24 Nisan 2013 Çarşamba

GLOBALLEŞME SÜRECİNDE “SAĞ”,“SOL”,“İLERİCİ”,“GERİCİ” NEDİR.. TÜRKİYE KOŞULLARINDA YENİ TİP BİR SOL NEDİR, NASIL OLMALIDIR..

Münir Aktolga  Küyerel Mail

14

KÜRESEL MUHALEFETİN DOĞUŞU-BUGÜNÜ YARINA BAĞLAYAN YOLLAR

Küreselleşme sürecinin tam göbeğindeyiz! Burası açık, yani bu konuda herkes görüş birliğinde.  Ama bu yolun bizi nereye götürdüğü konusunda revayetler farklı!. 
Ben diyorum ki, eninde sonunda varacağımız yer modern komünal bilgi toplumudur. Yani, şöyle ya da böyle, bütün yollar oraya çıkıyor! Bu hedefe ulaşmaya karşı da çıksan gene oraya gidiyorsun! Yani kimisi gerisin geri yürüyerek, hayır olmaz diyerek gidiyor bu yolda, kimisi de güle oynaya!
Burjuvaziyi düşünelim! Azami kâr hedefine doğru koşarken biryandan da bilgi top-lumuna doğru koştuğunun farkında değil o! Yani bugünün içindeki varoluş müca-delesinin sınıfsal olarak  kendi yokoluşunu hazırladığının farkında değil! Ama farkında olsa, nereye gittiğini bilse, gitmiyorum mu diyecek! Diyemez ki! Azami kâr’dan, artı değerden vazgeçerse yapabilir bunu ancak! Kent kurucu feodaller  burjuva yaratarak  kapitalizmi geliştirmek ve kendilerini yok etmek için mi yapmışlardı bütün o yaptıkları-nı?..
Bir de „küreselleşme karşıtları“ var! Küreselleşme sürecinin mülksüzleştirdiği insanla-rın direnişi-reaksiyonu var. Direnerek, karşı çıkarak bu sürecin içinde yer alanlar,  aynı hedefe doğru onu durdurmak isteyerek gidenler var! Biraz açalım, ne demek bu, „onu durdurmak isteyerek onunla birlikte gitmek“ sözünü:

Arabaya biniyorsunuz, kontak anahtarını çevirip çalıştırıyorsunuz. Tam, gaz verip de iler-leyeceğiniz an, oturduğunuz koltukta geriye doğru itildiğinizi hissedersiniz. Bir durumdan baş-ka bir duruma geçerken atalet direnciyle bu geçişe karşı direnir vücudunuz.. Bir yanda sizi ileri doğru iten kuvvet, diğer yanda da eski durumu muhafaza etmek için buna karşı direnen  „atalet kuvveti“. Aslında „atalet kuvveti“ diye gerçek bir kuvvet yok ortada tabi! Bu, “kuvvet olmayan kuvvet”, sizi ileri doğru iten kuvvete karşı mevcut durumu muhafaza etmek isterken izafi olarak ortaya çıkıyor. Sonuç: eski denge durumu dirense de arabanız hızlanıyor ve diyelim ki, sonra saatte elli kilometrelik bir hıza ulaşıyorsunuz ve artık hep bu hızla yolunuza devam ediyorsunuz. Birden, artık koltukta geriye doğru itilmediğinizi hissedersiniz. Çünkü artık yeni bir denge oluşmuştur. Bir durumdan bir başka duruma geçerken ortaya çıkan direnç- reaksiyon ortadan kalkmıştır.

Bir durumdan bir başka duruma geçişin diyalektiği evrenseldir.  Toplumsal düzeyde de geçerlidir.  Belirli bir üretim ilişkisiyle karakterize olunan bir toplum biçiminden bir başka toplum biçimine geçerken, ya da, her biri kendi içinde kapalı bir kutu  ulus-devletlerden oluşan bir dünyadan, bütün  ülkeleri biribirine bağlayan küresel bir dünya sistemine  geçilirken de hep  aynı diyalektiktir karşımıza çıkan.

Ulus-devlet, belirli bir tarihsel dönemde ortaya çıkan toplumsal bir denge durumudur. Sistemin kendi içindeki dengeyi sağlayan da devlettir tabi!. Yoksa eşitlikçi bir sistem olduğu için kendiliğinden bir denge hali değildir söz konusu olan! Sistemin kendine göre bir mantığı, bir kendini yeniden üretiş biçimi vardır. Devlet de bu sürecin içinde oluşur. Üretim ilişkisi genel olarak  kapitalist üretim ilişkisidir, ama bu giderekten, ulusal duvarların içinde, devletçi-tekelci bir işletme sistemi haline dönüşür. Küreselleşme süreci ortaya çıkıpta bu süreç ulusal duvarları yıkmaya başlayınca-eski tekelci-devletçi işletme sisteminin yerini küresel serbest rekabetçi bir işletme sistemi almaya başlayınca- kendi varlıklarını eski denge içinde oluşturan unsurlar-güçler bu sürece karşı çıkmaya başlarlar. Karşı çıkanların başında,  eski denge durumu içinde egemen sınıf konumunda olan devletle bütünleşmiş sınıf gelir. Nasıl karşı çıkmasınlar ki, toprak hızla ayaklarının altından kaymaktadır bunların. Sahip oldukları iktidarı, gücü kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Bir an için, koordinat sisteminin merkezini bunların üzerine koyarsak, yani dünyaya onların gözüyle bakarsak olay apaçık  çıkar ortaya. Onlara göre “ ülke elden gitmekte, emperyalizme, yabancılara satılmaktadır “!
Ama sadece onlar değildir bu sürece karşı çıkanlar. Devlete bağlı işyerlerinde çalışan  işçileri, mevcut devletçi düzen içinde çağdışı sübvansiyonlara alışmış köylüleri, hantal bir devlet yapısı içinde “ salla başını al maaşını çalışan “ memurları, ve bir de tabi, “yerli malı yurdun malı her Türk onu kullanmalı” mantığıyla  ulusal sınırlar içinde  kalmaya-varolmaya alışmış,  burjuva-küçük burjuva grupları da saymak gerekir bu arada ;  bütün bunların hepsi ortak bir cephe oluşturarak küreselleşme karşısındaki yerlerini alırlar.

Gelişmekte olan ülkelerde ortaya çıkan ve çağ dışı eski ulus-devlet yapısını koru-maktan başka hiç bir amacı olmayan bu muhalefet gerici bir muhalefettir ve hiç bir şansı yoktur. Çünkü küreselleşme süreci ve küresel bileşik kaplar aslında bu ülkelerin, bu ülkelerde yaşayan insanların lehine işlemektedir. Çünkü evet, küreselleşme eski yapıyı yıkıyor ama, bunun yerine yeni daha modern bir yapıyı da beraberinde getiriyor. Evet, küreselleşme ilk planda  birçok insanı mülksüzleştiriyor, ama kısa zamanda bu insanları yeni alanlarda iş-güç sahibi de yapıyor. Bu nedenle gelişmekte olan ülkeler-deki direnç uzun soluklu olamaz. Yeni sürecin nimetleri kitlelere ulaşmaya başladıkça eskiyi muhafaza etmek isteyenlerin  gücü azalacaktır.
Gelişmiş ülkelerde  durum biraz daha farklı olmakla birlikte direnişin özü gene aynıdır aslında. Aradaki fark şudur ki, sermaye gelişmekte olan ülkelere yöneldiği için buralarda-yani gelişmiş ülkelerde- yeni  yatırım yapılmamakta, bu yüzden de her geçen gün daha da büyü-yen bir işsizler ordusu ortaya çıkmaktadır. Buna bir de, robotların işinden ettiği işsizleri  eklersek, durumun vehameti daha da anlaşılır hale gelecektir. Ve işin ilginç yanı, bu işsizler ordusu için hiçbir umut ışığı da görünmemektedir ortada. Yani, küreselleşme süreci gelişmekte olan ülke insanları için yeni iş olanakları yaratırken, gelişmiş ülke insanlarını işsiz güçsüz durumuna sokmaktadır. Ve bu insanlar da tabi buna karşı tepki duyuyorlar. Gerçi şimdilik  kimseden pek fazla bir ses çıktığı yok; sendikaların üzerine ölü toprağı dökülmüş sanki; insanlarla konuştuğunuz zaman da öyle, bir çaresizlik duygusu hakim, tepkiden çok bir umutsuzluk var insanlarda. Bunun nedeni de çok açık:

Birincisi şu:  Yatırım olmayınca yeni iş yerleri de açılmıyor demiştik. Alıyor adam fabrikayı sırtına, maliyetler daha düşük diye götürüyor, örneğin Polonya’ya kuruyor, Çin’e kuruyor! Ne yapacaksın buna karşı! Gitme deyip önünü kesemezsin ki!
İkinci nedense tarihsel, biraz da suçluluk duygusu belki! Gelişmiş ülkelerdeki  yaşam düzeyinin yüksek olmasında tekelci kapitalizm-sömürgecilik- döneminde sömürgelerden elde edilen artı değerlerin de payı vardır. Çünkü, bir biçimde gelişmiş ülke halkları-işçileri de alıyorlardı bu sömürüden paylarını! Ve o zaman kimsenin de fazla sesi çıkmıyordu! Şimdi çark tersine dönüpte sermaye alıp başını gitmeye başlayınca, kendi kaderlerini sermayeye bağlamış olan bu insanlar bir tür terkedilmişlik duygusu içine girdiler! Bu durum ne kadar sürer belli değil, ama en azından şimdilik böyle. Yakın zamanda  büyük kitlesel gösteriler falan da beklemiyorum ben! Kim yapacak ki bunu? İşçi sınıfımı? Halâ elinde işi olanları unutun! Onlar kendilerini şanslı sayıyorlar! İşsizler mi direnecek? Direnseler neyi değiştirecekler ki! Sermayeyi geri mi getirebilecekler! En fazla bir lumpen tepkisine dönüşebilir bu, kuru öfkeye, yakıp yıkma şekline!

Peki ya ulus devlet, o bir çözüm yolu bulamıyormu bu duruma?

Onun durumu daha da içler acısı aslında, düşünün bir kere, ne yapabilir ki ulus devlet? Ülke dışında yatırım yapan küresel firmalardan-zenginlerden daha çok vergi almaya kalksa, bu sefer ülkeyi hepten  terkeder gider bunlar diye korkuyor! Giderler de yani! Ne olacak ki, gider Çin vatandaşı olurlar Siemens’in patronları! Sermayenin vatanımı kaldı, öyle eskisi gibi ulusal bağ falan kalmadı ki artık, bütün dünya yatırım alanı ve de vatan oldu! Yoksa, gümrük duvarlarını falan yükselterek sermayenin yurtdışına çıkışınımı yasaklayacaklar? Bunu da yapamazlar! Hele bir yapsınlar, o zaman diğer ülkeler de başlarlar aynı yöntemleri kullanmaya ki bunun da zararı herkes için daha fazla olur. Düşünsenize süreç zaten buralardan geçilerek gelmiş bugün bulunduğu yere!.

ESKİ ANLAMDA “SAĞ”-“SOL” KALMADI ARTIK!..

Eskiden, yani 20.yy da, “sağ” deyince, bundan kapitalist sistemi temsil eden burjuva siyasetini  anlardık. “Sol” da tabi, buna karşı, işçi sınıfının başı çektiği  toplumsal muhalefeti temsil ederdi[1]. Küreselleşmeyle birlikte bunların hepsi tarih oldu! Çünkü bugün artık tek bir referans var ortada: Kendi varlığını küresel zincirin bir parçası olarak üretmeye çalışanlarla, ulusal sınırlar içinde kalarak bu sürece karşı direnenler arasındaki çelişki artık günümüzde siyasetin tek  belirleyici unsuru haline geldi. Toplumun bütün sınıf ve tabakaları,  kendini küresel zincirin bir parçası olarak görenler ve buna karşı direnenler şeklinde yeni mevziler oluşturmaya başladılar. Burjuvaziden işçi sınıfına, köylülükten küçük bur-juvaziye kadar bütün sınıf ve tabakalar buna göre  ayrışıyorlar. Küreselleşmeye karşı olan burjuvalar, ya da işçiler artık aynı cephedeler. Bunlardan biri kendini “milliyetçi sağ” olarak görürken, diğeride “ulusalcı sol” diyor artık kendine! Milliyetçilik kavra-mının patenti burjuvaziye ait olduğundan, ulusalcılık-utangaç bir milliyetçilik olarak solculuğa daha yakın görünüyor!
Peki ya Marksizm-Marksist sol, o ne yapıyor, nerede duruyor bu süreçte?  Küresel-leşme sürecini kapitalizmin tarihinde basit bir evre, yüzeysel bir biçim değişikliği olarak görenler için bu soru anlamsız gelebilir. Çünkü, bunlara göre, ne olursa olsun, kapitalizm kapitalizmdir. Ve burjuvazi varolduğu sürece işçi sınıfı da varlığını sürdürecektir. 
[1] Dikkat edin, burada   gelişmiş kapitalist ülkelerdeki iktidar muhalefet ilişkisinden bahsediyoruz! Türkiye’deki durum ise bambaşkadır!  Türkiye’deki muhalefet sistem içi-yani kapitalist sistemin kendi içindeki- bir muhalefet değildir. Türkiye’de Osmanlı kalıntısı antika yapıdan modern kapitalist topluma geçiş süreci henüz daha tamamlanmadığı için yeni sistem kendi üst yapısını  henüz daha oluştu-ramamıştır. Burjuva devrimi süreci bütün hızıyla sürüyor halâ. Hele şu “yeni anayasa” bir ortaya çıksın bakalım!..

Bu yüzden,  işçi sınıfının dünya görüşü olarak Marksizm de  bazı küçük rotuşlarla da olsa yerini-fonksiyonunu korur-muhafaza eder.
Ben bu görüşe katılmıyorum tabi! Marksizmin işçi sınıfının delikanlılık döneminin dünya görüşü olduğunu düşünüyorum ben. O dönemin koşulları içinde, burjuva saldırısına karşı, işçi sınıfının kendini bulma-koruma, kendi kimliğini kabul ettirme mücadelesinin  ürünü olduğunu düşünüyorum.  Ama artık bu dönem çoktan sona erdi. Şimdi artık işçi sınıfının gelişimini etkileyen başka süreçler   var ortada.  Globalleşme süreci bunlardan sadece birisi, bu açık; diğeri ise, bunu da aşan, bilgi toplumuna-modern sınıfsız topluma geçiş süreci.
Globalleşme sürecini ele alalım: Toplumun bütün sınıf ve tabakalarını olduğu gibi,  işçi sınıfını da, küreselleşmeye karşı çıkanlar ve onu destekleyenler olarak ayrıştıran bir süreç bu. Marksizm, ve işçi sınıfı içinde Marksizmden etkilenen sol ise, bu ayrışmada küreselleşmenin karşısında ulusalcı cephede yer alıyor. Nedeni açık: Küreselleşmeyle birlikte işçi sınıfı ulusal düzeyde kalmaya devam ederken, karşı tarafta yer alan burjuvazi global zincirin bir parçası haline gelerek daha da güçlenmiş durumda. Buna bir de, burjuvazinin temsil ettiği karşı cephenin daha oynak hale gelmesini eklersek, durum daha iyi anlaşılır! Ne de olsa,  eskiden karşında, ulusal sınırların içinde gelişen sınıf mücadelesi ortamında, sana bağlı bir burjuvazi vardı; ama artık öyle değil. Azıcık sıkıştırdınmıydı ya, “fazla üstüme gelirsen, pılımı pırtımı toplar giderim” diyen ve gerçekten de bunu yapma yeteneğine-potansiyeline sahip bir burjuvazi var  ortada.  Ki bu da sınıf mücadelesinin etki gücünü sınırlayan bir faktör.

Denebilir ki, bu şu an belki böyle, ama giderekten, taşlar yerine oturmaya başladıkça işler tekrar eskiden olduğu gibi bir dengeye kavuşacaktır, çünkü kapitalizm kapitalizm olarak varlığını sürdürüyor sonunda..Ama öyle değil işte, bu kez de işin içine, giderekten, işçi sınıfının yerini robotlara terketmesi süreci giriyor. Yani globalleşmeyle bilgi toplumuna geçiş süreçleri içiçe geçiyor. Biri diğerini daha da hızlandırıyor-etkiliyor. Bu durumda ne yaparsan yap artık eskiden olduğu gibi bir “işçi sınıfı devrimciliğine” yer kalmıyor ortada! Bir yanda,  güneşin altındaki kar gibi eriyerek yok olma sürecini yaşayan bir sınıf var, öte yanda ise,  sen, sübjektif idealist bir yaklaşımla, onu, gelişen, geleceği temsil eden bir sınıf  olarak değerlendiriyorsun halâ ve izlediğin bütün siyaseti de bu değerlendirmenin üzerine, yani bu sınıfı iktidara getirme üzerine oturtuyorsun! Olmaz, olmadığını da hayat  gösteriyor zaten. Bunun için de klasik-eski-sol siyaset artık ulu-salcı cephenin içinde, globalleşmeye-bilgi toplumuna geçişe ayak direyen bir akım olarak yerini alıyor..

Gelişmiş kapitalist ülkeleri ele alalım. “Sermaye dışarıya mı gidiyor, iyi işte güzel, bu şekilde burjuvazi  içerde daha da zayıflamış oluyor, onu devirmek, iktidarı ele almak işçi sınıfı için artık daha kolay hale gelecektir böylece” diye mi  düşünüyorsunuz! Hayal bunlar hep! Süreç tek yanlı olarak işlemiyor ki! Almanya’yı ele alalım. Evet sermaye dışarıya gidiyor, yeni yatırım yapılmıyor Almanya’da; ama buna rağmen Alman ekonomisi dış ticarete-ihracata bağımlı bir yapı. Yani sen tutupta onu global zincirden koparmaya kalktınmıydı ya, sap gibi kala kalırsın ortada; malını kimseye satamayınca Castro’nun Küba’sı gibi olursun! Küba deyince aklıma geldi, daha geçenlerde  Handy kullanımı artık serbest bırakılmış! Ne büyük yenilik! Haydi aynı şeyi Almanya’da yap bakalım sen! Hiç atı bilmeyen insanları belki eşşekle idare etmeye ikna edebilirsiniz, ama insanları attan indirerek eşşeğe bindirmek kolay değil-dir!!

SİSTEMİN KENDİ İÇİNDEKİ MUHALEFET, YA DA YENİ TİP BİR SOL ANLAYIŞI..

Küreselleşme bir süreç. Bütün ülkeleri, insanları biribirine bağlayan tek bir dünya sisteminin-toplumunun oluşumu süreci. Bu sürece karşı oluşan “duygusal reaksiyonların”-direnmenin diyalektiğini de yukarda gördük. Küreselleşme sürecinin mülksüzleştirdiği kesimlerin eski ulus-devlet zeminini muhafaza etmeye yönelik çabaları bunlar. Ama bir de, sistemin kendi içindeki, kendi iç çelişkilerinden kaynaklanan muhalefet var. Küreselleşmenin, üretici güçlerin gelişmesinin kaçınılmaz sonucu olduğunu gören,  bu anlamda da ona sahip çıkan, onu destekleyen; ama öte yandan da, onun kendi iç çelişkilerinden yola çıkarak onu eleştiren; küreselleşmenin sadece sermayenin küreselleşmesi olayı olmadığını, bir bütün olarak üretici güçlerin küreselleştiğini ortaya koyan, yapıcı, eleştirirken sistemi geliştirici, küresel kapitalist sistemin ana rahminde gelişen bilgi toplumu güçlerinin muhalefeti var.

Ne demek bu, “eleştirirken geliştirici muhalefet” onu görelim:

Serbest rekabetçi kapitalizm bir  toplumsal  işletme sistemidir, çok basit birkaç kuraldan oluşur demiştik: Rakiplerinden daha ucuza ve daha iyi kalitede mallar üreterek daha çok satmak, azami kâr elde etmek. Bir kapitalistin dünya görüşünü belirleyen ilkeler bunlardır. Üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olduğu için ürünün de sahibi olan kapitalist  amacını gerçekleştirebilmek için “üretim maliyetlerini” mümkün olduğu kadar düşük tutmak zorundadır. Yani hammaddeyi mümkün olduğu kadar ucuza elde edebilmeli, işçi ücretlerini mümkün olduğu kadar az tutmayı başarmalıdır vb. Bunun dışında hiçbir şey ilgilendirmez onu. Üretim faaliyeti esnasında oluşan atıklarla doğa mahvoluyormuş, işçiler aldıkları ücretle geçinemiyorlarmış bütün bunlar onun sorunu değildir. Onun görevi üretimin maliyetini minimuna indirebilmektir.

Öte yandan ürün kollektif olarak elde edilen bir sonuçtur, bir sentezdir. Ürünü bir çocuğa benzetirsek,  her çocuğun bir anası bir de babası vardır! Toplumsal üretim süreci de aynen böyledir.  Ürün, bir açıdan toplumla çevre-doğa arasındaki etki-leşmenin  sonucudur. Yani, babası doğaysa anası da toplum olan bir çocuktur.  Ama o aynı zamanda toplumsal bir oluşumdur da. İşveren ve işçinin birlikte ürettikleri bir çocuktur da. Çocuğu birlikte yapıyorsun, çünkü kimse tek başına yapamaz bu işi! Ama birlikte ürettiğin sistemin diğer kutbunu yok varsayıyorsun, ya da sana bağlı bir uzuv, bir üretim aracı, bir alet olarak görüyorsun onu. Üretmek için hammaddeyi işlemen lazım. Hammadde ise doğada. Ama bir yandan da onu tahrip ediyorsun. Çünkü o anki çıkarını düşünüyorsun sadece. O an rakibinden daha ucuza üretebilmen lâzım, sadece bunu düşünüyorsun. İşi uzatıp da doğa’yı da düşünmeye kalksan, zehirli gazlara karşı filtre taktırsan, kirli atıkları rasgele doğaya bırakmayıpta arıtma tesisleri falan kursan, bunlar hep masraf, üretimin maliyetini arttırıcı şeyler. Sen bunlarla uğraşmaya kalkarsan rakiplerin seni geçebilir. Bu nedenle sadece kendini düşünmek zorundasın, yoksa bu işi götüremezsin. Serbest rekabetçi kapitalist işletme sisteminin ilkeleri bunlardır.
Sistemin kendi içindeki muhalefet  işte tam bu noktada ortaya çıkıyor. Çünkü, üretimin toplumsal karakteriyle, yani üretim faaliyetinin kollektif bir faaliyet olmasıyla, üretim araçlarının ve ürünün özel mülkiyeti arasındaki çelişki sürece tam bu noktada damgasını vuruyor. Sonuç:
1. Global sorunların çözümü için global boyutlarda yeni tip bir  sınıf mücadelesi pratiği ortaya çıkacaktır.  
2-Doğa’yla olan  ilişkilerde de, doğa’nın ağzı dili olmadığı için,  onun  çevre kirliliği, yaşamın ve üretim faaliyetinin doğal koşullarının bozulması gibi reaksiyonlarına sahip çıkan, bunları sınıf mücadelesi süreciyle birleştiren çevreci bir muhalefet çizgisi gelişecektir. Gelişiyor da zaten.

17-20.yy’larda  kapitalizmin gelişimi ulusal düzeyde olduğu için sermaye ile emek, insanla doğa arasındaki ilişki de ulus-devlet çerçevesi içinde kendine bir yol çiziyordu. Bir yanda azami kâr peşinde koşan sermaye, bunun karşısında da, sınıf mücadelesi yoluyla kendi çıkarlarını koruyan çalışanlar vardı. Bu iki karşıt kutup arasındaki etkileşme belirli bir denge oluşturuyor, gelişme sürecinin basamakları bu şekilde  çıkılıyordu. Sistem politik olarak da bu gelişme diyalektiğine uygun bir yapıya sahipti. Bir yanda sermayenin çıkarlarını savunan ulusal “sağ” partiler, diğer yanda da, çalışanların haklarını savunan  ulusal “sol” partiler vardı.

Bugün ise, küreselleşme süreciyle birlikte durum artık tamamen değişmiştir. Değişmiştir, çünkü artık kapitalizmin gelişme platformu farklıdır.   Sermayenin küreselleşmesiyle birlikte  problemlerin çözümü de küresel bir karakter kazan-mıştır. Bugün artık, küresel boyutları içinde ele almadan, sadece ulusal düzey-de kalarak,  ne sınıf mücadelesine  ilişkin problemleri çözmek mümkündür, ne de global düzeyde ortaya çıkan çevre sorunlarını çözmek. Karşında oynak bir sermaye varken, azıcık sıkıştırdın mı, “fazla üstüme gelmeyin alır fabrikayı götürür başka yerde kurarım” diyebilen, ve gerçekten de bunu yapabilen bir sermaye varken, sadece ulusal düzeyde kalarak sınıf mücadelesi falan vere-mezsiniz. Gene aynı şekilde, sadece ulusal düzeyde kalarak hiçbir çevre so-rununu çözmek de mümkün değildir. 
Diyelim ki sen tek başına çevre dostu bir politika izlemeye karar verdin, ama diğerleri bunu takmıyor. Ne olacak bu durumda? Sen nasıl ödeyeceksin bunun maliyetini. Sen fabrikana filtre takıyorsun, bu senin üretim maliyetini arttırıyor, ama diğerleri takmadığı için aynı malı senden daha ucuza satabiliyorlar ve bu yüzden de senin önüne geçiyorlar..Olmaz ki bu! Bu iş böyle yürümez ki! Bütün ülkeleri kucaklayan bir çevre politikası olması lazım, ve herkesin de buna uyması gerekir. Kim uymuyorsa da onun tecrit edilmesi gerekir. İşte, global-çevreci bir muhalefetin fonksiyonu burada ortaya çıkıyor.

Deniyor ki,  “evet bugün sermaye küreselleşmiştir, ama, emek halâ ulusal sınırların içindedir”.  Bu yüzden de küreselleşme tek yanlıdır, adil değildir! Bu şekilde düşünmek yan-lıştır, olaya  duygusal-mekanik olarak yaklaşmaktır,  halâ, ulusal sınırların ötesinde düşüne-memenin bir sonucudur bu!  Atı alan Üsküdar’ı geçmiş, sermaye küresel bileşik kapları yaratarak ülkeleri biribirine bağlamış, Brezilya’da öksürsen Türkiye’de sarsılıyorsun, Çin’de üşütsen Amerika’da doktora gidip grip aşısı yaptırıyorsun da, “sol” halâ “emeğin serbest dolaşım hakkının olmamasından”, bu yüzden de ulusal sınırlar içinde kaldığından bahse-diyor! Bunun adı çağ dışı kalmaktır, tükenmektir, körlüktür! 

Çok açık koyalım olayı: “Üstüme fazla gelmeyin, alır fabrikayı götürür Çin’e kurarım” diyen, ve bu dediğini de yapabilen bir işverene karşı eskiden kalma hangi “ulusal-sol” politikayla sorun çözebilirsiniz bugün? “Emekçilerin çalışma koşullarını düzelt-mek”mi? Nasıl? Elinde yeni duruma uygun yeni tipte bir sınıf mücadelesi silâhın olmadan hiçbir şey yapamazsın! İşçiler, sendikalar da bunu bildikleri, ama yeni tipten bu mücadele yöntemlerinin neler olabileceğini de henüz daha kestiremedikleri için sesleri solukları çıkmıyor! Böyle bir ortamda 20.yy kalıntısı “sol”-muhalefet olur mu? Almanya’da “yeni sol parti” kuruldu gördük! Hepsi palavra, biz iktidara gelince zenginlerden daha çok vergi alıp herkese iş sağlayacağız diyorlar! Kulağa hoş gelen, boş, ulusalcı-“solcu” lâflar bunlar! Nasıl alıyorsun fazla vergiyi! Adam açıkça ilân ediyor, üstüme fazla gelirseniz çeker giderim diyor! Polis zoruyla mı durduraksınız sermayeyi!

Emeğin küreselleşmesi demek, işçilerin ülkeler arasında serbest dolaşımı demek değildir! Bir Çinli işçiyle bir Alman işçi arasında ne fark var ki! Ulusal aidiyetleri mi farklı? Görüyorsunuz olay gelip ulusalcılığa, ulusal sınırlar içinde düşünmeye varıyor! Önce bunu değiştireceğiz. Küresel düşüneceğiz. Çinliymiş, Almanmış, Brezilyalıymış, Türkmüş, Kürtmüş demeden küresel emek kavramına alıştıracağız kendimizi. “Emeğin serbest dolaşımı” söz konusu olsaydı bugünkünden daha farklı bir durum mu olacaktı sanki?

Bu türden ulusalcı sızlanmalar bir yana bırakılmalıdır artık! Çünkü, sızlanmaya değil,    ülkelerin küresel bileşik kaplar içindeki yerlerini  gözönüne alarak oluşturulacak yerel   politikaları küresel politikalarla birleştirecek küresel bir muhalefete ihtiyacımız var. Küresel sermayenin karşısında yerel zeminlere dayanarak küresel düzeyde sınıf mücadelesini örgütleyecek  küresel bir muhalefetten  bahsediyoruz.  Kapitalizmin-üretici güçlerin gelişmesine karşı çıkarak kolaycılığa kaçan reaksiyoner- ulusalcı “sol” bir muhalefet-  değildir bu! Tam tersine, küreselleşme sürecine sahip çıkan, hatta bu yoldaki gelişmeleri yetersiz bulup, yolun daha da açılması için gerekirse ulusalcı derebeylerine karşı global sermayeyle işbirliği bile yapabilen,  ama bunu yaparken de, dünyanın hangi ülkesinde olursa olsun sermayenin karşısında çalışanların  haklarını savunan,  küresel boyutta mücadeleleri örgütleyebilen yeni tipte  küresel sol bir muha-lefetten bahsediyoruz. Sermayenin, serbest rekabetin doğayı tahrip edişine karşı kü-resel  olarak mücadele eden  çevreci bir soldan bahsediyoruz. Küresel düzeyde silah-lanmaya karşı çıkan, küresel barışı savunmayı  temel politika haline getiren bir sol dan.

NEREDEN BAŞLAMALI

Bizim kuşağın gençliği “emperyalizme karşı mücadeleyle” geçti. “Ho Ho Hoşiminh, daha fazla Vietnam Ernesto’ya bin selam” diye bağırarak geçti! Daha şurda 1980’lerde bile  üç yüz dört yüz bin kişinin katıldığı barış mitingleri yapılırdı! Dünyanın her yerinde her an barış için yüzbinler ayaktaydı. Ne oldu şimdi, niye kimsenin sesi çıkmıyor! Sosyalist sistem yıkılınca  herşey bitti mi? Bugün, başta Amerika olmak üzere bazı ülkeler çevrenin korunmasına yönelik anlaşmaları imzalamadıkları için küresel düzeyde çevrenin korunmasına ilişkin uluslararası anlaşmalar yürürlüğe konamıyor. Dünyamız her geçen gün mahvoluyor. Buzullar eriyor, doğal felâketler bir çığ gibi büyüyor, neden  bu kadar duyarsızız! Hani nerde  sol? Bütün bu küresel problemlerin çözümü için mücadeleyi gündeme almadan, ulusal sınırların içinde kalarak, ulus devletin kuyruğuna takılıp küreselleşme karşıtlığı yapmayla  solcu olunmaz artık! 
Ama sadece eski tip sol partiler mi, sendikalar da acınacak durumda bugün! Ulusal sınırların ötesini göremedikleri için, sınıf mücadelesinin küresel boyutlarını göremedikleri için, onlar da ulus devlet sınırları içine hapsolmuş haldeler. Ulus devletle birlikte güneşin altındaki kar gibi eriyip gidiyorlar onlar da! Kimse görmüyor mu bütün bunları? Çin’de bir işçi ayda birkaç yüz dolara çalıştırılırken sen Almanya’da eskiden olduğu gibi daha iyi çalışma koşulları için mücadele edemezsin artık-tabi eğer “Dimyad’a pirince giderken evdeki bulgurdan da olmak istemiyorsan”(!)- kimse görmüyor mu bu gerçeği! Sınıf mücadelesine küresel olarak bakabilen sendikal örgütlenmelere ihtiyaç olduğunu kimse görmüyormu?

Peki o zaman ne yapmak gerekir, nasıl çıkacak insanlık bu kısır döngünün için-den?

Gelişmiş ülkelerden başlayalım: Elindeki bütün olanakları seferber ederek gelişmekte olan ülkelerdeki-  Hindistan’daki, Çin’deki vb. emekçilerin yardımına koşacaksın!  Kendi ülkendeki sendikal mücadeleyle gelişmekte olan ülkelerdeki demokrasi, insan hakları mücadelesi arasındaki bağı görmek zorundasın çünkü. Halâ kış uykusunda olan o “Uluslararası Çalışma Örgütlerini” bir an önce uyandırmak gerekiyor. Küresel kitlesel gösterilerle gelişmekte olan ülkelerdeki insanları, çalışanları da sarsmak uyandırmak gerekiyor. Ama öyle bazı “küresel-leşme karşıtlarının” yaptıkları gibi  sağa sola saldırarak, küresel  bir lumpen kültür yaratarak olmaz bu! Gelişmeye, ilerlemeye karşı çıkmadan, elimizden işimizi alıyorlar diye “yaban-cılara”, robotlara karşı savaş ilân etmeden, ideolojik körlüğe saplanmadan yapmak gerekiyor bunu.
Ve tabi aynı şekilde, gelişmekte olan ülkelerin çalışanlarının da bütün bu küresel tepkilere cevap verebilmeleri, kendi mücadelelerinin  ancak bütün bu küresel mücadelelerle bütünle-şerek bir yere varabileceğini  görmeleri  gerekiyor. Sınıf mücadelesiyse sınıf mücadelesi, demokratik haklar için mücadeleyse mücadele, fakat bütün bunların ancak küresel bir bü-tünlük içinde yerine oturtulduğu zaman başarı şansının olabileceğini bir an için bile olsa unutmadan..

NASIL YAPMALI-KÜRESEL BİR SOL HAREKETİN ÖRGÜTLENME İLKELERİ

Peki, küresel düzeyde etkinlik gösterecek böyle bir sol, insanı temel alan küresel bir emek hareketi nasıl örgütlenecektir? Kim örgütleyecek bunu? Nasıl bir örgüt olacak bu? Yeni tür bir internasyonale mi ihtiyaç var?
Çok karmaşık gibi görünen bu sorunun cevabı çok basittir aslında! Küreselleşme sürecine bakınız, küresel sermayeye bakınız! O nasıl örgütleniyorsa, küresel emek hareketi de öyle örgütlenmelidir!
Küresel sermaye sistemi dağınık bir sistemdir.  Elementlerini ülkelerin, şirketlerin ve sermaye sahibi bireylerin oluşturduğu dağınık bir sistemdir. Öyle merkezi bir yapısı, merkezde oturan bir yöneticisi falan da yoktur bu sistemin. Sistemin her unsuru kendi içinde bağımsız-otonom faaliyet gösteren bir birimdir. Bunların bütün yaptığı, küresel serbest rekabetçi kapitalist bir işletme sisteminin kurallarına göre hareket etmekten ibaret oluyor. Tıpkı, gene dağınık bir sistem olan interneti kullanan bireylerin yaptıkları gibi. Ortak bir bilgi temeli var sistemin, tek tek elementler de bu ortak bilgiyi kullanarak informasyonu işleyip sonuçlar üretiyorlar.
İşte, küresel emek hareketinin yapması gereken de aynen budur. Nasıl  sermayeyi örgütleyen-birleştiren ortak küresel bir kapitalist kültür-işletme sistemi varsa, küresel emek hareketi de aynı şekilde küresel bir emek kültürü-işletme sistemi etrafında dağınık bir sistem olarak örgütlenmelidir. Bu örgütün üyeleri bütün dünyanın çalışan insanları, sivil toplum örgütleri, ulusal düzeyde faaliyet gösteren siyasi partiler olacaktır. Bunların her biri kendi içinde bağımsız-otonom birimler olduğu için yapılacak tek iş küresel ortak bir bilgi-ilkeler temeli yaratılmasından ibarettir. Bu bilgi-bu bilinç herkesin hafızasında olduğundan başka hiçbir özel merkeze-merkezi bir örgüte de ihtiyaç duyulmayacaktır. Şüphesiz küresel bir eylem örgütlenirken şu  ya da bu sivil toplum örgütü, ya da siyasi parti veya birey-bireyler grubu buna öncülük yapabilir, yapmalıdır da. Ama bu o eyleme özgü bir merkezi örgütlenmedir. Eylem sona erince bu “merkez”de ortadan kaybolur. Gerçek merkez her birimin hafızasındaki küresel bilginin içindedir. Ve bu da küresel olarak internette temsil olunmalıdır. Böylece,  her zaman-kendiliğinden eyleme hazır, bireylerin tamamen özgürce sahip-lendiği, katıldığı, küresel bir örgütün dağınık bir sistem yapısı içinde, küresel bir merkezi oluşacaktır.

Küreselleşme sürecinin başlangıcının çok eskilere uzandığını söylemiştik. Bu süreç aynı zamanda küresel bir emek kültürünün-bilgi birikiminin yaratılması sürecidir de. Bu nedenle, bugün artık ulusal kabuklarını kırarak küresel bir güç haline gelen burjuvazinin karşısında emekçilerin-bütün insanlığın da aynı yolu izlemesi gerekiyor!  Kelebeğin kozasını delip dışarıya bakması gerekiyor artık! Bütün ülkelerin emekçilerinin, çalışanlarının ulusal zincirlerini kırıp, küresel dünyaya küresel bir bilinçle bakmayı öğrenmesi gerekiyor!  Bilgi toplumu küresel mücadele ortamının içinden doğacaktır!

MARKSİZM VE Bİ LGİ TOPLUMUNU YARATMANIN DİYALEKTİĞİ

“Allah peygamberleri  arkasında asabiyyet-aşiret gücü olanlardan seçer” diyordu İbni Haldun! Ne demek mi istiyordu bununla?  Şöyle cevap verelim: Her çocuğun bir anası vardır!..Hiçbir çocuk “kendinde şey” olarak-kendiliğinden varolmaz; bir önceki sürecin içinden çıkar, onun sonucu olur! Annenin görevi ise sadece ana rahminde çocuğu doğuma hazırlamakla  sınırlı değildir. Doğumdan sonra da bir süre onun koruyucusudur  o. Ama daha sonra, çocuk büyü-se de ana gene anadır, çocuğu, onun varlığında yok olduğu geleceğidir çünkü! Varoluşunun amacını,  yaşamı boyunca verdiği bütün mücadelelerin  sonucunu görür onda..

Bilgi toplumu-modern sınıfsız toplum da öyle kendiliğinden ortaya çıkmıyor! Çünkü,  küresel kapitalist sistemin ana rahminde oluşan bir bebektir o da! O bebeği kendi içinde taşıyan, katlanılması zor doğum sancılarına göğüs gererek onu yaratan-doğuran ise küresel emek güçleridir; kolay değil, yedi bin yıllık inkârın inkârını doğurmak! Eğer bugün işçi sınıfı bilgi toplumu doğarken güneşin altındaki kar gibi eriyerek yok oluyorsa, bu “yokoluş” onun zaferidir. Çünkü o üretirken, doğururken, yokolurken ye-niden varoluyor.

Emekçi sınıfların baskıya, sömürüye karşı mücadelesi toplumsal varlığın ve gelişmenin itici gücüdür. Bilişsel Toplum Bilimi terminolojisiyle bunlara Toplumsal Duygusal Reaksiyonlar  diyoruz. Duygusal reaksiyonlar bütün canlıların kendilerini gerçekleştirme biçimidir. Yaşamı devam ettirme sürecinin ürünü olan bu reaksiyonları gerçekleştirirken, gerçekleştirebildikleri için varolur bütün canlılar. Bu, insanlar için de, hayvanlar için de böyledir. Bu nedenle duygusal reaksiyonları varoluşun gerçekleşme biçimi olarak da ifade edebiliriz.

Ama insanları ve insan toplumlarını diğer canlılardan-hayvanlardan ayıran bir diğer özellik daha var; o da bilişsel bilgi üretimi süreci. Eğer duygusal reaksiyonları bir evin temeline benzetirsek, bilgi üretimi süreci de bu evin üst katıdır. Her an, başka  bir nesneye ilişkin olarak yeniden üretilen nefs-benlik, bu nesneye ilişkin olarak gelen informasyonun işlenilmesi sonucunda organizmanın mevcut durumunu muhafaza edebilmek için oluşturduğu bir reaksiyondan başka birşey değildir. Yani, varoluş binasının temeli böyle atılır. İnsanlar ve insan toplumları, bunu takiben, bu temelin üzerine bir kat daha çıkarak, buna ek olarak bir de bilişsel kimlik oluştururlar[2].

İnsanların ya da toplumların çocukluk, gelişme, olgunluk çağlarından bahsederken bunun altında yatan şey, onların kimliklerinin oluşmasında bilişsel sürecin ne oranda belirleyici hale geldiğidir. Çocukluk ve delikanlılık çağları daha çok duygusal reaksiyonların geliştiği çağlardır. İnsanlar, bu reaksiyonlar içinde, duygusal deneyimlerle kendi kimliklerini ararlar. Olgunluk çağı ise bilişsel kimliğin, yani duygusal reaksiyonlar üzerinde bilişsel kontrolün ağır basmaya başladığı çağlardır...

Marksizm, işçi sınıfının delikanlılık çağı  ideolojisidir diyoruz. İşçi sınıfının kimiliğini oluşturan duygusal reaksiyonlarla bilişsel süreç arasındaki ilişkilerde, bu dönemde duygusal reaksiyonlar daha ağır basar. Baskıya, sömürüye karşı kurtuluşun yolu belirlenirken duygusal reaksiyonlar öne çıkar . Ama bu son derece normaldir! Kim anasının karnından bilgi üreterek doğuyor ki, bilgi üretimi sürecine giden yol duygusal deneyimlerden geçiyor. Bu nedenle, Marksizm bizim, emekçilerin delikanlılığımızdır! Ona, dün olduğu gibi bugün de  sahip çıkıyoruz. Bizim kişiliğimizin oluşmasının temelidir o, bizim duygularımızın özlemlerimizin ufkudur. Onunla ayakta kaldı emekçi sınıflar. Onunla kurtuluşun rüyalarını gördüler, onunla yarınları yaratmak umuduyla mücadele ederek varoldular. Emekçi sınıflar bilgi toplumu bebeğini onun içinde geliştirip büyüttüler. Marksizm bizim anamızdır. Ama biz de artık onun inkârı olarak doğan ve kendi ayakları üzerinde yürüyebilir hale gelen o çocuk olmalıyız; bilgi toplumunun bilimini yaratabilmeliyiz.

DEVRİMİN ÖNCÜ GÜCÜ BİLGİ TOPLUMUNUN İNSANLARIDIR-BİLGİ ÜRETEN VE ÜRETTİĞİ BİLGİYE SAHİP ÇIKABİLEN İNSANLARDIR!..

 [1] Bu konuyu daha önce bütün ayrıntılarıyla ele almıştık, www.aktolga.de 6.Çalışma, “Öğrenmek Nedir, Neden Öğreniyoruz, Nasıl Öğreniyoruz”

Çocuğu doğuran ve büyüten ananın verdiği-vereceği mücadeleler bilgi toplumuna  geçişte devrimin altyapısıdır; ama devrimin öncü gücü, onu temsil eden, yaratan ve örgütleyen esas bilişsel güç, bu temel üzerinde yükselen bilgi toplumunun insanlarının gücüdür.

Kimdir bu biliminsanları-bilgi toplumunun insanları, ne yapıyor bugün bunlar?

Önce şu gerçeğin bir altını çizelim: Bilgi üretimi sürecine katılmadığı halde, “hayatta en hakiki mürşit bilimdir” mantığıyla  bilime tapan pozitivist bilimcilere bilgiinsanı denilemez!  Peki, kim üretiyor bilgiyi, nerededir bu insanlar, sadece üniversitelerdeki öğretim üyeleri, profesörler, ya da  Silikon Vadisi’nde çalışanlar arasındanmı çıkar bilim insanları? Bilginin ve teknolojinin demokratikleştiği bugünkü dünyada, bilim insanları artık akademik kariyer sahibi insanlarla sınırlı değildir. Çünkü, bilim artık bütün insanlığın malı haline gelmiştir. Sıradan, hiçbir akademik kariyeri olmayan bir insan bile bugün isterse dünyanın her yerinde üretilen bilgileri bir anda bilgisayarının ekranına indirebilir. Bir MIT de, bir Oxford’da yapılan çalışmalara anında birinci elden sahip olabilir. Tek birşey yeter bunun için: Önünü görebilmek ve motivasyon! Yani istemek, bilgiye açlık duymak, bilginin nelere kadir olduğunu görebilmek yeter. Ama birşey daha gerekli tabi: Korkmamak, cesur olmak, bilgiyle kuşanarak bilgi toplumunun bir savaşçısı olunabileceğinin bilincine varmak. Bu insanlar dünyanın  her yerinde var bugün. Harıl harıl bilgisayarlarının başında kafa patlatan, bilgi üretmeye çalışan insanları kastediyorum. Günümüzde bilgi toplumuna giden sürecin sivil toplum unsurları bunlardır işte. Bütün mesele, bu insanların yaptıkları işin bilincine varabilmelerinde yatıyor. Bugün, ürettikleri bilgiyi kapitalistlere satan bu insanların çabaları aydınlatıyor bilgi toplumuna giden yolu. Ve ben diyorum ki, ey bilim insanları, üretmeye, yaratmaya devam edin, ama bunu yaparken dünyamızı yok olmaya götüren kapitalist çılgınlığı da görün artık!  Madem ki üreten, yaratan sizlersiniz, politik gerçeklere karşı da ilgisiz kalmayın! Unutmayın ki, bu dünya herkesten çok sizindir, bilginin gücünü kullanarak onu yok etmek isteyenlere karşı durmayı öğrenin!

TÜRKİYE’DE “SAĞ” VE “SOL”, “İLERİCİ-GERİCİ” KAVRAMLARI..


Gelelim  Türkiye’ye! Türkiye bugün halâ, zamana yayılarak gelişen kendine özgü bir burjuva devrimi sürecini-artık bu sürecin son evresini- yaşıyor. Bu nedenle, bugün Türkiye’de siyasetin sağını-solunu belirleyen halâ bu toplumsal maddi gerçekliktir.

Peki, bu açıdan bakınca,  kimdir bugün sağı temsil eden, ya da muhafazakar-gerici olan Türkiye’de? AK Parti ve onun yandaşları mı?  Solu kim temsil ediyor, ya da ilerici olan, daha ileri bir toplum biçimini isteyen kimdir, CHP, Atatürkçüler, TÜSİAD cılar ve bilumun “solcular” mı?  “Hayır” mı diyorsunuz! Ben de öyle diyorum! O zaman  açık olalım! Türkiye’de şu an yaşanılan süreç kendine özgü bir burjuva devrimi süreciyse eğer, bu süreçte eskiyi, Osmanlı artığı eski Devletçi düzeni  temsil eden “ulusalcılar” gerici, sağ, muhafazakar,  burjuvasıyla işçisiyle gelişen kapitalizmi-burjuva devrimi sürecini temsil edenler ise ilerici ve sol dur.  Daha açık konuşmak gerekirse, bütün o, şimdiye kadar kendini “ilerici” “sol” olarak ilan edenler sağ-gerici-muhafazakar, “muhafazakar” olarak tanımlayanlar ise ilerici ve sol dur. Yeni “travmalara” neden olsa da malesef acı gerçek budur!..

Bu tablo içinde yeri değişmeyen bir tek MHP var galiba! Devletçi cephenin içinde sağın bir fraksiyonu olarak onun yeri aynı kalıyor! İşte, bir CHP ile bir MHP’yi birleştiren diyalektik de budur zaten. Bunların her ikisi de değişik kanallardan aynı şeyi savunmaktadırlar: Devleti kutsamak, eski Devletçi düzeni muhafaza etmek.

Sol’u tanımlarken burda sorun sanırım AK Parti’ye gelip dayanıyor! Çünkü kendi kendini “muhafazakar” olarak tanımlayan bir parti AK Parti! Onun neresi sol oluyor ki diye düşünüyor insan!!

AK Partinin kendisini “muhafazakar” olarak tanımlaması, Türkiye’de yukardan aşağıya doğru gerçekleştirilen Kemalist kültür ihtilali sürecinde Anadolu halkının kendi ge-leneklerine-yaşam biçimine (kültürüne) sahip çıkmasındandır. Yani AK Parti ve onun temsil ettiği kitle, kendi varoluş temellerinin-kültürlerinin-geleneksel yaşam biçimlerinin yok edilmesine  karşı çıktıkları  için “muhafazakardırlar”. Ki bu da devrimci bir çabadır! Çünkü insanlar ve toplumlar için sahip oldukları kültürel miras (yaşam bilgileri) onları var eden toplumsal DNA lardır. İnsanlar ve toplumlar sahip oldukları bu kültürel bilgi hazinesi temeli üzerinde oluştururlar  kimliklerini. Bir toplumu tarih sahnesinden silmenin, ya da bir insanı  köleleştirmenin yolu, onun sahip olduğu bilgi temelini- yaşam bilgilerini yok etmekten geçer. Bu nedenle, “yeni bir toplum, yeni bir insan yaratmak” adı altında yürütülen pozitivist toplum mühendisliği çabalarına karşı direnmeyi temsil eden bir “muhafazakarlık”, gericilik-sağ değil, sol bir duruştur.  

Ama  siz eğer halâ eski tip bir “solculuğun” etkisi altındaysanız, halâ, işçi sınıfının birgün burjuvaziyi altederek-yok ederek- kendi devletçi düzenini kuracağını düşünüyorsanız;  bu yüzden de kendinizi   burjuvaziden-kapitalizmden soyutlama çabası içindeyseniz, o zaman  o iş başkadır. Çünkü o zaman, “nasıl olurda AK Partiyle birlikte aynı sol-demokrasi platformunun içinde yer alırız” diyerekten bir türlü işin içinden çıkamazsınız, ki bu da sizi kaçınılmaz olarak öteki tarafın-ulusalcı gericilerin kucağına iter!

EVET, TÜRKİYE BUGÜN HALÂ BİR BURJUVA DEVRİMİ SÜRECİNİ YAŞIYOR..


Türkiye  halâ, zamana yayılarak gelişen bir burjuva devrimi sürecini yaşıyor. AK Parti ise bu sürecin onu yöneten  günümüzdeki baş aktörüdür. Osmanlı artığı Devlete-Devlet Sınıfına karşı yürütülen burjuva devrimi sürecinin örgütlü gücüdür o.

Ortaçağ Avrupasında feodaller  kent toplumu olarak sivil toplumu nasıl  yarattılarsa, bizim Osmanlı artığı batıcı Devlet Sınıflarımız da,  Anadolu sivil toplumunu gene aynı şekilde, aynı diyalektiğe uygun olarak yaratmışlardır! İşte AK Parti’de bu sürecin  ürünüdür. Onlar, yani Devletin kurtarıcısı Devlet Sınıfları, Devleti kurtarmaya çalışır-larken onun diyalektik mezar kazıcısı olarak AK Parti’yi  yaratmışlardır!.

Sürecin diyalektiğini şöyle formüle edelim: Batıcı-Devletçi Yöneticiler, kendilerine uygun yeni bir Yönetilenler-modern Reayalar- tabanı yaratmak için yeni Devletçi “sivil toplum” kurumları oluşturarak Yönetilenleri etkilerken, Yönetilenler de,  bu etkileşme ortamının içinden (Mer-kez-
Çevre çatışmasının içinden) yeni bir sentezin ortaya çıkması için sistemin ana rahmi rolünü oynayarak Anadolu kapitalizmine temel teşkil edecek bir Anadolu sivil toplumunu yaratıyorlar..

Batıcı yönetici sınıf, Osmanlı’ya-Türkiye’ye özgü bir  “Devlet kapitalizmi”yle birlikte, Devlete bağlı “Devletçi burjuvalardan” oluşan bir “kapitalizm” yaratmak istiyordu as-lında. Kendileri Devletçi-bürokrat “burjuva”lar olacaklar (burjuva rolünü oynayan bürokratlar), bunun yanı sıra, gene Devlete bağlı bazı burjuvalara da “kapitalist” olma izni verilecek, halk da, kuzu kuzu, Devlete ait bu işyerlerinde, ya da “Devletçi bur-juvaların” “özel işletmelerinde”  çalışan-üreten Devletin “işçileri” olacak (işçi rolün-deki Reaya’lar yani!)! Proje bu idi[3]! Ama ortaya çıkan başka birşey oldu!..
[[3]] Şimdiye kadar yaptıkları bundan başka birşey değildi..Nedir o TÜSİAD? DİSK’İ hiç karıştırmıyorum, o “Marksist” de ondan öyle davranıyor!!..

Jön Türklerden Kemalistlere kadar bütün Batıcı Yönetici sınıf unsurlarının Devlet anlayışı aslında Osmanlının Devlet anlayışıdır. Yönetilenler hep bir sürü’dür (Reaya) bu anlayışın içinde. Ama Yönetenler, “Batıcı” oldukları için, yani “Batıcılık” adı altında yeni bir elbise giydikleri için, aynı elbiseden Yönetilenlere de giydirerek, onların da kendileri gibi Devletçi-Batıcı “İşçi”, Devletçi-Batıcı “Tüccar”, Devletçi-Batıcı “Burjuva” vs. olmalarını istiyorlardı! Yani, Devletin esas yapısı bozulmadan herşey yeni bir biçim altında sürüp gidecekti! Batıcı dünya görüşünün ve ikiyüz yıldır uygulanan buna uygun pozitivist senaryoların  esası  bu idi. Ortaya çıkan sonuçlar ise apayrı oldu!

Batı’dan aktararak o kadar modern yasalar çıkardılar, medeni kanunlar, sendikalar kanunu, işçi haklarıyla ilgili düzenlemeler, 1960 Anayasası, “köylü efendimizdir” ilanı aşkları vs. ama bu “nankör”, “bu cahil”, bu “göbeğini kaşıyan halk”[4] “bunları takdir etmesini bilmedi” bir türlü ve gidip gene de o “gericileri” destekledi, onlara oy verdi!  Yönetilenler, yani Çevre, yani halk, Yönetenlerin kendilerine biçtiği yeni elbiseyi giymek yerine,  Yönetenler-Yöneti-lenler, ya da Merkez-Çevre çelişkisine uygun hareket ederek, kendi içlerinde sistemin diyalektik inkârını yaratacak olan sivil toplum unsurlarını beslediler-yetiştirdiler. Yeni bir biçim altında Yönetenlere kulluk yapmak yerine, bu kez yeni bir sentezin yaratılmasında sistemin ana rahmi rolünü oynadılar.

Batıcı asker sivil “ilerici aydınlarımızın”-ve de “solcuların”- hiçbir zaman anlaya-mayacakları diyalektik gizlidir bunun altında! Yönetilenlerin Yönetenlere verdikleri cevap, alışılagelenin, “olması gerekenin”-“şimdiye kadar olanın” çok ötesindeydi bu sefer!  Çünkü artık, arada sırada isyan etseler, yakıp yıksalar da, gene de “Devlet babaya” toz kondurmayan  o eski Yönetilenler gitmiş, onların yerine, tercihinini modern sivil toplumdan yana kullanan yeni tip insanlar türemişti.

TÜRKİYE “SOL”UNUN DİYALEKTİĞİ

 Burada çok önemli bir nokta var. Gelişen Anadolu kapitalizmiyle birlikte, bu sivil top-lum zemininde sınıf mücadelelerinin de ortaya çıkması, Anadolu burjuvazisinin, karşısında,  kendisine karşı direnen, daha çok ekonomik, demokratik, siyasal hak talebinde bulunan bir işçi sınıfı hareketini bulması doğaldır. Doğal olmayan, bu potansiyelin  kendi varoluş zeminine, sivil toplum zeminine karşı gidip  Devlet Sınıfının yürüttüğü mücadelede onun bir yedek gücü haline gelmesidir. Eğer Türkiye’deki Devlet Sınıfı, Osmanlı artığı, toprakların ve üretim araçlarının büyük çoğunluğuna sahip (Devlet adına tabi) antika bir  sınıf olmasaydı, eğer Türkiye’nin önündeki problem bu antika yapıdan kurtularak modern bir sivil toplum haline gelmek olmasaydı, yani Türkiye’nin önündeki sorun kendine özgü bir burjuva devrimi sorunu olmasaydı,  Türkiye, Batı toplumları gibi burjuva devrimini çoktan tamamlamış bir ülke olsaydı, o zaman birçok şey farklı olabilirdi. Ama Türkiye daha sırtındaki antika kabuğu atama-mış bir toplumdu, bunun mücadelesini veriyordu. Sen tut, böyle bir durumda iken, “kapitalizme karşı” “ilericilik” yapıyorum diyerek kendi bindiğin dalı kes,  ve, “o da burjuvaziye karşı” diyerekten  Devlet Sınıfını kendine doğal müttefik olarak gör! İşte, Türkiye sol’unu askeri darbeleri desteklemeye götüren, “kapitalist olmayan yol” gibi, kendi varoluş koşullarına ters bir yola sokan mantık budur.

Ama bunu sadece bir “hata” olarak, “sol”’un bir hatası olarak görmek de  yanlıştır! “Solcu” olmak, üretim araçlarının mülkiyetinin bütün topluma ait olduğu (toplum adına da  tabi devlete ait olduğu) bir sistemi istemek, bunun için mücadele etmek olunca, devrim anlayışı, burjuvaziyi ve kapitalist sistemi zorla yok ederek, üretim araçlarının toplum-devlet mülkiyetine dayanan böyle bir sistemi yaratmak olunca, zaten Devletçi olan bir düzeni ve bu düzenin koruyucusu olan bir Devlet Sınıfını, Devlet anlayışını niye karşına alacaksın ki!. İşte, Türkiye solunu  yönlendiren kahredici diyalektik bu olmuştur. “Marksizmi yaratıcı bir şekilde Osmanlı toprağına uygulayarak”, Devlet Sınıfıyla ittifaka dayanan “orijinal bir devrim modeli yaratmanın” perde arkası budur! 1971’lerin 8-9 Mart darbeciliğinin altında yatan  mantık budur. 1973 Mart’ında general Gürler’in cumhurbaşkanlığını destekleyen mantık bu mantıktır. Arada nüanslar olsa da, şimdiye kadar Türkiye’de “sol”un bütün çeşitlerini yönlendiren  mantık, devrim anlayışı budur..
 [4] Bu „göbeğini kaşıyan“ terimi yeni çıktı! Eskiden sadece „cahil halk“ denirdi!
 
“Sol”un anavatanlarında, yani Batı’lı ülkelerde ise (buralarda burjuva devrimi çoktan tamamlanmış olduğu için)  durum  bambaşkadır. “Sınıf mücadelesi” dediğin zaman bunun ne anlama geldiği açıktır  buralarda. Çünkü, ne bizdeki gibi bir Devlet Sınıfı vardır burada, ne de Devletçi bir düzen! Feodalizmin tarihin çöp sepetine atılışıyla birlikte sınıflar mücadelesi kapitalist toplum zemininde aracısız olarak yürümektedir. Bizde ise, Batı’daki feodalizmin yerini tutan antika Devletçi bir düzen halâ varlığını sürdürüyor. Türkiye halâ kendine özgü bir burjuva devrimi aşamasında. Önce o antika kabuğun kırılması, sivil toplumun özgür hale gelmesi gerekiyor. Bu nedenle, bizdeki “solculuk”la Batı ülkelerindeki sol  arasıda büyük farklar vardır. Bizde, sanki bulaşıcı bir hastalık-bir virüs gibidir “solculuk”! “Devletçi” olmakla, “ulusalcı” olmakla özdeştir! Sivil toplumun karşısında olmaktır. Dünyaya kapılarını kapatmaktır. “O da esas düşmana, yani burjuvaziye karşı” diyerekten, Devlet Sınıfının peşine takılmaktır; “yolu ona açtırarak”, açılan  bu yoldan “ilerlemek” hastalığıdır! Bütün o “solcu”-Devletçi, “kapitalizm karşıtı” “sivil toplum örgütleri”nin  yakalandığı hastalığın özü budur! 

Bütün bunların öyle, komplo teorileriyle, özel olarak kurulmuş kontrol mekanizmalarıyla falan hiçbir alâkası yoktur! Herşey, tarihsel olarak oluşmuş bir kanalda, karşılıklı etkileşme, kendi varlığını üretme süreci içinde, “tabii” olarak cereyan ediyor. Bütün mesele, Türkiye toplumu-nun  Batı’dan farklı bir yol izleyerek tarihe girdiğini kavrayamamakta yatıyor. Türkiye’de olup bitenleri, bu “farklılığı” hesaba katmadan açıklamaya kalkınca, bu durumda sanki Türkiye’de herşey tersineymiş, sınıf mücadelesini yöneten-kontrol eden gizli güçler varmış gibi görünüyor!  Bu ülkede sanki  ağaçların  kökleri aşağıya doğru değil de havaya doğru uzanıyormuş gibi görünüyor!..

“İşçi sınıfının  dünya görüşünü savunmak” demek, “burjuvaziye karşı olmak” demek değilmiydi, al işte sana fırsat! Marksist devlet teorisi ortadaydı! Devlet, hakim sınıfın örgütü değil miydi? Kimdi hakim sınıf Türkiye’de? “Devlet Sınıfı” mı? Ne demekti Devlet Sınıfı, “Marksizm’de Devlet Sınıfı diye bir kavram yoktu”ki! İktidarda kim vardır, burjuvazi değil mi? O halde Devlet de burjuvazinin devletiydi! Devlet burjuva devleti olunca, o zaman, darbe yaparak iktidarı ele geçirenler de, “gelişen kapitalizm karşısında mülksüzleşen şehir ve kır küçük burjuvazisini temsil eden asker sivil aydın zümreler” oluyordu!  “Esas sınıf düşmanı” burjuvazi olduğu için de, bunlar devrim yolunda işçi sınıfının, solun tabii  müttefikleri oluyorlardı!  

Sadece 27 Mayıs’la birlikte gelişen “sol” değil, Türkiye’nin tarihi boyunca ortaya çıkan bütün “sol” akımların hepsi de aynı diyalektiğe tabi olmuşlar, aynı kurt kapanına düşmüşlerdir. Nasıl ki kapitalizm  Türkiye’de, “Batıcılık” adı altında, Batı’dan öğrenilerek,  Batı taklit edilerek yukardan aşağıya Devlet Sınıfı aracılığıyla geliştirilmeye çalışılmışsa,  “sol” da aynı yolu izlemeye çalıştı. Ve öyle oldu ki,  ortaya  Devlet Sınıfı’nın uzantısı, iktidar mücadelesinde onun tabii müttefiki, “sol” adı altında, kendini “ilerici”, sivil toplumu, halkı “gerici”, “cahil” kabul eden yeni bir jöntürk nesli çıktı.

Müthiş bir olay bu gerçekten. Örneğin ben kendimi düşünüyorum bu sürecin içinde ve anlamaya çalışıyorum: Bütün söylediklerimize inanıyorduk, son derece samimiydik. İnsanın insan tarafından sömürülmesine, ezilmişliğe, işsizliğe, fukaralığa karşı çıkıyorduk. Bütün bu sorunların çözüm yolu olarak da sosyalizmi görüyorduk.  Bu iş başka ülkelerde nasıl olmuş diye de Batı dillerinden çevrilen Marksist klasikleri, sol yayınları okuyorduk. Devlet, sınıf kavramlarını bu kitaplardan öğreniyorduk. Türkiye toplumunun tarihsel evrimi falan  bunlar “önemliydi” ama, hep ikinci dereceden şeylerdi bizim için!  Çünkü Marksizm “evrenseldi”. Önemli olan “sınıf gerçeğini kavrayabilmekti”.  İster Doğu toplumu, ister Batı toplumu olsun, iki sınıf vardı kapitalist bir toplumda: Burjuvazi ve işçi sınıfı. Ya birinden, ya da diğerinden yana olacaktın, gerisi boştu. Öyle, “Devlet Sınıfı” falan diye bir “sınıf” olamazdı. Marksizmde böyle şeyler yoktu. İşte, Türkiye “sol”unu Devlet Sınıfı’nın peşine takan, onu Devletin bir yedek gücü haline getiren korkunç diyalektik budur. Pozitivizm olayını kavramadan bu diyalektiği kavramak imkânsızdır[5].. 

Sanki bir maskeli tiyatro gibi! Objektif olarak, bu toplumun içinde bir yerin bir fonksiyonun var. Ama sen, sübjektif olarak, bütün bu varlığını-fonksiyonunu daha başka bir şekilde değerlendirerek, ayrı bir dünyada yaşıyorsun! Örneğin, Devlet Sınıfıyla ittifak yaparak Anadolu burjuvazisine karşı savaşıyorsun. Objektif olarak yapılan iş bu. Ama sen bunu başka bir amaçla, başka bir kimlikle yaptığını iddia ediyorsun! Diyorsun ki, “ben işçi sınıfını temsil ediyorum ve bu yüzden burjuvaziye karşı savaşıyorum”. “Eğer bugün “asker sivil ilerici zümreyle” ittifak yapıyorsam, bu, esas sınıf düşmanına karşı yapılan bir ittifaktır”.

Kolay gelsin diyelim ne gelir elden!!

TÜRKİYE KOŞULLARINDA YENİ TİP BİR SOL NEDİR, NASIL OLMALIDIR..


Önce sosyalist sistem çöktü, buna bağlı olarak da tabi “kapitalist olmayan yoldan devrim yaparak sosyalizmi kurma teorileri!..Ama can çıkmayınca huy çıkmazmış, o “solculuk” halâ ayakta Türkiye’de!

Ben  böyle hep “solculuk” deyip geçiveriyorum ama herhalde okuyucu anlıyordur ne demek istediğimi! Benim “solculuktan ” kastım  Devletçiliktir-İttihatçılıktır. İşçi sınıfı hareketini Os-manlı artığı Devletin kuyruğuna takmaktır. İster Marksizm maskesi altında olsun, ister “sosyal demokrasi”, ya  da “ulusalcılık”, farketmez,  bunların hepsi aynı kapıya çıkar!. Bir ucu Devlette, diğer ucu TÜSİAD’da  olan bir hastalıktır bu! Türkiye’de, adına “solculuk” denilen bir virüs vardır ki, bir girdimi insana bir daha kolay kolay çıkmaz! Ya çok kuvvetli bir bağışıklık sistemi gerekir onu yenmek için, ya da benim gibi bütün bir hayatını bu işe adamak!

Öyle zaman olur ki, herşeyin sahtesiyle birlikte varolduğu Türkiye’de  neyin gerçek neyin sahte olduğunu  ayırdedetmek bile çok zor hale gelir!  Bu nedenle, bu ülkede siyasette kimin ne söylediği değil nerede durduğudur önemli olan. “Komünist” de olursun, “liberal” de, “sosyal demokrat” da..herkes herşey olabilir bu ülkede; ama bunlardan hangisinin gerçek hangisinin Devlet patentli sahte olduğunu anlamanın tek ölçüsü bu düşüncelerin kaynaklandığı yerdir. Nerede durduğundur belirleyici olan derken anlatmak istediğim de budur zaten. Peki bu ne demek, belirli referans noktaları mı vardır Türkiye’de kimin nerede durduğunu belirleyecek?

Evet vardır! Belirli referans noktaları vardır! Hem de hiç şaşmayan referanslardır bunlar! Bunlardan birincisi, 1950  devrimine-Menderes-DP Hareketi’ne ilişkin tutumdur. Kim ki “1950 bir karşı devrimdir” diye başlıyor, ondan sonra ağzından bal aksa bile onun yeri bellidir artık! İsterse kendine en “azılı” komünist desin, farketmez, Devlettir o sonunda!

Buna bağlı olarak ikinci referans da tabi 27 Mayıs’tır! Kim ki, “27 Mayıs Anayasası’nın sağladığı özgürlükler ortamında” diye başlıyor söze, bitti! O da ondan sonra artık ağzıyla kuş tutsa bir işe yaramaz, yani yeri bellidir onun da, Devletin yanındadır o da!..

Daha sayalım mı, yoksa daha bir süre geçerli olacağı anlaşılan şu an halâ geçerli  bir formül mü vereyim size!!  Bir yanda Devlet, diğer yanda AK Parti’nin önderliğinde Anadolu burjuvazisinin başı çektiği bir burjuva-devrimi süreci yaşıyor Türkiye bugün. 
[5] Pozitivizm nedir, www.aktolga.de 8.Çalışma

Kim ki, “bunlar burjuvazinin iki kanadıdır, yesinler birbirlerini, ben işçi sınıfından yanayım” diyerekten bu mücadeleyi görmezden gelir, kendini demokrasi müca-delesinin dışında tutmaya çalışır, onu yeri de bellidir!  Bütün bu “teoriler”-“değer-lendirmeler”, ister Marksizm adına yapılsın, ister işçi sınıfı, farketmez. İnsanları  de-mokrasi mücadelesinden soğutmaya, sonuç olarak onları bu mücadelede egemen-Devlet sınıfının “tarafında” saf tutmaya   yönlendiren bu türden “solcu” yaklaşımların-siyasetlerin hepsi son tahlilde aynı zeminden kaynaklanmaktadır.

Peki Türkiye’de, modern anlamda-Devletçi olmayan yeni bir sol nedir-nasıl olmalıdır mı  diyorsunuz. Dinleyin o zaman!

1-Böyle bir sol, herşeyden önce ayaklarını globalleşme sürecinin yarattığı zemine-objektif-maddi koşullara- basmalıdır. Yoksa gerisi boştur! Çağı, içinde yaşadığın maddi koşulları yakalayamadın mı başka hiç bir şey yapamazsın..Bu nedenle, içine girilen bu yeni dönemde  ilerici olmanın-bu anlamda siyaset yapmanın- ön koşulu, kapitalizm altında gerçekleşiyor da olsa, hiçbir şekilde üretici güçlerin gelişmesine karşı  durmamaktır.  Tam tersine, bu yolda ayak dirediği zaman burjuvazinin bile karşısına dikileceksin. Yani ondan daha fazla gelişmeci-ilerlemeci-üretici güçleri geliştirici bir siyasete sahip olacaksın. Üretici güçler gelişirse burjuvazi  daha çok kâr sağlar, bu nedenle bizim görevimiz üretici güçlerin gelişmesiyle ilgilenmek değildir, sosyal adaletle, yaratılanların eşit paylaşı-mıyla ilgilenmektir mantığı artık eskimiştir. Evet, sosyal adalet-yeniden paylaşım için de mücadele edilmelidir, sınıf mücadelesi hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir, ama artık bu alanda koşullar eskisi gibi değildir. Sınıf mücadelesinde Dimyad’a pirince  giderken evdeki bulgurdan olmamayı da hesaba katmak gerekiyor artık!. Yeri geldiği zaman, global rekabette ayakta kalabilmeyi de  hesaba katacaksın artık! Bana ne bu benim işim değil diyemezsin!

2-Ülkede üretici güçlerin gelişmesinin yolunun yatırımlardan geçtiğini hiç unutmaya-caksın. Bu yüzden de global sermayenin ülkeye çekilmesini herkesten çok sen isteyeceksin. Bu yolda hertürlü milliyetçi-ulusalcı engelin ortadan kaldırılması için mücadele edeceksin. Tek ölçü üretim olacak. Menşei ne olursa olsun, ister yahudi, ister Amerikan, ister Çin hiç farketmez, senin ülkene gelip taş üstüne taşın konmasına katkıda bulunuyor mu, başımın üstünde yeri var diyeceksin. “Yerli malı Türkün malı herkes onu kullanmalı” antikalığını solculuk sanıp insanları zehirlemeye çalışmaya-caksın. Yabancılar gelip ev mi alıyor, arsa mı alıyor senin ülkende, “vatan satılıyor” diye yaygara koparan nasyonal “solculardan” olmayacaksın. Oh ne güzel ülkemize sermaye giriyor, daha çok gelsinler, daha çok ev arsa satın alsınlar diye onlara yardımcı olacaksın. Yabancı düşmanlığıyla ilericiliği-solculuğu karıştırmayacaksın!..  

3-Çevre sorununu herkesten daha çok öne çıkaracaksın. Öyle yasak savmak için değil, bütün gücünle bu konuya sahip çıkacaksın. Ama bunu yaparken de tabi sadece ulusal olarak değil global olarak da düşüneceksin. Kör bir çevreci değil, bilişsel düşünebilen bir çevreci olacaksın!

4-Barış politikasına her zamankinden daha çok  sarılacaksın. Silahlanmaya karşı-zorunlu askerliğe karşı mücadeleyi programının başına koyacaksın...

5-Bilimi, bilgi üretimi sürecini programında ön plana çıkaracaksın. Eğitim, öğrenim için yatırımda önde gelen ülke haline gelmeyi hedef alacaksın. Bu yoldaki bütün engellerin kaldırılmasını önereceksin.

Bunlar hep, global anlamda bugüne ilişkin olarak yeni bir solun programının temel ilkeleri.. Bunlara ek olarak geliyoruz şimdi Türkiye somutuna:

6-Herşeyden önce, yeni-çağa uygun sivil bir anayasa için mücadeleyi öne çıkaracak-sın. Bu yolda bütün demokrasi güçlerinin birliğini savunacaksın. Toplumda, zora şid-dete başvurmamak kaydıyla bütün düşüncelerin kendini ifade edebilmesine olanak sağlayacak bir zeminin yaratılmasına önayak olacaksın. Bilginin-informasyonun de-mokratikleştiği bir çağda daima şeffaflığın yanında olacaksın..

Burjuva devrimi sürecinde-Devlet Sınıfına karşı mücadelede  kayıtsız şartsız AK Par-tiyle omuz omuza olacaksın. Mücadelede öncülüğü burjuvazi yapıyormuş falan diyerek yan çizmeden bütün gücünle sürecin içinde yer alacaksın. Ne zaman ki AK Parti yan çizer, Devlet Sınıfıyla uzlaşmaya çalışır (eğer böyle bir durum ortaya çıkarsa) sen o zaman ona da karşı çıkacaksın. Yani burjuva devriminin itici gücü olacaksın sen bir yerde. Burjuvazinin daha dar görüşlü olduğu yerlerde sen yol göstereceksin-destek olacaksın ona.

7-Avrupa Birliğine katılmak için mücadeleyi en çok sen destekleyeceksin. Sonunda katılınır ya da katılınmaz, bu önemli değil, önemli olan bu yolda verilen mücadeledir diye düşünerek hiç ayak sürçmeyeceksin.  Eğer bu konuda milliyetçi mülâhazalarla ayak diremeye kalkarsa AK Parti’yi de eleştireceksin. Ama bunu yaparken TÜSİAD oportünizmine de kapı aralamayacaksın! Yani,  AB için daha çok çaba sarfedilsin der-ken diğer yandan da Devlet Sınıfıyla mücadelede AK Parti’nin önünü kesmeye çalışma-yacaksın!

8-Yerel-kültürel olana sahip çıkarak, onun daha da gelişmesinin yolunu açacaksın, bu şekilde global olmaya çalışacaksın. Bu anlamda bir muhafazakârlığın gericilik olmadı-ğını-kendi değerlerine sahip çıkmak olduğunu bileceksin.  Şunu  unutmayacaksın ki, globalleşmeye giden yol yerellikten geçer. Ancak kültürel olarak daha gelişmiş olan bilişsel olarak da gelişebilir. En azından  denize akan bir ırmak olacaksın ki, senin de o deryada bir tuzun bulunsun. Büyük tablonun yerel düzeyde oluşan küçük parçalardan meydana geldiğini unutmayacaksın. Globalleşmenin, global düşünebilmenin   yerel olanı elinin tersiyle itmek soytarılığından başka birşey olduğunun bilincinde olacaksın ama, diğer yandan da, kantarın topuzunu kaçırarak yerellik adına yeni kültürel-yerel hapisanelerin inşasına yol açmayacaksın!..

Varmısınız böyle bir sola..Kendinizi modern sınıfsız bir toplumun insanı olarak yeniden yaratmaya varmısınız!..



[1] Dikkat edin, burada   gelişmiş kapitalist ülkelerdeki iktidar muhalefet ilişkisinden bahsediyoruz! Türkiye’deki durum ise bambaşkadır!  Türkiye’deki muhalefet sistem içi-yani kapitalist sistemin kendi içindeki- bir muhalefet değildir. Türkiye’de Osmanlı kalıntısı antika yapıdan modern kapitalist topluma geçiş süreci henüz daha tamamlanmadığı için yeni sistem kendi üst yapısını  henüz daha oluştu-ramamıştır. Burjuva devrimi süreci bütün hızıyla sürüyor halâ. Hele şu “yeni anayasa” bir ortaya çıksın bakalım!..
[2] Bu konuyu daha önce bütün ayrıntılarıyla ele almıştık, www.aktolga.de 6.Çalışma, “Öğrenmek Nedir, Neden Öğreniyoruz, Nasıl Öğreniyoruz”
[3] Şimdiye kadar yaptıkları bundan başka birşey değildi..Nedir o TÜSİAD? DİSK’İ hiç karıştırmıyorum, o “Marksist” de ondan öyle davranıyor!!..
[4] Bu „göbeğini kaşıyan“ terimi yeni çıktı! Eskiden sadece „cahil halk“ denirdi!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder