22 Nisan 2013 Pazartesi

Küreselleşme Aslında Nedir?

Yolcular Devrim Yolunda
Ürkütücü bazı kavramları birtakım sade giysilerle yeniden piyasaya sürmek çağımızın modalarından biri oldu. Küreselleşme denen şey de, kimilerince, Sovyet çöküşünün tarihe gömdüğü emperyalizm kavramının ta kendisi. Fakat Lenin’in mumyasını ne yapacaklarını bir türlü kestiremeyenler, bu büyük adamın ünlü broşürünü çağdaşlaştırmak enerjisini ve yeteneğini neden bulamadılar? Bugün emperyalizm yok mu? Ve günümüzdeki süreç Lenin’in ‘finans-kapital’ çözümlemesinden Kautsky’nin ‘süper emperyalizm’ olgusuna geçişmiş gibi görünmüyor mu? Elbette bu gözlemi genel ve metaforik bir biçimde kullanıyorum. Fakat günümüzde ABD’nin konumuna ve uluslararası sermaye hareketlerine bakarsak çok da yanlış bir şey söylemediğimiz izlenimindeyiz. 1980-1989 arasında ABD, dışarıya 139 milyar dolar sermaye gönderdi. Aynı dönemde bu ülkeye giren sermaye 306 milyar dolar! 1970’li yıllara göre sermaye girişi artış oranı % 445.[1] Bazı sanayi ülkelerinde, özellikle İngiltere ve Fransa’da da önemli artışlar var. Klasik şemaya sadece Almanya ve Japonya uyuyor. Fakat onlardan çıkan sermayenin çok büyük bir bölümü de diğer sanayileşmiş ülkelere gidiyor. Yabancı sermaye ile ülkelerini kalkındırmak isteyenleri düşündürücü bir tablo!

Emperyalizm azgelişmiş dünyaya sermaye, bilgi ve teknoloji götürmüyor. İnsan hakları da götürmüyor. Avrupa’nın ortasında cereyan eden ‘etnik arındırma’ (soykırımın yeni adı) bu konuda yeni ufukların ne kadar karanlık olduğunu gözler önüne serdi.
Küreselleşme sürecinin motor gücünü hangi birimler oluşturuyor? Çokuluslu şirketler 1960’larda da vardı, fakat küreselleşme kavramı yoktu. Günümüzün dev şirketlerinin özellikleri nelerdir?
1960’larda şirketler önce metropollerde (ulusal düzeyde) kendilerini kabul ettiriyorlar, sonra bölgesel (örneğin Avrupa’da) pazar oluşturuyorlar, üçüncü aşamada periferiye nüfuz ederek maksimum büyüklüklerine ulaşıyorlardı. Bu süreç yaklaşık on yıl kadar sürüyordu. Günümüzdeki dev şirketler yeni üretim maddelerini üç düzeyde birden pazarlıyorlar; ayrıca bu on yıllık süre çok azaldı. Artık bir malın laboratuvarda veya araştırma kurumlarında geliştirilmesiyle pazarlanması arasındaki zaman dilimi çok küçüldü.[2] Bu dev şirketlerin ulus-devletlerle ilişkisi ne gibi sorunlar yaratıyor? Bu ilişkileri işbirliği ve rekabet çerçeve-sinde düşünebiliriz. Şirketler ulus-devletlerle rekabet halinde, fakat aynı zamanda birbirlerine muhtaçlar. Devlet çokuluslu şirketlerden ne bekliyor? İş ve zenginlik yaratmasını, ülkenin teknolojik bağımsızlığını sağlamasını bekliyor. Şirketler devletten ne bekliyorlar? Vergi kolaylıkları, araştırmaların finansmanı, kamusal pazar oluşturma, rekabette eşitlik ve gerekirse koruma gibi önlemler bekliyorlar.[3] Aslında bu işbirliğinde çoğu kez şirketler ağır basıyor ve halk çıkarları bilançoların soğuk mantığı altında eziliyor.
Dev şirketlerin gelişimi sektörlerin özelliklerine ve teknolojik niteliklerine göre zigzaglar çizebiliyor. Daniel Bell bu yüzyıla damgasını vuran üç dev Amerikan şirketinin (US Steel, General Motors ve IBM) yükselişlerini, fakat daha sonra teknolojik uzmanlaşmanın etkileri sonucu nasıl küçüldüklerini ortaya koydu. Bell “IBM’in otuz yılda yükselişi ve çöküşü Amerikan kapitalizminde gerçekleşmekte olan yapısal bir değişimin göstergesi: Büyük grupların çözülüşü”[4] diyor. Muhafazakâr Amerikan düşünürü bu genellemesinde egemen düşünce akımlarına ters düşse bile, gelişimin ne kadar çelişkili olduğunu da dikkatlere sunuyor.
Küreselleşme süreci 1980’lerde tüm dünyayı kasıp kavuran bir ultraliberal akımın yarattığı frensiz bir spekülasyon dalgasıyla beslendi. 1979’da İngiltere’de, Demir Leydi, 1981’de de ABD’de R. Reagan iktidara geldiler. Bu iki tarih arasında, 1980’de yeni dönemi simgeleyen iki eser yayımlandı. Bunlardan birincisi Amerikalı yazar Alvin Toffler’in Üçüncü Dalga’sı, ikincisi de Fransız yazar André Gorz’un Elveda Proletarya’sı idi.[5] Sartre geleneğinden gelen Gorz’u, işbilir Amerikalıyla aynı kefeye koymak herhalde haksızlık olacaktır. Fakat, Toffler kadar etkili olmasa da, proletaryaya veda ederek, on milyon Fransızın sokaklara dökülmesinden on iki yıl sonra bir dönemin bittiğini anlatmak istiyordu. Acaba haklı mıydı? 
Alvin Toffler Adında Biri
Alvin Toffler fakir bir aileden geliyordu. Gençlik yıllarında beş yıl fabrikalarda çalışmış ve Marksist militanlık yapmıştı. Fakat çok geçmeden gerçek ve geçerli değerlerin farkına varmış ve hidayete ermişti.
Toffler Üçüncü Dalga’sında on bin yıllık bir tarih döneminde üç büyük ‘dalga’ saptıyor. Neolitik çağda tarımın keşfiyle on dokuzuncu yüzyıldaki sanayi devriminden sonra 1955-1965 arasında ‘üçüncü dalga’ başlıyor. “Değerler sisteminin çatırdadığı ve çöktüğü bu dönemde, aile, kilise ve devletten oluşan can yelekleri, altüst olmuş bir denizde çarpışıp duruyorlar.”[6] Bununla beraber yeni doğmakta olan uygarlığın da kötümserliği ortadan kaldıracak kendine özgü erdemleri var. Toffler yeni dalganın kurumsal yapısı hakkında gözlemler yapıyor, öneriler getiriyor. Ulusötesi şirketlerin ideolojisini geliştirmeye çalışıyor.
Amerikalı yazara göre “ikinci dalganın temel dayanağı olan ulus-devlet, birbirine ters baskılar karşısında sıkışıp kalmıştır.”[7] Bu bağlamda, en büyük baskı gücünü oluşturan dev şirketler ulus-devleti bölücü etkiler de yapabilirler. Örneğin ABD’den Teksas’ı ayırıp Meksika’yla birleştirerek “Teksiko” diye bir devlet kurabilirler. NAFTA’nın onaylandığı bugünlerde Toffler’in verdiği örnek hiç de akla yakın görünmüyor. Fakat bu eski Marksist, dev şirketlerden gerçekten büyülenmiş durumda ve onlara göre biçilmiş bir demokrasi modeli geliştiriyor. Bu model üç temel ilkeye dayanıyor: 1) Artık tamamen eskimiş olan çoğulculuk ilkesi yerine ‘azınlık iktidarı’ ilkesi düşünülüyor. Aslında “çoğunluk ilkesi” genel bir riyakârlık içinde zaten işlemiyordu. Örneğin fakirler, kadınlar, siyahlar vb. iktidarın dışındaydılar. Yazar bunun yerine çoğunluk ilkesi ile azınlık iktidarını bağdaştırmaya yönelik bir formül getiriyor. 2) Yarı doğrudan demokrasi. Günümüzde “temsili demokrasi” fikri zaman aşımına uğradı. Artık parlamenterler değil ulusu, kendilerini bile temsil edemiyorlar. Çağdaş parlamentolar her sorunun danışıldığı memur ve uzman orduları oluşturdular. Buna karşılık kitle örgütleri (örneğin sendikalar) kısa süreli kurslarla, önemli sorunlarda oylama yoluyla kararların oluşumuna katılabilirler. Aynı şekilde enerji sorunu gibi ulusal boyutlu problemlerde de yoğun bir enformasyon kampanyasıyla halk oyuna başvurulabilir. Çağımızın haberleşme olanaklarının ne kadar gelişmiş olduğu düşünülürse ‘yarı doğrudan demokrasi’ girişimlerinin de ne ölçüde yararlı olabileceği anlaşılabilir. 3) Yirmi birinci yüzyıl demokrasisinin üçüncü dayanağı olarak, Toffler “karar sürecinin bölünmesi” ilkesini ileri sürüyor. Özellikle büyük şirketler açısından düşünülen bu ilke, kararların çıkar ve rasyonalite bağlamında hangi düzeyde (yerel, ulusal, bölgesel) alınacağını öngörmektedir. Burada ekleyelim ki belli bir merkezden yönetilmeyi rasyonel bulmayan şirketler bu ilkeyi zaten uygulamaktadırlar.
Alvin Toffler Türkiye’nin yabancısı değildir. Üçüncü Dalga yayımlandığı yıl Türkçe’ye çevrilmiş ve kısa sürede ikinci baskıyı yapmıştır. Esere bir tanıtma yazısı yazan tanınmış bir iktisatçımız, “Ne Türkiye’nin ne de herhangi bir Türk büyüğünün adı bir kez geçmese de, kitabın ilginç yanı, sanayi ötesi toplumu anlatırken bizi kendi geleceğimizi düşünmeye yöneltmesidir” diyor.[8]
Amerikalı düşünür on yıl sonra yayımlanan yeni eserinde Türkiye’den ve Kemalist rejimden de kısaca söz etmektedir. Küreselleşme sürecinin ideoloğunun Kemalizm konusundaki düşüncesini öğrenmek ilginç olmaz mı? Toffler şunları yazıyor: “Birinci Dünya Savaşı’nın sonundan itibaren Atatürk ve Rıza Şah gibi yöneticiler kendilerini ülkelerinin ‘modernleşmesi’ne (tırnak Toffler’in) adamışlardı ve fanatik din adamlarıyla mollaların tali rollere itildikleri laik toplumlar kurmayı görev edindiler. Fakat bu rejimler hep Batı’nın sömürge rejimleriyle özdeşleştiler. Ahlakın tüm ilkelerini çiğneyen sömürü ve yiyicilik yaygındı. Yönetici elitler Gstaad’da kayağa gitmek ve Zürih’teki şahsi bankacılarıyla görüşmek için, ulusal zenginliğin daha adil dağıtılmasına ayırdıklarından daha çok zaman ayırıyorlardı.”[9] Bu düşünceler küreselleşme ideoloğunun bağımsızlığa ve ulusal onura düşkün bir rejime karşı duyduğu küçümsemeyi ve karalama ihtiyacını dile getirmektedir. Bizde de küreselleşme sürecine entegrasyonu demokrasi ve liberallik adına savunan ‘İkinci Cumhuriyet’çi-lerin Kemalist rejim hakkında benzer fikirler ileri sürmeleri bir rastlantı sayılabilir mi?
Gerçekte Türkiye’nin küreselleşme süreci içindeki yeri nedir? Ülkemiz bu süreçte aktif rol oynayabilecek büyük şirketlere sahip değildir. Türkiye’deki büyük sermayedarlar hâlâ çeşitli tellerden çalan aile şirketleri statüsünde bulunuyorlar. Türkiye’nin resmi politikası küreselleşme akımına AT’ye tam üye olmak suretiyle katılmak yolundadır. Bu umut bugün için de gelecek için de tam bir ham hayaldir. Özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasından ve Polonya, Macaristan, Çek ve Slovakya cumhuriyetlerinin adaylığından sonra Türkiye’ye AT kapıları sımsıkı kapanmıştır.[10] Batı’daki birkaç milyonluk işçi topluluğumuza tahammül edemeyen ülkelerin altmış milyonluk bir Türkiye’yi entegre etme olanakları yoktur. Bu yüzden AT’nin tutumunu Türklere ve İslam’a karşı önyargıyla açıklamaya çalışmak da yersizdir. AT’ye egemen güçler bugün bölgesel dengesizlikler yaratan Portekiz, İrlanda ve özellikle Yunanistan gibi ülkeleri bile hazmedememişlerdir. AT fonlarından 20 milyar dolar civarında sübvansiyon alan Yunanistan ağır eleştirilerin hedef tahtası haline gelmiştir. Bu duruma rağmen devlet adamlarımız AT üyeliğini bir kurtuluş yolu şeklinde gündemde tutarak hem kendilerini hem de halkı aldatıyorlarsa, bu onların gerçekçi bir politika üretebilme yeteneksizliğinden kaynaklanmaktadır. Kaldı ki Almanya’nın birleşmesinden sonra ortaya çıkan yeni durum AT’nin motor gücünü oluşturan Alman-Fransız işbirliğini de rekabete dönüştürmüş ve AT ciddi bir kriz içine girmiştir. Maastricht Anlaşması’na, Fransız seçmenlerinin yüzde seksenini temsil eden liderlerin ‘evet’ kampanyası yapmalarına rağmen, Fransız halkının yüzde kırk dokuzu “hayır” demiştir. Anlaşmadan sonra Fransız frankı üzerinde yapılan spekülasyonlar, Maastricht’in para birliğini öngören maddelerini daha da ütopik kılan bir durum yaratmıştır. Bütün bunlar göz önünde bulundurulursa, Türkiye yöneticilerinin, artık gerçekçi olmaları ve örneğin ABD’den Türkiye’nin AT üyeliğini desteklemelerini isterken ne kadar gülünç olduklarının farkına varmaları gerekmez miydi?
Türkiye yetmiş yıllık bir cumhuriyetten ve tüm yetersizliklerine rağmen demokratik bir dönemden sonra bu devekuşu politikasına nasıl düşmüştür? Sanıyorum bununla ilgili bazı ipuçlarını yakın tarihimizde bulmak mümkündür.


[1]  Le Monde, OECD kaynakları, 6 Nisan 1993.
[2]  Bu konuda Bkz. Elie Cohen, Colbertisme “High Tech”, Hachette, 1992.
[3]  J. L. Levet, J. C. Touret, “La révolution des pouvoirs”, Economica, s. 130, Paris, 1992.
[4]  Daniel Bell, “IBM, Le dernier des géants”, Le Monde, 28 Eylül 1993.
[5]  A. Toffler, La troisième vague, Folio, Paris, 1980. A. Gorz, Adieu au prolété-riat, Paris, 1980.
[6]  A. Toffler, ay, s. 12.
[7]  ay, s. 385.
[8]  A. Toffler, Üçüncü Dalga, Altın Kitaplar, s. i-iv, İstanbul, 1981.
[9]  A. Toffler, Les nouveaux pouvoirs, Fayard, s. 434-435, Paris, 1991. Söz konusu cümleler eserin Türkçe çevirisinde tahrif edilerek verilmiştir. Çeviride “Bu laik rejimler zamanla Batı’nın sömürgeciliğine özdeşleştirilmeye başlandı” deniyor. Burada eklenen “zamanla” sözcüğü anlamı değiştirmektedir. Bkz. Yeni Güçler, Yeni Şoklar, Altın Kitaplar, s. 375, İstanbul, 1992.
[10]  Zaten bu durum bazı Batılı devlet adamları tarafından Türk devlet adamlarına açıkça söylenmektedir. Örneğin Sabah gazetesinin (17 Aralık 1994) yazdığına göre, Avusturya Dışişleri Bakanı Alois Mock, Mesut Yılmaz’a “Şimdi sizin tam üyeliğinizi istiyorum diyen topluluk üyesi Dışişleri Bakanı çıkarsa, yalan söylüyor demektir” demiştir.
("Küressellesme ve Demokrasi Krizi" Taner Timur  yazilari  devam ediyor...)

"Türkiye’nin Güvenliği ve “Stratejik Önemi”Syf.60

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder