Münir Aktolga Küyerel Mail
KÜRESEL MUHALEFETİN DOĞUŞU-BUGÜNÜ YARINA BAĞLAYAN
YOLLAR
ESKİ ANLAMDA “SAĞ”-“SOL” KALMADI ARTIK!..
SİSTEMİN KENDİ İÇİNDEKİ MUHALEFET, YA DA
YENİ TİP BİR SOL ANLAYIŞI..
NEREDEN
BAŞLAMALI
NASIL YAPMALI-KÜRESEL BİR SOL HAREKETİN ÖRGÜTLENME
İLKELERİ
MARKSİZM VE Bİ LGİ TOPLUMUNU YARATMANIN
DİYALEKTİĞİ
DEVRİMİN ÖNCÜ GÜCÜ BİLGİ TOPLUMUNUN İNSANLARIDIR-BİLGİ ÜRETEN VE ÜRETTİĞİ BİLGİYE SAHİP ÇIKABİLEN
İNSANLARDIR!..
[1] Bu konuyu
daha önce bütün ayrıntılarıyla ele almıştık, www.aktolga.de
6.Çalışma, “Öğrenmek Nedir, Neden Öğreniyoruz, Nasıl Öğreniyoruz”
TÜRKİYE’DE “SAĞ” VE “SOL”, “İLERİCİ-GERİCİ” KAVRAMLARI..
EVET, TÜRKİYE
BUGÜN HALÂ BİR BURJUVA DEVRİMİ SÜRECİNİ YAŞIYOR..
TÜRKİYE “SOL”UNUN DİYALEKTİĞİ
Burada çok önemli bir nokta var. Gelişen Anadolu
kapitalizmiyle birlikte, bu sivil top-lum zemininde sınıf mücadelelerinin de
ortaya çıkması, Anadolu burjuvazisinin, karşısında, kendisine karşı direnen, daha çok ekonomik,
demokratik, siyasal hak talebinde bulunan bir işçi sınıfı hareketini bulması
doğaldır. Doğal olmayan, bu potansiyelin
kendi varoluş zeminine, sivil toplum zeminine karşı gidip Devlet Sınıfının yürüttüğü mücadelede onun
bir yedek gücü haline gelmesidir. Eğer Türkiye’deki Devlet Sınıfı, Osmanlı
artığı, toprakların ve üretim araçlarının büyük çoğunluğuna sahip (Devlet adına
tabi) antika bir sınıf olmasaydı, eğer
Türkiye’nin önündeki problem bu antika yapıdan kurtularak modern bir sivil
toplum haline gelmek olmasaydı, yani Türkiye’nin önündeki sorun kendine özgü
bir burjuva devrimi sorunu olmasaydı,
Türkiye, Batı toplumları gibi burjuva devrimini çoktan tamamlamış bir
ülke olsaydı, o zaman birçok şey farklı olabilirdi. Ama Türkiye daha sırtındaki
antika kabuğu atama-mış bir toplumdu, bunun mücadelesini veriyordu. Sen tut,
böyle bir durumda iken, “kapitalizme karşı” “ilericilik” yapıyorum diyerek
kendi bindiğin dalı kes, ve, “o da
burjuvaziye karşı” diyerekten Devlet
Sınıfını kendine doğal müttefik olarak gör! İşte, Türkiye sol’unu askeri
darbeleri desteklemeye götüren, “kapitalist olmayan yol” gibi, kendi varoluş
koşullarına ters bir yola sokan mantık budur.
[4] Bu „göbeğini kaşıyan“ terimi
yeni çıktı! Eskiden sadece „cahil halk“ denirdi!
TÜRKİYE KOŞULLARINDA YENİ TİP BİR SOL NEDİR,
NASIL OLMALIDIR..
KÜRESEL MUHALEFETİN DOĞUŞU-BUGÜNÜ YARINA BAĞLAYAN
YOLLAR
Küreselleşme sürecinin tam göbeğindeyiz! Burası
açık, yani bu konuda herkes görüş birliğinde.
Ama bu yolun bizi nereye götürdüğü konusunda revayetler farklı!.
Ben diyorum ki, eninde sonunda varacağımız yer modern komünal bilgi toplumudur.
Yani, şöyle ya da böyle, bütün yollar oraya çıkıyor! Bu hedefe ulaşmaya karşı
da çıksan gene oraya gidiyorsun! Yani kimisi gerisin geri yürüyerek, hayır
olmaz diyerek gidiyor bu yolda, kimisi de güle oynaya!
Burjuvaziyi düşünelim! Azami kâr hedefine doğru koşarken biryandan da bilgi
top-lumuna doğru koştuğunun farkında değil o! Yani bugünün içindeki varoluş
müca-delesinin sınıfsal olarak kendi
yokoluşunu hazırladığının farkında değil! Ama farkında olsa, nereye gittiğini
bilse, gitmiyorum mu diyecek! Diyemez ki! Azami kâr’dan, artı değerden
vazgeçerse yapabilir bunu ancak! Kent kurucu feodaller burjuva yaratarak kapitalizmi geliştirmek ve kendilerini yok
etmek için mi yapmışlardı bütün o yaptıkları-nı?..
Bir de „küreselleşme karşıtları“ var!
Küreselleşme sürecinin mülksüzleştirdiği insanla-rın direnişi-reaksiyonu var.
Direnerek, karşı çıkarak bu sürecin içinde yer alanlar, aynı hedefe doğru onu durdurmak isteyerek
gidenler var! Biraz açalım, ne demek bu, „onu durdurmak isteyerek onunla
birlikte gitmek“ sözünü:
Arabaya biniyorsunuz, kontak anahtarını çevirip çalıştırıyorsunuz. Tam, gaz
verip de iler-leyeceğiniz an, oturduğunuz koltukta geriye doğru itildiğinizi
hissedersiniz. Bir durumdan baş-ka bir duruma geçerken atalet direnciyle bu
geçişe karşı direnir vücudunuz.. Bir yanda sizi ileri doğru iten kuvvet, diğer
yanda da eski durumu muhafaza etmek için buna karşı direnen „atalet kuvveti“. Aslında „atalet kuvveti“
diye gerçek bir kuvvet yok ortada tabi! Bu, “kuvvet olmayan kuvvet”, sizi ileri
doğru iten kuvvete karşı mevcut durumu muhafaza etmek isterken izafi olarak
ortaya çıkıyor. Sonuç: eski denge durumu dirense de arabanız hızlanıyor ve
diyelim ki, sonra saatte elli kilometrelik bir hıza ulaşıyorsunuz ve artık hep
bu hızla yolunuza devam ediyorsunuz. Birden, artık koltukta geriye doğru
itilmediğinizi hissedersiniz. Çünkü artık yeni bir denge oluşmuştur. Bir
durumdan bir başka duruma geçerken ortaya çıkan direnç- reaksiyon ortadan
kalkmıştır.
Bir durumdan bir başka duruma geçişin diyalektiği
evrenseldir. Toplumsal düzeyde de
geçerlidir. Belirli bir üretim
ilişkisiyle karakterize olunan bir toplum biçiminden bir başka toplum biçimine
geçerken, ya da, her biri kendi içinde kapalı bir kutu ulus-devletlerden oluşan bir dünyadan, bütün ülkeleri biribirine bağlayan küresel bir
dünya sistemine geçilirken de hep aynı diyalektiktir karşımıza çıkan.
Ulus-devlet, belirli bir tarihsel dönemde ortaya çıkan toplumsal bir denge
durumudur. Sistemin kendi içindeki dengeyi sağlayan da devlettir tabi!. Yoksa
eşitlikçi bir sistem olduğu için kendiliğinden bir denge hali değildir söz
konusu olan! Sistemin kendine göre bir mantığı, bir kendini yeniden üretiş
biçimi vardır. Devlet de bu sürecin içinde oluşur. Üretim ilişkisi genel
olarak kapitalist üretim ilişkisidir,
ama bu giderekten, ulusal duvarların içinde, devletçi-tekelci bir işletme
sistemi haline dönüşür. Küreselleşme süreci ortaya çıkıpta bu süreç ulusal
duvarları yıkmaya başlayınca-eski tekelci-devletçi işletme sisteminin yerini
küresel serbest rekabetçi bir işletme sistemi almaya başlayınca- kendi
varlıklarını eski denge içinde oluşturan unsurlar-güçler bu sürece karşı
çıkmaya başlarlar. Karşı çıkanların başında,
eski denge durumu içinde egemen sınıf konumunda olan devletle
bütünleşmiş sınıf gelir. Nasıl karşı çıkmasınlar ki, toprak hızla ayaklarının
altından kaymaktadır bunların. Sahip oldukları iktidarı, gücü kaybetme
tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Bir an için, koordinat sisteminin merkezini
bunların üzerine koyarsak, yani dünyaya onların gözüyle bakarsak olay apaçık çıkar ortaya. Onlara göre “ ülke elden
gitmekte, emperyalizme, yabancılara satılmaktadır “!
Ama sadece onlar değildir bu sürece karşı çıkanlar. Devlete bağlı
işyerlerinde çalışan işçileri, mevcut
devletçi düzen içinde çağdışı sübvansiyonlara alışmış köylüleri, hantal bir
devlet yapısı içinde “ salla başını al maaşını çalışan “
memurları, ve bir de tabi, “yerli malı yurdun malı her Türk onu kullanmalı”
mantığıyla ulusal sınırlar içinde kalmaya-varolmaya alışmış, burjuva-küçük burjuva grupları da saymak
gerekir bu arada ; bütün bunların hepsi
ortak bir cephe oluşturarak küreselleşme karşısındaki yerlerini alırlar.
Gelişmekte olan ülkelerde ortaya çıkan ve çağ
dışı eski ulus-devlet yapısını koru-maktan başka hiç bir amacı olmayan bu
muhalefet gerici bir muhalefettir ve hiç bir şansı yoktur. Çünkü küreselleşme
süreci ve küresel bileşik kaplar aslında bu ülkelerin, bu ülkelerde yaşayan
insanların lehine işlemektedir. Çünkü evet, küreselleşme eski yapıyı yıkıyor
ama, bunun yerine yeni daha modern bir yapıyı da beraberinde getiriyor. Evet,
küreselleşme ilk planda birçok insanı
mülksüzleştiriyor, ama kısa zamanda bu insanları yeni alanlarda iş-güç sahibi
de yapıyor. Bu nedenle gelişmekte olan ülkeler-deki direnç uzun soluklu olamaz.
Yeni sürecin nimetleri kitlelere ulaşmaya başladıkça eskiyi muhafaza etmek
isteyenlerin gücü azalacaktır.
Gelişmiş ülkelerde durum biraz daha
farklı olmakla birlikte direnişin özü gene aynıdır aslında. Aradaki fark şudur
ki, sermaye gelişmekte olan ülkelere yöneldiği için buralarda-yani gelişmiş
ülkelerde- yeni yatırım yapılmamakta, bu
yüzden de her geçen gün daha da büyü-yen bir işsizler ordusu ortaya çıkmaktadır.
Buna bir de, robotların işinden ettiği işsizleri eklersek, durumun vehameti daha da anlaşılır
hale gelecektir. Ve işin ilginç yanı, bu işsizler ordusu için hiçbir umut ışığı
da görünmemektedir ortada. Yani, küreselleşme süreci gelişmekte olan ülke
insanları için yeni iş olanakları yaratırken, gelişmiş ülke insanlarını işsiz
güçsüz durumuna sokmaktadır. Ve bu insanlar da tabi buna karşı tepki
duyuyorlar. Gerçi şimdilik kimseden pek
fazla bir ses çıktığı yok; sendikaların üzerine ölü toprağı dökülmüş sanki;
insanlarla konuştuğunuz zaman da öyle, bir çaresizlik duygusu hakim, tepkiden çok
bir umutsuzluk var insanlarda. Bunun nedeni de çok açık:
Birincisi şu: Yatırım olmayınca yeni
iş yerleri de açılmıyor demiştik. Alıyor adam fabrikayı sırtına, maliyetler
daha düşük diye götürüyor, örneğin Polonya’ya kuruyor, Çin’e kuruyor! Ne
yapacaksın buna karşı! Gitme deyip önünü kesemezsin ki!
İkinci nedense tarihsel, biraz da suçluluk duygusu belki! Gelişmiş
ülkelerdeki yaşam düzeyinin yüksek
olmasında tekelci kapitalizm-sömürgecilik- döneminde sömürgelerden elde edilen
artı değerlerin de payı vardır. Çünkü, bir biçimde gelişmiş ülke
halkları-işçileri de alıyorlardı bu sömürüden paylarını! Ve o zaman kimsenin de
fazla sesi çıkmıyordu! Şimdi çark tersine dönüpte sermaye alıp başını gitmeye
başlayınca, kendi kaderlerini sermayeye bağlamış olan bu insanlar bir tür
terkedilmişlik duygusu içine girdiler! Bu durum ne kadar sürer belli değil, ama
en azından şimdilik böyle. Yakın
zamanda büyük kitlesel gösteriler falan
da beklemiyorum ben! Kim yapacak ki bunu? İşçi sınıfımı? Halâ elinde işi
olanları unutun! Onlar kendilerini şanslı sayıyorlar! İşsizler mi direnecek?
Direnseler neyi değiştirecekler ki! Sermayeyi geri mi getirebilecekler! En
fazla bir lumpen tepkisine dönüşebilir bu, kuru öfkeye, yakıp yıkma şekline!
Peki ya ulus devlet, o bir çözüm yolu bulamıyormu
bu duruma?
Onun durumu daha da içler acısı aslında, düşünün
bir kere, ne yapabilir ki ulus devlet? Ülke dışında yatırım yapan küresel
firmalardan-zenginlerden daha çok vergi almaya kalksa, bu sefer ülkeyi
hepten terkeder gider bunlar diye korkuyor!
Giderler de yani! Ne olacak ki, gider Çin vatandaşı olurlar Siemens’in
patronları! Sermayenin vatanımı kaldı, öyle eskisi gibi ulusal bağ falan
kalmadı ki artık, bütün dünya yatırım alanı ve de vatan oldu! Yoksa, gümrük
duvarlarını falan yükselterek sermayenin yurtdışına çıkışınımı yasaklayacaklar?
Bunu da yapamazlar! Hele bir yapsınlar, o zaman diğer ülkeler de başlarlar aynı
yöntemleri kullanmaya ki bunun da zararı herkes için daha fazla olur.
Düşünsenize süreç zaten buralardan geçilerek gelmiş bugün bulunduğu yere!.
ESKİ ANLAMDA “SAĞ”-“SOL” KALMADI ARTIK!..
Eskiden, yani 20.yy da, “sağ” deyince, bundan kapitalist sistemi temsil
eden burjuva siyasetini anlardık. “Sol”
da tabi, buna karşı, işçi sınıfının başı çektiği toplumsal muhalefeti temsil ederdi[1].
Küreselleşmeyle birlikte bunların hepsi tarih oldu! Çünkü bugün artık tek bir
referans var ortada: Kendi varlığını küresel zincirin bir parçası olarak
üretmeye çalışanlarla, ulusal sınırlar içinde kalarak bu sürece karşı
direnenler arasındaki çelişki artık günümüzde siyasetin tek belirleyici unsuru haline geldi. Toplumun
bütün sınıf ve tabakaları, kendini
küresel zincirin bir parçası olarak görenler ve buna karşı direnenler şeklinde
yeni mevziler oluşturmaya başladılar. Burjuvaziden işçi sınıfına, köylülükten
küçük bur-juvaziye kadar bütün sınıf ve tabakalar buna göre ayrışıyorlar. Küreselleşmeye karşı olan
burjuvalar, ya da işçiler artık aynı cephedeler. Bunlardan biri kendini
“milliyetçi sağ” olarak görürken, diğeride “ulusalcı sol” diyor artık kendine!
Milliyetçilik kavra-mının patenti burjuvaziye ait olduğundan, ulusalcılık-utangaç
bir milliyetçilik olarak solculuğa daha yakın görünüyor!
Peki ya Marksizm-Marksist sol, o ne yapıyor, nerede duruyor bu
süreçte? Küresel-leşme sürecini
kapitalizmin tarihinde basit bir evre, yüzeysel bir biçim değişikliği olarak
görenler için bu soru anlamsız gelebilir. Çünkü, bunlara göre, ne olursa olsun,
kapitalizm kapitalizmdir. Ve burjuvazi varolduğu sürece işçi sınıfı da
varlığını sürdürecektir.
[1] Dikkat edin, burada gelişmiş kapitalist ülkelerdeki iktidar
muhalefet ilişkisinden bahsediyoruz! Türkiye’deki durum ise bambaşkadır! Türkiye’deki muhalefet sistem içi-yani
kapitalist sistemin kendi içindeki- bir muhalefet değildir. Türkiye’de Osmanlı
kalıntısı antika yapıdan modern kapitalist topluma geçiş süreci henüz daha
tamamlanmadığı için yeni sistem kendi üst yapısını henüz daha oluştu-ramamıştır. Burjuva devrimi
süreci bütün hızıyla sürüyor halâ. Hele şu “yeni anayasa” bir ortaya çıksın
bakalım!..
Bu
yüzden, işçi sınıfının dünya görüşü
olarak Marksizm de bazı küçük rotuşlarla
da olsa yerini-fonksiyonunu korur-muhafaza eder.
Ben bu görüşe katılmıyorum tabi! Marksizmin işçi sınıfının delikanlılık
döneminin dünya görüşü olduğunu düşünüyorum ben. O dönemin koşulları içinde, burjuva
saldırısına karşı, işçi sınıfının kendini bulma-koruma, kendi kimliğini kabul
ettirme mücadelesinin ürünü olduğunu
düşünüyorum. Ama artık bu dönem çoktan
sona erdi. Şimdi artık işçi sınıfının gelişimini etkileyen başka süreçler var ortada.
Globalleşme süreci bunlardan sadece birisi, bu açık; diğeri ise, bunu da
aşan, bilgi toplumuna-modern sınıfsız topluma geçiş süreci.
Globalleşme sürecini ele alalım: Toplumun bütün
sınıf ve tabakalarını olduğu gibi, işçi
sınıfını da, küreselleşmeye karşı çıkanlar ve onu destekleyenler olarak
ayrıştıran bir süreç bu. Marksizm, ve işçi sınıfı içinde Marksizmden etkilenen
sol ise, bu ayrışmada küreselleşmenin karşısında ulusalcı cephede yer alıyor.
Nedeni açık: Küreselleşmeyle birlikte işçi sınıfı ulusal düzeyde kalmaya devam
ederken, karşı tarafta yer alan burjuvazi global zincirin bir parçası haline gelerek
daha da güçlenmiş durumda. Buna bir de, burjuvazinin temsil ettiği karşı
cephenin daha oynak hale gelmesini eklersek, durum daha iyi anlaşılır! Ne de olsa, eskiden karşında, ulusal sınırların içinde
gelişen sınıf mücadelesi ortamında, sana bağlı bir burjuvazi vardı; ama artık
öyle değil. Azıcık sıkıştırdınmıydı ya, “fazla üstüme gelirsen, pılımı pırtımı
toplar giderim” diyen ve gerçekten de bunu yapma yeteneğine-potansiyeline sahip
bir burjuvazi var ortada. Ki bu da sınıf mücadelesinin etki gücünü
sınırlayan bir faktör.
Denebilir ki, bu şu an belki böyle, ama giderekten, taşlar yerine oturmaya
başladıkça işler tekrar eskiden olduğu gibi bir dengeye kavuşacaktır, çünkü
kapitalizm kapitalizm olarak varlığını sürdürüyor sonunda..Ama öyle değil işte,
bu kez de işin içine, giderekten, işçi sınıfının yerini robotlara terketmesi
süreci giriyor. Yani globalleşmeyle bilgi toplumuna geçiş süreçleri içiçe
geçiyor. Biri diğerini daha da hızlandırıyor-etkiliyor. Bu durumda ne yaparsan
yap artık eskiden olduğu gibi bir “işçi sınıfı devrimciliğine” yer kalmıyor
ortada! Bir yanda, güneşin altındaki kar
gibi eriyerek yok olma sürecini yaşayan bir sınıf var, öte yanda ise, sen, sübjektif idealist bir yaklaşımla, onu,
gelişen, geleceği temsil eden bir sınıf
olarak değerlendiriyorsun halâ ve izlediğin bütün siyaseti de bu
değerlendirmenin üzerine, yani bu sınıfı iktidara getirme üzerine oturtuyorsun!
Olmaz, olmadığını da hayat gösteriyor
zaten. Bunun için de klasik-eski-sol siyaset artık ulu-salcı cephenin içinde,
globalleşmeye-bilgi toplumuna geçişe ayak direyen bir akım olarak yerini
alıyor..
Gelişmiş kapitalist ülkeleri ele alalım. “Sermaye dışarıya mı gidiyor, iyi
işte güzel, bu şekilde burjuvazi içerde
daha da zayıflamış oluyor, onu devirmek, iktidarı ele almak işçi sınıfı için
artık daha kolay hale gelecektir böylece” diye mi düşünüyorsunuz! Hayal bunlar hep! Süreç tek
yanlı olarak işlemiyor ki! Almanya’yı ele alalım. Evet sermaye dışarıya
gidiyor, yeni yatırım yapılmıyor Almanya’da; ama buna rağmen Alman ekonomisi
dış ticarete-ihracata bağımlı bir yapı. Yani sen tutupta onu global zincirden
koparmaya kalktınmıydı ya, sap gibi kala kalırsın ortada; malını kimseye satamayınca
Castro’nun Küba’sı gibi olursun! Küba deyince aklıma geldi, daha
geçenlerde Handy kullanımı artık serbest
bırakılmış! Ne büyük yenilik! Haydi aynı şeyi Almanya’da yap bakalım sen! Hiç
atı bilmeyen insanları belki eşşekle idare etmeye ikna edebilirsiniz, ama
insanları attan indirerek eşşeğe bindirmek kolay değil-dir!!
SİSTEMİN KENDİ İÇİNDEKİ MUHALEFET, YA DA
YENİ TİP BİR SOL ANLAYIŞI..
Küreselleşme bir süreç. Bütün ülkeleri, insanları biribirine bağlayan tek
bir dünya sisteminin-toplumunun oluşumu süreci. Bu sürece karşı oluşan
“duygusal reaksiyonların”-direnmenin diyalektiğini de yukarda gördük.
Küreselleşme sürecinin mülksüzleştirdiği kesimlerin eski ulus-devlet zeminini
muhafaza etmeye yönelik çabaları bunlar. Ama bir de, sistemin kendi içindeki,
kendi iç çelişkilerinden kaynaklanan muhalefet var. Küreselleşmenin, üretici
güçlerin gelişmesinin kaçınılmaz sonucu olduğunu gören, bu anlamda da ona sahip çıkan, onu
destekleyen; ama öte yandan da, onun kendi iç çelişkilerinden yola çıkarak onu
eleştiren; küreselleşmenin sadece sermayenin küreselleşmesi olayı olmadığını,
bir bütün olarak üretici güçlerin küreselleştiğini ortaya koyan, yapıcı,
eleştirirken sistemi geliştirici, küresel kapitalist sistemin ana rahminde
gelişen bilgi toplumu güçlerinin muhalefeti var.
Ne
demek bu, “eleştirirken geliştirici muhalefet” onu görelim:
Serbest rekabetçi kapitalizm bir
toplumsal işletme sistemidir, çok
basit birkaç kuraldan oluşur demiştik: Rakiplerinden daha ucuza ve daha iyi
kalitede mallar üreterek daha çok satmak, azami kâr elde etmek. Bir
kapitalistin dünya görüşünü belirleyen ilkeler bunlardır. Üretim araçlarının
özel mülkiyetine sahip olduğu için ürünün de sahibi olan kapitalist amacını gerçekleştirebilmek için “üretim
maliyetlerini” mümkün olduğu kadar düşük tutmak zorundadır. Yani hammaddeyi
mümkün olduğu kadar ucuza elde edebilmeli, işçi ücretlerini mümkün olduğu kadar
az tutmayı başarmalıdır vb. Bunun dışında hiçbir şey ilgilendirmez onu. Üretim
faaliyeti esnasında oluşan atıklarla doğa mahvoluyormuş, işçiler aldıkları
ücretle geçinemiyorlarmış bütün bunlar onun sorunu değildir. Onun görevi
üretimin maliyetini minimuna indirebilmektir.
Öte yandan ürün kollektif olarak elde edilen bir
sonuçtur, bir sentezdir. Ürünü bir çocuğa benzetirsek, her çocuğun bir anası bir de babası vardır!
Toplumsal üretim süreci de aynen böyledir.
Ürün, bir açıdan toplumla çevre-doğa arasındaki etki-leşmenin sonucudur. Yani, babası doğaysa anası da
toplum olan bir çocuktur. Ama o aynı
zamanda toplumsal bir oluşumdur da. İşveren ve işçinin birlikte ürettikleri bir
çocuktur da. Çocuğu birlikte yapıyorsun, çünkü kimse tek başına yapamaz bu işi!
Ama birlikte ürettiğin sistemin diğer kutbunu yok varsayıyorsun, ya da sana
bağlı bir uzuv, bir üretim aracı, bir alet olarak görüyorsun onu. Üretmek için
hammaddeyi işlemen lazım. Hammadde ise doğada. Ama bir yandan da onu tahrip
ediyorsun. Çünkü o anki çıkarını düşünüyorsun sadece. O an rakibinden daha
ucuza üretebilmen lâzım, sadece bunu düşünüyorsun. İşi uzatıp da doğa’yı da düşünmeye
kalksan, zehirli gazlara karşı filtre taktırsan, kirli atıkları rasgele doğaya
bırakmayıpta arıtma tesisleri falan kursan, bunlar hep masraf, üretimin
maliyetini arttırıcı şeyler. Sen bunlarla uğraşmaya kalkarsan rakiplerin seni
geçebilir. Bu nedenle sadece kendini düşünmek zorundasın, yoksa bu işi
götüremezsin. Serbest rekabetçi kapitalist işletme sisteminin ilkeleri
bunlardır.
Sistemin kendi içindeki
muhalefet işte tam bu noktada ortaya
çıkıyor. Çünkü, üretimin toplumsal karakteriyle, yani üretim faaliyetinin
kollektif bir faaliyet olmasıyla, üretim araçlarının ve ürünün özel mülkiyeti
arasındaki çelişki sürece tam bu noktada damgasını vuruyor. Sonuç:
1. Global sorunların çözümü için global boyutlarda yeni tip bir sınıf mücadelesi pratiği ortaya çıkacaktır.
2-Doğa’yla olan ilişkilerde de,
doğa’nın ağzı dili olmadığı için,
onun çevre kirliliği, yaşamın ve
üretim faaliyetinin doğal koşullarının bozulması gibi reaksiyonlarına sahip
çıkan, bunları sınıf mücadelesi süreciyle birleştiren çevreci bir muhalefet
çizgisi gelişecektir. Gelişiyor da zaten.
17-20.yy’larda kapitalizmin gelişimi
ulusal düzeyde olduğu için sermaye ile emek, insanla doğa arasındaki ilişki de
ulus-devlet çerçevesi içinde kendine bir yol çiziyordu. Bir yanda azami kâr
peşinde koşan sermaye, bunun karşısında da, sınıf mücadelesi yoluyla kendi
çıkarlarını koruyan çalışanlar vardı. Bu iki karşıt kutup arasındaki etkileşme
belirli bir denge oluşturuyor, gelişme sürecinin basamakları bu şekilde çıkılıyordu. Sistem politik olarak da bu
gelişme diyalektiğine uygun bir yapıya sahipti. Bir yanda sermayenin
çıkarlarını savunan ulusal “sağ” partiler, diğer yanda da, çalışanların
haklarını savunan ulusal “sol” partiler
vardı.
Bugün ise, küreselleşme
süreciyle birlikte durum artık tamamen değişmiştir. Değişmiştir, çünkü artık
kapitalizmin gelişme platformu farklıdır.
Sermayenin küreselleşmesiyle birlikte
problemlerin çözümü de küresel bir karakter kazan-mıştır. Bugün artık,
küresel boyutları içinde ele almadan, sadece ulusal düzey-de kalarak, ne sınıf mücadelesine ilişkin problemleri çözmek mümkündür, ne de
global düzeyde ortaya çıkan çevre sorunlarını çözmek. Karşında oynak bir
sermaye varken, azıcık sıkıştırdın mı, “fazla üstüme gelmeyin alır fabrikayı
götürür başka yerde kurarım” diyebilen, ve gerçekten de bunu yapabilen bir
sermaye varken, sadece ulusal düzeyde kalarak sınıf mücadelesi falan vere-mezsiniz.
Gene aynı şekilde, sadece ulusal düzeyde kalarak hiçbir çevre so-rununu çözmek
de mümkün değildir.
Diyelim ki sen tek başına çevre dostu bir politika izlemeye karar verdin,
ama diğerleri bunu takmıyor. Ne olacak bu durumda? Sen nasıl ödeyeceksin bunun
maliyetini. Sen fabrikana filtre takıyorsun, bu senin üretim maliyetini
arttırıyor, ama diğerleri takmadığı için aynı malı senden daha ucuza
satabiliyorlar ve bu yüzden de senin önüne geçiyorlar..Olmaz ki bu! Bu iş böyle
yürümez ki! Bütün ülkeleri kucaklayan bir çevre politikası olması lazım, ve
herkesin de buna uyması gerekir. Kim uymuyorsa da onun tecrit edilmesi gerekir.
İşte, global-çevreci bir muhalefetin fonksiyonu burada ortaya çıkıyor.
Deniyor ki, “evet bugün sermaye
küreselleşmiştir, ama, emek halâ ulusal sınırların içindedir”. Bu yüzden de küreselleşme tek yanlıdır, adil
değildir! Bu şekilde düşünmek yan-lıştır, olaya
duygusal-mekanik olarak yaklaşmaktır,
halâ, ulusal sınırların ötesinde düşüne-memenin bir sonucudur bu! Atı alan Üsküdar’ı geçmiş, sermaye küresel
bileşik kapları yaratarak ülkeleri biribirine bağlamış, Brezilya’da öksürsen
Türkiye’de sarsılıyorsun, Çin’de üşütsen Amerika’da doktora gidip grip aşısı
yaptırıyorsun da, “sol” halâ “emeğin serbest dolaşım hakkının olmamasından”, bu
yüzden de ulusal sınırlar içinde kaldığından bahse-diyor! Bunun adı çağ dışı
kalmaktır, tükenmektir, körlüktür!
Çok açık koyalım olayı: “Üstüme fazla gelmeyin,
alır fabrikayı götürür Çin’e kurarım” diyen, ve bu dediğini de yapabilen bir
işverene karşı eskiden kalma hangi “ulusal-sol” politikayla sorun
çözebilirsiniz bugün? “Emekçilerin çalışma koşullarını düzelt-mek”mi? Nasıl?
Elinde yeni duruma uygun yeni tipte bir sınıf mücadelesi silâhın olmadan hiçbir
şey yapamazsın! İşçiler, sendikalar da bunu bildikleri, ama yeni tipten bu
mücadele yöntemlerinin neler olabileceğini de henüz daha kestiremedikleri için
sesleri solukları çıkmıyor! Böyle bir ortamda 20.yy kalıntısı “sol”-muhalefet
olur mu? Almanya’da “yeni sol parti” kuruldu gördük! Hepsi palavra, biz
iktidara gelince zenginlerden daha çok vergi alıp herkese iş sağlayacağız
diyorlar! Kulağa hoş gelen, boş, ulusalcı-“solcu” lâflar bunlar! Nasıl
alıyorsun fazla vergiyi! Adam açıkça ilân ediyor, üstüme fazla gelirseniz çeker
giderim diyor! Polis zoruyla mı durduraksınız sermayeyi!
Emeğin küreselleşmesi demek, işçilerin ülkeler arasında serbest dolaşımı
demek değildir! Bir Çinli işçiyle bir Alman işçi arasında ne fark var ki!
Ulusal aidiyetleri mi farklı? Görüyorsunuz olay gelip ulusalcılığa, ulusal
sınırlar içinde düşünmeye varıyor! Önce bunu değiştireceğiz. Küresel
düşüneceğiz. Çinliymiş, Almanmış, Brezilyalıymış, Türkmüş, Kürtmüş demeden küresel
emek kavramına alıştıracağız kendimizi. “Emeğin serbest dolaşımı” söz konusu
olsaydı bugünkünden daha farklı bir durum mu olacaktı sanki?
Bu türden ulusalcı sızlanmalar bir yana bırakılmalıdır artık! Çünkü,
sızlanmaya değil, ülkelerin küresel bileşik
kaplar içindeki yerlerini gözönüne
alarak oluşturulacak yerel politikaları
küresel politikalarla birleştirecek küresel bir muhalefete ihtiyacımız var.
Küresel sermayenin karşısında yerel zeminlere dayanarak küresel düzeyde sınıf
mücadelesini örgütleyecek küresel bir
muhalefetten bahsediyoruz. Kapitalizmin-üretici güçlerin gelişmesine
karşı çıkarak kolaycılığa kaçan reaksiyoner- ulusalcı “sol” bir muhalefet- değildir bu! Tam tersine, küreselleşme
sürecine sahip çıkan, hatta bu yoldaki gelişmeleri yetersiz bulup, yolun daha
da açılması için gerekirse ulusalcı derebeylerine karşı global sermayeyle
işbirliği bile yapabilen, ama bunu
yaparken de, dünyanın hangi ülkesinde olursa olsun sermayenin karşısında çalışanların haklarını savunan, küresel boyutta mücadeleleri örgütleyebilen
yeni tipte küresel sol bir muha-lefetten
bahsediyoruz. Sermayenin, serbest rekabetin doğayı tahrip edişine karşı kü-resel olarak mücadele eden çevreci bir soldan bahsediyoruz. Küresel
düzeyde silah-lanmaya karşı çıkan, küresel barışı savunmayı temel politika haline getiren bir sol dan.
NEREDEN
BAŞLAMALI
Bizim kuşağın gençliği “emperyalizme karşı mücadeleyle” geçti. “Ho Ho
Hoşiminh, daha fazla Vietnam Ernesto’ya bin selam” diye bağırarak geçti! Daha
şurda 1980’lerde bile üç yüz dört yüz
bin kişinin katıldığı barış mitingleri yapılırdı! Dünyanın her yerinde her an
barış için yüzbinler ayaktaydı. Ne oldu şimdi, niye kimsenin sesi çıkmıyor!
Sosyalist sistem yıkılınca herşey bitti
mi? Bugün, başta Amerika olmak üzere bazı ülkeler çevrenin korunmasına yönelik
anlaşmaları imzalamadıkları için küresel düzeyde çevrenin korunmasına ilişkin
uluslararası anlaşmalar yürürlüğe konamıyor. Dünyamız her geçen gün mahvoluyor.
Buzullar eriyor, doğal felâketler bir çığ gibi büyüyor, neden bu kadar duyarsızız! Hani nerde sol? Bütün bu küresel problemlerin çözümü
için mücadeleyi gündeme almadan, ulusal sınırların içinde kalarak, ulus
devletin kuyruğuna takılıp küreselleşme karşıtlığı yapmayla solcu olunmaz artık!
Ama sadece eski tip sol partiler mi, sendikalar da acınacak durumda bugün!
Ulusal sınırların ötesini göremedikleri için, sınıf mücadelesinin küresel
boyutlarını göremedikleri için, onlar da ulus devlet sınırları içine hapsolmuş
haldeler. Ulus devletle birlikte güneşin altındaki kar gibi eriyip gidiyorlar
onlar da! Kimse görmüyor mu bütün bunları? Çin’de bir işçi ayda birkaç yüz
dolara çalıştırılırken sen Almanya’da eskiden olduğu gibi daha iyi çalışma
koşulları için mücadele edemezsin artık-tabi eğer “Dimyad’a pirince giderken evdeki
bulgurdan da olmak istemiyorsan”(!)- kimse görmüyor mu bu gerçeği! Sınıf
mücadelesine küresel olarak bakabilen sendikal örgütlenmelere ihtiyaç olduğunu
kimse görmüyormu?
Peki o zaman ne yapmak gerekir, nasıl çıkacak insanlık bu
kısır döngünün için-den?
Gelişmiş ülkelerden başlayalım: Elindeki bütün olanakları seferber ederek
gelişmekte olan ülkelerdeki-
Hindistan’daki, Çin’deki vb. emekçilerin yardımına koşacaksın! Kendi ülkendeki sendikal mücadeleyle
gelişmekte olan ülkelerdeki demokrasi, insan hakları mücadelesi arasındaki bağı
görmek zorundasın çünkü. Halâ kış uykusunda olan o “Uluslararası Çalışma
Örgütlerini” bir an önce uyandırmak gerekiyor. Küresel kitlesel gösterilerle
gelişmekte olan ülkelerdeki insanları, çalışanları da sarsmak uyandırmak gerekiyor.
Ama öyle bazı “küresel-leşme karşıtlarının” yaptıkları gibi sağa sola saldırarak, küresel bir lumpen kültür yaratarak olmaz bu!
Gelişmeye, ilerlemeye karşı çıkmadan, elimizden işimizi alıyorlar diye “yaban-cılara”,
robotlara karşı savaş ilân etmeden, ideolojik körlüğe saplanmadan yapmak
gerekiyor bunu.
Ve tabi aynı şekilde, gelişmekte olan ülkelerin çalışanlarının da bütün bu
küresel tepkilere cevap verebilmeleri, kendi mücadelelerinin ancak bütün bu küresel mücadelelerle bütünle-şerek
bir yere varabileceğini görmeleri gerekiyor. Sınıf mücadelesiyse sınıf
mücadelesi, demokratik haklar için mücadeleyse mücadele, fakat bütün bunların
ancak küresel bir bü-tünlük içinde yerine oturtulduğu zaman başarı şansının
olabileceğini bir an için bile olsa unutmadan..
NASIL YAPMALI-KÜRESEL BİR SOL HAREKETİN ÖRGÜTLENME
İLKELERİ
Peki, küresel düzeyde etkinlik gösterecek böyle
bir sol, insanı temel alan küresel bir emek hareketi nasıl örgütlenecektir? Kim
örgütleyecek bunu? Nasıl bir örgüt olacak bu? Yeni tür bir internasyonale mi
ihtiyaç var?
Çok karmaşık gibi görünen bu sorunun cevabı çok
basittir aslında! Küreselleşme sürecine bakınız, küresel sermayeye bakınız! O
nasıl örgütleniyorsa, küresel emek hareketi de öyle örgütlenmelidir!
Küresel sermaye sistemi dağınık bir
sistemdir. Elementlerini ülkelerin,
şirketlerin ve sermaye sahibi bireylerin oluşturduğu dağınık bir sistemdir.
Öyle merkezi bir yapısı, merkezde oturan bir yöneticisi falan da yoktur bu
sistemin. Sistemin her unsuru kendi içinde bağımsız-otonom faaliyet gösteren
bir birimdir. Bunların bütün yaptığı, küresel serbest rekabetçi kapitalist bir
işletme sisteminin kurallarına göre hareket etmekten ibaret oluyor. Tıpkı, gene
dağınık bir sistem olan interneti kullanan bireylerin yaptıkları gibi. Ortak bir
bilgi temeli var sistemin, tek tek elementler de bu ortak bilgiyi kullanarak
informasyonu işleyip sonuçlar üretiyorlar.
İşte, küresel emek hareketinin yapması gereken de
aynen budur. Nasıl sermayeyi
örgütleyen-birleştiren ortak küresel bir kapitalist kültür-işletme sistemi
varsa, küresel emek hareketi de aynı şekilde küresel bir emek kültürü-işletme
sistemi etrafında dağınık bir sistem olarak örgütlenmelidir. Bu örgütün üyeleri
bütün dünyanın çalışan insanları, sivil toplum örgütleri, ulusal düzeyde faaliyet
gösteren siyasi partiler olacaktır. Bunların her biri kendi içinde
bağımsız-otonom birimler olduğu için yapılacak tek iş küresel ortak bir
bilgi-ilkeler temeli yaratılmasından ibarettir. Bu bilgi-bu bilinç herkesin
hafızasında olduğundan başka hiçbir özel merkeze-merkezi bir örgüte de ihtiyaç
duyulmayacaktır. Şüphesiz küresel bir eylem örgütlenirken şu ya da bu sivil toplum örgütü, ya da siyasi
parti veya birey-bireyler grubu buna öncülük yapabilir, yapmalıdır da. Ama bu o
eyleme özgü bir merkezi örgütlenmedir. Eylem sona erince bu “merkez”de ortadan
kaybolur. Gerçek merkez her birimin hafızasındaki küresel bilginin içindedir.
Ve bu da küresel olarak internette temsil olunmalıdır. Böylece, her zaman-kendiliğinden eyleme hazır,
bireylerin tamamen özgürce sahip-lendiği, katıldığı, küresel bir örgütün
dağınık bir sistem yapısı içinde, küresel bir merkezi oluşacaktır.
Küreselleşme sürecinin başlangıcının çok eskilere uzandığını söylemiştik.
Bu süreç aynı zamanda küresel bir emek kültürünün-bilgi birikiminin yaratılması
sürecidir de. Bu nedenle, bugün artık ulusal kabuklarını kırarak küresel bir
güç haline gelen burjuvazinin karşısında emekçilerin-bütün insanlığın da aynı
yolu izlemesi gerekiyor! Kelebeğin
kozasını delip dışarıya bakması gerekiyor artık! Bütün ülkelerin emekçilerinin,
çalışanlarının ulusal zincirlerini kırıp, küresel dünyaya küresel bir bilinçle
bakmayı öğrenmesi gerekiyor! Bilgi
toplumu küresel mücadele ortamının içinden doğacaktır!
MARKSİZM VE Bİ LGİ TOPLUMUNU YARATMANIN
DİYALEKTİĞİ
“Allah peygamberleri arkasında
asabiyyet-aşiret gücü olanlardan seçer” diyordu İbni Haldun! Ne demek mi
istiyordu bununla? Şöyle cevap verelim:
Her çocuğun bir anası vardır!..Hiçbir çocuk “kendinde şey” olarak-kendiliğinden
varolmaz; bir önceki sürecin içinden çıkar, onun sonucu olur! Annenin görevi
ise sadece ana rahminde çocuğu doğuma hazırlamakla sınırlı değildir. Doğumdan sonra da bir süre
onun koruyucusudur o. Ama daha sonra,
çocuk büyü-se de ana gene anadır, çocuğu, onun varlığında yok olduğu geleceğidir
çünkü! Varoluşunun amacını, yaşamı
boyunca verdiği bütün mücadelelerin
sonucunu görür onda..
Bilgi toplumu-modern sınıfsız toplum da öyle
kendiliğinden ortaya çıkmıyor! Çünkü,
küresel kapitalist sistemin ana rahminde oluşan bir bebektir o da! O
bebeği kendi içinde taşıyan, katlanılması zor doğum sancılarına göğüs gererek
onu yaratan-doğuran ise küresel emek güçleridir; kolay değil, yedi bin yıllık
inkârın inkârını doğurmak! Eğer bugün işçi sınıfı bilgi toplumu doğarken
güneşin altındaki kar gibi eriyerek yok oluyorsa, bu “yokoluş” onun zaferidir.
Çünkü o üretirken, doğururken, yokolurken ye-niden varoluyor.
Emekçi sınıfların baskıya, sömürüye karşı mücadelesi toplumsal varlığın ve
gelişmenin itici gücüdür. Bilişsel Toplum Bilimi terminolojisiyle bunlara
Toplumsal Duygusal Reaksiyonlar diyoruz.
Duygusal reaksiyonlar bütün canlıların kendilerini gerçekleştirme biçimidir.
Yaşamı devam ettirme sürecinin ürünü olan bu reaksiyonları gerçekleştirirken,
gerçekleştirebildikleri için varolur bütün canlılar. Bu, insanlar için de,
hayvanlar için de böyledir. Bu nedenle duygusal reaksiyonları varoluşun
gerçekleşme biçimi olarak da ifade edebiliriz.
Ama insanları ve insan toplumlarını diğer
canlılardan-hayvanlardan ayıran bir diğer özellik daha var; o da bilişsel bilgi
üretimi süreci. Eğer duygusal reaksiyonları bir evin temeline benzetirsek,
bilgi üretimi süreci de bu evin üst katıdır. Her an, başka bir nesneye ilişkin olarak yeniden üretilen
nefs-benlik, bu nesneye ilişkin olarak gelen informasyonun işlenilmesi
sonucunda organizmanın mevcut durumunu muhafaza edebilmek için oluşturduğu bir
reaksiyondan başka birşey değildir. Yani, varoluş binasının temeli böyle
atılır. İnsanlar ve insan toplumları, bunu takiben, bu temelin üzerine bir kat
daha çıkarak, buna ek olarak bir de bilişsel kimlik oluştururlar[2].
İnsanların ya da toplumların çocukluk, gelişme, olgunluk çağlarından
bahsederken bunun altında yatan şey, onların kimliklerinin oluşmasında bilişsel
sürecin ne oranda belirleyici hale geldiğidir. Çocukluk ve delikanlılık çağları
daha çok duygusal reaksiyonların geliştiği çağlardır. İnsanlar, bu reaksiyonlar
içinde, duygusal deneyimlerle kendi kimliklerini ararlar. Olgunluk çağı ise
bilişsel kimliğin, yani duygusal reaksiyonlar üzerinde bilişsel kontrolün ağır basmaya
başladığı çağlardır...
Marksizm, işçi sınıfının delikanlılık çağı ideolojisidir diyoruz. İşçi sınıfının
kimiliğini oluşturan duygusal reaksiyonlarla bilişsel süreç arasındaki
ilişkilerde, bu dönemde duygusal reaksiyonlar daha ağır basar. Baskıya, sömürüye
karşı kurtuluşun yolu belirlenirken duygusal reaksiyonlar öne çıkar . Ama bu
son derece normaldir! Kim anasının karnından bilgi üreterek doğuyor ki, bilgi
üretimi sürecine giden yol duygusal deneyimlerden geçiyor. Bu nedenle, Marksizm
bizim, emekçilerin delikanlılığımızdır! Ona, dün olduğu gibi bugün de sahip çıkıyoruz. Bizim kişiliğimizin
oluşmasının temelidir o, bizim duygularımızın özlemlerimizin ufkudur. Onunla
ayakta kaldı emekçi sınıflar. Onunla kurtuluşun rüyalarını gördüler, onunla
yarınları yaratmak umuduyla mücadele ederek varoldular. Emekçi sınıflar bilgi
toplumu bebeğini onun içinde geliştirip büyüttüler. Marksizm bizim anamızdır.
Ama biz de artık onun inkârı olarak doğan ve kendi ayakları üzerinde
yürüyebilir hale gelen o çocuk olmalıyız; bilgi toplumunun bilimini
yaratabilmeliyiz.
DEVRİMİN ÖNCÜ GÜCÜ BİLGİ TOPLUMUNUN İNSANLARIDIR-BİLGİ ÜRETEN VE ÜRETTİĞİ BİLGİYE SAHİP ÇIKABİLEN
İNSANLARDIR!..
Çocuğu
doğuran ve büyüten ananın verdiği-vereceği mücadeleler bilgi toplumuna geçişte devrimin altyapısıdır; ama devrimin
öncü gücü, onu temsil eden, yaratan ve örgütleyen esas bilişsel güç, bu temel
üzerinde yükselen bilgi toplumunun insanlarının gücüdür.
Kimdir bu
biliminsanları-bilgi toplumunun insanları, ne yapıyor bugün bunlar?
Önce şu gerçeğin bir
altını çizelim: Bilgi üretimi sürecine katılmadığı halde, “hayatta en hakiki
mürşit bilimdir” mantığıyla bilime tapan
pozitivist bilimcilere bilgiinsanı denilemez! Peki, kim üretiyor bilgiyi, nerededir bu
insanlar, sadece üniversitelerdeki öğretim üyeleri, profesörler, ya da Silikon Vadisi’nde çalışanlar arasındanmı
çıkar bilim insanları? Bilginin ve teknolojinin demokratikleştiği bugünkü
dünyada, bilim insanları artık akademik kariyer sahibi insanlarla sınırlı
değildir. Çünkü, bilim artık bütün insanlığın malı haline gelmiştir. Sıradan,
hiçbir akademik kariyeri olmayan bir insan bile bugün isterse dünyanın her
yerinde üretilen bilgileri bir anda bilgisayarının ekranına indirebilir. Bir
MIT de, bir Oxford’da yapılan çalışmalara anında birinci elden sahip
olabilir. Tek birşey yeter bunun için: Önünü görebilmek ve motivasyon! Yani
istemek, bilgiye açlık duymak, bilginin nelere kadir olduğunu görebilmek yeter.
Ama birşey daha gerekli tabi: Korkmamak, cesur olmak, bilgiyle kuşanarak bilgi
toplumunun bir savaşçısı olunabileceğinin bilincine varmak. Bu insanlar
dünyanın her yerinde var bugün. Harıl
harıl bilgisayarlarının başında kafa patlatan, bilgi üretmeye çalışan insanları
kastediyorum. Günümüzde bilgi toplumuna giden sürecin sivil toplum unsurları bunlardır
işte. Bütün mesele, bu insanların yaptıkları işin bilincine varabilmelerinde
yatıyor. Bugün, ürettikleri bilgiyi kapitalistlere satan bu insanların çabaları
aydınlatıyor bilgi toplumuna giden yolu. Ve ben diyorum ki, ey bilim insanları,
üretmeye, yaratmaya devam edin, ama bunu yaparken dünyamızı yok olmaya götüren
kapitalist çılgınlığı da görün artık!
Madem ki üreten, yaratan sizlersiniz, politik gerçeklere karşı da
ilgisiz kalmayın! Unutmayın ki, bu dünya herkesten çok sizindir, bilginin
gücünü kullanarak onu yok etmek isteyenlere karşı durmayı öğrenin!
TÜRKİYE’DE “SAĞ” VE “SOL”, “İLERİCİ-GERİCİ” KAVRAMLARI..
Gelelim Türkiye’ye! Türkiye bugün halâ, zamana
yayılarak gelişen kendine özgü bir burjuva devrimi sürecini-artık bu sürecin
son evresini- yaşıyor. Bu nedenle, bugün Türkiye’de siyasetin sağını-solunu
belirleyen halâ bu toplumsal maddi gerçekliktir.
Peki, bu açıdan bakınca, kimdir bugün sağı temsil eden, ya da
muhafazakar-gerici olan Türkiye’de? AK Parti ve onun yandaşları mı? Solu kim temsil ediyor, ya da ilerici olan,
daha ileri bir toplum biçimini isteyen kimdir, CHP, Atatürkçüler, TÜSİAD cılar
ve bilumun “solcular” mı? “Hayır” mı
diyorsunuz! Ben de öyle diyorum! O zaman
açık olalım! Türkiye’de şu an yaşanılan süreç kendine özgü bir burjuva
devrimi süreciyse eğer, bu süreçte eskiyi, Osmanlı artığı eski Devletçi
düzeni temsil eden “ulusalcılar” gerici,
sağ, muhafazakar, burjuvasıyla işçisiyle
gelişen kapitalizmi-burjuva devrimi sürecini temsil edenler ise ilerici ve sol
dur. Daha açık konuşmak gerekirse, bütün
o, şimdiye kadar kendini “ilerici” “sol” olarak ilan edenler
sağ-gerici-muhafazakar, “muhafazakar” olarak tanımlayanlar ise ilerici ve sol
dur. Yeni “travmalara” neden olsa da malesef acı gerçek budur!..
Bu tablo içinde yeri değişmeyen bir tek MHP var
galiba! Devletçi cephenin içinde sağın bir fraksiyonu olarak onun yeri aynı
kalıyor! İşte, bir CHP ile bir MHP’yi birleştiren diyalektik de budur zaten.
Bunların her ikisi de değişik kanallardan aynı şeyi savunmaktadırlar: Devleti kutsamak,
eski Devletçi düzeni muhafaza etmek.
Sol’u tanımlarken burda sorun
sanırım AK Parti’ye gelip dayanıyor! Çünkü kendi kendini “muhafazakar” olarak
tanımlayan bir parti AK Parti! Onun neresi sol oluyor ki diye düşünüyor insan!!
AK Partinin kendisini
“muhafazakar” olarak tanımlaması, Türkiye’de yukardan aşağıya doğru
gerçekleştirilen Kemalist kültür ihtilali sürecinde Anadolu halkının kendi ge-leneklerine-yaşam
biçimine (kültürüne) sahip çıkmasındandır. Yani AK Parti ve onun temsil ettiği kitle, kendi
varoluş temellerinin-kültürlerinin-geleneksel yaşam biçimlerinin yok
edilmesine karşı çıktıkları için “muhafazakardırlar”. Ki bu da devrimci
bir çabadır! Çünkü insanlar ve toplumlar için sahip oldukları kültürel miras
(yaşam bilgileri) onları var eden toplumsal DNA lardır. İnsanlar ve toplumlar
sahip oldukları bu kültürel bilgi hazinesi temeli üzerinde oluştururlar kimliklerini. Bir toplumu tarih sahnesinden
silmenin, ya da bir insanı
köleleştirmenin yolu, onun sahip olduğu bilgi temelini- yaşam bilgilerini
yok etmekten geçer. Bu nedenle, “yeni bir toplum, yeni bir insan yaratmak” adı
altında yürütülen pozitivist toplum mühendisliği çabalarına karşı direnmeyi
temsil eden bir “muhafazakarlık”, gericilik-sağ değil, sol bir duruştur.
Ama siz eğer
halâ eski tip bir “solculuğun” etkisi altındaysanız, halâ, işçi sınıfının
birgün burjuvaziyi altederek-yok ederek- kendi devletçi düzenini kuracağını
düşünüyorsanız; bu yüzden de kendinizi burjuvaziden-kapitalizmden soyutlama çabası
içindeyseniz, o zaman o iş başkadır.
Çünkü o zaman, “nasıl olurda AK Partiyle birlikte aynı sol-demokrasi
platformunun içinde yer alırız” diyerekten bir türlü işin içinden çıkamazsınız,
ki bu da sizi kaçınılmaz olarak öteki tarafın-ulusalcı gericilerin kucağına
iter!
EVET, TÜRKİYE
BUGÜN HALÂ BİR BURJUVA DEVRİMİ SÜRECİNİ YAŞIYOR..
Türkiye halâ, zamana yayılarak
gelişen bir burjuva devrimi sürecini yaşıyor. AK Parti ise bu sürecin onu yöneten günümüzdeki baş aktörüdür.
Osmanlı artığı
Devlete-Devlet Sınıfına karşı
yürütülen burjuva devrimi sürecinin örgütlü gücüdür o.
Ortaçağ Avrupasında
feodaller kent toplumu olarak sivil
toplumu nasıl yarattılarsa, bizim Osmanlı
artığı batıcı Devlet Sınıflarımız da,
Anadolu sivil toplumunu gene aynı şekilde, aynı diyalektiğe uygun olarak
yaratmışlardır! İşte AK Parti’de bu sürecin
ürünüdür. Onlar, yani Devletin kurtarıcısı Devlet Sınıfları, Devleti
kurtarmaya çalışır-larken onun diyalektik mezar kazıcısı olarak AK
Parti’yi yaratmışlardır!.
Sürecin diyalektiğini
şöyle formüle edelim: Batıcı-Devletçi Yöneticiler, kendilerine uygun yeni bir Yönetilenler-modern
Reayalar- tabanı yaratmak için yeni Devletçi “sivil toplum” kurumları
oluşturarak Yönetilenleri etkilerken, Yönetilenler de, bu etkileşme ortamının içinden (Mer-kez-
Çevre
çatışmasının içinden) yeni bir sentezin ortaya çıkması için sistemin ana rahmi
rolünü oynayarak Anadolu kapitalizmine temel teşkil edecek bir Anadolu sivil
toplumunu yaratıyorlar..
Batıcı yönetici sınıf, Osmanlı’ya-Türkiye’ye özgü bir “Devlet kapitalizmi”yle birlikte, Devlete
bağlı “Devletçi burjuvalardan” oluşan bir “kapitalizm” yaratmak istiyordu as-lında.
Kendileri Devletçi-bürokrat “burjuva”lar olacaklar (burjuva rolünü oynayan
bürokratlar), bunun yanı sıra, gene Devlete bağlı bazı burjuvalara da
“kapitalist” olma izni verilecek, halk da, kuzu kuzu, Devlete ait bu
işyerlerinde, ya da “Devletçi bur-juvaların” “özel işletmelerinde” çalışan-üreten Devletin “işçileri” olacak
(işçi rolün-deki Reaya’lar yani!)! Proje bu idi[3]!
Ama ortaya çıkan başka birşey oldu!..
[[3]] Şimdiye kadar yaptıkları bundan başka birşey değildi..Nedir o TÜSİAD? DİSK’İ hiç karıştırmıyorum, o “Marksist” de ondan öyle davranıyor!!..
Jön Türklerden
Kemalistlere kadar bütün Batıcı Yönetici sınıf unsurlarının Devlet anlayışı
aslında Osmanlının Devlet anlayışıdır. Yönetilenler hep bir sürü’dür (Reaya) bu
anlayışın içinde. Ama Yönetenler, “Batıcı” oldukları için, yani “Batıcılık” adı
altında yeni bir elbise giydikleri için, aynı elbiseden Yönetilenlere de
giydirerek, onların da kendileri gibi Devletçi-Batıcı “İşçi”, Devletçi-Batıcı “Tüccar”,
Devletçi-Batıcı “Burjuva” vs. olmalarını istiyorlardı! Yani, Devletin esas
yapısı bozulmadan herşey yeni bir biçim altında sürüp gidecekti! Batıcı dünya
görüşünün ve ikiyüz yıldır uygulanan buna uygun pozitivist senaryoların esası
bu idi. Ortaya çıkan sonuçlar ise apayrı oldu!
Batı’dan aktararak o kadar modern yasalar çıkardılar,
medeni kanunlar, sendikalar kanunu, işçi haklarıyla ilgili düzenlemeler, 1960
Anayasası, “köylü efendimizdir” ilanı aşkları vs. ama bu “nankör”, “bu cahil”,
bu “göbeğini kaşıyan halk”[4] “bunları
takdir etmesini bilmedi” bir türlü ve gidip gene de o “gericileri” destekledi,
onlara oy verdi! Yönetilenler, yani Çevre, yani halk, Yönetenlerin kendilerine biçtiği
yeni elbiseyi giymek yerine, Yönetenler-Yöneti-lenler, ya da Merkez-Çevre
çelişkisine uygun hareket ederek, kendi içlerinde sistemin diyalektik inkârını
yaratacak olan sivil toplum unsurlarını beslediler-yetiştirdiler. Yeni bir
biçim altında Yönetenlere kulluk yapmak yerine, bu kez yeni bir sentezin
yaratılmasında sistemin ana rahmi rolünü oynadılar.
Batıcı asker sivil
“ilerici aydınlarımızın”-ve de “solcuların”- hiçbir zaman anlaya-mayacakları
diyalektik gizlidir bunun altında! Yönetilenlerin Yönetenlere verdikleri cevap,
alışılagelenin, “olması gerekenin”-“şimdiye kadar olanın” çok
ötesindeydi bu sefer! Çünkü artık, arada
sırada isyan etseler, yakıp yıksalar da, gene de “Devlet babaya” toz
kondurmayan o eski Yönetilenler gitmiş,
onların yerine, tercihinini modern sivil toplumdan yana kullanan yeni tip
insanlar türemişti.
TÜRKİYE “SOL”UNUN DİYALEKTİĞİ
Ama
bunu sadece bir “hata” olarak, “sol”’un bir hatası olarak görmek de yanlıştır! “Solcu” olmak, üretim araçlarının
mülkiyetinin bütün topluma ait olduğu (toplum adına da tabi devlete ait olduğu) bir sistemi istemek,
bunun için mücadele etmek olunca, devrim anlayışı, burjuvaziyi ve kapitalist
sistemi zorla yok ederek, üretim araçlarının toplum-devlet mülkiyetine dayanan
böyle bir sistemi yaratmak olunca, zaten Devletçi olan bir düzeni ve bu düzenin
koruyucusu olan bir Devlet Sınıfını, Devlet anlayışını niye karşına alacaksın
ki!. İşte, Türkiye solunu yönlendiren
kahredici diyalektik bu olmuştur. “Marksizmi yaratıcı bir şekilde Osmanlı
toprağına uygulayarak”, Devlet Sınıfıyla ittifaka dayanan “orijinal bir devrim
modeli yaratmanın” perde arkası budur! 1971’lerin 8-9 Mart darbeciliğinin
altında yatan mantık budur. 1973
Mart’ında general Gürler’in cumhurbaşkanlığını destekleyen mantık bu mantıktır.
Arada nüanslar olsa da, şimdiye kadar Türkiye’de “sol”un bütün çeşitlerini
yönlendiren mantık, devrim anlayışı
budur..
“Sol”un
anavatanlarında, yani Batı’lı ülkelerde ise (buralarda burjuva devrimi çoktan
tamamlanmış olduğu için) durum bambaşkadır. “Sınıf mücadelesi” dediğin zaman
bunun ne anlama geldiği açıktır buralarda.
Çünkü, ne bizdeki gibi bir Devlet Sınıfı vardır burada, ne de Devletçi bir
düzen! Feodalizmin tarihin çöp sepetine atılışıyla birlikte sınıflar mücadelesi
kapitalist toplum zemininde aracısız olarak yürümektedir. Bizde ise, Batı’daki
feodalizmin yerini tutan antika Devletçi bir düzen halâ varlığını sürdürüyor.
Türkiye halâ kendine özgü bir burjuva devrimi aşamasında. Önce o antika kabuğun
kırılması, sivil toplumun özgür hale gelmesi gerekiyor. Bu nedenle, bizdeki
“solculuk”la Batı ülkelerindeki sol
arasıda büyük farklar vardır. Bizde, sanki bulaşıcı bir hastalık-bir virüs gibidir “solculuk”!
“Devletçi” olmakla, “ulusalcı” olmakla özdeştir! Sivil toplumun karşısında
olmaktır. Dünyaya kapılarını kapatmaktır. “O da esas düşmana, yani burjuvaziye
karşı” diyerekten, Devlet Sınıfının peşine takılmaktır; “yolu ona açtırarak”,
açılan bu yoldan “ilerlemek”
hastalığıdır! Bütün o “solcu”-Devletçi, “kapitalizm karşıtı” “sivil toplum
örgütleri”nin yakalandığı hastalığın özü
budur!
Bütün
bunların öyle, komplo teorileriyle, özel olarak kurulmuş kontrol
mekanizmalarıyla falan hiçbir alâkası yoktur! Herşey, tarihsel olarak oluşmuş
bir kanalda, karşılıklı etkileşme, kendi varlığını üretme süreci içinde, “tabii”
olarak cereyan ediyor. Bütün mesele, Türkiye toplumu-nun Batı’dan farklı bir yol izleyerek tarihe
girdiğini kavrayamamakta yatıyor. Türkiye’de olup bitenleri, bu “farklılığı”
hesaba katmadan açıklamaya kalkınca, bu durumda sanki Türkiye’de herşey
tersineymiş, sınıf mücadelesini yöneten-kontrol eden gizli güçler varmış gibi
görünüyor! Bu ülkede sanki ağaçların
kökleri aşağıya doğru değil de havaya doğru uzanıyormuş gibi
görünüyor!..
“İşçi
sınıfının dünya görüşünü savunmak”
demek, “burjuvaziye karşı olmak” demek değilmiydi, al işte sana fırsat! Marksist
devlet teorisi ortadaydı! Devlet, hakim sınıfın örgütü değil miydi? Kimdi hakim
sınıf Türkiye’de? “Devlet Sınıfı” mı? Ne demekti Devlet Sınıfı, “Marksizm’de
Devlet Sınıfı diye bir kavram yoktu”ki! İktidarda kim vardır, burjuvazi değil
mi? O halde Devlet de burjuvazinin devletiydi! Devlet burjuva devleti olunca, o
zaman, darbe yaparak iktidarı ele geçirenler de, “gelişen kapitalizm karşısında
mülksüzleşen şehir ve kır küçük burjuvazisini temsil eden asker sivil aydın
zümreler” oluyordu! “Esas sınıf düşmanı”
burjuvazi olduğu için de, bunlar devrim yolunda işçi sınıfının, solun
tabii müttefikleri oluyorlardı!
Sadece
27 Mayıs’la birlikte gelişen “sol” değil, Türkiye’nin tarihi boyunca ortaya
çıkan bütün “sol” akımların hepsi de aynı diyalektiğe tabi olmuşlar, aynı kurt
kapanına düşmüşlerdir. Nasıl ki
kapitalizm Türkiye’de, “Batıcılık” adı
altında, Batı’dan öğrenilerek, Batı
taklit edilerek yukardan aşağıya Devlet Sınıfı aracılığıyla geliştirilmeye
çalışılmışsa, “sol” da aynı yolu
izlemeye çalıştı. Ve öyle oldu ki,
ortaya Devlet Sınıfı’nın
uzantısı, iktidar mücadelesinde onun tabii müttefiki, “sol” adı altında,
kendini “ilerici”, sivil toplumu, halkı “gerici”, “cahil” kabul eden yeni bir
jöntürk nesli çıktı.
Müthiş
bir olay bu gerçekten. Örneğin ben kendimi düşünüyorum bu sürecin içinde ve
anlamaya çalışıyorum: Bütün söylediklerimize inanıyorduk, son derece
samimiydik. İnsanın insan tarafından sömürülmesine, ezilmişliğe, işsizliğe,
fukaralığa karşı çıkıyorduk. Bütün bu sorunların çözüm yolu olarak da
sosyalizmi görüyorduk. Bu iş başka
ülkelerde nasıl olmuş diye de Batı dillerinden çevrilen Marksist klasikleri,
sol yayınları okuyorduk. Devlet, sınıf kavramlarını bu kitaplardan
öğreniyorduk. Türkiye toplumunun tarihsel evrimi falan bunlar “önemliydi” ama, hep ikinci dereceden
şeylerdi bizim için! Çünkü Marksizm
“evrenseldi”. Önemli olan “sınıf gerçeğini kavrayabilmekti”. İster Doğu toplumu, ister Batı toplumu olsun,
iki sınıf vardı kapitalist bir toplumda: Burjuvazi ve işçi sınıfı. Ya birinden,
ya da diğerinden yana olacaktın, gerisi boştu. Öyle, “Devlet Sınıfı” falan diye
bir “sınıf” olamazdı. Marksizmde böyle şeyler yoktu. İşte, Türkiye “sol”unu
Devlet Sınıfı’nın peşine takan, onu Devletin bir yedek gücü haline getiren
korkunç diyalektik budur. Pozitivizm olayını kavramadan bu diyalektiği kavramak
imkânsızdır[5]..
Sanki
bir maskeli tiyatro gibi! Objektif olarak, bu toplumun içinde bir yerin bir
fonksiyonun var. Ama sen, sübjektif olarak, bütün bu varlığını-fonksiyonunu
daha başka bir şekilde değerlendirerek, ayrı bir dünyada yaşıyorsun! Örneğin,
Devlet Sınıfıyla ittifak yaparak Anadolu burjuvazisine karşı savaşıyorsun.
Objektif olarak yapılan iş bu. Ama sen bunu başka bir amaçla, başka bir
kimlikle yaptığını iddia ediyorsun! Diyorsun ki, “ben işçi sınıfını temsil
ediyorum ve bu yüzden burjuvaziye karşı savaşıyorum”. “Eğer bugün “asker sivil
ilerici zümreyle” ittifak yapıyorsam, bu, esas sınıf düşmanına karşı yapılan
bir ittifaktır”.
Kolay
gelsin diyelim ne gelir elden!!
TÜRKİYE KOŞULLARINDA YENİ TİP BİR SOL NEDİR,
NASIL OLMALIDIR..
Önce sosyalist sistem çöktü, buna bağlı olarak da
tabi “kapitalist olmayan yoldan devrim yaparak sosyalizmi kurma teorileri!..Ama
can çıkmayınca huy çıkmazmış, o
“solculuk” halâ ayakta Türkiye’de!
Ben böyle
hep “solculuk” deyip geçiveriyorum ama herhalde okuyucu anlıyordur
ne demek istediğimi! Benim “solculuktan ” kastım Devletçiliktir-İttihatçılıktır. İşçi sınıfı hareketini Os-manlı artığı Devletin kuyruğuna
takmaktır. İster Marksizm maskesi altında olsun, ister “sosyal demokrasi”,
ya da “ulusalcılık”, farketmez, bunların hepsi aynı kapıya çıkar!. Bir ucu
Devlette, diğer ucu TÜSİAD’da olan bir
hastalıktır bu! Türkiye’de, adına “solculuk” denilen bir virüs vardır ki, bir
girdimi insana bir daha kolay kolay çıkmaz! Ya çok kuvvetli bir bağışıklık
sistemi gerekir onu yenmek için, ya da benim gibi bütün bir hayatını bu işe
adamak!
Öyle zaman olur ki, herşeyin sahtesiyle birlikte
varolduğu Türkiye’de neyin gerçek neyin
sahte olduğunu ayırdedetmek bile çok zor
hale gelir! Bu nedenle, bu ülkede
siyasette kimin ne söylediği değil nerede durduğudur önemli olan. “Komünist” de
olursun, “liberal” de, “sosyal demokrat” da..herkes herşey olabilir bu ülkede;
ama bunlardan hangisinin gerçek hangisinin Devlet patentli sahte olduğunu
anlamanın tek ölçüsü bu düşüncelerin kaynaklandığı yerdir. Nerede durduğundur
belirleyici olan derken anlatmak istediğim de budur zaten. Peki bu ne demek, belirli referans noktaları
mı vardır Türkiye’de kimin nerede durduğunu belirleyecek?
Evet vardır! Belirli
referans noktaları vardır! Hem de hiç şaşmayan referanslardır bunlar! Bunlardan
birincisi, 1950 devrimine-Menderes-DP
Hareketi’ne ilişkin tutumdur. Kim ki “1950 bir karşı devrimdir” diye başlıyor,
ondan sonra ağzından bal aksa bile onun yeri bellidir artık! İsterse kendine en
“azılı” komünist desin, farketmez, Devlettir o sonunda!
Buna bağlı olarak ikinci
referans da tabi 27 Mayıs’tır! Kim ki, “27 Mayıs Anayasası’nın sağladığı
özgürlükler ortamında” diye başlıyor söze, bitti! O da ondan sonra artık
ağzıyla kuş tutsa bir işe yaramaz, yani yeri bellidir onun da, Devletin
yanındadır o da!..
Daha sayalım mı, yoksa daha
bir süre geçerli olacağı anlaşılan şu an halâ geçerli bir formül mü vereyim size!! Bir yanda Devlet, diğer yanda AK Parti’nin önderliğinde
Anadolu burjuvazisinin başı çektiği bir burjuva-devrimi süreci yaşıyor Türkiye
bugün.
[5] Pozitivizm nedir, www.aktolga.de 8.Çalışma
Kim ki, “bunlar burjuvazinin iki kanadıdır, yesinler birbirlerini, ben
işçi sınıfından yanayım” diyerekten bu mücadeleyi görmezden gelir, kendini
demokrasi müca-delesinin dışında tutmaya çalışır, onu yeri de bellidir! Bütün bu “teoriler”-“değer-lendirmeler”,
ister Marksizm adına yapılsın, ister işçi sınıfı, farketmez. İnsanları de-mokrasi mücadelesinden soğutmaya, sonuç
olarak onları bu mücadelede egemen-Devlet sınıfının “tarafında” saf
tutmaya yönlendiren bu türden “solcu”
yaklaşımların-siyasetlerin hepsi son tahlilde aynı zeminden kaynaklanmaktadır.
Peki Türkiye’de, modern anlamda-Devletçi olmayan
yeni bir sol nedir-nasıl olmalıdır mı
diyorsunuz. Dinleyin o zaman!
1-Böyle bir sol, herşeyden önce ayaklarını globalleşme
sürecinin yarattığı zemine-objektif-maddi koşullara- basmalıdır. Yoksa gerisi
boştur! Çağı, içinde yaşadığın maddi koşulları yakalayamadın mı başka hiç bir
şey yapamazsın..Bu nedenle, içine
girilen bu yeni dönemde ilerici olmanın-bu
anlamda siyaset yapmanın- ön koşulu, kapitalizm altında gerçekleşiyor da olsa,
hiçbir şekilde üretici güçlerin gelişmesine karşı durmamaktır. Tam tersine, bu yolda ayak dirediği zaman
burjuvazinin bile karşısına dikileceksin. Yani ondan daha fazla
gelişmeci-ilerlemeci-üretici güçleri geliştirici bir siyasete sahip olacaksın. Üretici
güçler gelişirse burjuvazi daha çok kâr
sağlar, bu nedenle bizim görevimiz üretici güçlerin gelişmesiyle ilgilenmek
değildir, sosyal adaletle, yaratılanların eşit paylaşı-mıyla ilgilenmektir
mantığı artık eskimiştir. Evet, sosyal adalet-yeniden paylaşım için de mücadele
edilmelidir, sınıf mücadelesi hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir, ama artık bu
alanda koşullar eskisi gibi değildir. Sınıf mücadelesinde Dimyad’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmamayı da hesaba
katmak gerekiyor artık!. Yeri geldiği zaman, global rekabette ayakta
kalabilmeyi de hesaba katacaksın artık!
Bana ne bu benim işim değil diyemezsin!
2-Ülkede üretici güçlerin
gelişmesinin yolunun yatırımlardan geçtiğini hiç unutmaya-caksın. Bu yüzden de
global sermayenin ülkeye çekilmesini herkesten çok sen isteyeceksin. Bu yolda
hertürlü milliyetçi-ulusalcı engelin ortadan kaldırılması için mücadele
edeceksin. Tek ölçü üretim olacak. Menşei ne olursa olsun, ister yahudi, ister
Amerikan, ister Çin hiç farketmez, senin ülkene gelip taş üstüne taşın
konmasına katkıda bulunuyor mu, başımın üstünde yeri var diyeceksin. “Yerli
malı Türkün malı herkes onu kullanmalı” antikalığını solculuk sanıp insanları
zehirlemeye çalışmaya-caksın. Yabancılar gelip ev mi alıyor, arsa mı alıyor
senin ülkende, “vatan satılıyor” diye yaygara koparan nasyonal “solculardan”
olmayacaksın. Oh ne güzel ülkemize sermaye giriyor, daha çok gelsinler, daha
çok ev arsa satın alsınlar diye onlara yardımcı olacaksın. Yabancı
düşmanlığıyla ilericiliği-solculuğu karıştırmayacaksın!..
3-Çevre sorununu
herkesten daha çok öne çıkaracaksın. Öyle yasak savmak için değil, bütün
gücünle bu konuya sahip çıkacaksın. Ama
bunu yaparken de tabi sadece ulusal olarak değil global olarak da düşüneceksin.
Kör bir çevreci değil, bilişsel düşünebilen bir çevreci olacaksın!
4-Barış politikasına her
zamankinden daha çok sarılacaksın.
Silahlanmaya karşı-zorunlu askerliğe karşı mücadeleyi programının başına
koyacaksın...
5-Bilimi, bilgi üretimi
sürecini programında ön plana çıkaracaksın. Eğitim, öğrenim için yatırımda önde gelen ülke haline gelmeyi hedef
alacaksın. Bu yoldaki bütün engellerin kaldırılmasını önereceksin.
Bunlar hep, global anlamda bugüne ilişkin olarak
yeni bir solun programının temel ilkeleri.. Bunlara ek olarak geliyoruz şimdi
Türkiye somutuna:
6-Herşeyden önce,
yeni-çağa uygun sivil bir anayasa için mücadeleyi öne çıkaracak-sın. Bu yolda
bütün demokrasi güçlerinin birliğini savunacaksın. Toplumda, zora şid-dete
başvurmamak kaydıyla bütün düşüncelerin kendini ifade edebilmesine olanak
sağlayacak bir zeminin yaratılmasına önayak olacaksın. Bilginin-informasyonun
de-mokratikleştiği bir çağda daima şeffaflığın yanında olacaksın..
Burjuva devrimi sürecinde-Devlet Sınıfına karşı
mücadelede kayıtsız şartsız AK Par-tiyle
omuz omuza olacaksın. Mücadelede öncülüğü burjuvazi yapıyormuş falan diyerek
yan çizmeden bütün gücünle sürecin içinde yer alacaksın. Ne zaman ki AK Parti
yan çizer, Devlet Sınıfıyla uzlaşmaya çalışır (eğer böyle bir durum ortaya
çıkarsa) sen o zaman ona da karşı çıkacaksın. Yani burjuva devriminin itici
gücü olacaksın sen bir yerde. Burjuvazinin daha dar görüşlü olduğu yerlerde sen
yol göstereceksin-destek olacaksın ona.
7-Avrupa Birliğine
katılmak için mücadeleyi en çok sen destekleyeceksin. Sonunda katılınır ya da
katılınmaz, bu önemli değil, önemli olan bu yolda verilen mücadeledir diye
düşünerek hiç ayak sürçmeyeceksin. Eğer
bu konuda milliyetçi mülâhazalarla ayak diremeye kalkarsa AK Parti’yi de
eleştireceksin. Ama bunu yaparken TÜSİAD oportünizmine de kapı aralamayacaksın!
Yani, AB için daha çok çaba sarfedilsin
der-ken diğer yandan da Devlet Sınıfıyla mücadelede AK Parti’nin önünü kesmeye
çalışma-yacaksın!
8-Yerel-kültürel olana
sahip çıkarak, onun daha da gelişmesinin yolunu açacaksın, bu şekilde global
olmaya çalışacaksın. Bu anlamda bir muhafazakârlığın gericilik olmadı-ğını-kendi
değerlerine sahip çıkmak olduğunu bileceksin. Şunu
unutmayacaksın ki, globalleşmeye giden yol yerellikten geçer. Ancak kültürel
olarak daha gelişmiş olan bilişsel olarak da gelişebilir. En azından denize akan bir ırmak olacaksın ki, senin de
o deryada bir tuzun bulunsun. Büyük tablonun yerel düzeyde oluşan küçük
parçalardan meydana geldiğini unutmayacaksın. Globalleşmenin, global
düşünebilmenin yerel olanı elinin
tersiyle itmek soytarılığından başka birşey olduğunun bilincinde olacaksın ama,
diğer yandan da, kantarın topuzunu kaçırarak yerellik adına yeni kültürel-yerel
hapisanelerin inşasına yol açmayacaksın!..
Varmısınız böyle bir sola..Kendinizi modern sınıfsız bir toplumun insanı
olarak yeniden yaratmaya varmısınız!..
[1] Dikkat edin, burada gelişmiş kapitalist ülkelerdeki iktidar
muhalefet ilişkisinden bahsediyoruz! Türkiye’deki durum ise bambaşkadır! Türkiye’deki muhalefet sistem içi-yani
kapitalist sistemin kendi içindeki- bir muhalefet değildir. Türkiye’de Osmanlı
kalıntısı antika yapıdan modern kapitalist topluma geçiş süreci henüz daha
tamamlanmadığı için yeni sistem kendi üst yapısını henüz daha oluştu-ramamıştır. Burjuva devrimi
süreci bütün hızıyla sürüyor halâ. Hele şu “yeni anayasa” bir ortaya çıksın
bakalım!..
[2] Bu konuyu daha önce bütün ayrıntılarıyla ele almıştık, www.aktolga.de 6.Çalışma, “Öğrenmek Nedir,
Neden Öğreniyoruz, Nasıl Öğreniyoruz”
[3] Şimdiye
kadar yaptıkları bundan başka birşey değildi..Nedir
o TÜSİAD? DİSK’İ hiç karıştırmıyorum, o “Marksist” de ondan öyle davranıyor!!..
[4] Bu „göbeğini kaşıyan“ terimi yeni çıktı! Eskiden sadece
„cahil halk“ denirdi!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder