doğduğu yere bakmaksızın
herkesi kucaklayacak bir ilkesel duruşun sahibi olacağız"
dedi.”
Demirtaş’ın çizgi dediği
iki farklı politikadır. Dikkat edilsin, ortadaki
seçimin bir politika seçimi değil; bir yapısal değişiklik
olduğu gerçeğinin üzerini örtmüş oluyor; ama tam da böyle
yaparak aslında bilinçli veya bilinçsiz, bu yapısal değişimi
onaylamış oluyor.
Tabii
eğer böyle bir politika (“çizgi”) seçimi olarak görülüyorsa,
diyelim ki kendisi elendiğinde, bunların ikisi de aynıdır
diyerek, boykotu savunabilir (ki bunun işaretlerini önceden verdi)
ve fiili bir yapısal değişiklik karşısında tarafsızlığı,
dolayısıyla güçlü olanı desteklemiş olarak, bizzat bu merkezi
güç yığılmasının bir aracı olacak politikaların fiilen
destekçisi olabilir.
Yani
Kürt burjuvazisi ki Demirtaş onların temsilcisi ve dengesidir PKK
karşısında, şimdiden PKK’yı ve Öcalan’ı bir emrivaki
karşısında bırakmaktadır.
Daha
önce yapılanlar da bunu ihsas ettirmektedir.
Örneğin
HDP, bu secimin bir politika seçimi değil; yapıya ilişkin bir
seçim olduğunu daha baştan görüp, İhsanoğlu gibi, AKP
destekçilerinin de onaylayabileceği (Bekaroğlu gibi birini
örneğin) aday gösterebilirdi. O zaman böyle doğru bir hamle ile
CHP’yi ve seçimlerini de etkileyebilir; politik alanda çok önemli
bir çıkış yapmış olabilirdi. Bu fırsatı kullanmaması bir
rastlantı olmasa gerek.
Demirtaş’ın
adaylığı bu bakımdan yanlıştı.
Ve
şimdi de yine adeta bir emrivaki yapmaktadır problemi sadece bir
politika ve kişi seçimiymiş gibi koyarak; doğrudan seçimi
demokratik diye vaftiz ederek.
Bu
yapının berbat olduğunu ama Erdoğan’ın seçilmesi halinde
gelecek olanın daha berbat olacağını ifade etmemektedir hiçbir
şekilde.
Ama
yapısal bir değişikliği bir politika değişikliği gibi sunmak,
bizzat o yapısal değişikliğin aracı olmakla sonuçlanır.
İlk
turda Demirtaş’a vereceğiz oyları, ama tam da bu seçim yapısal
bir seçim olduğundan; fiilen uyguladığı Erdoğan’a fiili
destek olan politikasından dolayı değil; ikinci turda Erdoğan’ın
karşısında kim varsa ona.
Daha
iyi veya doğru olduğu için değil; daha doğru politikaları
savunacağı için değil; aşarı güç yığılmasını engellemek;
çatlakları büyütmek için.
Tarafsızlık
demokratik güçlerin, ezilenlerin hareket alanını daraltmakla
kalmaz; onları zayıflatır ve böler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder