3 Nisan 2013 Çarşamba

'TÜRKİYE İSMİ HERKESİ KAPSAR' ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ ASİMİLASYONCUDUR

Dün ilk bölümünü verdiğimiz söyleşinin en az ilki kadar önemli ikinci bölümünde Târık Ziyâ Ekinci, güncel sorunları da içeren sorularıma cevap veriyor. TİP deneyimini, CHP’nin bugünkü konumunu, BDP’nin sürece ilişkin tavrını, Kürt sorununda kalıcı çözüm için yapılması gerekenleri içeren bu söyleşide, âdeta bir siyaset bilgesinin yılların süzgecinde rafine olmuş görüşleri yer almakta. Yeni Anayasa sürecine ilişkin görüşleriyle de önemli noktalara işaret eden Târık Ziyâ Ekinci’nin söyleşinin ikinci bölümünde dile getirdikleri de, kulak verilmesi gereken nitelikte. İşte söyleşimizin ikinci bölümü: 

NİL GÜLSÜM -19/03/2013 Milat  gazetesi
Demokrat Parti Kürtler için bir başlangıç diyebilir miyiz?
Evet, Kürtlerin seslerini çıkarabilmesi için Demokrat Parti bir başlangıç olmuştur. Fakat 1950 seçimlerinin propaganda dönemi çok zorlu geçti. Jandarmanın baskısı oldu. Hakaretler edildi, dayak atıldı, valilerin ve kaymakamların emriyle köyler basıldı. Fakat halk direndi. 1950 seçimleri, bütün bu yapılanlara rağmen zaferle bitti. Ama 1946 öyle olmadı. O seçimlerde Demokrat Parti, Doğu’daki hemen hemen hiçbir ilde seçimleri kazanamadı. 1946’da Demokrat Parti’nin çıkardığı yaklaşık 60 milletvekilinin tümü Batı illerindendi. Doğu’daki bütün milletvekilleri CHP’den seçildi.

Neden?
Çünkü hâlâ o korku devam etmekteydi. Doğu’da halk, Demokrat Parti’nin tutunabileceğine ve yaşayabileceğine ihtimal vermiyordu. Demokrat Parti’nin kazanamayacağını ve bütün taraftarlarının tutuklanacağını düşünüyorlardı. Ama 1950’de şartlar değişti. Mecbûrî İskân Kanunu 1947’de kaldırıldı ve sürgün bitti. Sürgünler döndüler. Meselâ Yusuf Azizoğlu adında etkin bir Kürt politikacısı vardı; sonradan Demokrat Parti’den milletvekili olan, Yeni Türkiye Partisi’ni ve Hürriyet Partisi’ni kuran bir zât. Yusuf Azizoğlu Tıp Fakültesi son sınıftayken ben de birinci sınıftaydım. Bu zâtın ailesi, Malkara’da sürgündü. 1947’de sürgünden döner dönmez Silvan’a yerleştiler ve Yusuf Azizoğlu CHP’den belediye başkanı oldu. Kezâ Siverek’te Hasan Ocak sürgünden döner dönmez CHP’den milletvekili oldu.
1946’da hâlâ diri olan korku atmosferinden 1950’ye nasıl gelindi?
Demokrat Parti 1946’dan 1950’ye gelinen dönemde mecliste etkili bir muhalefet yaptı. Bu muhalefetin nirengi noktalarından birisi, 33 köylünün katledildiği hadiseyi, Mustafa Muğlalı’nın işlediği cinayeti meclise taşıdılar. Bu, halkta müthiş bir cesaret patlamasına yol açtı. O zamana kadar yapılan şikayetler kaale alınmamıştı. Demokrat Parti 1946-1950 arasında bu olayı sonuçlandıramadı. Ama tek başına iktidara geldiği 1950’den sonra bu olay açığa çıktı. Mustafa Muğlalı yargılandı, hapse kondu ve cezaevinde öldü. Böylece 1950’de Kürtler Demokrat Parti’ye silme destek verdi.
Demokrat Parti Kürtlerin siyasette önünü açtı diyebilir miyiz?
Demokrat Parti kurulurken büyük bir koalisyon aradı. İnsan hakları mücahitleriyle, komünistlerle, Kürtlerle ittifak kurdu. Meselâ önemli bir Kürt aydını olan Faik Bucak Demokrat Parti’de yer aldı.
Demokrat Parti iktidarında bu ittifak devam etti mi?
Demokrat Parti döneminde demokratikleşme yönünde adımlar atıldı. Ama Kürtlere çok hak tanınmadı. 1957’ye doğru gelirken, ekonomide bozulma oldu. Menderes, Amerika’dan yardım bekliyor. O dönemin istihbarat teşkilatı olan MAH Menderes’e bir rapor getiriyor. Bu rapora göre, eğer Amerika Türkiye’de komünist bir tehlike olduğuna inandırılabilirse, destek almak mümkün olacaktır. Fakat Amerika buna itibar etmedi. Daha sonra da Kürt meselesini ortaya attılar. Türkiye’de komünist bir Kürt tehlikesi olduğu propagandasını yaymaya çalıştılar. Önde gelen bazı Kürtleri tutuklama furyası başladı. 50 Kürt genci tutuklandı. Bunlardan birisi ölünce, tutuklu 49 kişi kaldı ve bu olay, 49’lar olayı olarak bilindi.
DARBECİLER SÜRGÜN FURYASI BAŞLATMAK İSTEDİ
27 Mayıs Darbesinden sonra durum ne oldu?
27 Mayıs’ı yapan cunta, Atatürk döneminde uygulanan politikaların aynısını uygulamak, yeniden bir sürgün furyası başlatmak istedi. Millî Birlik Komitesi’nde bunlar konuşuldu. Fakat ömürleri vefa etmedi. Kürt hareketinin böyle bir tarihi seyri oldu.
Kürtlerin sol-sosyalist çizgiye yönelmesi nasıl oldu peki?
27 Mayıs’tan sonra yeni bir anayasa yapıldı. Bütün yetkileri askerin elinde toplayan bir anayasa olmasına rağmen, askerin egemenliği bazı demokratik haklarla kamufle edilmişti. Bunlar Türk aydınları tarafından demokratik haklar olarak tanımlandı. Bu haklarla birlikte, askerin egemenliğine ve MGK’ya dayanan bir vesayet rejimi kurulduğunun farkına varamadık. Bu anayasaya dayanarak Türkiye’de sol neşvünema bulmaya başladı. Doğan Avcıoğlu’nun Yön dergisinde yayımlanan bir bildiriye bin civarında aydın imza verdi. Onlar arasında biz Kürt aydınlar da vardık. Zâten 1957’den itibaren CHP’nin yeni bir anayasa sözü vermesi, özerk üniversiteden yana olması bizi umutlandırdı. Biz de o süreçte CHP’ye girdik. Fakat 1960’da asıl CHP’liler ve biz de sola yöneldik. Sol içerisinde Kürtlerin sorunlarının daha iyi ele alınabileceği umuduyla solda ve Türkiye İşçi Partisi içinde yerimizi aldık.
TİP’İN BAŞINI YEDİLER
Tam da burada TİP’i sormak istiyorum. TİP çıkışı itibariyle oldukça başarılı bir siyasal modeldi ve karşılık buldu. O başarı neden kalıcı olmadı?
TİP’in başını yediler. TİP, demokratikleşme ve özgürlük yolunda samimi bir programa sahipti ve çok doğru bir çizgideydi. Fakat TİP gelişirken, ODTÜ ve Siyasal Bilgiler içindeki gençlik hareketi, yığınsal biçimde örgütlendiler, bize bağlı olan Fikir Klüpleri Federasyonu’nu dağıttılar ve onu Dev-Genç hâline getirdiler. Dev-Genç’in kafasında ve yayınlarında, ‘Silahlı mücadele olmadan devrim yapılamaz’ görüşü savunuluyor, TİP’in yolunun da oportünist olduğu propagandası yapıldı. Gençlik de bunu böyle kabul etti.
Bu çabaların TİP’e yansıması nasıl oldu?
Bu hareketler TİP’i büyük ölçüde itibarsızlaştırdı. Tam bu sırada, TİP’in sosyalist çizginin dışına çıktığı ve tekrar bilimsel sosyalist çizgiye gelmesi gerektiği yönünde propaganda başladı. TİP bu şekilde karpuz gibi ikiye bölündü. Biz Kürtler Aybar ile hareket ettik. Hem silahlı mücadeleye başlayan gençlerin saldırıları, hem iç çatışmalar, hem de Demirel hükûmetinin seçim kanununu değiştirmesiyle birlikte parlamentoya girme şansımızın kalmaması yüzünden TİP ikiye bölündü ve etkinliğini kaybetti.
Bugün durum nedir?
Dünyada solun yerini sol liberal bir hareket almıştır. Fakat Türkiye’de bu yoktur. Gerçi EDP ile Yeşiller Partisi’nin birleşmesi ile yeni bir oluşum ortaya çıktı. Bu parti böyle bir çizgi vaadinde bulunuyor. Fakat pek etkili olamadılar. Etkili olacaklar gibi de görünmüyorlar maalesef. Bu tür bir çizginin Türkiye’de başarılı olmasının koşulları yok. Sosyal demokrat kişiler için de durum budur. Sosyal demokratlar CHP’nin içine girdiler.
CHP, ULUSALCI BİR PARTİDİR
CHP ve siyâsî çizgisi için ne söylersiniz?
CHP, Atatürk milliyetçiliği çizgisini izleyen ulusalcı bir partidir. MHP’ye çok yakın bir parti. Milliyetçi değil de, ulusalcı diyorlar kendilerine. Aslında birleşseler daha güçlü bir yapı oluşturabilirler. Aralarındaki tek fark, laiklik konusunda. CHP, otoriter laiklikten yana. MHP’de otoriter laiklik yok. Tek farkları bu.
Kılıçdaroğlu dönemini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kılıçdaroğlu’ndan sonra, Burhan Şenatalar gibi, daha önce bu partide yer alıp dışarıda kalmış Fikri Sağlar gibi isimler CHP’ye katıldı. Bunlar etkili insanlar. Tabanda da karşılıkları var. Fakat diğer kesim daha etkili ve sesleri daha çok çıkıyor. Genel Başkanları da iki kesimi imtizaç ettirmeye çalışıyor. Ulusalcı, militarist ve darbe yanlısı sağcıları parti meclisine getirip yerleştiren bizzat Kılıçdaroğlu’nun kendisi.
KILIÇDAROĞLU DEMOGOJİ YAPIYOR
Son dönemdeki tavrını nasıl buluyorsunuz Kılıçdaroğlu’nun?
Kılıçdaroğlu son dönemde bu sağcı, ulusalcı kesimden yana gibi görünüyor. Başbakanın başlattığı bu barış hareketine karşı demagoji yapıyor Kılıçdaroğlu. Cumhurbaşkanı ile görüşmesi de bu çerçevede anlaşılabilir. Bir nevi, Başbakanı şikayet ediyor Kılıçdaroğlu. Devletten müdahale istiyor. Artık nasıl bir müdahaleyse!
BAYKAL, TASFİYEYİ İMA EDİYOR
Baykal’ın son dönemde öne çıkması için ne diyorsunuz?
Baykal, CHP’nin eski CHP olacağını söylemek istiyor. Bütün Türkiye’yi dolaşacağını söylerken, önümüzdeki kongrede aday olacağını, gerekirse bazı unsurların tasfiye edileceğini ima ediyor.
BDP-KCK çizgisinde çözümden yana olmayanlar var mı?
Olabilir. Ama bunların belirleyici olduklarını sanmıyorum. Bu kişiler 30 yıldır Öcalan’ı yücelttiler, mistifiye ettiler, tabulaştırdılar. Bütün toplantılarında herkes söze başlarken Apo’ya olan bağlılıklarını ifade ederek başladı. Bu denli tabulaştırılan bir kişiye açıkça tavır koyma şansları yok.
BDP, ÖCALAN’A KARŞI ÇIKAMAZ
BDP temsilcilerinin üslubundaki yumuşama da bu yüzden mi?
Tamamen bu yüzden. Öcalan’ın iradesi olmasaydı, BDP’li milletvekillerinin Başbakan’a yönelik milliyetçi ve sert söylemleri devam ederdi. BDP’liler Öcalan’a karşı çıkamazlar. Çıkarlarsa, yok olurlar.
TÜRKİYE’DE İLERİ ADIMLAR ATILDI
Yeni Anayasa bu işin neresinde?
Türkiye’de çok ileri adımlar atılmıştır. Kürtçe televizyon yayın yapmaktadır. Kürtçe lisans eğitimi veren üniversiteler açılmış, Kürtçe seçmeli ders haline getirilmiş, Kürtçe savunma hakkı tanınmıştır. Ancak bunlar fiilî durumdur. Bunların hukukî dayanağı gelişmemiştir. Anayasal değişiklik çok önemlidir. Hukuk sisteminde köklü değişiklikler yapılmadan, atılan adımların güvencesi olmaz.
Kürtler ne talep ediyor Yeni Anayasa’dan?
Aslında Kürtlerin talepleri deve yükü değildir. Anayasada birkaç maddede bu talepler yerine getirilebilir. Meselâ Türkçe dışında bir dilde ana dilde eğitim yapılmamasıyla ilgili uygulama değiştirilmelidir. Yine anayasanın değişmez ilk üç maddesi kaldırılmalıdır. Anayasanın felsefesi o üç maddede yer almaktadır. Onlar değişmeden, o felsefe değişmeden, yeni anayasa yapılmış olmaz. Hatırlarsanız Ak Parti ve MHP kılık kıyafet ile ilgili bir anayasa değişikliği yapmış ve Anayasa Mahkemesi bu değişikliği esastan iptal etmişti. Oysa Anayasa Mahkemesinin böyle bir yetkisi yoktu. Yüksek Mahkeme bu kararını, anayasanın ilk üç maddesine dayandırmıştı. Yani bu üç madde, anayasadaki her şeyi bağlamaktadır.
ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ KALKMALI
Burada esas olarak itiraz ettiğiniz nedir?
Meselâ ne deniyor: Devletin milleti ve ülkesi ile bölünmez bütünlüğü. Ne çıkıyor buradan? Bir devlet var ve bu devletin de bir milleti ve ülkesi var. Yine Atatürk milliyetçiliği var. Atatürk milliyetçiliği benim için, 1925’te başlayıp 1947’ye kadar devam eden Mecbûrî İskân Kanunu’dur. Bunun kalkması lâzımdır. ‘Devletin dili Türkçe’dir’ hükmü kaldırılmalıdır. ‘Devletin resmî dili Türkçe’dir’ demek yeterlidir. Buna hiç kimsenin itirazı yok. Atatürk milliyetçiliği yerine de, vatana ve memlekete bağlılığı koymak yeterlidir.
TÜRKİYE İSMİ HERKESİ KAPSAR
Bazıları bu işin Türkiye’nin adının değiştirilmesine kadar varabileceğini söylüyor. Ne dersiniz?
Türkiye’nin adını değiştirmeye gerek yok. Bu coğrafi bir isimdir. Herkesi kapsar. Tıpkı Mısır gibi, Cezayir gibi bir isimdir. Türk ismi herkesi kapsamaz, ama Türkiye herkesi kapsar.
DEMOKRASİDEN YANAYIM
Özerklik, bağımsızlık talepleri için yorumunuz nedir?
Ben demokrasiden, kâmilen gerçekleşmiş, insan haklarına riayet edilen bir demokratik düzenden yanayım. İleri bir demokrasi her şeyin güvencesidir. Kürtler’e ve diğer halklara tanınacak hakların, diğer insânî hakların, işkencenin ve fâil-i meçhullerin ortadan kalkmasının güvencesi budur. Kürtlere pek çok vaadde bulunulmuş, fakat bunlar tutulmamıştır. Verilen sözlerin tutulmasının güvencesi demokrasidir. Mustafa Kemâl otoriter bir rejim kurduğu için verdiği sözleri kolayca ortadan kaldırabilmiştir. Türkiye’de gerçek bir demokrasi kurulmazsa, demokratik bir anayasa yapılmazsa, Kürtlerin bir güvencesi yoktur.
Bu noktada Kürtlerin Ak Parti’ye verdiği desteği nasıl anlamak lâzım?
Kürtlerin Ak Parti’ye verdiği desteğin iki temel sebebi var. İlk sebep, Kürt tarım ve ticaret burjuvazisinin devletle olan sıkı bağıdır. Bu bağ koparsa, hayatlarını sürdüremezler. Kürt burjuvazisi, ulusal bir pazar istememektedirler.  Bugün Kuzey Irak bile, kapalı ve ulusal bir pazar istememektedirler. İkinci sebep ise, din faktörüdür. Bugünkü hükûmetin dindar ve İslâm’ı yücelten bir hükûmet olduğu kabul edilmektedir.
BDP ATILIM YAPMAZSA SİLİNİR
Sosyalist hareket de Kürtler arasında güçlü…
PKK sol bir hareket olarak başladı mücadeleye. Ama şu an farklı bir hâle doğru evrilmeye başladı. Şu an daha çok liberal sol bir çizgiye geldi. Bence en büyük eksiklikleri de, Türkiye’yi kapsayan bir politika geliştirememeleri, Kürt sorununa hapsolmalıdır. Bu sorun çözüme kavuştuktan sonra eğer BDP atılım yapamazsa, Ak Parti karşısında silinip gitmeye mahkumdur. BDP, Türkiye partisi olmaya mecburdur.
‘Lice’den Paris’e Anılarım’, türünün en seçkin örneklerinden sayılabilecek bir eser. Oldukça da hacimli: neredeyse 1000 sayfa. Bu çalışmayı tamamlamanız ne kadar sürenizi aldı?
Yaklaşık iki yıl sürdü bu kitabı tamamlamam. Bu kitapta diğer hatıralarla birlikte, TİP’in demokratik çizgiden, Leninist çizgiye evrilmesi sürecinde çektiğim sıkıntıları da anlattım.
Kitapta birbirinden ilginç tanıklıklar var. Meselâ Recai Kutan ile ilgili bölüm dikkatimi çekti. Recai Kutan ile daha sonra temasınız oldu mu?
Hayır, Recai Kutan ile daha sonra karşılaşma, temas kurma imkanım hiç olmadı. Uzun yıllar yurtdışında kaldım. Türkiye’ye döndükten sonra da aktif siyasete dahil olmadım. Daha çok yazıyla katkıda bulundum. Uzun süre de, fâil-i meçhul sorunu yaşandı bu memlekette. Nitekim kardeşimi de bu şekilde kaybettik:
Siyasette uzun süre etkili olmuş bir kimse olarak pek çok isimle ya birlikte çalıştınız, ya da rakip oldunuz. Sizde iz bırakan, farklı bulduğunuz siyasetçiler, aydınlar kimler?
Hasan Cemal, Cengiz Çandar, Oya Baydar, Murat Belge, Tarhan Erdem ile temasım vardı. Yurtdışından döndüğüm 90’lı yıllarda Aydın Güven Gürkan ile dostluğum oldu. HEP kurulurken bir kadro ile parti kurma teşebbüsümüz oldu. Aydın Güven Gürkan, eski DİSK Başkanı Abdullah Baştürk, Murat Belge, Ahmet Türk, Mehmet Ali Aslan bir Türkiye partisi kurmak istedik. Demokrasi temelli bir parti olacaktı. Ancak Aydın Güven Gürkan çekildi.
Niçin?
Biz davetimizi yaptık ve daha çok Kürtler ilgi gösterdi. Aydın Güven Gürkan da, ‘Bu parti sadece Kürtler’e kaldı’ gerekçesiyle çekildi. O çekilince Murat Belge de ayrıldı. Abdullah Baştürk de destekleyeceğini söylemekle birlikte ayrıldı. Kala kala biz kaldık. Ben de Ahmet Türk’e başkan olmasını önerdim. O yapamayacağını söylese de, çok ısrar ettim. Fakat kabul ettiremedim. Bana daha evvel, Fikri Sağlar’ın Fehmi Işıklar hakkında ‘MİT’in adamı’ olduğunu söyleyen Ahmet Türk, bir baktım Fehmi Işıklar’ın başkanlığını kabul etmiş. Böylece başkan Fehmi Işıklar oldu. Bu direktifin nereden geldiğini çıkaramadım. Hâlâ da anlamış değilim. Fakat giderek parti, PKK’nın yörüngesine girdi. Ahmet daha sonra, “Ben bu işi yapamam” demeyi bıraktı. Liderlik yapmaya başladı.
Görüşleriniz sebebiyle Kürt siyasetinden çeşitli eleştiriler aldınız. Ama bugün BDP-KCK çizgisi sizin savunduğunuz noktaya geldi. Ne dersiniz?
Evet, ben öteden beri Türkiye partisi olunmasını, özerk bir Kürt bölgesinden ziyâde, bütün Türkiye için eyalet sistemini, demokratikleşmeyi savundum. Şimdi bakıyorum da, hepsini söylüyorlar. Hatta daha ileri gidip, sadece demokrasi de yeter diyorlar.

http://www.milatgazetesi.com/Kurt-aydinsiyasetci-Dr-Tarik-Ziya-Ekinci-TURKIYE-ISMI-HERKESI-KAPSAR/41258#.UVvp2qIqylU

Bölüm I

ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ ASİMİLASYONCUDUR

Nil Gülsüm / Tarık Ziya Ekinci 18/03/2013 Milat Gazetesi
Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte ortaya çıkan, çeşitli aşamalardan geçerek günümüzdeki hâlini alan Kürt sorununda yeni bir dönemdeyiz. 30 yılı aşkın süredir devam eden çatışmalarda nihâî çözüme ilk kez bu kadar yakın olduğumuz, kamuoyu desteğinin yüksek olduğu bu müzakere sürecinde, Kürt sorununu en iyi bilen isimlerden biri olan Tarık Ziyâ Ekinci’ye yönelttim sorularımı. Cumhuriyetle yaşıt bu sorunun târihî ve siyâsî arkaplanını derinliğine tahlil etmiş olan Tarık Ziyâ Ekinci, sorularıma verdiği cevaplarla kuşatıcı bir tablo koydu ortaya. Tek Parti dönemini, demokrasiye geçiş sürecinde yaşananları, hem bir tanığı, hem de bir siyasetçi olarak tahlil eden Tarık Ziyâ Ekinci’nin, ‘ileri demokrasi’ eksenli çözüm önerisini yıllardır dillendirmekle ve Türkiye’nin bütününü dikkate alan çözüm anlayışıyla ne kadar haklı olduğunu gelinen nokta açıkça gösteriyor. Yürütülen çözüm müzakerelerini ‘bütün kalbiyle’ destekleyen Târık Ziyâ Ekinci ile yaptığım uzun ve kapsamlı söyleşiyi iki bölüm hâlinde vereceğiz. İçerdiği derinlikli tespitlerle bu söyleşi, iki bölüm hâlinde verilmeyi ve dikkatle okunmayı fazlasıyla hak ediyor. İşte o söyleşinin ilk bölümü:
BAŞBAKAN BÜYÜK CESARET GÖSTERDİ
Müzakere sürecini bütün kalbimle destekliyorum ve başarılı olmasını diliyorum. Başbakan büyük bir cesaret göstererek ortaya çıktı. Kanı durdurmak, şiddeti dindirmek için azimli görünüyor. Bu beni umutlandırıyor. Ufak tefek aksaklıklar ve arızalar olsa da, bunların aşılabilmesini temenni ediyorum.
Atatürk milliyetçiliğinin ırkçı bir milliyetçilik olmadığını iddia edenler var. Halbuki 1938’e kadarki uygulamalar ırkçı ve asimilasyoncudur. 1938’e kadar alınan kararların altında bizzat Atatürk’ün imzası vardır. Ben Atatürk milliyetçiliğini ırkçı, şoven ve asimilasyoncu bir milliyetçilik olarak görüyorum.
Bu beyler ve reisler, Ermenilerin menkul ve gayrimenkul varlıklarına el koymuşlardı. Özellikle Diyarbakır bölgesinde Vali Çerkes Reşit Paşa’nın direktifleriyle bunlar Ermeni Tehcirinde çok önemli rol oynadılar. Hem katliamlar yapıldı, hem de mallarına el kondu.

Güncel süreçle başlayalım. Şu anda devlet ile Öcalan arasında yürütülen müzakereyi nasıl karşılıyorsunuz?
Müzakere sürecini bütün kalbimle destekliyorum ve başarılı olmasını diliyorum. Başbakan büyük bir cesaret göstererek ortaya çıktı. Kanı durdurmak, şiddeti dindirmek için azimli görünüyor. Bu beni umutlandırıyor. Ufak tefek aksaklıklar ve arızalar olsa da, bunların aşılabilmesini temenni ediyorum. Ama Başbakan sabırsız. Bazen sert konuşmalar yapıyor. İmralı’daki görüşmelerin basına yansımasını bu kadar büyütmesinin ve basını hedef alacak şekilde eleştirilerde bulunmasının gereksiz olduğunu düşünüyorum. Ortamı gerecek konuşmalardan tevakki etmesi yararlı olur. Diğer tarafın da dikkatli davranması, her türlü provokasyona karşı tedbirli olması gerektiğini düşünüyorum.
BAŞBAKAN ÖNEMLİ ADIM ATTI
Nedir bu denli umutlu olmanızın sebebi?
Hareketin lideri ortaya çıkmış ve Başbakan da, devlet adına onu muhatap almayı kabul etmiştir. Başbakanın, cezaevinde ömür boyu hapse mahkum birini muhatap kabul etmesi, devlet adına bazı görevlileri onunla görüştürmesi, BDP’lilerin İmralı’da görüşmelerde bulunmalarına ve BDP’liler aracılığıyla Avrupa’daki ve Kandil’deki PKK’lilere mektup gönderilmesine izin vermesi çok önemli bir adımdır. Bunu saygıyla karşılıyorum. Bu bir risktir.
HERKES BAŞBAKAN’A DESTEK VERMELİ
Nasıl bir risk?
Eğer bu teşebbüs başarılı olursa, Tayyip Erdoğan, önümüzdeki seçimi yüzde 70-80 oranında kazanacaktır. Cumhurbaşkanı olmak isterse, sürecin başarılı olmasıyla bunu garantilemiş olacaktır. Sürecin başarılı olması için herkesin Başbakan’a destek vermesini samimiyetle talep ediyorum. Çünkü çok kan aktı. Bu kanlı süreç, hem ülkemizin kalkınması önünde bir engeldi, hem de çok sayıda can kaybına sebep oldu. Bu muhakkak engellenmeliydi. Kısmet bugüneymiş. Bu adım sevindiricidir.
BAŞARIZ SONUÇTAN AK PARTİ VE BDP ETKİLENİR
Geçmişte de bazı adımlar atıldı ancak akamete uğradı. Bu çözüm süreci başarısız olursa Türkiye ne kaybeder?
Ben, başarılı olmasını temenni ediyorum ve başarılı olacağına inanıyorum. Farzımuhal bu süreç başarılı olmazsa, bunun riskini hem Ak Parti, hem de BDP almış olacak. Kamuoyunda büyük bir umut kırıklığı yaşanmış olacak. Bu umut kırıklığı ise, ileride böyle bir hamle yapmayı engelleyecektir. Dolayısıyla bunun mutlaka başarılı olması lâzımdır. Başarılı olması için de, herkesin elinden geleni ve üstüne düşeni yapması gerekiyor.
MUSTAFA KEMAL KÜRTLERE UMUT VERDİ
Siz Kürt meselesinin en başından itibaren yakından tanığı oldunuz. Cumhuriyetin ilk yıllarına gidelim. Kürtlerin Tek Parti döneminde yaşadığı sorun neydi?
Tarihi seyri itibariyle karmaşık olaylar. Mustafa Kemâl, Kurtuluş Savaşı yapmak üzere Anadolu’ya çıktığında ilk yaptığı işlerden birisi, Kürt beylerinin ve Kürt aşiret reislerinin desteğini almak yolunda çaba göstermek oldu. Erzurum Kongresine onları dâvet etti, onları onore etti ve Erzurum Kongresi’nde Kürtlerin sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik haklarının tanınacağını imâ eden kararlar aldı. Mustafa Kemâl, Kürtlere umut verdi. Daha sonra Ali Rıza Paşa ile yapılan görüşme sonunda bir protokol imzalandı.
KÜRTLERE ÖZERKLİK VAADETTİLER
Protokol neyi içeriyordu?
O protokole, ‘Kürtlerin bütün ırkî ve siyâsî hakları tanınacaktır’ gibi bir ibâre kondu. Bunu ise, ‘Eğer bu hakları tanımazsak, yabancıların iğfâline kapılma ihtimalleri vardır’ şeklinde bağlandı. Daha sonra, Meclis’teki konuşmalarında, 1920’de Nihat Paşa’ya göndermiş olduğu bir telgrafta ve yabancı kaynakların zikrettiği Meclis’te alınmış bir kararda, Kürtlere yaşadıkları bölgelerde özerklik tanınacağını taahhüt etti. 1921 Anayasası da buna imkân veriyordu. Kezâ 1923’te, henüz Lozan Antlaşması imzalanmamışken, İzmit’te gazetecilere verdiği beyanatta aynı ifadeleri dile getirmişti.
Bu yaklaşım Kürtler arasında nasıl karşılandı?
Bütün bunlar, Kürt ağalarına ve feodallerine büyük umut vermişti. Onların eski düzenlerinin devam edeceği intibaını yaratmıştı. Çünkü bu kesimler, Osmanlı idaresine bağlı olmakla birlikte özerk bir yapıları vardı. Her bir aşiretin, her bir beyliğin kendi çevresi, toprağı ve hududu vardı. Devletle olan münasebetleri, gerektiğinde asker göndermek ve savaş masraflarına katlanmaktı. Bu aşiret reislerinin çocuklarının askere alınması ve silahlarının toplanması gibi bir durum yoktu. Yani, gevşek bir özerklik söz konusuydu. Diğer yandan, Ermeni Tehcîrinde Kürt Beylerinin çok önemli bir rolü olmuştu.
MUSTAFA KEMAL ELBİRLİĞİ YAPALIM DEMİŞTİ
Nasıl bir rolleri oldu?
Bu beyler ve reisler, devletin direktifleriyle Ermenilerin menkul ve gayrımenkul varlıklarına el koymuşlardı. Özellikle Diyarbakır bölgesinde Vali Çerkes Reşit Paşa’nın direktifleriyle bunlar Ermeni Tehcirinde çok önemli rol oynadılar. Hem katliamlar yapıldı, hem de mallarına el kondu. Bir de Ermenilerin müstevli devletlerle işbirliği yaparak Türkiye’ye dönmeleri ve bu topraklara yeniden el koymaları tehlikesi vardı. Mustafa Kemâl bu yönde de Kürt beylerini ve aşiret reislerini uyarmıştı. Yani, müstevlilerden vatan topraklarını kurtarmak, hilafeti ve padişahı kurtarmak için el birliği yapalım demişti Mustafa Kemâl.
Kürt ileri gelenleri bu çağrıyı nasıl karşıladı?
Bu çağrıyı Kürt beyleri kabul ettiler. Hatta o sırada İstanbul’da yaşayan Babanzadeler, Bedirhanilerin çocukları gibi Kürt aydınlar tarafından kurulan Kürt Teâli Cemiyeti, Paris Konferansı’na Kürtlerin haklarını müzakere etmek üzere temsilci göndermiştir. Fakat, Mustafa Kemâl’in davetini kabul eden Kürt aşiret reisleri ve beyleri, Paris’teki Kürt Teali Cemiyeti’nin temsilcisine telgraf çekerek, “Siz bizi temsil etme hakkına sahip değilsiniz. Derhal Konferansı terk edin” demişlerdir. Onlar da Konferansı terk etmek mecburiyetinde kalmışlardır. Kürt Teali Cemiyeti de daha sonra dağılmış ve yöneticileri de yurt dışına çıkmak zorunda kalmışlardır. Yani böyle bir başlangıç var. Ama Lozan Antlaşması yapıldıktan ve Cumhuriyet ilân edildikten sonra bütün şartlar değişti.
ATATÜRK CUMHURİYET’TEN SONRA OTORİTERLEŞTİ
Yeni yaklaşım neydi?
Mustafa Kemâl, otoriter bir lider olmak yönünde adımlar atmaya başladı. 1924’te sadece kendine tâbi olacak, onun buyruklarını kabul edecek bir listeyle İkinci Meclis’i oluşturdu. Mustafa Kemâl, ‘Bana tek kelimeyle bile itiraz edecek kişiye tahammül edemem” demiştir. Böylece bir yönetim kuruluyor.
Bu yapı nasıl kuruluyor?
Fakat İstanbul hâlen işgalciler tarafından boşaltılmış değil. İstanbul basını Mustafa Kemâl’in bu otoriter tavrını eleştiriyor. Mustafa Kemâl, İstanbul basınının bu tavrından muğber. Dolayısıyla, otoritesini İstanbul’a da yaymak ve İstanbul basınının bu serâzat kişilerini denetim altına almak istiyor. Bunu yapabilmesi için Mustafa Kemâl’e bir fırsat gerekiyor. Bu fırsatı yaratmak için de Şeyh Sait İsyân’ı tertip ediliyor.
ŞEYH SAİD İSYANI PROVOKASYONDUR
Siz Şeyh Sait İsyânı için ‘provokasyon’ diyorsunuz. Düzmece bir isyan mıydı bu?
Bana kalırsa Şeyh Sait İsyânı tamamiyle bir provokasyondur. Çünkü Şeyh Sait Hınıs’tan başlayarak Palu’ya doğru giderken müritleri ona katılır ve bu sefer neticesinde dedesinin kabrini ziyaret eder. Şeyh Sait’in dedesi de tanınmış bir Nakşibendi şeyhidir. Şeyh Sait’in bölgede büyük bir itibârı vardır. Onun bu yıllık ziyâretinde herkes ona katılmak ister.
Zaten bu ilk kez olan bir şey de değildir…
Bu feodal bir gelenektir. Yaklaşık 400-500 atlı ile bu kafile, Lice yakınında o zaman bir nahiye olan Piran’da geceyi geçirme kararı alıyor. Kafiledekiler evlere dağılıyor. Bunların içinde, kanun dışı işlere girmiş, cinayet işlemiş bazı kişiler olduğu iddia ediliyor. Bu kişiler de bir evde misafir ediliyor. Ergani Jandarma komutanına, bu kişileri yakalama görevi veriliyor. Jandarma komutanı üsteğmen yanına bir müfreze alıp Şeyh Sait’e gelip bu kişilerin teslimini istiyor.
Şeyh Said’in cevabı ne oluyor?
Şeyh Efendi cevaben aynen şunu söylüyor: “Bir teamül olarak bu kişiler bana refakat etmektedirler. Ben bu kişileri size teslim edersem, bu memlekette benim itibarım kalmaz. Örf ve adet gereği benim onları teslim etmem doğru olmaz. Siz bu kişilerin kaldığı evin etrafını sarın. Ben buradan ayrıldıktan sonra ne yaparsanız yapın.” Kabul edilmiyor ve ısrarla teslim etmesi isteniyor. Şeyh Efendi ise, “Beni mazur görün. Ben bunu yapamam. Mâdem ısrar ediyorsunuz, gidip kendiniz teslim alın.” diyor.  Müfreze evi sarıp bu kişilerden teslim olmalarını istiyor. Onlar kabul etmeyince de müsademe başlıyor ve zannederim iki asker vuruluyor. Müfreze böylece geri dönüyor.
İsyan tasarlanmış, önceden planlanmış bir hareket değil mi?
Hayır değil. Gerçekleşen bu olay üzerine, Şeyh Efendi’ye yapılan bu muameleyi hakaret sayan bağlıları, civardaki köylüler ayaklanıyor. Piran’da, Elazığ ve Palu civarındaki köylerde, Lice’de, Maden’de, bütün bu havalide bir ayaklanma oluyor. İsyancılar, ayaklanmanın olduğu yerlerin kaymakamlarını ve idârî âmirlerini görevden alıp kendi adamlarını yerleştiriyorlar. Yerel hareketler başlıyor. Şeyh Efendi’nin bu insanları örgütlemesi, kendi adamlarını oralara göndermesi çok sonradan oluyor. Başlangıçta tamamen spontane bir hareket. Bu hareket de, Mustafa Kemâl’e istediği fırsatı sağlamış oluyor. Zâten çok kısa bir zaman zarfında, aşağı yukarı 30 gün içerisinde de isyan bastırıldı.
MUSTAFA KEMAL İSTEDİĞİNİ ALDI
Neydi Mustafa Kemâl’in beklediği fırsat?
Mustafa Kemâl bütün ülkeyi denetim altına almak istiyordu. Hareketin bastırılmasıyla birlikte Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarıldı. Yine Şark Islahat Kanunu ve Mecbûrî İskân Kanunu çıkarıldı. Takrir-i Sükun Kanunu’nun çıkarılmasıyla birlikte bütün memlekette tam bir mezar sessizliği oluştu. İstanbul basını susturuldu. İstanbul basınının önemli simâları teker teker yakalanıp İstiklâl Mahkemeleri’nde yargılanmaya başlandı. Ve böylece Mustafa Kemâl, ülkenin tek hâkimi olmayı başardı. Bundan sonra da, Kürt sorununu kökten çözmenin kararı alındı.
Bu karar neleri içeriyordu?
Şeyh Sait İsyânı bastırıldıktan sonra, 1925’te Şark Islahat Planı çıkarılıyor. Bu planın müteaddit maddeleri vardır. Bu maddelerde net olarak şunlar söyleniyor: ‘Şu illerde Türkçe’den başka dil kullananlar, bu dilleri kullanmayacaklardır. Kullandıkları takdirde haklarında kanûnî takibât yapılacak ve cezalandırılacaklardır” ve “Bunların Türkleşmesini sağlamak için hükûmetin uygun gördüğü şahıslar, memleketin çeşitli yerlerinde büyük nüfus içerisinde dağıtılarak iskân edileceklerdir. İskân edildikleri mıntıkalarda, mahallelerde ve meslekî yerlerde sayılarının fazla olmamasına itina gösterilecektir. Bunların kısa sürede Türkleşmeleri sağlanacaktır.” Dolayısıyla yapılan şey doğrudan doğruya Kürtlerin asimilasyonunu sağlamak amacını taşımaktadır. Buna Atatürk milliyetçiliği diyorlar.
ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ IRKÇIDIR
Siz Atatürk milliyetçiliğini nasıl tanımlıyorsunuz?
Atatürk milliyetçiliği, 1925 Şark Islahat Planı ve daha sonra da 1934 yılında kanuna çevirdiği Mecbûrî İskân Kanunu’dur. Her ikisinde de, Kürtçe’nin yasaklanması, mecbûrî iskânı ihtiva eder. Kezâ, gerek Şeyh Sait İsyanı’nda, gerek Dersim İsyânı sırasında, gerek Ağrı Harekâtında katliamlarla büyük nüfus kırımı yaşanmıştır. Yine rejimin uygun gördüğü etkili şahıslar sürgün edilmiştir. Böylece, Kürt Sorununun bittiği zehabına kapılmışlardır. 1947’lere kadar bu politika devam etti. Bana göre Atatürk milliyetçiliği, ırkçı ve asimilasyoncudur.
ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ SÜRDÜRÜLÜYOR
Bunu hâlâ savunanlar var…
Evet, bunu Atatürk adına hâlâ sürdürmek isteyenler var. Atatürk’ü kutsal bir şahsiyet olarak tanıtarak ve Atatürk’ü Koruma Kanunu’ndan da istifâde ederek hâlâ bunu sürdürüyorlar. Atatürk milliyetçiliğinin ırkçı bir milliyetçilik olmadığını iddia edenler var. Halbuki 1938’e kadarki uygulamalar ırkçı ve asimilasyoncudur. 1938’e kadar alınan kararların altında bizzat Atatürk’ün imzası vardır ve hükûmet onun direktifleri dışında karar alamazdı. Dolayısıyla ben Atatürk milliyetçiliğini ırkçı, şöven ve asimilasyoncu bir milliyetçilik olarak görüyorum. Atatürk milliyetçiliğini suret-i kat’iyede demokratik, insan haklarına saygılı, vatanperverlik çerçevesinde telakki edilebilecek bir milliyetçilik olarak görmüyorum. Nitekim, gayrimüslimlere uyguladığı politikaları da bunu göstermektedir.
TEK PARTİ DÖNEMİ ASİMİLE ETMEK İSTEDİ
Tek Parti döneminde uygulanan politikaların amacı neydi?
Amaç, tek kültürlü, homojen bir Türk milleti oluşturmak. Kürt, Çerkez, Arap gibi Müslümanların rahatlıkla asimile edilebileceğini, gayrimüslimlerin kolayca asimile edilemeyeceğini düşünerek onlara farklı bir politika uygulanıyor. Gayrimüslimlere pogromlar, 6-7 Eylül hadisesi, Varlık Vergisi gibi uygulamalarla bunları kaçırmayı tercih ettiler. Nitekim İsmet İnönü bir beyanında, “Bu memlekette ancak, Türk ve Türkçü olanın yaşama hakkı vardır. Ve yalnızca onlara vazife verilebilir” demektedir. Diğer arkadaşlarının da buna mümasil konuşmaları vardır. Bütün bunlar, Mustafa Kemâl’in izni ve direktifi doğrultusunda yapılan konuşmalardır. Bu şahıslar, kendi başlarına bu konuşmaları yapacak konumda değillerdir.
Demokrat Parti kurulduğu zaman Kürtler çok yoğun bir ilgi gösterdi. Bunun sebebi neydi?
O güne kadar Kürtlerin söz söyleme, itiraz etme, yönetime katılma hakkı yok. Hükûmete karşı çıkan bir partinin varlığı onlar için düşünülemezdi. Kâzım Karabekir ve arkadaşlarının kurduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Şeyh Sait İsyânı’na fikrî zemin hazırladığı gerekçesiyle kapattılar. Böylece Şeyh Sait İsyânı’nı sonuna kadar kullanmış oldular. Ağrı Harekâtı ve Dersim İsyânı için de bunu kullandılar. Hem kıtal yaptılar, hem de sükûn sağladılar. 1950’ye kadar bu böyle devam etti. Demokrat Parti’nin kurulduğu sırada, Celâl Bayar, İsmet İnönü ile baş başa bir görüşme yapıyor. İnönü bu görüşmede, “Biz Doğu’da iki partinin birbirine karşı teşkilatlanmasının memleketin başına belâlar çıkarabileceği endişesi içindeyiz. Siz orada teşkilatlanmazsanız, biz de mevcut teşkilatlarımızı kapatırız” diyor. Celâl Bayar pek bir şey söylemiyor ama Doğu’daki çalışmaları ile bunu kabul etmediği anlaşılıyor.
Doğu’da ve Diyarbakır’da Demokrat Parti teşkilatlanması nasıl gerçekleşti?
Diyarbakır’da 1946-47 yıllarında Demokrat Parti teşkilatlanması başladı. Diyarbakır il örgütü kurulduktan sonra da, Nâzım Bey adlı il başkanları ile Lice’ye geldiler. Kaymakam onların geleceğini öğrenir öğrenmez tek bir kişinin bile dışarı çıkmasına müsaade etmemiş ve herkes evine kapanmıştı. Dükkanlar ve kahveler kapatılmıştı. Ben de gündüzleri ders çalışır, akşama doğru çıkar dostlarla sohbet ederdim. O akşamüzeri çıktığımda sokaklarda kimsenin olmadığını gördüm. Her zaman gittiğim kahvede arkadaşlarımdan gelen giden hiç kimse yok. Aşağı yukarı dolaşırken, bir araba ve başında üç kişi gördüm. O yıllarda Lice’ye bir haftada iki defa posta getiren kamyon dışında motorlu bir araç pek gelmezdi.
Siz o sırada okulu bitirmiş miydiniz?
Hayır, ben o sırada hâlâ talebeydim ve o gün yakamda rozet vardı. Beni görünce Demokrat Parti Diyarbakır il başkanı Nazım Bey, “Doktor Bey! Buraya gelip yanımıza oturmaz mısınız?” dedi. “Tabi” diyerek yanlarına gittim. Nazım Bey, “Biz Diyarbakır’dan Demokrat Parti adına geliyoruz. Fakat görüyorsunuz, hiç kimse yok. Kasaba âdeta hapishaneye dönmüş. Hâlbuki benim burada okul arkadaşlarım var, tanıdıklarım var. Bunlardan hiç kimse görünmüyor. Bu ne vefâsızlık” dedi. Baktım, halleri perişan. Kalacak yerleri yok. Götürdüm, evde misafir ettim. Bana dertlerini anlattılar. Lice’de teşkilatlanmak için geldiklerini söylediler. O sırada babam da Lice’de CHP ilçe başkanı idi.
Durum anlattığınız gibiyken babanız da dâhil CHP’de siyaset yapanların amacı neydi?
Daha fazla nüfuz sahibi olmak istiyorlardı. Söz sahibi ve itibar sahibi olmak için, devletin adamı olmak hesabıyla hareket etmişlerdi; yoksa CHP’yi tuttukları, programını bildikleri için değil. CHP devlet partisiydi ve devletti. Kaymakam çağırıp, “Seni başkan yapacağım” diyordu. Çağrılan da kabul ediyordu. Çünkü kaymakam, hem belediye başkanı, hem de parti başkanı. Böyle bir durum vardı.
Demokrat Parti heyetine dönersek, ne oldu sonra?
Babam Diyarbakır’daydı, evde yoktu. Benden, beş kişilik bir heyet bulmamı istediler. Ben de, babama biraz muhalif olan ve Kürtlerin mazlum olduğunu, haklarının verilmediğini kabul eden bazı kişiler var. Bu kişilerin bu görüşleri bilinmiyor, fakat ben onları tanıyorum. Şeyh Said’in sekreterliğini yapan Fehmi Bey var; Liceli. Fehmi Bey de Isparta’da sürgünde. Onun kardeşini buldum ve ona, Demokrat Parti’nin güçlenmesinin bizim için bir fırsat olduğunu, bu partinin meclise girmesi hâlinde haksızlıkları dile getirebileceğini söyledim. Kabul etmesini telkin ettim. O sıralarda halkta seçimlere karşı büyük bir açlık vardı. Bir süre önce muhtarlık seçimi yapılmış ve halk sandıklara sahip çıkmıştı. Bahsettiğim dönemde ‘açık oy-gizli tasnif’ vardı. Senirkent’te köylü kadınlar, oy sandıklarının götürülmesine karşı çıkıp sandıklara sarılmışlardı. Bu kadınlar, Jandarma ile gırtlak gırtlağa gelmişlerdi. Bu hadisede pek çok kadın yaralanmıştı. Türkiye’nin demokrasi tarihinde yeri olan bir hadisedir. Ben de bu kişiye, Batı’da kadınların bunu yaptığını, seslerini çıkarıp örgütlenmeleri gerektiğini söyledim.
KORKU KIRILMAYA BAŞLADI
İkna oldu mu?
Evet, ikna oldu. Dört kişi daha bulması gerektiğini söyledim. Gidip babama muhalif olan dört kişi daha buldu ve ertesi gün meydanda bir toplantı düzenlendi. Gelen il başkanı ekonomi politikalarını, halkın çok duyarlı olduğu jandarma baskısını, kılık kıyafete yapılan baskıyı, camiden çıkan halkın başından sarıklarının çıkarılıp atılmasını eleştirdi. Çok cesurca bir konuşmaydı. Halk çok memnun oldu. Artık korku bir yerde kırılmaya başladı.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder