28 Ekim 2013 Pazartesi

Amed’den Taksim’e sokaklar barışa çıkacak


Siyasi mücadelesini Halkların Demokratik Partisi çatısı altında sürdürecek olan Sebahat Tuncel “Bizim hem HDK, hem HDP hem de BDP olarak temel görevimiz iki meydanın, Amed ve Taksim Meydanlarının taleplerini ortaklaştırmak. Amed’ten Taksim’e sokakların barışa çıkmasını istiyorsak bu iki meydanın eşitlik adalet ve özgürlük taleplerinin göz ardı edilmemesi gerekiyor” dedi.
BirGün
BDP’den istifa ederek Halkların Demokratik Partisi’ne (HDP) geçen İstanbul milletvekili Sebahat Tuncel, İstanbul Tabip Odası İnsan Hakları Komisyonu’nun “Hekimlerden Barışa Övgü” paneline katılmak için geldiği İstanbul’da ailesinden siyaset hayatına barış sürecinden yerel seçim çalışmalarına kadar birçok konuda BirGün’ün sorularını yanıtladı. Gezi direnişinde Türkiye halklarının devletin nasıl zorbalaştığını gördüğünü belirten Tuncel “Bizim görevimizin iki meydanın, Amed ve Taksim Meydanları’nın taleplerini ortaklaştırmak olduğunu düşünüyorum. Amed’ten Taksim’e sokakların barışa çıkmasını istiyorsak bu iki meydanın eşitlik adalet ve özgürlük taleplerinin göz ardı edilmemesi gerekiyor” dedi.

»Mücadeleyle nasıl tanıştığınızla başlayalım. Mücadeleye katılma süreci, cezaevi ve milletvekilliği süreci nasıl gelişti? Seçildiğiniz zaman neler hissettiniz?
Politik bir ailede doğdum. 12 Eylül’ü yaşamış sol sosyalist bir yapı içinde yer almış bir ailede büyüdüm. Hem kültürel hem sosyal olarak aktif bir mücadele vardı. İlkokulu bitirdikten sonra çok anlamasam da babamla, amcamla konuşup tartışmak için siyasi kitaplar okumaya başladım. Bu, ondan sonraki sürecin şekillenmesinde etkili oldu. 90’lı yıllar savaşın Türkiye’de en yoğun olduğu bir dönemdi, herkesi etkiledi. Bu dönemde ben de politik mücadelede çok aktif olmasam da Kürt hareketinin içinde yer aldım. Bu tanışma ve yer alma süreci kendi kimliğine yabancılaşma durumunu çok net gösterdi bana. Ben Kürt-Alevi bir ailenin çocuğuyum. Hem Kürt kimliğine hem inanç kimliğine müthiş bir yabancılaşmayla karşı karşıya kaldığımı fark ettim. İstanbul’a geldiğimde HADEP kadın komisyonunda çalışmaya başladım. Bu benim için müthiş bir devrimci süreç ve kırılma noktası oldu. Bir kadın olarak hükümetin kadın kimliğine yönelik faşist uygulamalarına ve sol sosyalist yapı içindeki kadın erkek eşitliğine dair sorgulamaları o dönemde yaptım ve her zaman kadın alanında çalışmalarda bulundum. En son DTP’nin kuruluşunda kadın kolları başkanlığı sırasında da cezaevine girdim.

»Cezaevindeyken aday gösterildiniz!
Cezaevinde kadın arkadaşalar beni aday gösterdiler. Bu onur verici ama riskli bir durumdu. Cezaevindesiniz, isminiz yok kime oy vereceklerini bilmiyor insanlar. Hatta aday olacağım hiç aklıma gelmemişti. Bu yüzden aday olduğumda resimlerim yoktu. Arkadaşlar adaylık sürecinde resim aramışlar, basında çıkan bir iki resmimi kullanmışlar. Ama Kürt kadın hareketi ve Türkiye kadın hareketinin örgütlü bir çalışmasıyla seçildim. Dışarıya çıktığımda içerde bıraktığım arkadaşlardan dolayı buruk bir sevinç yaşadım. Bir yandan siz çıkıyorsunuz ama içeride arkadaşlarınız yoldaşlarınız kalıyor bir yandan da büyük bir çaba harcamış halkın emeğinin karşılığını aldığını görüyorsunuz. Halkın o coşkusunu hissedebiliyordunuz.

O GÜNLERDEN BUGÜNE ÇOK ENGEL AŞILDI, HâLâ AŞILIYOR


»Öcalan’ın Newrozla başlayan açıklamalarıyla birlikte neredeyse bir yıldır süregelen bir ateşkes ortamı var. Siz bu süreç ve gelinen nokta hakkında ne düşünüyorsunuz?
BDP’nin Türkiye siyasetine çok büyük katkısı olduğunu düşünüyorum. Bütün baskılara, kendisine kapatılan alanlara rağmen parlamentoda Türkiye halklarının hak ve özgürlük mücadelesini verdik. Bunun tabii bedelini çok ağır ödedik. Partilerimiz kapatıldı, 10 bine yakın arkadaşımız tutuklandı. Ama bu boyun eğmeyen çizgi direnişin sembolü oldu. Parlamentoda, sokakta her yerde halkla birlikte güçlü bir direniş sahiplenildi. Türkiye siyasetinde bu süreçte zor bir şey başarıldı. Kürt halkını, Türkiye halklarının birlikte yaşama durumunu, yaşanan savaşın, devletin uyguladığı terörün Batı’ya anlatılması açısından önemli katkılarımız olduğunu düşünüyorum. Bunun en önemli örneği Gezi direnişidir.

»Gezi direnişi nasıl bir farkındalık yarattı?
İnsanlar devletin ne kadar zorba, baskıcı ve zor olduğunu çok acı bir şekilde anlamış oldu. 8 bin insan yaralandı, onlarca insan sakat kaldı, 6 insan yaşamını yitirdi. Devlet aygıtının nasıl zorbalaştığını Türkiye halkı görmüş oldu. Devleti yönetenler ya da devlet aygıtının kendisi, kendini “Tek dil, tek düşünce, tek inanç” üzerinden şekillendirmişti. Bu da savaşı ve çatışmayı derinleştiriyor. Türkiye’deki bütün toplumsal olaylara baktığımızda bütün sorunların kaynağı aslında bu tekçi yaklaşım ve antidemokratik uygulamalardır. Biz bu antidemokratik uygulamalara karşı çok kültürlü çok kimlikli bir yapı inşa etme konusunda Türkiye’de sol sosyalist yapılarla birlikte mücadele ettik etmeye devam ediyoruz. Ama aslında bu sadece Türkiye’nin meselesi değil Ortadoğu halklarının meselesidir.

»Nasıl?
Tunus’tan başlayıp Suriye’ye kadar uzanan süreç aslında Ortadoğu halklarının baskıcı otoriter yönetimlere karşı ‘Artık Yeter’ demesidir. Bunun Türkiye’de de etkileri oldu. Gezi direnişi ya da Amed’teki süreci bundan bağımsız göremeyiz. Kürt halk önderi Sayın Abdullah Öcalan’ın 21 Mart Amed Newrozu’nda yaptığı deklarasyon yeni bir dönemin başladığını ifade etti. Kapitalist moderniteye karşı demokratik moderniteyi birlikte inşa etme çağrısı aslında tüm ezilenlerin, emekçilerin, kadınların gençlerin nasıl bir gelecek istedikleriyle alakalı. Bu süreçte Kürtler ilk kez Türkiye sol sosyalist yapılarla birleşerek daha güçlü mücadele edebileceklerini fark ettiler. Bizim hem HDK, hem HDP hem de BDP olarak bu noktada temel görevimizin iki meydanın, Amed ve Taksim Meydanları’nın taleplerini ortaklaştırmak olduğunu düşünüyorum. Amed’ten Taksim’e sokakların barışa çıkmasını istiyorsak bu iki meydanın eşitlik, adalet ve özgürlük taleplerinin göz ardı edilmemesi gerekiyor. Bizim görevimiz gerçek demokrasiyi inşa etmek. Ama çözüm süreci denilen bu süreç zor bir süreç.

»AKP’nin çözüm sürecine yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hükümet barış istemediğini çeşitli şekillerde defalarca gösterdi. Ama Ortadoğu’da yaşanan konjonktür, halkların talepleri, “KCK operasyonu” adı altında yürüttüğü siyasi soykırıma rağmen hem sokakta hem zindanlardaki direniş, gerillanın Şemzinan’a (Şemdinli) kadar gelmesi AKP hükümetini Sayın Öcalan’la diyalog kurmaya zorunlu bırakmıştır. Bu diyalog süreci Türkiye sol sosyalist yapılarda bir al-ver meselesi olarak algılanmışsa da biz Türkiye’de sol sosyalist hareketin, demokrasi mücadelesi verenlerin Kürt özgürlük hareketiyle bir arada olması gerektiğini söyledik. Zaman bizi haksız çıkarmadı. Ancak diyalog süreci de tıkandı. Umarım bu tıkanıklık bir an önce aşılır ve müzakereye geçeriz.

»Önümüzde yerel seçimler var. HDK ve HDP’nin adaylarıyla ilgili çeşitli isimler söyleniyor ama esas olarak HDK ve HDP’nin kalıcı bir barış için önemini sormak istiyorum size?
HDK ve HDP olarak barış talebiyle emek mücadelesini, kadın mücadelesini, ekoloji mücadelesini, gençlik mücadelesini bütün alanlardaki mücadeleyi birleştiren bir anlayışla Türkiye’de gerçek bir demokrasinin olacağını düşünüyoruz. Ve bunun inşası konusunda kendimizi görevli ve sorumlu hissediyoruz. Yerel yönetim anlayışımızı da bu bağlamda ele alıyoruz. Meselemiz iktidarları ele geçirmek değil halkın hizmetine sunulacak iktidarın olması.

»Aday seçiminizde nasıl bir yol izleyeceksiniz?
Halk için, halkın kendi kendini yönetebileceği yönetimlere katılabileceği bir süreci birlikte işletebilir miyiz sorusunu meselemiz haline getirdik. Adaylarda isimlerden ziyade önemli olan bu anlayış ve ilkelerimizdir. Farklı bir siyasetin mümkün olduğunu HDK ve HDP ile göstermek istiyoruz. Çünkü artık halka dayanmayan, halkın içerisinde yer almayan halkın kendi karar süreçlerine katılmadığı bir yönetim anlayışının bu süreçte yer almasının mümkün olmayacağını düşünüyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder