19 Haziran 2013 Çarşamba

‘İşi tadında bırakmak’ ve demokratik yön

Veysi SARISÖZEN  16.06.2013  Özgür Gündem
Belli ki direniş sürecek...

Neden?

“İşi tadında bırakalım” diyenler var...

Böyle durumlarda söylenebilecek en mide bulandırıcı laf budur... Bu “işin” “tadı” nasıl bir “tat”?

Dört ölüm, binlerce yaralı, milyarlarca liralık zarar...

“İki yüzlü demokrat” direnişi bir yandan “yavru kurt gösterisine” döndürmeye çalışıyor, “masumlaştırıyor”, “okşuyor, öpüyor, kokluyor”, bir yandan da, o direnişin altındaki keskin gerçeklerden ödü kopuyor.

“Tadında bırakın” diyor... “Tadı kararında mıydı” da “tadında” bırakılacak? Çok ucuzcular... Dört ölümün, binlerce yaralanmanın, halkın cebinden çıkan milyarların hesabını “ucuza kapatmaya” çalışıyorlar.

“Biz yargı kararı kesinleşene kadar Gezi Parkı’na dokunmayalım, siz de bize dokunmayın”...
Diyalog bu... Hükümet artık “Gezi Parkı’na dokunduğu” için değil, dört insanın hayatına ve binlerce insanın sağlığına “dokunduğu” için suçlanıyor... “Üç-beş ağaca” karşı direnişte birkaç yüz insan vardı. Bu “birkaç yüz insana” karşı yapılanlara karşı birkaç yüz bin insan ortaya çıktı. Neden çıktı?

Hükümet ölümlere neden olduğu için, şiddet kullandığı için ve kullanılan bu şiddetin, bu şiddet kullanılırken takınılan tavırların, gelecek için yaratılan büyük tehlikeyi gösterdiği için milyonlar sokaklara döküldü...

Şimdi “ben yargı kararına kadar Gezi Parkına dokunmayayım, yargı kararından sonra referandum, plebisit, anket manket yapayım, bir iki polisi her zaman olduğu gibi ‘geçici’ olarak cezalandırayım, siz de bana dokunmayın” demek, yaşananlarla alay etmektir.

O nedenle sorunu şöyle koyalım: “Üç-beş ağaç için” yapılan direniş, bizzat Cumhurbaşkanı, Başbakan, Hükümet, Avrupa Birliği, ABD ve BM tarafından haklı, meşru ve hatta ‘masum’ direniş olarak ilan edildiğine göre; “dört ölüm, binlerce yaralı, milyarlarca liralık zarar için” direnişe devam edilmesi en az “üç-beş ağaç için” direniş kadar “haklıdır, meşrudur”...

Buna kim itiraz edebilir? “Üç-beş ağaç” kesildikten sonra direnişi “tadında bırakmak” mümkünken, şimdi “tadı çoktan kaçmış” şiddetin karşısında “direnişi tadında bırakmaktan” söz edilebilir mi?

“Tamam biz ağaçları kestik, siz direndiniz, sulh olalım, biz ağaçları dikelim, siz de Gezi’den çıkın, işi tadında bırakalım” denebilecekken, şimdi, “Tamam, biz dördünüzü öldürdük, binlercenizi yaraladık, birkaç düzinenizi tutukladık, cebinize milyarlarca lira zarar verdik, ölülerinizi gömelim, yaralarınızı tımar edelim, cebinize de üç beş kuruş koyalım, sulh olalım, siz de direnişten vazgeçin, işi tadında bırakalım” diyebilecek bir kahraman var mı şu hükümetin içinde? Çıkamaz. Hiç kimse direnişçilerin direnme iradelerine tek bir meşru itirazda bulunamaz...

Ve Gezi Direnişi’nin geldiği bu yeni aşama, artık “salt bir 90 kuşağı” deneyimi gibi sınırlayıcı ve gelişmenin yalnızca “özgün” yanını ele alan bir yöntemle aydınlatılamaz. Ortada bir hükümet var. Sarsılıyor. Tarihindeki ilk krizde bocalıyor. İç çelişkileri derinleşiyor. Hükümet kendi eliyle kendi krizini hayret edilecek şekilde büyütüyor. Bu yazı yazılırken Ankara’daki “karşı-direniş” nasıl sonuçlandı bilmiyorum. Ama “camide içki içtiler, örtülü genç gelinin üzerine siydiler” diye ajitasyon yapan bir Başbakan var Türkiye’de. Tehlikeli yan burada... Bu kriz koşullarında Türkiye kendisini her an Suriye’de bir maceranın içinde bile bulabilir. Savaş demektir bu...

Şimdi, sorun şu: Bu krizden nasıl çıkılacak? Hükümeti mi devireceğiz yoksa demokratik bir Türkiye için mi mücadele edeceğiz? Soru meşru: Çünkü şu anda bu iki ihtimal aynı kapıya çıkmayabilir... Ortada hükümete karşı demokratik bir alternatif yok. Hükümet bu kafayla giderse “yıkılmaz” ama “yıkılmaktan beter” olur. Önü kaostur. Herkes için kaostur. O halde krizden çıkış, Gezi direnişinin bütün güçleriyle, Kürt Özgürlük Hareketi’nin “demokratik çıkış” için birleşmesidir. Şimdilik benim söyleyeceğim şu: Hükümet bugün İstanbul’daki “karşı-direnişi” iptal etmez ve halkın karşısına geçip 18 günlük şiddetin bütün sonuçlarından sorumlu olduğunu ve bunun gereğini yerine getireceğini, bunun da en büyük işareti olarak, halkın yaşam tarzına, Alevilerin inançlarına, Kürtlerin haklarına, yoksulların cebine karşı attığı bütün adımları geri alacağını ve adem-i merkeziyetçi bir anayasayla, bütün yerellerin egemenliğini, en geniş şekilde yerellere terk edeceğini, Suriye’de bütün halkların haklarına saygılı olacağını açıklamazsa, krizden demokratik bir çıkış yolu bulunamaz... Ve şu anda “çıkış yolu”, Öcalan’ın “manevi önderliğinde” toplanan Kürdistan’daki tarihi konferansta tartışılıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder