29 Temmuz 2013 Pazartesi

MURRAY BOOKCHIN

anarşist_deniz:
"GERÇEKÇİ OL, İMKANSIZI GERÇEKLEŞTİR!..."

"...çünkü imkansızı başaramazsak
düşünülemez olanla karşı karşıya kalacağız"


MURRAY BOOKCHIN
14/01/1921-30/07/2006

Murray Bookchin, 14 Ocak 1921'de New York Şehri'nde, çarlık döneminin Rus devrimci hareketi içinde aktif olan bir göçmen ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi. 1930'un hemen başında Komünist gençlik hareketine dahil oldu, ama 1930'ların sonlarına doğru onun otoriter karakterinden artık iyice hayal kırıklığına uğramıştı
. İspanyol İç Savaşı sırasında (daha büyük olan iki arkadaşı Madrid cephesinde ölen [Bookchin] yaşının küçük olması nedeniyle [savaşa] doğrudan katılamadı) yürütülen faaliyetlerin örgütlenmesiyle yakından ilgilinen [Bookchin], Eylül 1939 Stalin-Hitler antlaşmasına kadar Komünistlerle birlikte oldu, ve [bu tarihte] "Troçkist-anarşist eğilimleri" nedeniyle [örgütten] atıldı. New Jersey'de dört yıl dökümhane işçisi olarak çalışırken işçi hareketine dahil oldu ve Endüstriyel Örgütler Kongresi [Congress of Industrial Organizations, CIO] içinde, (o zamanın ağır endüstri bölgesi) New Jersey'in kuzeyindeki sendika örgütlenmesinde aktif olarak çalıştı. Troçki hayattayken Amerikan Troçkistlerine sempati duymaya başladı ve onlarla beraber çalıştı; ama birkaç yıl sonra özellikle Troçki'nin ölümünün ardından onların geleneksel Bolşevik otoriterliğinden rahatsız oldu.
1940'larda ABD Ordusundaki görevini tamamladıktan sonra, o artık bir otomobil işiçisiydi; ve Walter Reuther'in lider olmasına kadar oldukça liberter bir sendika olan Birleşik Otomobil Emekçileri [United Auto Workers, UAW] içinde çalıştı. 1948'deki büyük General Motors grevine katıldıktan sonra daha sonraki yıllarda yoğun bir şekilde hakkında yazacağı bir konuda, [yani] endüstriyel işçi sınıfının "hegamonik" ve "öncü" rolü hakkındaki geleneksel görüşlerini sorgulamaya başladı. Nihayet liberter bir sosyalist oldu, ve muhalif Marksist olan ve giderek liberter bakışa doğru yönelen [International Komunisten Deutschlands] New York'taki sürgün Almanlarla beraber çalışmaya başladı. 1950 başlarındaki bir çok yazısı "Dinge Der Zeit"de ve onun ingiliz-dilindeki ikizi olan "Contemporary Issues"da M.S. Shiloh, Lewis Herber, Robert Keller ve Harry Ludd gibi takma adlarla basıldı. Oldukça uzun olan "Gıdalarda Kullanılan Kimyasallar Sorunu" adlı makalesine dayanan ilk kitabı, Gotz Ohly'nin ortaklığında Almanya'da 1952 yılında basıldı. ABD ve Almanya'da ekolojik konulardaki yazılara öncülük etti, ve Alman dostlarından gelen bilgilere göre yazılarının Alman gıda ve ilaç yasalarının reforme edilmesine katkısı oldu.
1960'larda, hemen hemen başlangıcından itibaren karşı-kültür ve Yeni Sol hareketleriyle yakından ilgilendi, ve ABD'nde toplumsal ekoloji fikirlerine öncülük etti. Rachel Carson'un "Sessiz Bahar" adlı eserinden yaklaşık altı ay önce, Amerika'daki ilk kitabı olan "Sentetik Çevremiz" Alfred A. Knopf tarafından 1962'de basıldı. Bu yapıtı Rene Dubos ve William Vogt gibi bilim aleminin önde gelen üyeleri tarafından olumlu eleştiriler aldı. Bunu 1965 yılında basılan "Kentlerimizdeki Kriz" adlı kitabı takip etti. Ekoloji konusunun radikal önemini ve her çeşit ilerici hareket için alternatif teknolojileri geliştirdiği öncü iki makalesi "Ekoloji ve Devrimci Düşünce" (1964) ve "Özgürleştirici Teknolojiye Doğru" (1965)'nun da içinde yer aldığı derlemesi "Kıtlık-Ötesi Anarşizm" adlı kitabını 1971'de yayınladı. Geleneksel Marksizme karşı eleştirilerinin yer aldığı, "Dinle Marksist!" ABD ve Büyük Britanya'da 100.000'i aşkın bir sayıda satılarak, 1960'ların sonunda Amerikan Yeni Sol'unda derin etkiler yarattı.
1960'ın sonlarında, ABD'ndeki en büyük "özgür üniversiteler"den birisi olan New York'daki Alternatif Üniversite'de dersler veren Bookchin, daha sonra Staten Adası'ndaki New York Şehir Üniversitesi'nde [de dersler verdi]. 1974 yılında Vermont'da Plainfield'de kurulan, [kendi] düşüncelerini yansıtan ekofelsefe, toplum kuramı ve alternatif teknoloji gibi ileri seviyedeki programlarıyla uluslararası bir saygınlık kazanacak olan Toplumsal Ekoloji Enstitüsünün ortak kuruculuğunu ve yöneticiliğini yaptı. Yine 1974 yılında, 1983'de onur üyesi olarak emekliye ayrılacağı New Jersey Ramapo Koleji'nde dersler vermeye başladı.
Takip eden çalışmaları "Kentin Sınırları" (1974), "İspanyol Anarşistleri" (1977) ve "Ekolojik Bir Topluma Doğru" (1981) oldukça olumlu karşılandı; ve "Özgürlüğün Ekolojisi" (1982) kitabına birer giriş teşkil ettiler. 1950'lerden beri makaleleri, aralarında Win, Liberation, Ramparts, Co-Evolution Quarterly, Rain, Telos, New Politics, Our Generation, Environmental Ethics gibilerinin de olduğu pek çok dergide yayınlandı. "Kentleşmenin Yükselişi ve Yurttaşlığın Düşüşü" (1985) adlı kitabı yurttaş özyönetiminin ve konfederalizmin tarihsel bir incelemesidir. "Toplumu Yeniden Kurmak" (1989) ve "Toplumsal Ekolojinin Felsefesi" (1990) en son yayınlanan kitaplarıdır.
70 yaşının başlarında olan Bookchin Vermont'da Burlington'da yarı-emekli olarak yaşamaktadır. Sağlığı nedeniyle faaliyetleri giderek sınırlansa da, onursal yönetici konumunda bulunduğu Toplumsal Ekoloji Enstitüsünde her yaz iki ders vermektedir; ve zaman zaman da Kuzey Amerika ve Avrupa'da dersler vermektedir. "Anarchist Studies" ve "Society and Nature" dergilerinin danışma kurulunda yer almaktadır. Arkadaşı Janet Biehl ve diğerleri ile birlikte, "Green Perspectives" adlı teorik gazetenin halihazırda otuz sayısını yayınlamıştır. Bugün --1994-- diyalektik doğa felsefesinin tarihsel ve toplumsal bir dökümü olan "Kozmoloji'nin Politikası" (1998'de yayınlanacak) adlı kitabı üstünde, ve devrimci halk hareketlerinin iki ciltlik bir tarihi olan "Üçüncü Devrim" adlı kitabının ikinci cildi üstünde çalışmaktadır (1. Cilt 1996'da yayınlanacak).
Bookchin 1930'ların geleneksel Marksistlerinden Peter Kropotkin'in anarşist geleneğindeki sol-liberterliğe doğru ilerledi. Anarşist düşüncenin yakın zamandaki tarihinin (Peter Marshall, "İmkansızı İstemek", 1992) vurguladığı üzere, onun anarşist geleneğe en önemli katkısı geleneksel merkezsizleştirici, hiyerarşik olmayan ve halkçı geleneğini, sol-liberter felsefi ve ahlaki bir görüş noktasından ekoloji ile içiçe geçirmesidir. 1950'lerde ve 1960'larda oldukça orijinal olan bu görüşler, Fritz Schumacher ve diğer ekofeministlerin yazıları sayesinde zamanımızın genel bilincine yerleşmiştir. Onun yaklaşımının radikalizmi, bizim doğaya hakim olma kavramımızın tarihsel oluşumunun temel olarak insanın insana hakimiyetinden --özellikle de gerontokrasilerden [yaşlıların hakimiyeti], babaerkillikten, ve diğer tahakkümcü katmanlardan-- [kaynaklandığında] yatmaktadır. Yazılarında sınıf ve sömürü ilişkilerinin ötesine geçerek, kökleri uzak geçmişte olan hiyerarşik ve tahakkümcü [ilişkileri] anlamayı hedefler.
Onun fikirlerinin desteği [dayanağı, ing. underpinning], diyalektik geleneği "doğallaştırmak" için ekolojik düşünceyi Hegel'in diyalektik mantık sisteminin emrine veren bir diyalektik düşüncenin yeniden gözden geçirilmesidir. Onun "diyalektik doğacılığı", Hegel'in diyalektik idealizmi ve Marksist diyalektik materyalizmi --özellikle de Marks ile uzlaşır görünen Fredrich Engels tarafından geliştilen maddeci yaklaşımı-- ile bir zıtlık oluşturur. Onun diyalektik doğacılığı "Toplumsal Ekolojinin Felsefesi" adlı kitabında oldukça ayrıntılı bir şekilde açıklanmıştır.
1970'lerin sonundan itibaren, Bookchin Yeşil hareketlerin tüm dünyada gelişmesinde önemli bir uyarıcı [itki] olmuştur, ve Yeşil politikanın doğası ve geleceğiyle ilgilenen pek çok eser kaleme almıştır. Son onyıllardaki en önemli taleplerinden birisi "yeni bir politika" talebi olagelmiştir; yani belediye, komşuluk ve kent seviyelerinde doğrudan-demokratik halk meclislerinin tekrardan canlandırılmasına dayanan bir politika, ya da onun adlandırmasıyla liberter belediyecilik. Yurttaş [belediye içinde yaşayanların] yerelciliğinin tehlikelerinden sakınmak için, merkezi devletin zıttı olan merkezsizleşmiş toplumun konfedere hale geleceği yurttaş konfederalizmini geliştirmiştir. Mülkiyet ve yönetimin mevcut şirketler kapitalist sisteminin, Marksist sosyalistler tarafından ilan edilen kamulaştırma ekonomisinin, ve sendikalistlerce savunulan işçi sahipliği ve endüstrinin özyönetiminin aksine [Bookchin] belediyeleştirilmiş ekonomi talebini savunmuştur. Bu fikirler Kuzey Amerika ve Avrupa Yeşil hareketlerinde geniş bir şekilde tartışılmıştır.
Murray Bookchin'in hayatı ve çalışmaları iki tarihsel devreye [ing. era] yayılmaktadır; çalışan-sınıf ayaklanmaları ve klasik faşizme karşı mücadeleleri ile geleneksel proleter sosyalizmi ve anarşizm devri; savaş sonrasının büyüyen şirketler kapitalizmi, çevresel çürümesi, devletçi politikaları ve teknokratik zihniyeti. [Bookchin çalışmalarında] toplumdaki bu kapsamlı değişiklikleri dondurmaya; ve bilinci, yaşanmış bir geçmişten gelen ve özgürleşen bir geleceğe doğru yönelen ahenkli bir bakışın içinde dondurmaya çalıştı.


YAŞAMTARZI ANARŞİZMİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ


 
Bugünün yaşam tarzı anarşizminde göze çarpan en zorlayıcı yön, düşünme yerine doğrulanlığa, akıl ile gerçeklik arasında saf, birebir bir ilişkiye olan düşkünlükleridir. Bu tür bir doğrudandık, yalnızca özgürlükçü düşünceyi farklı ve dolayımlı fikirlerden muaf kılmakla kalmaz, aynı zamanda akılcı çözümlemeyi ve dolayısıyla akılcılığın kendisini engeller.
 İlkelci yaşam tarzı anarşistlerinin bakış açısından; insanlar ancak, insan dışı doğaya müdahale etmek yerine uyum sağladıklarında, ya da akıl, teknoloji, uygarlık ve hatta konuşmadan kurtularak, belki de "doğal haklar" ile donatılmış olarak, içten ve ille de akılsız, "coşkulu" bir durumda, var olan gerçeklikte uysal bir "uyum" içinde yaşadıklarında en iyi zamanlarındadırlar. T.A.Z.,Fifth Estate, Anarchy: A Journal of Desire Armed ve Michael William'ın çıkardığı Stirnerci Demolition Derby gibi lümpen "fanzin"lerin hepsi, içinden "düşmüş" olduğumuz, dolayımsız, tarihdışı ve uygarlık karşıtı bir "ilkelliğe"; çeşitli şekillerde "doğanın bağları", "doğal yasa" ya da doymak bilmez egomuz tarafından yönetildiğimiz bir mükemmellik ve "otantiklik" durumuna odaklanır. Tarih ve uygarlık, "endüstri toplumu"nun, otantikliğin uzağına düşmesinden başka birşey değildir.
 Daha önce de ileri sürdüğüm gibi, kökenleri gerici romantizme kadar izlenebilen "otantiklikten düşüş" mitosu, en son olarak da, sonraki faşist eserlerinde varlık ve zaman'da gizli kalan Völkish "spiritüalizm"i01 açıkça ortaya çıkan Martin Heidegger'in felsefesinde bulunur. Bu görüş şimdi, bir "yeşil Adolf" tarafından "kurtarılma" isteğini pek de saklamayan Rudolf Bahro'nun anti-demokratik yazılarında ve derin ekolojistler tarafından oltaya atılan politik olmayan ekolojik spiritüalizm ve "kendini tamamlama" arayışlarında bol bol bulunan dinginci mistizmden besleniyor.
 Sonunda bireysel ego; tarih ve oluşu, demokrasi ve sorumluluğu dışlayarak gerçeğin yüce tapınağı haline gelir. Gerçekten de, bu tür bir toplumla yaşanan ilişki, herşeyi yutan bir narsizm tarafından öylesine kısıtlanırki; bu narsizm; birliği, kendi tatmini için tepinerek ortaya attığı talep ve iddialardan ibaret bir egoya dönüştürür. Vecd02 ve arzu, yetiştirme ve tarihsel gelişimin ürünleri değil de, toplumsal olmaktan çıkmış bir dünyada baştan beri görünen, doğuştan gelen itkilermiş gibi; uygarlıktan kurtuluşun nihai olarak gerçekleşmesi şeklinde somutlaşan, bu egonun arzularının vecd halinde kendi kendini gerçekleştirmesini engeller.
 Stirnerci küçük burjuva ego gibi, ilkelci anarşizm de, toplumsal kurumlara, politik örgütlere ve radikal programlara, özellikle de incelediğimiz tüm yazarların otomatik olarak devlet işi ile özdeşleştirdiği toplumsal bir alana hiç yer vermez. Tek tük olan, sistematik olmayan, sürekli olmayan ve sezgisel olan; tutarlı, amaçlı, örgütlü ve akılcı olanı; yani bir "fanzin" ya da broşür yayınlamaktan -başka tüm sürekli ve örgütlü eylemleri gölgede bırakır. Hayal gücü akla, arzu teorik tutarlılığa, sanki bunlar birbiriyle temlden çelişiyormuşçasına karşı tutulur. Goya'nın, akıldan yoksun hayal gücünün canavarlık yarattığı yolundaki uyarısı, hayal gücünün, farksız bir "teklik"ten dolaysız bir deneyimle ortaya çıktığı izlenimini verecek şekilde değiştirilir. Aynı şekilde toplumsal doğa, biyolojik doğanın; yenilikçi insanlık, uyumcu hayvanlığın; zamansallık, uygarlık öncesi sonsuzluğun; tarih arkaik bir döngüselliğin içinde yok edilir.
 Her geçen gün ekonomik zulmü daha katı ve pervasız hale gelen bir burjuva gerçekliği, yaşamtarzı anarşizmi tarafından kurnazca değiştirilerek, kendi isteklerine düşkünlük, iptidailik, disiplinsizlik ve tutarsızlık dizgelerine dönüştürülür. 1960'larda Durumcular, "gösterinin teorisi" adı altında, aslında teorinin şeyleşmiş bir gösterisini üretmişlerdi; ama onlar en azından estetizmlerine birazcık denge kazandıran, işçi konseyleri gibi örgütsel düzeltmeler önermişlerdi. Yaşamtarzı anarşizmi, yeni bir hareket kaygısı duymadan örgütlülüğe, programlı bağlılığa ve ciddi toplumsal çözümlemeler saldırarak, Durumcuların en kötü özelliklerini taklit etmekte. 1960'ların kalıntıları gibi, (Zerzan tarafından "doğanın sınırları" diye yeniden adlandırılan) egonun sınırlarında amaçsızca dolanmakta ve bohem tutarsızlıktan bir fazilet çıkarmaktadır.
 En üzücüsü de, kendiyle meşgul estetik çılgınlıklarının, bir zamanlar toplumsal bağlam iddiasında bulunabilecek ve özgürlüğe dair uzlaşmaz bağlılığıyla tarihindışında, öznel alanda değil, ancak tarihin içinde, nesnel alanda ağırlığa sahip olabilecek Sol özgürlükçü bir ideolojinin toplumcu özünü önemli ölçüde aşındırmasıdır. Marx ve yandaşları bırakıp gittiğinde, anarko-sendikalizm ve anarko-komünizmin koruduğu Birinci Enternasyonal'in önemli talebi "Haklar görevsiz, görevler haksız olmaz" talebiydi. Geçmişe dönüp baktığımızda, bu slogan kuşaklar boyunca toplumsal anarşist olarak nitelendirdiğimiz dergilerin logolarını süsledi. Bugün ise aynı slogan, "silahlanmış" arzu adına temelde benmerkezci talep ya da Taocu düşünce ve Budist Nirvana'larla temelden çelişiyor. Toplumsal anarşizm insanlara devrim için ayaklanmaları ve toplumun yeniden yapılanmasını istemeleri çağrısında bulunurken, yaşamtarzı anarşizminin altkültürünü oluşturan hiddetli küçük burjuvalar, süreksiz başkaldırı ve Deleuze ile Guattari'nin deyişiyle, kendi "arzulayan makineleri"nin tatmin edilmesi çağrısında bulunuyorlar.
 Klasik anarşizmin (yokluğunda kendini gerçekleştirme ve arzuların karşılanmasının, yanlızca içgüdüsel boyutuyla değil, tüm boyutlarıyla varolamayacağı) toplumsal mücadeleye olan tarihsel bağlılığından geri çekilişine kaçınılmaz olarak deneyim ve gerçekliğin feci bir mistifikasyonu eşlik ediyor. Neredeyse fetişist bir biçimde özgürleşmenin lokomotifi olarak tanımlanan ego, bırakınız yapsınlar bireyciliğinin "egemen bireyi" ile özdeş hale geliyor. Toplumsal değerlerinden ayrılarak, özerkliğe değil, burjuva girişimciliğinin heteronom "benliğine" ulaşıyor.
 Aslında ego, egemen benliğiyle özgür olmak bir yana, bireysel özgürlük efsanesini amansız sermaye birikiminin amansız birikim yasalarını gizleyen diğer bir fetiş haline sokarak, görünüşte anonim pazar yasalarına -rekabet ve sömürünün yasalarına- sıkı sıkıya bağlıdır. Aslında yaşamtarzı anarşizmi, mistifikasyona yol açan ek bir burjuva aldatmacası olarak ortaya çıkıyor. Havarileri, borsa hareketlerinden; burjuva ticaretinin fiyat dalgalanmaları ve günlük gerçeklerinden daha "özerk değildir. Tüm özerklik iddialarına rağmen, elinde bir tuğla olsun ya da olmasın bu orta sınıf "asisi", gıda kooperatiflerinden kır komünlerine, modern toplumsal yaşamın tüm sözde "özgür" alanlarını işgal eden gizli pazar kuvvetlerine tümüyle mahkumdur.
 Kapitalizm bizi girdabına almıştır -yanlızca maddi açıdan değil, kültürel açıdan da. John Zerzan'ın, onun gibi bir teknoloji düşmanının evinde televizyon görmekten ötürü şaşırmış bir röportajcıya verdiği unutulmaz cevapta dediği gibi: "Tüm diğer insanlar gibi, ben de uyuşturulmalıyım" [1].
 Yaşamtarzı anarşizminin, "uyuşturucu" bir kendini aldatmaca olduğu en iyi, Max Stirner'inThe Ego and His Own adlı kitabında görülebilir; burada, kutsal "benliğin" tapınağında egonun "biriciklik" iddiası, John Stuart Mill'in liberal softalıklarını kat kat aşar. Aslında, egoizm, Stirner ile birlikte bilgi teorisinin bir sorunu haline gelmiştir. Ego and His Own'u dolduran çelişkiler ve üzüntü verici bir biçimde tamamlanmamış ifadeler labirentinde yolunu bulan insan, Stirner'in "biricik" egosunun bir efsane olduğunu, çünkü kökenlerinin görünüşte "öteki"nde -toplumun ta kendisinde- bulunduğunu anlar. "Hakikat senin gibi adım atamaz" diye egoiste seslenir Stirner, "hareket edemez, değişemez, gelişemez; hakikat herşeyi senden bekler ve alır ve senin sayende vardır; çünkü o yanlızca -senin kafandadır [2]. Stirnerci egoist, aslında nesnel gerçekliğe, toplumsallığın olgusallığına ve böylece de kökten toplumsal değişikliğe, burjuva pazarlarının saklı canavarlarının ortasında kişisel tatminin ötesine geçen tüm etik kriterlere ve ideallere veda eder. Bu dolayım eksikliği, somutun varlığının yanısıra, Stirnerci egonun kendi otoritesini de sarsar -benliğin toplumsal kökenlerini ve tarih içindeki oluşumunu göz ardı edecek kadar kapsayıcı bir iddia.
 Stirner'den bağımsız olarak Nietzsche, olgusallığı (facticity) ve hakikatın gerçekliğini silerek, bu hakikat görüşünü mantıksal sonucuna götürdü: "O zaman hakikat nedir ?" diye sordu. "Eğretileme, düzdeğişmece ve insanbiçimciliğin hareketli bir ordusu -kısaca; çoğaltılmış, yerleri değiştirilmiş, şiirsel ve retorik olarak süslenmiş bir insan ilişkileri toplamı [3]. Stirner'den daha açık sözlü olarak Nietzsche, olguların sadece yorumlardan ibaret olduğunu iddia etti; sahiden de "yorumların ötesinde bir yorumcuya gerek var mı ?" diye sordu. Görünene göre değildi, çünkü bu bile "bir icat, hipotez" idi [4]. Nietzsce'nin amansız mantığını devam ettirdiğimizde, yanlızca kendi gerçekliğini yaratmakla kalmayan, aynı zamanda bir de kendi varlığını, basit bir yorumdan fazla olarak haklı çıkarmak zorunda olan bir benlik ile başbaşa kalırız. Böyle bir egoizm, egonun kendisini de yok eder; ego, Stirner'in dile getirilmemiş öncüllerinin sisleri içinde kaybolur.
 Benzer şekilde tarihten, toplumdan ve kendi "eğretilemeleri" dışında kalan olgusallıktan sıyrılmış yaşamtarzı anarşizmi, gizli arzularıyla egonun, mantıksal soyutlamalar içinde buharlaşmak zorunda olduğu toplum dışı bir alanda yaşıyor. Ancak, egoyu sezgisel bir dolayımsızlığa indirgemek; kökenlerini sırf hayvanlığa, "doğanın sınırları"na ya da "doğal yasa"ya bağlamak, -ego sürekli geliştirici bir tarihle, yani, salt olaylardan daha fazlasından oluşuyorsa- egonun ilerleme ve gerileme, zorunluluk ya da özgürlük, iyi ve kötü, -evet !- uygarlık ve barbarlığın standartları için bir rehber olarak akıldan yaralanması gereken bir tarihin ürünü olduğu gerçeğini göz ardı etmek anlamına gelecektir. Kısacası, bir taraftan mutlak tekbencilik sürülerinden, diğer taraftansa "benliğin sırf bir "yorum" olarak kaybından kaçınmaya çalışan bir anarşizm, açıkça toplumcu ya da kolektivist olmalıdır.Yani, toplumsal yaşamın önkoşullarından kaçınan, göçebe, uçucu bir ego yolu ile değil; örgütlenme ve karşılıklı sorumlulk yoluyla özgürlük arayan toplumsal bir anarşizm olmalıdır.
 Açıkça söylemek gerekirse; hiçbir zaman kendini gerçekleştirmenin arzunun karşılanmasının önemini reddetmemiş olan anarko-sendikalizmle anarko-komünizmin sosyalist soyuyla, -toplumsal etkisizliği, hatta toptan toplumun inkarını teşvik eden- yaşamtarzı anarşizminin temelde liberal, bireyci soyu arasında, bunları birbirinden ayıran, tümüyle farklı amaçları, yöntemleri ve temellerinde yatan felsefelerini görmezden gelmediğimiz sürece aşılamayacak bir uçurum vardır. Stirner'in kendi projesi aslında, Wilhelm Weitlig ile Moses Hess'in sosyalizmine karşı giriştiği egoizme de tam sosyalizmin karşıtı olarak başvurduğu bir tartışmada ortaya çıkmıştır: "[Stirner'in verdiği] Mesaj, genel devrim yerine kişisel başkaldırıydı" diye takdirle gözler J Martin [5]. Bugün kökenlerini tarhselcilik, bireyin toplumsal oluşumu ve akılcı bir topluma olan bağlılığından alan toplumsal anarşizmden farklı olarak, varlığını yaşamtarzı anarşizmi ve onun yuppie takipçileri arasında sürdüren bir karşı konum.
 Yaşamtarzı "fanzin"lerinin her bir sayfasında bir arada bulunan bu karışık mesajların uyumsuzluğu, kıvranmakata olan küçük burjuvaların ateşli sesini yansıtmaktadır. Eğer anarşizm toplumcu özünü ve kolektivist amacını kaybederse, özgürlükçü bir program, politika ve örgütlenmenin ikamesi olarak estetizm, vecd ve arzuya ve de yersiz bir şekilde Taocu dingincilikle Budist kendini yok etmeye doğru sürüklenirse; toplumsal yenilenme ve devrimci bir görüş yerine toplumsal çürümeyle hırçın, egoist bir başkaldırıyı temsil eder hale gelecek. Daha da kötüsü, şimdilerde ergenlik çağında ya da yirmil yaşlarında olan kuşağın zenfin üyelerini zaten kasıp kavurmakta olan mistisizm dalgasını besleyecek. Yaşamtarzı anarşizminin, radikal toplumsal bir oluşumda elbette övgüye değer olan, ancak burada utanç verici bir biçimde "büyücülük" ile karıştırılmış olan vecd duygusu, akılcı ve diyalektik bir şekilde dünyanın farkında olmayı sağlamak yerine, ruhların, hayaletlerin ve Jung'unkine benzer arketipler03 aleminde kaybolmaya neden oluyor.
 Tipik bir şekilde, yaygın olarak okunan yabani bir Amerikan anrşist dergisi olanAlternative Press Review'in yakın zamanlarındaki bir sayısının (Sonbahar 1994) kapağını, tahminen girdap gibi dönen galaksilere ve New Age takım taklavatına karşı, Nirvana huzurunun hareketsizliğine sahip bir biçimde duran üç başlı bir Budist tanrısı süslemekte -bir New Age butiğinde, rahatlıklaFifth Estate'in "Anarşi" posterine eklenebilecek bir görüntü. Kapağın içinde bir figür sesleniyor: "Life Can Be Magic When Start to Break Free" (Özgürleşmeye Başladığımızda Yaşam Büyülü Olabilir) -Magic sözcüğündeki A daire içinde. Buna karşı şu soruları sormak zorundayız: Nasıl ?, Ne ile ? Derginin içinde Glen Parton tarafından yazılmış (David Foreman'ın Wild Earth dergisinden alınmış) olan bir derin ekoloji yazısı var; başlığı "Vahşi Benlik: Neden İlkelciyim?"; yazıda "yaşam şekilleri önceden verili olan doğaya uyan"" "ilkel halklar" övülüyor, Neolitik devrime ağıtlar yakılıyor ve "birincil görevimiz", "uygarlığımızı 'yıkıp' vahşiliği yeniden kurmak" olarak belirleniyor. Dergideki sanat çalışmaları, kabalığı yüceltiyor -bol bol insan kafatası ve yıkıntı görüntüleri. Black Eye'dan alıntılanan, derginin en uzun yazısı "Çöküş" 'te romantik lümpenle birleştiriliyor ve yazının sonunda neşeyle: "Gerçek bir Roma tatilinin04 zamanı geldi, haydi barbarlara yardım edin." deniliyor.
 Ne yazık ki barbarlar zaten burada -ve günümüzün Amerikan şehirlerindeki "Roma tatili" de, eşkıyalık, duyarsızlık, aptallık, ilkelcilik, uygarlık karşıtlığı, akıl karşıtlığı ve kaos olarak görülen belli dozdaki "anarşi"den ortaya çıkıyor. Yaşamtarzı anarşizmini, günümüz toplumsal bağlamında yanlızca ahlâki çöküntüye uğratılmış Siyah gettolarında ya da gerici Beyaz banliyölerinde değil, ama Kızılderili gençlik çetelerinin birbirini vurduğu, uyuşturucu satışının başıboş kaldığı ve "Kutsal pencere kayası anıtını gezen ziyaretçilerin bile çetelerin grafitileriyle karşılandığı (Seth Mydans, The New York Times, 3 Mart 1995) o görünüşte "ilkellik" merkezleri olan Kızılderililer'e ayrılmış bölgelerde de görmeliyiz.
 Nitekim, 1960'ların Yeni Sol'unun postmodernizme ve karşı kültürünün New Age spiritüalizmine kaymasıyla, büyük çapta kültürel bir çöküş yaşandı. Utangaç yaşamtarzı anarşistleri için, Cadılar Bayramı'na uygun sanat ve kundakçılık malzemeleri, umudu ve gerçeği anlamayı gittikçe ulaşılmaz bir uzaklığa itiyor. "Kültürel terörizm"in tuzakları ve Budist cemaatler ile parçalanan yaşamtarzı anarşistleri, kendilerini Wall Street'te ve şehirde, toplumun en üstünde bulunan barbarlarla, en altında bulunan kasvetli Avrupa-Amerika şehir gettolarının açtığı çapraz ateş arasında buluyorlar. Ne yazık ki, bugün içinde bulundukları çelişki, -şirket pazarlarının bugünlerde hiç de yabancısı olmadığı- lümpen yaşam şekillerine düzdükleri tüm övgülere rağmen, özgür bir toplum yaratma ihtiyacından çok, uyuşturucu ve insan vücudunun satışından elde edilecek ganimetle ve büyük miktardaki kredilerin kimlerin paylaşacağına -o çöplük bonoları ve uluslararası kurları da unutmayalım- dair vahşi bir savaşla ilgili.
 Saf hayvanlığa geri dönüş, -ya da "uygarsızlaşma" mı desek-, -özgürlüğe değil güdüye, zekâdan çok genlerle yönlendirilen "otantikliğe" bir dönüştür. Geçmişin büyük devrimlerinde gittikçe genişleyen biçimde dile getirilen özgürlük ideallerine hiçbir şey bundan daha uzak olmaz. Ve hiçbir şey, DNA gibi biyolojik buyuruculara itaat etme konusunda daha kararlı ya da kültür ile akılcı bir uygarlık uğruna yapılan mücadelelerin açtığı yaratıcılık, etik ve karşılıklılığa daha aykırı olamaz. "Vahşilikte" özgürlük yoktur; eğer bununla tam bir yabanilikle, hayvanlığı şekillendiren doğuştan davranış modellerinin kurallarını kastediyorsak. Uygarlığı, kendinin farkında bir özgürlük -duygular kadar akıla da, arzu kadar anlayışa da, şiir kadar nesire de bahşedilmiş bir özgürlük- yolunda taşıdığı büyük potansiyele gerekli önemi vermeden kötülemek, düşüncenin karanlık, zihinsel yeteneğin ise yanlızca evrimsel bir vaat olduğu hayvanlığın gölgeli dünyasına geri dönmektir.
By_Sumer:
araştırman ve bilgilendirmelerin için çok teşekkürler dostum. pek çok arkadaşımızın ilgisini çekecek bir kişilik olduğunu düşünüyorum. eline sağlık

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder