Tarık Ziya Ekinci Sol-Tartışlma
Değerli konuklar, aziz dinleyenler,
Sağlığım elvermediği için konferansa katılamadım. Sizlere gönderdiğim bu
yazılı mesajla hitap etmek zorunda kaldığım için üzgünüm. Beni mazur görmenizi
diliyor hepinize sevgi ve saygılar sunuyorum. Konferansımızın başarılı olmasını
toplumsal barışa ve demokrasiye katkı sağlamasını diliyorum.
Muhterem arkadaşlar,
Türkiye’nin en önemli sorunu
demokratikleşme olduğu görüşünü benimle paylaşacağınıza inanıyorum. Tüm
sorunlarımızın kaynağında demokrasi eksikliği vardır. Buna karşın siyasal
hayatımıza yön veren partilerin hiçbiri demokrasiyi ilerletmek, toplum
yaşamında egemen kılmak arzusunda değildir. Statükoyu korumaktan öteye bir
çabaları yoktur. Sözel olarak demokrasiden yana görünmeleri yığınları
yatıştırma ve oy alma amaçlı bir aldatmacadır. Hiçbiri var olan düzeni
değiştirmekten, insan haklarına saygılı, hukukun üstünlüğüne bağlı, çoğulcu çok
kültürlü ve eşit haklı vatandaşlığa dayalı özgürlükçü bir demokrasiyi kurmaktan
yana değildir.
Bugün için Türkiye’de demokrasinin
tek itici gücü vardır: O da ‘Kürt sorunu” olarak adlandırılan Kürt halkının
talepleri ve bu talepler için yürüttükleri mücadeledir. Kürtlerin taleplerini
karşılama yolunda atılan her adım ayni zamanda demokrasi için atılmış bir adımdır.
Bu nedenle demokrasi isteyen herkesin görevi, Kürtlerin eşit vatandaşlık
taleplerine destek olmaktır. Ne var ki, yüz yıldan beri devletin öncülük ettiği
statükocu güçlerin ideolojik ve politik saldırılarına maruz kalan halk yığınlarında
ters bir bilinçlenme oluşmuş. Gerçek bir demokrasi ile temel insan hakları ve
Kürt halkının talepleri arasındaki bağın algılanması zorlaşmıştır. Bu olumsuz
şartlanmayı aşmanın yolu demokrasi talepleriyle Kürtlerin eşit haklı vatandaşlık
taleplerinin bir ve bütün olduğunu bilinçle algılamak ve halk yığınlarını da bu
yönde aydınlatmaktır. Konferansımızın temel görevi budur.
Demokrasi için öncelikli
görevimiz demokratik hak ve özgürlükleri güvence altına alan bir anayasa
yapılmasına katkı sunmaktır. Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze kadar yapılan
anayasaların tümü devleti temsil eden güçler tarafından topluma dayatılmış
belgelerdir. Hiçbiri halkın iradesini yansıtmıyor. Bunların tümü vatandaşa
karşı devleti koruyan ve onu kutsayan anayasalardır. Yeni bir anayasa hazırlama
çalışmalarının yürütüldüğü bugünlerde düzen partileri yine devletçi bir anayasa
için çaba göstermektedirler. Demokrasi güçlerinin bu pervasızlığa karşı uyanık
davranmaları ve Türkiye’nin yeniden ırkçılık ve kutsal devlet tuzağına
düşmesine fırsat vermemeleri en büyük temennimizdir.
Muhterem arkadaşlar,
Unutmamak gerekir ki yeni bir anayasa yapmanın
anlamı, yürürlükte olanın temel felsefesini değiştirmektir. Diğer bir deyimle
devleti koruyan 1982 tarihli darbe anayasası yerine vatandaşların hak ve
menfaatlerini koruyan yeni bir anayasa yapmaktır. Yürürlükteki anayasanın temel
felsefesi değiştirilmesi yasaklanan maddelerde yazılıdır. Geri kalan maddeler
ise bunlarla uyumlu uygulama maddeleridir. Oysa Anayasa Komisyonu kurulurken CHP ve MHP yöneticileri
peşin bir kararla anayasanın değiştirilemez maddelerini koruyacaklarını ve bunu
partilerinin kırmızıçizgisi olarak ilan ettiler. Bunun anlamı, darbe
anayasasını değiştirmekten vazgeçmektir. Seçim kampanyasında taahhüt edilen
yeni bir anayasa yapma sözünden dönmektir. Çünkü Anayasanın temel felsefesini
oluşturan maddelerin dışında kalanların değiştirilmesi yeni bir anayasa yapma
anlamına gelmez. Nitekim 1982 anayasasının pek çok maddesi değiştirildiği halde
değiştirilemez olanlarına dokunulmadığı için, bireysel hak ve özgürlüklerin
kullanılması ve genişletilmesi mümkün olmamıştır. Anılan partiler bu
davranışlarıyla yeni bir anayasa yapılmasına ambargo koymuşlardır.
Anayasanın değiştirilemez
maddelerindeki kavramlar iki bölümdür. Bir bölümü biçimseldir. Örneğin, Türkiye
devletinin bir Cumhuriyet olduğu, bayrağının nitelikleri, İstiklal Marşı,
Başkentinin Ankara olduğu vb. hükümlerin değiştirilmesi hiç kimsenin aklından
geçmez. Bunların değiştirileceği iddiaları statükoyu korumaya dönük aldatıcı spekülasyonlardır.
Buna karşın, 2.maddenin özü ile 3.maddenin ilk fıkrasında yer alan hükümler
anayasanın temel felsefesini oluşturdukları için üzerinde dikkatle durulması
gereken hükümlerdir. Bunlar değişmedikçe yapılacak anayasanın yeni ve
demokratik bir anayasa olması mümkün değildir.
Bu hükümlerin korunması yönünde
kamuoyunu etkilemek amacıyla gerçekdışı yorumlar yapılıyor. Oysa Cumhuriyetin
kuruluşundan itibaren yapılan uygulamalar bu maddelerin öngördüğü milliyetçilik
kavramı ile devlet anlayışının çağdışı ve antidemokratik olduğunu kanıtlamaya
yeterlidir.
Bugünkü anayasanın 2. maddesinde
milliyetçilik şöyle formüle edilmiştir: “Türkiye Cumhuriyeti, (...),
Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere (Atatürk
İlke ve İnkılâpları kast ediliyor) dayanan, (...) bir hukuk devletidir.” Bu
maddenin özünü oluşturan Atatürk milliyetçiliğinin açık ve net bir karşılığı
yoktur; bunu herkes kendi meşrebine göre tanımlıyor. Atatürk’ün konjonktürel
olarak yaptığı kimi açıklamalar da bu milliyetçiliği tanımlamak için referans gösterilemez.
Atatürk Milliyetçiliğini belirleyen onun sağlığında uyguladığı ve ondan sonra
da sürdürülen uygulamalarla halen ordu içi eğitimin özünü oluşturan ve darbeler
dönemlerinde somutluk kazanan milliyetçi uygulamalardır.
Örneğin, 1925’te çıkarılıp
yürürlüğe konulan ‘Şark Islahat Planı’ Atatürk milliyetçiliğinin
somut bir belgesidir. Katı şekilde uygulanan ve on binlerce Kürt ailesini mağdur
eden bu plan Kürtleri asimle etmek amacıyla başvurulan yığınsal bir sürgün belgesidir.
Özetle, Kürtçenin yasaklanmasını ve Kürtlerin büyük nüfus içinde dağıtılarak
Türkleştirilmesini öngören asimilasyoncu bir plandır.
Atatürk
milliyetçiliğinin bir diğer göstergesi 1934 tarihli ‘Mecburi İskân Kanunudur’.
Bu Kanunun 2. maddesi “anadili Türkçe olmayanların (Kürtlerin) Akdeniz,
Ege ve Trakya bölgelerine yerleştirileceklerini” 13/3. maddesi de “Türk
ırkından olmayanların serpiştirme suretiyle köylere ve mahallelere küme teşkil
edemeyecek şekilde kasaba veya şehirlere iskân edileceklerini” öngörüyor.
Kanun, Şark Islahat Planı’na yasallık ve süreklilik kazandırmak amacıyla
çıkarılmıştır. İdare amirlerinin ve jandarmanın keyfi raporlarına dayanılarak
uygulanmış ve on binlerce Kürt ailesini mağdur etmiştir. Bu kanun ancak 1947’de
çok partili dönemin ilk yıllarında DP muhalefetinin baskısıyla kaldırılmıştır.
Atatürk milliyetçiliğinin bir
diğer sembol uygulaması Koçgiri’de, Şeyh Said ayaklanması sonrasında, Dersim
tedip hareketinde ve Ağrı-Zilan’da yapılan yığınsal öldürmelerdir.
Atatürk’ün sağlığında ve onun buyruğu ile çıkarılıp
uygulanan mezkûr belgeler ve yapılan yığınsal kırımlar Atatürk
milliyetçiliğinin ırkçı ve asimilasyoncu niteliğinin somut kanıtlarıdır.
Bugünkü evrensel ölçütlere göre, bir halkı topluca yer değiştirmeye zorlamanın
ve dillerini yasaklamanın bir insanlık suçu olduğu göz önüne alındığında ‘Atatürk
milliyetçiliğini’ bir anayasa kuralı olarak benimsemenin meşruluğu
savunulamaz. Keza başlangıç bölümünde yer alan aynı nitelikteki ‘Atatürk
İlke ve İnkılâpları’ da 21.yy dünyasında bir anayasa kuralı olamaz ve
olmamalıdır.
27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül askeri rejimlerinde de
Atatürk milliyetçiliği esas alınarak ‘Şark Islahat Planı’ içerikli idari
belgeler hazırlanmış ve kimi benzer uygulamalar yapılmıştır.
Anayasanın değiştirilmeyecek maddelerinden olan 3.
maddesinin ilk fıkrası da şöyledir: “Türkiye Devleti, ülkesi ve
milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.” Bu hükme göre devlet ülkenin ve milletin
sahibidir. Onun çıkarları ülkenin, milletin ve bireylerin çıkarlarından
üstündür. Anayasası’nın birçok maddesinde yer alan bu hüküm, devletin bir
hizmet örgütü olduğunu yadsımakta, ona kutsallık ve üstünlük izafe etmektedir. Bu
hükmün de antidemokratik ve faşizan bir hüküm olduğu açıktır. Öte yandan
‘milletin bölünmezliği’ ifadesi de iltibasa yol açan ve inkârcı bir öz taşıdığı
için son derece sakıncalıdır. Örneğin, Türkiye’de Türklerden başka bir halkın
yaşadığını ifade etmek ‘milletin bölünmez’ bütünlüğünü ihlal suçudur. Nitekim
uygulamalar bu yönde olmuştur.
‘Devletin dili Türkçedir.’ hükmü de hem evrensel
ölçütlere, hem de toplum gerçeklerine aykırı olduğu için antidemokratiktir.
Toplumda başka dillerin konuşulmasına olanak tanımayan asimilasyoncu bir
hükümdür. Anayasa Mahkemesi de değiştirilemeyecek maddeleri rejimin
özünü oluşturan temel hükümler olarak benimsiyor. Bu nedenle, değişiklikleri
esastan denetleme yetkisi olmadığı halde, değiştirilemeyecek maddelere aykırı
gördüklerini esastan inceleyerek iptal etmeyi içtihat haline getirmiştir. Bu
maddeler korunduğu takdirde 66. maddedeki vatandaşlık tanımının değiştirilmesi,
Türkçe dışında anadil yasağının kaldırılması ya da özerk yerinden yönetim
ilkesinin kabulü vb. yeni demokratik hükümler Anayasa Mahkemesince iptal edilebilir.
12 Haziran seçimlerine katılan ve ulusun tümünü
temsil eden irili ufaklı siyasi partiler kampanya boyunca yeni bir anayasa
yapmayı taahhüt etmişlerdir. Bu nedenle seçmenlerin yüzde 83.16’sının oy
kullanarak seçtikleri bugünkü meclis ‘Kurucu Meclis’ yetkisine sahiptir ve yeni
bir anayasa yapabilir. Ve yürürlükteki anayasanın değiştirilemez maddelerini de
değiştirebilir. Buna karşın, anayasanın değiştirilemez maddelerini savunmada
ısrarcı olmanın tek bir anlamı olabilir: O da toplumu aldatmak ve yeni bir
anayasa yapmaktan imtina etmektir.
Sonuç olarak, CHP ve MHP yöneticilerinin, 1982
anayasasının değiştirilemez maddelerini korumayı ‘kırmızıçizgi’ ilan etmeleri
yeni bir anayasa yapma sözünden vazgeçtikleri anlamına geldiği açıktır. Bu,
Türkiye toplumuna yapılan büyük bir haksızlıktır. Çünkü demokratik bir anayasa
yapmanın anlamı 1982 anayasasının temel felsefesini oluşturan değiştirilemez
maddelerinden kurtulmaktır. Aksi halde, yapılacak anayasanın yeni ve demokratik
olması beklentisi bir hayaldir.
Kutsallaştırılan kimi kavramların arkasına gizlenerek
temel felsefesi muhafaza edilen darbe anayasasını yeni bir anayasa gibi sunmak
isteyen zihniyete karşı uyanık olmak, devlet severlikten ve ırkçılıktan arınmış
demokratik bir anayasa yapmak için mücadele etmek acil bir görevdir. Bu
mücadelenin kazanılması barışın ve demokrasinin olmazsa olmaz koşuludur.
Sözlerime son verirken Konferansa başarılar diler
saygılar sunarım. 25. 05. 2013
Tarık Ziya Ekinci
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder