Demir Küçükaydın 20/03/2013 Küyerel Mail
Bir süredir çok alametler belirdi. Öyle
görülüyor ki, birkaç gün içinde eski parametrelerin hepsinin geçersiz kaldığı
yepyeni bir dönem başlayacak. Aslında yeni dönem fiilen de başlamış bulunuyor.
Alamet dediklerimiz yeni dönemin başlamışlığının ifadelerinden başka bir şey
değil.
Ama herkes, henüz hala eski
parametrelerle düşündüğünden yeni durum kavranamıyor.
Elbet birkaç ay öncesine kadar “bebek
katili” ya da “terörist başı” olarak anılan Öcalan’ın birden bire resmen
“İmralı” diye bir makam haline gelmesi; BDP vekillerinin İmralı’ya gitmesi;
Öcalan’ın bir muhatap olarak alınması çok önemli gelişmelerdi. Ama bunlar bile
henüz Erdoğan’ın Suriye ve Irak’ta sıkışmışlığıyla, başkanlık ihtiraslarıyla ve
seçimlere kadar bir çatışmasızlık ortamı yaratma taktik kaygılarıyla
açıklanabilirdi. (Elbet bugün de bunlar geçerliliğini koruyor. Ama başka bir
bağlam içinde.)
Ve böyle bile olsa bu elbette Özgürlük
Hareketine yeni imkanlar ve hareket alanları demekti. Bizzat şu ana kadar kat
edilmiş yol bile birkaç ay önce tasavvur edilemeyecek bir kazanımın ifadesi
olarak görülebilirdi. Öcalan ilk kez bir siyasi muhatap, bir politik partner
oluyordu. Bu bile başlı başına muazzam bir yol ve kazançtı. Görüşümüz aşağı
yukarı bu çerçevedeydi.
Erdoğan’ın niyetleri ne olursa olun;
bunlar nasıl bir siyasi ve taktik manevranın aracı olursa olsun en küçük bir
olanaktan yararlanmak; zaman zaman uzlaşmalar yapmak her savaşta mümkün ve
gereklidir. Önemli olan bunlardan karşı tarafı tecrit etmek; var olan güçleri
birleştirmek ve arttırmak için yararlanmak olduğundan, kendine güvenen,
abdestinden emin olan bu gibi manevralardan korkmaz ve bunları bir olanak
olarak değerlendirir. Stratejik hedeflerle taktik esnekliği birleştirmede
Öcalan ve Kürt hareketinin eline kimse su dökemeyeceğinden ihtiyatlı bir
iyimserlikle “Süreç” i destekliyorduk ve tam da biraz böyle değerlendirdiğimiz
için bir yazı yazmaya öncelik vermemiştik.
Birkaç gün önce, hafta sonunda
tesadüfen Kadıköy HDK’nın kahvaltısında karşılaştığımız Sabahat Tuncel de
gelişmeleri nasıl görüyorsunuz diye sorunca bu anlamda bir şeyler söylemeye
çalıştığımda, Tuncel’in yüzünden, kısa bir an için, olayı anlamadığım,
cevabımın çok klasik olduğu anlamına gelebilecek ifade gelip geçti gibi oldu.
Bir şey söylemedi.
Sonra kendisi orada bulunanlara kısa
bir konuşma yaptı. Mücadelenin yeni bir biçimde süreceğinden, burada HDK’nın
çok önemli olacağından söz etti. Bunlar elbet her zaman duyulabilecek
sözlerdi. Ama burada özel bir anlamları olduğu seziliyordu.
Bu basit gibi görünen gözlemler beni
uyardı ve gelişmelerin üzerine yoğunlaşarak düşünmeye itti. Son günlerde
gezeteleri de çok dikkatli okuyamamıştım kimi sağlık nedenleriyle. Bütün
gazeteleri taradım. Yoğunlaştıkça gelişmelerin aslında bütün eski parametreleri
değiştirdiği ve değiştireceği giderek netleşti.
Türk devleti stratejik bir dönüş
yapmıştı. En önemli değişim buydu ve bu bütün paramtreleri değiştirmişti. Bunu
gözden kaçırmıştık.
*
Yoğunlaşıp bir tarama yapınca, birçoğunun
yanı sıra sadece şu haberler bile neyi gözden kaçırdığımızı gösteriyordu:
İlki, Davudoğlu’nun Diyarbakır’a
gitmesiydi. İçişleri değil, Dışişleri bakanı gidiyordu. Bu bile yeterince
ilginç ve önemliydi. Orada söyledikleri ise, kendisinin gidişinden daha da
ilginçti. Gazetenin haberine göre:
“Dünya Savaşı sonrası Türkiye ve
Ortadoğu topraklarını gizlice paylaştıran Fransa ve İngiltere'nin imzaladığı
Sykes Picot anlaşmasına dikkat çeken Davutoğlu, "Sykes Picot'nun bize
çizdiği o kalıbı kıracağız" dedi. Sınırlarını kaldıran Avrupa'ya yeni
Romacı denmediğini belirten Davutoğlu, "Onlar ne derse desin bütün
şehirlerimiz, kentlerimiz kendi hinterlandı ile
buluşacaktır" diye” konuşmuştu.
Hele hele Davudoğlu’nun konuşmasında,
Yalçın Küçük’ün Türk devleti için formüle ettiği ve Askeri Bürokratik
Oligarşiye önerdiği stratejiyi temellendirdiği – aslında ilişkiyi doğru formüle
eden – “Kerkük’ü almayan Diyarbakır’ı verir” (bunu kimileri hep bir
askeri ele geçirme olarak anladılar. Yalçın Küçük bunu PKK ve Kürtlerle ittifak
yap, Kerküğü ele geçirirsin, yapmazsan Diyarbakır’ı kaybedersin alamında
söylüyordu.) formülünün İslamcı bir söylemle ve “Yeni Osmanlıcı” bir
perspektifle "Türk'üyle, Kürt'üyle, Boşnak'ıyla, Arap'ıyla her bir
milletiyle yürüyeceğiz ya da bizi lime lime edip küçük parçalara ayırmaya
çalışacaklar” şeklinde formüle etmesi ortada yepyeni bir durum olduğunu
kavramamızı pekiştirdi.
Buna ek olarak Aysel Tuğluk’un İrfan
Aktan’la yaptığı konuşmadaki şu sözler:
“Bize göre konjonktür, Kürtlerle
birlikte olmayı onlara dayattı. Kürtlerle ittifak kurmanın hem Ortadoğu'da hem
de içeride onlara kazandıracağını gördüler. Savaş ve imha politikasıyla
Kürtlerin siyasal gelişimini engelleyemiyorlar. Her türlü baskıya rağmen
giderek büyüyen bir Kürt hareketi var. Bence devlet şöyle bir karar verdi:
Kürtler kazanıyor, biz kaybediyoruz, o zaman birlikte kazanmanın yolunu
bulalım! Öcalan'ın da bunu düşündüğü kanaatindeyim. Öcalan da savaşın artık bir
tekrara dönüştüğünü, kazandırmadığını gördüğü için, müttefik olarak Türkiye'yi
seçti. Ortadoğu'da pek çok denge var ve Kürt hareketi başka bir dengede kendini
konumlandırabilirdi. Ama Kürtler bunu değil, Türkiye'yle ittifak kurmayı tercih
etti. Tarihsel olarak bunun kazandıracağını öngördü Öcalan.”
Yine aynı gün Karayılan’ın “Newrozla
yepyeni bir süreç başlıyor” sözleri.
Gültan Kışanak ve Demirtaş’ın Newroz’da
Öcalan’ın “Ateşesten çok daha öte bir çağrı, stratejik bir çağrı”
yapabileceğine ilişkin açıklamaları, çok daha temel anlamda yeni bir durum
karşısında olduğumuza ilişkin yargımızı pekiştirdi. Elbette ateşkes bile
önemlidir ama bunun bağlamı, hengi değişiklik bağlamında gerçekleştiği daha da
önemlidir. Ateşkesin önemi, gerçek önemli olanın öneminin görülüp,
anlaşılmasını, tartışılmasını engelliyordu bir bakıma.
Birkaç saat önce İmralı’dan dönen heyet
adına Demirtaş’ın gazetecilere okuduğu Öcalan’ın mesajını da dinleyince, herşey
kesinleşti. Evet, Newroz’la birlikte bütün eski parametreler geçersizleşecek.
Elbet mücadele elbette ve elbet “Kürt sorunu” veya demokratikleşme sorunu
çözülmüş olmayacak ve bitmeyecek ve bir sosyalistin, bir devrimci ve radikal
demokratın bu süreci bir çözüm süreci olarak tanımlaması veya adlandırması pek
doğru olmaz ama mücadelenin biçimleri, hedefleri mücadeledeki güçler baştan
aşağı değişecek.
Böyle kritik bir durumun, bir politik
depremin arifesinde, hiçbir gücümüz ve etkimiz olmamasına rağmen, elde hiçbir
bilgi olmadan, içinde bir durum değerlendirmesi ve öngörüler bulunan bir yazı
yazmanın hem tarihe bir not düşmek; hem de ilerde sağlamak ve varsa
yanılgılarımızı görmek için şart olduğunu gördük ve bu yazıya başladık.
*
Sadece ortadaki değişikliğin nasıl tüm
parametreleri değiştirdiğini gösterebilmek bakımından içeriksel hiçbir
benzerliği olmayan şöyle bir örnek ortadaki değişikliğin nasıl bir şey olduğu
konusunda bir fikir verebilir.
Amerika’da sosyalist bir devrim
olduğunu var sayın. Bu bütün dünyadaki parametrelerin alt üst olması anlamına
gelir. Var olan bütün strateji ve taktikler, teorik tartışmalar vs. bir anda
hükümsüz kalır; olaylarca aşılmış olur veya kadük olur. Dünyanın en büyük gücü
karşı bir güç olmaktan çıkmış yandaş bir güç olmuştur. Artık dünyanın sosyalist
olması sadece bir zaman sorunudur ve akıl almayacak kadar sancısız ve kolay
olur. Tekrar edelim, içerik olarak değil ama kediye göre budu, Ortadoğu
ölçüsünde sonuçları itibariyle böylesine bir değişim söz konusu. Böylesine bir
değişimde eski parametreler üzerinden politika yapanların hepsi hızla yokolur
gider. Esas önemli olan ve üzerinde tartışılması gereken budur. Ateşkesler,
hudut dışına çıkmalar vs.. Bütün bunlar bu değişimin içinde küçük ayrıntılardan
başka bir şey değildir. Elbet eylem ayrıntılarla ilgilenmeyi öngörür ve şaytan
ayrıntılarda gizlenir. Ama bütün bunlar artık bambaşka bir çerçevede bir anlama
sahiptirler.
Değişikliğin çapının anlaşılması için
şöyle bir iki örnek daha ayıktırıcı olabilir.
Örneğin şimdiye kadar Türk devletinin
Kürtlerin varlığını bile inkarına alışılmıştı, binlerce insanın kanı bunun için
dökülmüştü. Şimdi Kürtlerin bölgedeki en büyük koruyucusu ve destekçisi Türk
devleti olarak ortaya çıkarsa, böyle bir söylem üzerinden ideolojik ve politik
varlıklarını sürdürenler, hem Kürtler hem de Türkler içinde bir anlamda
boşlukta kalırlar. Tıpkı Amerika’da bir devrim olduğunda bütün politik
varlığını Amerikan Emperyalizmine karşı mücadele üzerine şekillendirmiş bir
hareketin düşeceği duruma düşerler.
Ya da şöyle bir durum var sayın. Türk
devletinin PKK gibi gerilla savaşında ustalaşmış bir örgütün silah bırakmasını
istemeyip, işi ağırdan alıp el altından onları silahlandırdığını hatta fiilen
işbirliği yaptığını düşünün. Türk devletinin yeni stratejisi ve Ortadoğu’daki
gelişmeler böyle durumları ortaya çıkarabilir ve muhtemelen de çıkaracaktır.
Bu değişiklik sadece Türkiye’deki
politik mücadelenin parametrelerini değiştirmeyecektir; Ortadoğu’daki bütün
dengeleri de değiştirecektir.
Barış süreci denen aslında bir anlamda
bu stratejik değişimin ve dönüşün gerçekleştirilmesinden başka bir şey
değildir. Öcalan ve Türkiye Kürtleri, Türk devletinin bu stratejik dönüşü
yapabilmesi için olmazsa olmaz olduğundan bugün Öcalan’ın “İmralı” diye bir
makam haline geldiğini görüyoruz.
Ama bütün bu değişim, mücadelenin
bittiği, Kürtlerin haklarını kazandığı, Türkiye’nin demokratikleştiği ve
demokratikleşeceği anlamına gelmemektedir. Bütün bunlar için mücadeleler
sürecektir; hatta bizzat bu mücadeleler bu değişimin araçları olacağı gibi,
bizzat bu değişim bu mücadelelerin bir aracı olacaktır.
Hatta denebilir ki, hiçbir gerçek
demokratikleşme olmadan, var olan sistemin kendini yenileyebilmesi ve
sürdürebilmesi için bütün bu stratejik değişim gerçekleştirilecektir.
Şimdi şöyle bir durum düşünün mahalli
idarelere idari yetkiler veren, gerçek merkezi iktidarı olduğu gibi koruyan,
ama anadilde eğitime bile yer veren, fiilen Uluslar arası alanda bir sorun
yaşamamak için, sınırları içine katmadığı Suriye ve Irak’ın Kürt bölgeleriyle
sınırsız bir eknomik entegrasyon yaşayan bir Türk-Kürt Devleti, Firavunlar
Nemrutlar çağından kalma niteliğini zerrece değiştirmiş olmaz; ama ömrünü ve gücünü
en azından birkaç on yıl uzatmış olur.
Hem Burjuvazi, yani AKP; hem de “Sünufu
Devlet”, Kıvılcımlı’nın “Firavunlar, Nemrutlardan kalma Şark
devletçiliği” dediği, bizim “Askeri Bürokratik Oligarşi” terimini
kullandığımız en temel iki egemen güç, esas olarak bu dönüşümde anlaşmış
bulunuyorlar.
Bütün gezegenler sürekli hareket
halindedirler, bu hareketleri esnasında diğer gezegenlerin yörüngeleri üzerinde
etkilerde bulunurlar. Bu etkilerden hareketle bir zamanlar Neptün’ün varlığı ve
yeri hesaplanabilmiş sonrada o gezegen o yerde bulunabilmişti.
Ancak bu gibi etkilerden öte,
gezegenlerin belli bir dizilişte bulunmaları gerçekleşir zaman zaman. O zaman
etkiler istisnai bir güç ve önem kazanırlar. Örneğin Güneş ve Ay tutulmaları
böyledir. Hareketleri esnasında bazan Güneş, Dünya ve Ay, hepsi aynı doğru
üzerinde dizilirler. Çekim güçleri birbirine eklenir. Gezegenlerin böyle ilginç
dizilişlerini eskiden müneccimler önemli olayarın habercisi sayarlardı. Evren
öyle büyük ve geniş gezegenler öylesine küçüktür ki bu gibi dizilişlerin toplum
hayatında fiilen ciddi fiziksel bir etkisi bile olmaz. Ama Sınıfların ve sosyal
ve politik güçlerin mücadelesinde böyle dizilişler gerçekleştiğinde, örneğin
birbirine karşı mücadele içindeki güçler birden bire bir çıkar ortaklığında
buluştuğunda ve ittifaka yöneldiğinde , bunların farklı yörüngeleri (toplumsal
güçlerin konumları ve çıkarları) değişmemekle birlikte tüm eski dengeler ve
parametreler değişir. Örneğin İkinci Dünya Savaşı’nda ABD, İngiltere ve
Sovyetler’in aynı ittifak çizgisinde birleşmesi böyle muazzam bir Kıta
kaymasıydı. Dünya sonraki elli yılda bu kayma üzerinde şekillenmişti.
Şimdi olan böyle bir değişikliktir.
Herkes yıllardır Türk devletinin Kürtlerle savaşmasına ve Kürtler içinde de
Barzani ve Talabani ile ittifak edip PKK ile savaşmasına alışmıştı. Şimdi
değişen, bu Türk devleti Kürtler ve PKK ile ittifaka yönelmiş bulunuyor.
“Süreç” üzerine söylenenler hep eski
parametrelere dayanıyor. Televizyon ve gazetelerde tahliller ve çıkarsamalar,
politika belirlemeler hep eski değişmezler üzerinden yapılıyor eski
alışkanlıkla.
Bu değişimin kendisi bir yığın aktörü
şimdiden boş düşürür. Örneğin artık Ortadoğu çapında bir projeniz, programınız,
stratejiniz yoksa, bu yeni durumda boşlukta kalırsınız. Örneğin MHP’nin Türklük
ideolojisi üzerinden böyle bir paradigma içinde yer alması ve bir program
oluşturması bile olanaksızdır. Bu durumda sudan çıkmış balığa döner. Bu nedenle
tüm varlığıyla yok oluşunu engellemeye çalışacaktır. Kürtler içindeki “ilkel
milliyetçi” denenler de, bir Kürt devletinden öte birtasavvuru olmayanlar da
tersinden aynı duruma düşeceklerdir.
Bir yıl sonra bu değişime ayak
uyduramayan bütün politik aktörlerin, 2002 seçimlerinde bütün diğer partilerin
silinip gitmesi gibi silinip gittiği görülürse hiç kimse şaşırmamalıdır.
Değişimi şöyle formüle edebiliriz:
Devlet ve (MİT, MGK vs., buna “Devlet Aklı” , “Hikmeti Hükümet”,
“Reason d’etat” da deniyor) Burjuvazi (AKP) Kürtlerle İttifak,
bunun için de Savaşı durdurma karşılığında da PKK’ya legal mücadele olanaklarını
sunmak. Bunu organize etmek için de şimdilik Öcalan’ı muhatap almakta anlaşmış
bulunuyor.
*
Peki, bu nasıl mümkün olabildi? Ve ne
gibi sonuçları olabiir?
Elbet herşeyden önce Dünya’daki ve
Ortadoğu’daki gelişmeler bunu zorladı ama bu zorlama yıllardır vardı.
Nasıl 28 Şubat, Erbakan’ı ve köhnemiş
politikasını, kadrolarını ve söylemini tasfiye edip, Politik İslam’ın yepyeni
bir stratejisinin, parti ve kadrolarının yolunu açtıysa, ona bir gençlik aşısı
olduysa, Ergenekon tevkifatları da Askeri Bürokratik oligarşi içindeki köhnemiş
güçleri ve stratejileri tasfiye etti. Bu tabaka içindeki daha esnek olanları, “aynı
kalabilmek için değişmeliyiz” diyenleri güçlendirdi ve onların önünü açtı.
Zaten bu güçlerin el ve bel vermesi olmasaydı, AKP böylesine cepheden bir
harekata da cesaret edemezdi.
Böyle bir değişim olmasaydı, “Devlet
Aklı” (MİT, MGK) Yalçın Küçük’ün formülüne gelmez; Kürtler ile ittifak
yapmanın Türk Devletine neler kazandıracağını göremezdi.
Yani diyebiliriz ki, nasıl ordu ve
bürokrasi 28 Şubat ile politik İslam’ı budadı; yeni sürgünlerin önünü açtı ve
ona bir gençlik aşısı yaptıysa; Ergenekon tevkifatları da Askeri Bürokratik
oligarşiyi aynı şekilde budadı; yeni sürgünlerin önünü açtı ve ona bir gençlik
aşısı yaptı. Bu gençlik aşısı sayesinde “Devlet Aklı” sermayenin aklı ile
çakışabildi.
Bu çakışma, bu güçlerin arasındaki
çelişkinin yok olması; çatışmanın durması anlamına gelmemektedir. Bu güçlerin
farklı Kürtleri de olacaktır. Kürtler içindeki farklı güçlerin de Farklı
Türkleri olacağı gibi.
Genel olarak Kürtlerle ittifak
yapılacaksa, hangi gücün Kürtler içinde hangi güçlerle ittifak yapacağı da bir
sorun olarak ortaya çıkar. Türkiye’de devlet şimdiye kadar PKK’ya karşı Barzani
ve Talabani ile ittifak yaptı. AKP de bu çizgiyi sürdürdü ve sürdürüyor.
Ama AKP’nin Barzani ve Talabani’ye
dayanan gücü ve Ortadoğu politikaları karşısında Askeri Bürokratik Oligarşi bir
süredir PKK’nın desteklenebilecek ve ittifaklar yapılabilecek bir güç olduğunu
fark etmiş bulunuyordu. Ve bu güçle birlikte AKP’nin Barzani ve Talabani’ye
dayanan İslamcı vizyonuna karşı laik bir vizyon ve güç olarak PKK ve Öcalan pek
ala bir karşı denge oluşturabilir. (ÖDP, TKP, Halkevleri gibi sol hareketlerin
son zamanlardaki Kürt Hareketiyle yakınlaşma denemeleri ve flörtleri Askeri
Bürokratik Oligarşi’nin kitle tabanı olan Şehir Orta Sınıfları ve Aleviler
içindeki bu yöndeki kımıldamaların bir göstergesinden başka bir şey de
değildi.)
AKP açısından ise zincir şöyle
kurulbilir. AKP’nin Ortadoğu politikalarının çamura saplanması, Irak’ın
bölünmenin eşiğinde olması, Irak Kürtlerinin, Türkiye ile ittifak ve hatta
birlik hedeflerini açıkça ifade etmeleri, bu birlik ve ittifak için
Türkiye’deki Kürtlerle barışma zorunluluğu, AKP’nin bütün denemelerine rağmen
PKK’nın etkisinin kırılamaması ve aksine artması; Suriye’de Kürtlerin ve
PKK’nın birden bire üçüncü bir güç olarak ortaya çıkması. Bütün bunlar da
AKP’yi Öcalan’la bir uzlaşmaya, onunla askeri yöntemlerle değil, başka
yöntemlerle mücadeleye, bunun için de belli bir geri çekilmeye zorlamış
bulunuyor.
AKP de şu denklem karşısında kaldı:
Türkiye’deki Kürtlerle barışılmadan, Barzani ve Talabani Türkiye ile barışamaz
ve Türkiye ile fiili bir birleşme gerçekleştiremez. Türkiye’deki Kürtlerle barışmak
için de en etkili güç olan Öcalan’ın çizgisiyle bir şekilde anlaşmak
gerekmektedir.
Böylece “Sünuf’u Devlet” ve AKP, farklı
kaygılar ve gerekçelerle aynı noktada buluştular.
Barzani ve Talabani de Türkiye ile
barışmak hatta birleşmek, istemektedir ama Türkiye kendi Kürtleri ile
savaşırken bu bir ihanet gibi olacağından, savaşın durması da Öcalan’sız
olmayacağından. Onlar da Türk Devleti ve AKP ile aynı noktada buluşmuş
bulunuyor. O nedenle Barzani bu son sürecin hazırlanma ve uygulanmasında her türlü
kolaylığı göstermekten imtina etmiyor.
Çok önce Barzani’nin Özel kalem müdürü
Fuat Hüseyin şöyle demişti:
“Eğer Şiiler İran’ı, Sünniler de Arap
dünyasını seçerse, Kürtler de Türkiye ile yakınlaşırlar. Türkiye’nin de
Kürtlere ihtiyacı olur. Birbirimizi sevmiyoruz ama sevmeye de ihtiyacımız yok.
Amerika Bağdat’tan geri çekildiğinde, çatışma yaşanacak, Türkiye’nin de başka
bir şansı olmayacak. Kürtler bu şartlarda Türkiye’nin koruması altında rahat
ederken, bunun karşılığında Türkiye, Kerkük’teki dev rezervler dahil, Irak’ın
kuzeyindeki bölgenin petrol ve doğal gazına doğrudan erişim imkanı elde edecek
ve dolaylı yollarla Kerkük’e sahip olacak.”
Özetle artık petrol paralarının ve
dünya nimetlerinin tadını da amış, bunca savaş yılından sonra biraz barış ve
efah içinde yaşamak isteyen Irak Kürtlerinin Irak cehenneminden çıkması için,
Türkiye’nin kendi içindeki Kürtlerle barışması şarttır. Kendi içindeki
Kürtlerle barışması için ise, silahların susması, Silahların susması için de
Öcalan’ın muhatap alınması ve ona politik mücadele alanının açılması şarttır.
Ama sadece bu kadar değil, ABD ve
İsrail bile bu dönüşümden çıkarlıdırlar ve desteklerler. İran’ın önünün
kesilmesi için, Türkiye’nin Kürtlerle ittifakı ABD ve İsrail’in de çıkarınadır.
Bu değişimde çıkarı zedelenen kesim,
Türkiye’nin içindeki Askeri Bürokratik oligarşinin eski stratejisine bağlı
güçler; Suriye, İran, Rusya ve Çin’dir. Ayrıca ABD’nin yanında ve müttefiki
görünmesine rağmen her zaman ona karşı dengelere oynayan ve sürekli rekabet
içinde olan Avrupa ve özünde Almanya ve Fransa’dır.
Sakine Cansız’ların Paris’in göbeğinde
vuruluşu, bu güçlerin bu değişimi engellemek için yapabileceklerinin ve
gösterecekleri direnişin bir ipucu olarak görülebilir.
Elbet dünya çapındaki güçler ve
bunların jeopolitik pozisyonları ve çıkarları bu değişimi uzun zamandır
zorluyordu. Öcalan yıllardır bunları dile getiriyordu. Ama olayların zorladığı
bu politikaların gerçekleşmesi o güçlerin içinde ciddi değişmeleri ve
mücadeleleri gerektiriyordu. Bu değişimleri ya biri başarmış diğeri başaramamış
oluyor ya da konjonktür farklı konumlanmalara yol açabiliyordu. Şimdi bir
bakıma, bütün Dünya çapında ve bölgesel aktörlerin neredeyse hepsinin
senkronize bir şekilde, tıpkı gezegenlerin aynı doğru üzerinde dizilişi gibi,
aynı ortak çıkarlarda buluşması gerçekleşmiş bu da uzun yıllardır bu olanağı
bekleyen Öcalan’ın önünü açmış bulunuyor.
Öcalan bu duruma yıllardır hazırdı ve
verdiği bütün mesajlar buna yönelikti. Uzun yıllardır programını ve vizyonunu
koymuş bulunuyordu. Teorik ve politik olarak bu yeni duruma, yeni parametrelere
en hazırlıklı güç Öcalan’dır.
Öcalan stratejik hedeflere bağlılıkla
taktik esnekliği en iyi birleştiren, tam da bu nedenle kendisini kullanmaya
kalkanları her zaman kullanmış bulunan zeki ve vizyon sahibi bir politikacıdır.
Suriye’nin elinde esirken (Gerçi Suriye
ve Lübnan içinde dolaşabiliyordu ama Suriye gibi bir “muhaberat” devletide bu
İmralı’dan bile daha riskli bir durumdur. Aslında bir esirdi, bir rehineydi.
Tıpkı İmralı’daki gibi.) Ortadoğu’nun en büyük gerilla hareketini örgütledi.
Türkiye’nin elinde bir adada esirken
Türkiye’nin en büyük demokratik parti ve hareketini örgütledi.
Şimdi, Ortadoğu’nun en büyük demokratik
hareketini örgütleyip en büyük devletinin başına geçmeye adaydır.
Muhtemelen artık Öcalan bir Kürt
politikacısı değil, bir Türkiye ve Ortadoğu politikacısı olarak ortaya
çıkacaktır. Ufku bir Kürt devletinden ötesini göremeyenler Öcalan’ı ihanetle
suçlayıp AKP ile ittifaka yöneleceklerdir. Öcalan ise ilk elde programına
Türkleri kazanmaya çalışacaktır. Muhtemelen bir süre sonra Öcalan Türkiye’nin
ana muhalefet lideri olacaktır elinde Türkiye ve Ortadoğu için bir demokrasi
programı olan.
AKP bir süre sonra Öcalan’ı tecrit edip
etkisini kıracağının hesabını yapmaktadır. Kürtlerle bir barışma, bireysel
haklar; savaşın durmasının ekonomiye kazandıracağı dinamizmin; Güney
Kürdistan’dan gelecek petoller ve paraların bir süre sonra kendisini
güçlendireceğinin, Kürtler arasında Öcalan’ın altını oyacağının; AKP’nin
Kürdistan’da da birinci Parti olacağının hesabını yapmaktadır. Bunedenle
önemezde Öcalan ve Kürt Özgürlük hareketine yönelik olarak baskıların, şiddetin
diğer Kürtlere olanaklarların açılmasıyla birlikte götürüleceği yeni çok sert
mücadeleler dönemi de bulunmaktadır.
Tayyip Erdoğan aslında birikimsiz ve
yeteneksiz bir politikacıdır. Konjonktür ona çok yardım etti şimdiye kadar.
Yılların adeta nadasta kalmış, işlenmemiş tarlası gibi duran bir Türkiye’de
iktidarı aldı. Hiçbir şey yapmadan sadece çok büyük aptallıklar yapmadan
durması bile yeterdi. Ne zaman bir şey yaptıysa aslında ağzına yüzüne de
bulaştırdı (Suriye politikası ve Gazze’ye yardım örneğin) ama bunlar bile onun
başarısı ve yeteneği gibi göründü. Karşısında doğru dürüst bir politik rakip
bile yoktu. Kendi çapsız ama karşısındakiler ondan da çapızdı. Ve şimdiye kadar
Öcalan’a her yerde yenildi aslında.
Ancak şimdi ve bundan sonra Erdoğanın
çapı (daha doğrusu çapsızlığı) daha iyi görülecektir. Erdoğan bir süre sonra
“baba bir hırsız tuttum” a dönecektir. Getir Gelmiyor, bırak gitmiyor.
*
Bunu görmek için müneccim olmaya gerek
yok.
AKP neden kaybedecektir? Çünkü ancak
Öcalan’dan daha demokratik bir programla ona karşı mücadele edebilir. Ama zaten
daha demokratik olursa bir karşı güç olmaktan çıkar aynı amaç için bir müttefik
olur. Bu olmayacaktır. Çünkü AKP demokratik bir parti değildir. Burjuvazi ta
başından beri hiçbir zaman demokrat olmamıştır. Demokrat olmadığı için Teorik,
Politik ve İdeolojik bir hazırlığı yoktur. Öcalan’ın mesajının BDP heyeti
tarafından İmralıdan dönerken okunduğu gün Erdoğan, İslamlık, Türklük ve
Milliyetçiliğin övgülerini yapıyordu, birkaç yıldır oluşturulan Çanakkale
anmalarında. Nedense Rumların, Ermenilerin yani Hıristiyan halkların adı bile
anılmıyordu bu sözümona kardeşlik ve çok renklilik söylevlerinde.
Öcalan ise, milliyetçiliği lanetliyor;
Ermeni, Süryani, Keldani, Helenlerin katliyle milliyetçiliğin yükselişi ve onun
tüm ortadoğuyu yangın yerine çevirişi üzerine geniş bölümler bulunan kitaplar
yazıyor yıllardır. Liberaller ya da Erdoğan gibi katliamlar karşısında İttihat
Terikkiyi suçlamakla yetinmiyor bir bütün olarak ulusçuluğu mahkum ediyor.
En son kitabından bir alıntı:
“Ulus devletçiliğin yol açtığı en
büyük felaketler Ortadoğu’nun soykırım yaşayan halklarına ilişkindir. Anadolu
ve Mezopotamya’da erken milliyetçiliğin tuzağına düşen Helen, Ermeni, Süryani
ve Kürt halkları, tarihin en eski yerel kültrlerini temsil etmelerine rağmen,
ulus devletçiliğin son yüzyıllık deneyimleri kendlerini tasfiyenin eşiğine
kadar getirdi.” (Abdullah
Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu, Beşinci kitap, s. 545)
Ya da şu sözlere bakalım:
“(…) Artık Ermeniler, Helenler,
Süryaniler kendileri için ulus devletçi sınırlar çizemeyeceklerine ve
varlıklarını sürdürmek zorunda olduklarına göre, en uygun seçeneğin demokratik
ulusal birliktelik zihniyeti ve Demokratik özerklik yapılanması olduğu açıktır.
Demokratik modernite geç de olsa bölgenin her tarafındaki benzer süreçleri
yaşayan kültürel gruplar ve halklar için bir zihniyet sığınağı, demokratik
özerklik ise uygun yeniden bedenlenme modeliir.
“Bölgede zengin bir miras teşkil eden
sadece etnik ve ulusal varlıklar değildir. Dinler ve ezhepler de geniş bir
gruplar yelpazesini teşkil eder. Geleneksel ve modern biçimleriyle dinlein
aldığı yeni görünümlerin temsili ciddi bir sorundur. Ulus devletçilik bunların
dabüyük kısmını tasfiye etti. Fakat artık kendisi aşındığı iinkendilerini ifade
etmek ancak Demokratik Ulus kuram ve kavramları çerçevesinde mümkündür.” (age. S. 546)
Şimdi Öcalan’ın yukarıdaki sözleriyle
birlikte Öcalan’ın mesaj yolladığı saatlerde çocuksu ve suni Çanakkale
müsameresinde Recep Tayyip Erdoğan’ın sarfettiği şu sözleri okuyalım:
“Çanakkale zaferi bir etnik kökenin,
bir ırkın, bir kavmin değildir. Bu büyük zafere İstanbul ne kadar sevindi ise
Diyarbakır da o kadar sevinmiştir. Bu muhteşem kahramanlık karşısında İzmir ne
kadar iftihar etti ise Beyrut, Bağdat, Şam o kadar iftihar etmiştir. Bizim
millet, milliyet ve milliyetçilik anlayışımızın sınırları Çanakkale’de
çizilmiş, milliyet kavramı Çanakkale’de ruhunu, özünü, kökünü bulmuştur.
Şehitliklerimiz bizim kimlik kartımızdır. Burada aynı zamanda bizim millet ve
milliyet anlayışımızın da adeta manifestosu yazılmıştır. Çanakkale’de
şehitliklerdeki mezar taşlarında İstanbullunun yanında Diyarbakırlı da var.
İzmirlinin yanında Bitlislisi var. 81 vilayet bu gün olduğu gibi
Anafartalar’da, Arıburnu’nda tek millet haline gelmiş aynı mezar içinde
birbirine kardeş olmuştur.” (Milliyet,
19.03.2013)
Bu sözler Sünni İslam’ta tanımlanmış
bir ulusçuluğun amentüsünden başka bir şey olmadığı gibi, Öcalan’ın sözleri
karşısında Erdoğan’ın ne kadar arkaik kaldığı hemen görülür. Daha birsüre önce
Osmanlı ordusunda Hıristiyan Ermeni subayların kahramanlıkları tartışılıyordu.
Erdoğan’ın ufkunda, tıpkı Dışişleri bakanının saydıkları arasıda bir tek
Hıristiyan kavmin anılmaması gibi bir tek Hıristiyanın adı yok. Sünni
İslamlıkla tanımlanıp Türklükle cilalanmış bir ulusçulukla Ortadoğu’da bu yeni
konumlanış’ın akibetinin ne olacağı Suriye’de çoktan görüldü.
Ortadoğu çapında bir projede Erdoğan’ın
Öcalan karşısında hiçbir şansı yoktur.
İşte Erdoğan bu nedenle Öcalan’ı
kullanayım derken Öcalan onu kullanmış olacaktır. Tıpkı Suriye ve Türk devleti
gibi. Hatta bugün Kürtlerle barışın en keskin düşmanları görünen ama aslında
kültürel olarak çok da demokratik olan, CHP’nin tabanını oluşturan şehir orta
sınıfları yakında en sıkı Öcalancılar olursa kimse şaşırmasın. Büyük aşklar
üyük nefretlerden doğar.
Öcalan’ın “Amerika gibi başkanlık da
olabilir” sözleri, elbet politik taktik bir uzlaşma sinyali anlamına da sahipti
ama bunu söylerken Öcalan’ın Erdoğan’ı değil kendini kastetmediğini kim
biliyor?
*
Bundan sonra Türkiye ölçüsünde politika
anlamsızlaşacaktır. Ortadoğu ölçüsünde program, strateji mücadelesi
başlayacaktır. Ortadoğu için bir programı ve stratejisi olmayanlar Türkiye
Politikasından fiilen tasfiye olup marjinalleşeceklerdir.
Bu, Kürt sorunu çözülecek, Türkiye
demokratikleşecek anlamına gelmemektdir. Öcalan’ın serbest kalması, KCK
tutuklulularının bırakılması, bütün bunlar olabilir. Ama bütün bunlar
Türkiye’nin demokratikleşmesi anlamına gelmez. Sadece demokratikleşme
mücadelesinin, silahlı olmayan araçlarla sürdürülebileceği anlamına gelir.
Silah çoktandır bir başarı aracı olmaktan çıkmış, mesaj vermeye, misilleme
yapmaya yarayan bir araç olmaktan öteye bir işlevi kalmamıştı. Politik ve diplomatik
manevraların bir aracıydı. Ne Türk ordusunun ne de PKK’nın askeri bir başarı
şansı yoktu bunu yirmi yıl önce Öcalan zaten söylediği gibi. Daha sonra da Türk
Ordusunun generalleri de belli bir düzeyin altında savaşla birlikte yaşamayı
kabul etmeliyiz diye yıllardır zımnen itiraf etmişlerdi.
*
Evet, Türkiye’nin demokratikleşmesi
mücadelesi yeni başlayacak. Bu mücadele sanıldığından çok daha zorlu geçecek.
Sonunda bir demokratikleşme olmazsa bugünden çok daha kötü ve geri bir duruma
da gelinebilir. Ama hedefler ve araçlar değişmiş bulunuyor.
Eğer hedefler ve araçlardaki değişmeyi
kısa ve özlü olarak ifade etmek gerekirse, bunu şöyle formüle edebiliriz:
Şimdiye kadar Türkiye’de Türkler Kürt sorununun nasıl çözüleceğini
tartışıyordu. Bundan sonra Türkler ve Kürtler Ortadoğu sorununu nasıl
çözüleceğini tartışacaklardır.
Parametrelerdeki ve paradigmadaki
değişim şu popüler formülasyonlarla da ifade edilirse daha iyi kavranabilir.
Dünün ortak varsayımı Avrupa’ya giden
yolun Diyarbakır’dan geçtiği idi. Yani Avrupa ile birleşmek için Kürtlerle
birleş, demokratikleş, onları tanı.
Buradaki hesap yanlışı, Avrupa’nın
demokratik bir Türkiye istediği idi.
Sadece demokratik bir Türkiye’ye hayır
diyemeyeceği için değil; Türkiye Jeopolitik olarak Avrupa’nın dengeleri olan
Rusya ve İran karşısında otomatik olarak ABD’nin müttefiği olduğu ve Avrupa
Birliği içinde ikinci bir İngiltere olabileceği için ve büyüklüğü ile
Almanya’nın avrupa üzerindeki kontrolünü engelleyebileceği için, Avrupa bunu
istemezdi.
Yeni başlayan dönemin ortak varsayımı
ise, Diyarbakır’dan geçen yolun Kerkük’e gittiğidir. Yani Kürtlerle
birleşirsen, demokratikleşirsen, onları tanırsan Kerkük’e varırsın.
Avrupa’nın aksine Kerkük’teki Kürtler,
Türkler, Araplar, Keldanier, Süryaniler, Asuriler demokratik bir “Türkiye”yi
içinde bulundukları cehennemden çıkmak için istiyorlar. Erdoğanın ise, Sünni ve
Müslüman olanlardan ötesine söyleyeceği bir şey yok.
Ama bütün bunların olabilmesi için
Türkiye’nin Türkiye olmaktan çıkması, bir dille, dinle, soyla, tarihle
tanımlanmamış gerçek bir demokratik cumhuriyet olması gerekiyor.
Bu ise herşyden önce binlerce yıllık bu
devlet cihazlarının parçalanmasını; tıpkı 1791-93’de birinci Paris Komünü’nde
veya 1871’de İkinci Paris Komünü’nde veya Amerika’da veya ilk İslam’ın çıktığı
Mekke’de olduğu gibi, ezilenlerin üzerinde yükselmeyen, onlara hizmet eden
basit, ucuz, toplu yaşamanın ihtiyaçlarını gidermeye yönelik bir devletin,
artık devlet olmayan bir devletin, kurulmasını gerektirir.
Böyle bir “devletin” tohumları ise,
bizzat bu mücadele içinde oluşturulabilir.
*
Peki, biz sosyalistler veya burada
somut olarak devrimci veya radikal demokratlar bütün bu denklemde neredeyiz ve
ne yapmalıyız?
Bis sosyalistler, radikal demokratlar
küçük de olsa bir karşı odak oluşturmazsak, Öcalan ve kürtk hareketinin bütün
demokratik dinamizmi, Devletçiliğin kendisini yenilemesinin, tıpkı Bizanstan
Osmanlı’ya geçişte olduğu gibi, bir aracına dönüşebilir. Bu taze kanla
Firavunlar çağından kalma devlet, bir Kürt-Türk devleti olarak örneğin bir uzun
süre daha kendini sürdürebilir.
Ama Devrimci Demokratik bir hareketin
varlığında, Kürt hareketinin demokratik dinamizmi, Ortadoğu’da gerçek bir demokratik
devrimin oluşmasının yolunu da açabilir. Her iki yol da şimdilik açık
görünüyor.
Elbet şu an fiili bir gücü temsil
etmeyiz ama bunun nedeni programımızın, taktiklerimizin, teorik arka planımızın
yanlış olması veya olmaması değil; tarihsel koşulların bunların serpilip
gelişmesi ve ortaya çıkması için bir imkan sunmamasıdır.
Dinazorlar ve memeliler aşağı yukarıda
aynı dönemde ortaya çıkmışlardı. İkisi de sıcak kanlı hayvanlardı ama biri
yumurtayla diğeri plesentayla üreme stratejisine sahipti. 150 milyon yıl
boyunca Dinozorlar daha üstün ve başarılı oldular. Ancak Dinozorların ortadan
kalkmasından sonra son altmış milyon yılda memeliler gelişme ve serpilme imkanı
buldular. Buna rağmen göklere hala dinazorlar (kuşlar) egemendir. Orada
memeliler hala 150 milyon yıl boyunca yaşadıkları gibi karanlıklarda,
mağaralarda var olabilmektedirler yarasalar gibi.
Başarıyı belirleyen çoğu kez başka
koşullardır. Başka koşullarda başarının anahtarı olacak özellikler bir başka
koşulda zayıflığın nedeni olabilirler.
Ancak bu genel tarihsel çerçeveye
rağmen, bütün bu koşullar önceden hiçbir zaman bilinemeyeceği için, sanki
varmış gibi çabalamak ve hiçbir şey olmasa bile sonra geleceklere bir örnek,
bir miras, bir deneyler toplamı bırakmak da önemlidir.
İçine yeni girilen döneme en hazırlıklı
güç elbette bu günün politik aktörleri arasında sadece Öcalan ve Kürt Özgürlük
Hareketi’dir.
Ancak, biz her ne kadar somut bir gücü
temsil etmiyorsak da, teorik ve politik olarak hem temellerimiz hem de
hazırlığımız Öcalan’ın temsil ettiği çizgiden çok daha ileridedir.
Marksizm'in Din ve Uus teorileri
konusudaki en büyük eksikliklerini giderdik. Bunları somut politik ifadelerine
kavuşturduk. Teorik ve kavramsal arka planımız çok daha güçlü; Öcalan’ın
geliştirmeye çalıştığından çok daha tutalı ve sistematiktir.
Öcalan oldukça sınırlı bir teorik arka
planla ve oldukça eklektik kavramsal araçlarla, oldukça belirsizliklerle dolu
bir program geliştirebilmiştir.
Bizim programımız, somut bir güce
dayanmasa bile, bir program olarak bile Kürt Özgürlük Hareketini ve Öcalan’ı
daha tutarlı, açık, radikal ve demokrat pozisyonlara çekebilir, ona bir örnek
oluşturabilir.
Öcalan’ın programı bütün eklektik ve
eksik yapısına rağmen bugün bize en yakın, en ittifak yapılabilir programdır.
Bu herşeyden öne büyük bir şanstır.
Ancak küçük bir güce rağmen büyük işler
görülebelir. Modern sınıflar ve modern içi sınıfı bir kaçhaftada milyonlarla
örgütlenebilir. Onun bugünkü darmadağınık hali kimseyi yanıltmamalıdır. Bunun
mümkün olabildiğini, üç ay içinde İnternete yabancı kuşaklarla bile Kıvılcımlı
için bir örneği olmayan Sempozyum örgütlenmesi göstermiştir.
Öcalan’ın ve Kürt özgrlük hareketinin
belli sınırları ve zaafları vardır. Bunlar eklektik bir teori ve netlikten uzak
bir programdan ibaret değildir. Herşeyden önce Kürtler arasına sıkışmış
olmak; Modern sınıf ve tabakalar arasında güçlü bir tabandan ve etkiden yoksun
olmak olarak tanımlanabilir.
Özgürlük hreketinin demkratik
hedeflerine ulaşabilmesi için herşeyden önce Türkiye’nin batısındaki ve Büyük
şehirlerndeki insanlarının çoğunluğunu kazaması veya onların tarafsızlığını
sağlaması gerekmektedir. Özgürlük hareketinin Kürtlerin yoğun olduğu bölgeler
dışında şehirlerde başarızıs kaldığı bir sır dreğildir.
Kürt özgürlük hareketini oluşturan
tabanın, şehirli ama ruhça köylü yapısının batının şehirleri için hiçbir
çekiciliği olmadığı, hatta çok itici bulunduğu ve bulunacağı bir sır değildir.
Bu kültürel sınırlar ve önyargılar,
batıda bir demokratik hareketin oluşmasındaki en büyük engellerden biridir.
Bunun içinküçük de olsa radikal
demokrak bir program etraında bir billurlaşma muazzam pratik öneme sahip olur. Bu teorik ve ve kültürel avantajını Kürt özgürlük hareketinin örgütsel ve politik gücüyle birleştirebiirse,
birbirlerinin eksiklerini kapatıp, çok güçlü bir alaşım oluşturabilirler. Bakır
da Kalay da tek başına yumuşak metallerdir ama ikisinin kaynaşması insanlığa
çağ atlatan tuncu ortaya çıkarmıştır.
Çok uzun zamandır Kürt hareketi
içindeki milliyetçiler ve Türk milliyetçisinden bayşka bir şey olmayan Türk
ssoyalistleri karşılıklı bir kayıkçı döüşü ve zımni bir uzlaşma içinde,
Öcala’ın Türkiyelileşmek projesini fiilen sabote etmişlerdir ve etmektedirler.
Bunun en son ve somut örneği, büyük
umutlarla kurulan ve şimdi bürokratik, ruhsuz ve hantal bir aygıta dönüşmüş
bulunan HDK’dır.
Türk sosyalist örgütleri hepsi
tutucudur, küçük dükkânlarının ötesini görmezler. Hepsii Kürt özgürlük
hareketenin etrafında yaşamaya çalışan parazitlerdir. Bu durum Kürt
milliyetçilerinin de işine gelmiştir. Onlarla birlik olarak hem sanki bir şey
yapılıyor gibi görünmeye devam etmişler hem de dönüp Kürtlere bakın bu Türk
sosyalistleri bir şey yapamazlar, bu Öcalan bunlara niye bu kadar düşkündür
deme olanağı elde etmişler Kürt hareketi içindeki konumlarını güçlendirmişlerdir.
Karşılıklı al gülüm ver gülüm bu üne kadar gelmişlerdir.
Bu oyuna son verilebilirse, HDK’nın
bugünk yapısı parçalanıp, yapyani bir program ve yapı temelinde tekrar
örgütlenebilirse, HDK gerçekten Türkiye ve hatta Ortadoğu’daki bütün demokratik
güçlerin bir toplanma noktasına dönüşip güçsüzlükleri güce dönüştürbilir.
Bunun için
a) Net bir program gerekir. Biz
bu programı on yıldır sunuyoruz. Bu yazının arkasına hem uzun hem de kısa
versiyonlarını tekrar koyuyoruz.
b) HDK sadece bireysel üyelik esasına dayanmalıdr.
Elbet örgütler var olabiir. Kimsenin kendisini lağvetmesi istenmez. Ancak
örgütler HDK’da yer alan ve çalışan üyeleri aracılığıyla bunların niceliği ve
niteliği aracılığıyla bir etkide bulunabilirler.
c) BDP dahil herkesin ancak bireysel
olarak katılabilduiği ve farklı platformlar oluşsa bile bunların
faaliyetlerinin ancak HDK’nın tüm üyelerine açık biçimlerde olabileceği; her
üyenin tüm çoğnluğu kazanmak için eşit imkana sahip olduğu bir biçim kabul
edilmelidir.
Bu sgari koşullar olmadıkça Türkiye’de
radikal demokrat bir hareket ve örgüt yaratılamaz.
Bütün bunları yapabilmek, için de bu
programı savunan bir yayın ve HDK içinde de bu programve örgüt biçimini savunan
bir platform kurulması ilk adım olabilir.
20 Mart 2013 Çarşamba
15:53
Demir Küçükaydın
Erdoğan’ın Çanakkale’deki Milliyetçilik
Manifestosu’na karşı
Ortadoğu İçin Demokrasi Manifestosu.
Radikal Demokrasinin Ortadoğu İçin
programı
Ortadoğu İçin Demokratik
Manifesto
Ulusçuluk Hayaleti
Bundan yüz altmış yıl önce,
Avrupa’yı kasıp kavuracak 1848 devrimlerinin arifesindeki günlerde, Marks ve
Engels adlı, henüz otuzuna varmamış iki genç, daha sonra “Komünist Manifesto” adıyla ünlenecek bildirilerine “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor,
Komünizm hayaleti” sözleriyle
başlıyorlardı.
Ama yirminci yüzyılın ve günümüzün
hayaleti, Komünizm değil Milliyetçilik oldu. Bu gün yazılacak bir bildirinin
ilk sözleri:“Dünyada bir hayalet dolaşıyor, Milliyetçilik Hayaleti” olabilir.
Bu hayalet, bu gün göründüğü biçimiyle,
tam da “Komünizm Hayaleti”nden söz ederek başlayan bildirinin yazıldığı
günlerde doğdu.
Ve bu hayalet, içinde bulunduğumuz şu
günlerde, yüz yıldan fazladır felç edip böldüğü Orta Doğu’yu, yeni kan
deryalarına sokmaya hazırlanıyor.
Bu gün, tüm Orta Doğu, “Verimli Hilal” de denen bölge,
tarihindeki en büyük yol ayrımlarından biriyle karşı karşıya bulunmaktadır.
Bölge, ya “etnilerin”, “dinlerin”, “kültürlerin”, “ulusların” birbirini
boğazladığı bir mezbahaya dönecektir ya da bu “etniler”, “dinler”, “Kültürler”,
“uluslar” yepyeni bir atılım için bir birikim ve zenginlik; bölgeyi yüzlerce
yıldır çektiği acılardan kurtaran bir zemberek olacaktır.
Bölge binlerce yıldır insanlığın
kaderinde oynadığı tayin edici olumlu veya olumsuz rolleri bir kez daha oynamaya
aday görünmektedir. İnsanlığın geleceğinin nasıl şekilleneceğinde, önümüzdeki
yıllarda Orta Doğu’daki mücadelelerin sonuçları büyük bir önem taşıyacaktır.
Orta Doğu’nun Tarihteki Yeri
Bundan on bin yıl önce, ilk kez
insanları sürekli kıtlık tehlikesinden kurtaran ve ancak “Sanayi Devrimi”nin
keşifleriyle ve dönüşümleriyle kıyaslanabilecek, “Neolitik Devrim” denen, çömlekçilikten dokumacılığa;
hayvanların ve bitkilerin ehlileştirilmesinden ilk madenlerin işlenmesine
kadar, sayılmakla tükenmeyecek bir buluşlar manzumesi, o muazzam altüstlük,
kadın eliyle bu bölgede gerçekleştirildi.
Bundan beş bin yıl önce, düzenli
tarıma ilk geçiş ve ilk kentlerin kuruluşu da yine burada gerçekleşti. Tarımın
sağladığı zenginlikle ve bollukla birlikte, o artık ürünü farelerden koruyan
kediler, o fazla ürün için toprakları sürmeye yarayan öküzler ilk kez buralarda
birer tanrı oldular.
Tarım sayesinde ilk kez düzenli artı
ürün burada ortaya çıktığından tesadüfi artıkların şölenleri yerine, dönemsel
ve düzenli kutlamalar olan bayramlar ve tatil günleri ilk kez burada doğdu.
Tanrı altı günde evreni yarattıktan sonra yedinci günde dinlenmeyi ilk kez
burada akıl etti. Doğanın bahardaki uyanışı burada bayramlaştırıldı. Kıtlık
ekonomisindeki çocuk kurbanlarından hayvancılığın bolluk ekonomisine uygun
hayvan kurban etmeye ilk kez burada geçildi ve bu devrimler ilk kez burada
bayramlaştırılarak insanlığın hafızasına kazındı.
Ama tarım ekonomisine geçiş insanlığı
sadece kıtlıktan kurtarmakla kalmadı, bunun bir de kefareti oldu: bu aynı
zamanda uygarlığın yani sınıfların, paranın, devletin, yazının da ortaya
çıkması demekti. Yazı, yani bilgi ağacının meyvesi, yani uygarlığa geçiş aynı
zamanda masumiyetin yitirilişi, cennetten kovulma idi. İnsanoğlu Cennetten
kovulup, yeryüzü cehennemine burada düştü. Yine burada Habil ve Kabil adlı
kardeşler arasındaki ilk cinayetin bir tarlada işlenmesi bir rastlantı değil;
gerçek tarihin dürüst ve çocuksu bir saflıkla anlatımıdır.
Tarımla birlikte ilk kez şehirler,
yazı, rahipler, ticaret, para, tüccarlar, sınıflar, devlet, ordular, siyaset,
yani özetle uygarlık da ilk kez bu topraklarda ortaya çıktı.
Bu gün Avrupa’nın Avrupa Uygarlığının
temeli olarak kendine mal etmeye çalıştığı Klasik Yunan Felsefesi bu
toprakların ürünü ve zirvelerinden biridir. Yunan matematikçileri, doğa
bilimcileri, filozofları, o zamanlar henüz isimleri bile olmayan, yerlerinde
boş bataklıklar ve ormanlardan başka bir şey bulunmayan, Roma, Paris, Londra,
Brüksel veya Berlin’de değil; İskenderiye’de, Babil’de geziyorlar, çalışıyorlar,
tartışıyorlar ve bilgilerini zenginleştiriyor; oralarda birikmiş bilgileri
sınıflandırıyorlar; o bilgilerden hareketle genellemeler yapıyorlardı.
Daha sonra Avrupa’da doğan kapitalizmle
birlikte tüm dünyaya yayılan, Orta Doğu ve Akdeniz uygarlık alanının üç büyük
tek tanrılı dini, Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam bu topraklarda doğdu ve
gelişti. İbrahim ve Muhammet bu topraklarda kervancılık yapıyor, bu toprakların
binlerce yıllık geleneklerinden süzdükleriyle peygamberleşiyorlardı. Roma’nın
evrensel boyutlarının yansısı ilk evrensel din, İsa aracılığıyla bu topraklarda
doğuyordu.
Bu topraklar Çin, Hint ve İran
uygarlıklarının yanı sıra binlerce yıl boyunca, en büyük uygarlık beşiklerinden
biri oldu. Dicle Fırat ve Nil nehir boylarında doğan uygarlık, binlerce yıl
boyunca, tıpkı su yüzündeki bir yağ damlası gibi yavaş yavaş yayıldı. Tüm
Akdeniz’in Doğusu, Afrika’nın kuzeyi ve Avrupa’nın Güneyini kapladı. Bu
bakımdan Akdeniz bu uygarlığın bir yayılışıdır. Akdeniz binlerce yıl boyunca,
kapitalizmin doğuş çağında Atlantik Okyanusunun ve bu gün giderek artan bir
ölçüde Pasifik Okyanusunun dünya ekonomisindeki tayin edici rolünü oynadı.
Buna bağlı olarak bölgenin siyasi
biçimi olan, ticaret yollarının emniyetini sağlayan imparatorluklar, önceleri
sadece Nil ve Dicle-Fırat nehirleri boyunca yayılırken, daha sonra bütün doğu
Akdeniz’i, yüksek yarımadaları (Anadolu, Yunanistan, İtalya) ve nehir boylarını
kaplar hale geldi. Romalılar Akdeniz’e “Mare
Nostrum” (bizim deniz)
derlerdi; gerçekte ise Roma Akdeniz’e aitti. Bölgenin iktisadi birliği,
imparatorlukları yaratıyor; imparatorluklar da bölgenin birliğine siyasi ve
kültürel bir boyut verip onu güçlendiriyordu.
Roma İmparatorluğunun sınırları, aşağı
yukarı, Bizans ve Osmanlı’nın da sınırları idi. Bu imparatorluklar, iyi kötü bu
uygarlık beşiğinde bir düzen sağlayabiliyor, tarihsel ve coğrafi olarak bir
bütün olan bölge binlerce yıl boyunca, insanlığın uygarlık beşiklerinden ve
zirvelerinden biri olma özelliğini koruyabiliyordu. Böylece bir zamanlar
Babil'in asma bahçelerinin olduğu yerlerde binlerce yıl sonra bile, Abbasiler
döneminde Bağdat’ta olduğu gibi, yeni yükselişler yaşanabiliyordu.
Fakat bölge bu gün, bu göz kamaştırıcı
geçmişiyle tam bir zıtlık içinde yoksulluk, gerilik, çatışmalar ve
perspektifsizlik içindedir. Doğanın ona bahşettiği petrol ve su gibi
zenginlikler onun en büyük felaketi olmuştur. Ama sadece doğa tarihinin ona
bahşettikleri değil, insanlık tarihinin ona bahşettiği zenginlikler de, yani
binlerce yıllık kökleri olan kültürler, diller, dinler de, yani bizzat kendi
tarihi de onun bir felaketi olmuştur.
Bölge, sadece maddi zenginliklerinin
soyulması karşısında değil, tarihinin çalınması karşısında bile tarihini
savunamaz durumdadır. Bu zengin tarih uluslar tarafından yağma edilmektedir. Bu
toprakların çocuğu olan Hıristiyanlık, bu toprakların binlerce yılık tecrübe ve
bilgi birikiminin bir sentezi olan “Klasik Yunan Felsefesi” ve bilimi ve
sanatı, Batı ve yeni yaratılan Avrupa ulusu tarafından Avrupalılığın bir
bileşeni olarak bölgenin tarihinden ve bilincinden çalınmaktadır.
Hıristiyanlığı ve Yunan Felsefesini Avrupa’ya bırakarak, bölgeyi İslam ile
tanımlayarak yoksullaştıranlar; bölgenin bu manevi soyuluşunun suç ortaklığını
yapmaktadırlar. İbrahim ve Musa Siyonist ulusçularca; Muhammet Arap ulusçularınca;
İsa Avrupa ve başka Hıristiyan nüfuslu ulusçularca çalınmıştır.
İnsanlığın tarıma geçişini sembolize
eden bayram olan Newroz, Kürt ulusçuluğunun bayramı olmuştur. İyonyalı ya da
Atinalı veya Egeli Filozoflar Yunan ulusunun mülkiyetine geçirilmiştir. Saddam
Nabukadnezar’ın Irak, Türkler Sümer ve Hitit ve Osmanlı’ların Türk; Mısırdaki
yöneticiler Neferetit ya da Ramses’in Mısır ulusundan olduğuna yemin
etmektedirler. Bölgenin tarihi uluslar ve ulusçular tarafından çalınmakta,
kendilerini dine, dile, etniye gör tanımlayan ulusların mülkiyetine
geçirilmektedir. Bölge, kendi tarihini mülkiyetine geçiren bu gerici
ulusçulukları mülksüzleştirmeden, kendi tarihiyle barışmadan; Muhammet’i
Arapların, Musa ve İbrahim’i İsrailli Siyonistlerin; İsa’yı Avrupalıların;
Sokrat, Aristo, Arşimet veya Sofokles’i Greklerin ve Avrupalıların;
Nabukadnezar’ı Saddam veya Iraklıların; Kava’yı veya Selahaddin’i veya Newroz’u
Kürtlerin; Sümerleri, Hititleri, Osmanlı’yı ya da Köroğlu’nu Türklerin
mülkiyetinden kurtarmadan tekrar tarihine uygun bir kimliğe kavuşamaz.
Ulusçuluk ve Orta Doğu
Nasıl oldu da, bölge maddi ve manevi
zenginliklerinin böyle soyulması karşısında suskun ve çaresiz kaldı ve bu
soyguna suç ortağı oldu? Bu sırrın anahtarı, bölgeyi kurt dalamış sürüye çeviren,
onun tarihini yağma eden, yirminci yüzyılın hayaleti ulusçuluktadır.
Ulusların birbirini boğazlamasına ve
her dil, din veya etninin bir ulusal devlet oluşturmasına karşılık düşen “Balkanlaşma”kavramının bu
bölgedeki bir yarım adanın, aynı zamanda da bölgenin son imparatorlukları olan
Bizans ve Osmanlı’nın kalbi olan bölgenin adını taşıması rastlantı değildir.
Din, dil ve aşiretlerin birbirleriyle çatıştığı kaos ortamlarını tanımlamakta
kullanılan“Lübnanlaşma”nın da yine dünün bu uygarlık beşiğinden bir
bölgenin adını taşıması da rastlantı değildir.
Ve bu gün Orta Doğu, yeniden bir
Balkanlaşma ve Lübnanlaşma felaketine doğru doludizgin yol alıyor. Bu gidişi
tersine çevirmenin tek yolu, bölgeyi böyle “Balkanlaşma” ve “Lübnanlaşma” felaketlerine sürükleyen tarihsel
mekanizmayı anlamaktan geçer.
Bu bölge, Çin ve Hint gibi diğer klasik
uygarlık beşiklerinin tersine, bölgede modern kapitalist ilişkilerin
gelişmesiyle birlikte ortaya çıkan dile, dine, etniye dayanan ulusçuluk
karşısında hiçbir savunma mekanizması bulamamıştır. Bu mekanizmayı bulamadığı
sürece de parça parça olmaya ve kanamaya mahkûmdur.
Ulusçuluk ve Diğer Uygarlıklar
Diğer uygarlık beşikleri karşısında
bölgeye klasik çağlarda güç veren her şey onun güçsüzlüğünün nedenleri haline
gelmiştir. Hiçbir uygarlık beşiği, modern kapitalizmin ve ulusçuluğun saldırısı
karşısında, Orta Doğu ve Akdeniz uygarlık beşiği kadar zayıf ve savunmasız
olmamıştır.
Çin uygarlığı bir kıyaslama olanağı
sağlar. Orada onlarca farklı dilde ve lehçede halk bulunmasına ve bu diller ve
halklar arasındaki farklar Orta Doğu’daki dillerin ve halkların farklarından
hiç de az olmamasına rağmen, Orta Doğu’yu parçalayan, neredeyse her dilin ve
her dinin bir ulus oluşturması gibi bir süreç Çin’de yaşamamıştır. Çin’deki
diller, halklar ve dinler, dine, dile, soya, etniye göre ulusların oluşmasına
bağışık (şerbetli) kalmışlardır. Ulusçuluk mikrobu Çin’de bir hastalığa yol
açmamış, Çin uygarlık alanının bölünmesini getirmemiştir. Çin’de ulusal
hareketler sadece Uygurlar ve Tibetliler gibi, farklı alfabe kullanan halklarda
görülmektedir.
Niçin? Çünkü Çin’in seslere değil,
piktogramlara dayanan arkaik yazısı, farklı dillerin aynı şekillerle
anlaşmasını mümkün kılıyordu. Böylece farklı dillerin farklı alfabeler ve yazı
dilleri dolayısıyla da farklı entelijansiyalar ve uluslar yaratmasının maddi ve
teknik koşulları ortaya çıkmıyordu. Böylece, Çin uygarlık alanı, alfabesinin,
Akdeniz uygarlık alanının seslere dayanan alfabesinden çok daha ilkel olması
sayesinde, ulusçuluğun kendisini kurt dalamış sürüye döndürmesinden korunmuş
oluyordu.
Orta Doğu’da ise, hepsi de seslere
dayanan, Latin, Yunan ve Arap alfabeleri, tam tersine bir gidiş için olağanüstü
uygun koşullar sunmuştur. Bu sayede her dil, ayrı bir yazı diline ve
dolayısıyla da bir entelijansiya ve tarih, yani millet yaratma olanağına sahip
olmuştur. Orta Doğu’ya Çin karşısında kıvraklığını veren seslere dayanan
alfabe, ulusçuluk mikrobu karşısında güçsüzlüğünün koşullarından biri olmuştur.
Ama sadece Çin değil, Hint alt kıtası
da ulusçuluk karşısında Çin’den daha az şerbetli olmamıştır. Hindistan’da da
yüzlerce halk ve dil bulunmasına rağmen, bunların hiç biri ayrı bir ulus
oluşturmaya kalkmadı. Bu ulusçuluk, sadece kendini dinle tanımlayan ulusçuluk
biçiminde, Hint alt kıtasının kuzeyinde, Pers ve İslam uygarlığının etkisinde
kalmış bölgelerde (Pakistan, Bengaldeş) bir varlık gösterebildi.
Bunun nedeni de yine, Hint alt kıtası
uygarlığının arkaik karakterinde gizlidir. Tıpkı kıtaların hareketleri sonucu
diğer kıtalardan izole olan Avustralya ya da Madagaskar’ın diğer türlerin
etkilerine kapanması nedeniyle, oradaki canlıların yaşayan fosiller olarak
kalmaları gibi, Hindistan da, Himalaya dağlarının oluşturduğu aşılmaz doğal set
nedeniyle, benzer bir sosyal izolasyon yaşamış, bir tür yaşayan fosil özelliği
kazanmıştır. Dış etkilerin ve başka halkların istilalarının bin yılda bir kere
yaşanması nedeniyle; kapitalizm öncesi uygarlıkların temel eğilimi olan
kastlaşma orada en uç noktalara varmıştır. Böyle bir sistemde, her etni, her
dil, her halk aynı zamanda bir kast oluşturmuştur. Bu ise, her biri ayrı
halklardan oluşan kastların ayrı uluslar olarak şekillenmesinin, ayrı bir
burjuvazi ve entelijansiya çıkarmalarının maddi koşullarını ortadan
kaldırmıştır.
Buna karşılık, Orta Doğu ve Akdeniz
uygarlık alanı ise, tarihin yolgeçen hanı gibidir. Sürekli “barbar” halkların
istilaları ve imparatorlukları yıkışları, kastlaşma eğiliminin gelişmesine
hiçbir zaman fazla olanak tanımamıştır. Kast yapısı, sadece belli işlerde belli
bölgelerin veya halkların uzmanlaşması eğilimi olarak doğuş halinde kalmış,
Hindistan’daki gibi bir geçişsizlik, bir dokunulmaz paryalar kastı hiçbir zaman
olmamıştır. Bizzat kendileri bölgenin bu özelliğinin bir yansıması olan Hıristiyanlık
ve İslam gibi toplumsal sistemi düzenleyen dinler de, böyle bir kastlaşma
eğiliminin önünde bir engel olmuşlardır. Kastlaşma eğilimi sadece Yahudiler ve
Romalar biçiminde varlığını toplumun gözeneklerinde sürdürebilmiştir.
Hemen görüleceği gibi, Orta Doğu ve
Akdeniz uygarlık alanına kıvraklık veren kastlaşmama, yani farklı dillerin ve
halkların belli sınıflar ve meslekler biçiminde, jeolojik katmanlar gibi
taşlaşmaması da ulusçuluk karşısında onu savunmasız bırakmıştır.
İran – Pers uygarlık alanı ise,
ulusçuluğun bu meydan okuyuşuna, Pers, Sasani uygarlık birikiminin ve
kültürünün İslam altında devam eden biçimi olan Şiilikle; ulusu, yani siyasi
olanı, Şiilikle tanımlayarak cevap vermiştir. Ulusun, dile, soya, kültüre göre
tanımlanması karşısında, dine, ama İran uygarlık alanının dinine göre
tanımlanmasının, bu uygarlık alanının birliğini ne kadar sürdürebileceğinin
cevabı henüz ortada durmaktadır.
Orta Doğu ve Akdeniz ise bu soruya
henüz cevabı bulabilmiş değildir. Akdeniz’in kuzeyi ve Avrupa’nın Güney’i bu
cevabı Orta Doğu, Akdeniz alanından Avrupa alanına geçerek, yani kaderini
bölgenin kaderinden ayırarak en azından kendisi için kısmi çözüm bulmaktadır.
Afrika’nın Kuzeyi, Mezopotamya, Anadolu ve Kafkaslar ise kanamaktadır ve böyle
giderse daha çok da kanayacaktır.
Soyut bir olasılık olarak, bölge
içinden bir ülkenin, yani Türkiye’nin de, diğer Güney Avrupa yarımadaları gibi
yaparak, ulusu Avrupa yurttaşlığıyla tanımlayacak bir Avrupa Birliği
çerçevesinde Balkan Halklarıyla yeni bir birliğe yönelmesi belki, sadece bu
ülkenin yangından kaçmasını sağlayabilir. Bizans ve Osmanlı’nın kalbinin Balkan
ve Anadolu olması böyle bir olasılığı çağrıştırmaktadır. Ama yangın ve kanama
bölgeyi tüketmeye devam edecektir.
Ne var ki, somutta, bu giriş, ancak, Kürdistan’ın
dışta kalması ve böylece Türkiye’nin Avrupa’nın en büyük ve kalabalık ülkesi
olmaktan çıkmasıyla ve buna bağlı olarak Devlet Bürokrasisinin iktidarını büyük
ölçüde yitirmesiyle olabilir. Bu günkü Türkiye’nin sahilleri ve batısı ve
ortasında yaşayan Türkler yanan evden kaçmış olurlar. Yani Şimdi Kıbrıslıların
yapmaya çalıştığını veya Doğu Almanların veya Doğu Avrupalıların yaptığını
yapmış olurlar. Ama bu da bölgeye ilişkin sorunu ortadan kaldırmaz.
Eski uygarlıkların siyasi biçimlerine
tekrar dönmek mümkün değildir. Modern uygarlığın biçimi olan etniye, dile dine
dayalı ulusal devletler ise, bölgenin paramparça olmasına, ulusal baskılara,
ulusal ve dinsel katliamlara, sürekli çatışmalara yol açmaktadır.
Katliamlar ve zorla nüfus değişimleri
ve asimilasyon ile etnik ve dilsel sınırlar ile siyasi sınırların çakışması
sağlandığında bile, bunun yol açtığı düşmanlıklar ve ortaya çıkan küçük
devletler ekonomik gelişme için çok büyük bir engel oluşturmaktadır. Bölge
sadece savaş ve çatışma zamanlarında değil, barış zamanlarında da yoksulluk
içinde kalmaktadır. Bu da, dünyanın en büyük petrol ve su rezervlerinden birine
sahip olan bölgenin, büyük güçlerin baskı ve oyunları karşısında tam bir av
alanına dönüşmesine yol açmaktadır. Ve büyük güçlerin müdahaleleri de tekrar
yoksulluğu, bölünmüşlüğü ve büyük güçlerin egemenliğini pekiştirmektedir. Yani
kendi kendini besleyen kısır bir döngü ortaya çıkmaktadır.
Bu çıkmazdan nasıl çıkılır? Bu
çıkmazdan çıkışın bir yolu var mıdır?
Evet vardır. Eğer bu başarılırsa, sadece
bölge için değil, tüm insanlık için de bir atılım sağlanabilir. Bu çare yine
bizzat ulus ve ulusçuluk denen modern fenomenin sırrında yatmaktadır.
Ulusçuluk ve Dil
Çin’in ve Hint’in gösterdiği gibi,
ulusun ve ulusçuluğun dinle, dille, etniyle, soyla hiçbir ilişkisi
bulunmamaktadır. Eğer olsaydı, bu gün bu eski uygarlık beşiklerinde dile, dine,
etniye dayanan onlarca devlet olması gerekirdi.
Ama sadece Çin ve Hint değil,
ulusçuluğun ilk doğuşu ve ilk modern uluslar da, ulusun dille, dinle, etniyle,
soyla, tarihle bir ilişkisinin olmadığını kanıtlar.
Kuzey Amerika’da ilk uluslardan biri
olan ABD’yi kuranlar, göçüp geldikleri İngiltere'dekilerden başka bir dil ve
soy ya da dinden değildiler. Güney Amerika’nın ulusların kuran “criollo”lar, kendilerine karşı
savaştıkları İspanyol’larla aynı dili, geçmişi ve dini paylaşıyorlardı. Fransız
devriminin ve ulusunun bayrağı olan üç renk, dile, etniye, kültüre ya da dine
ilişkin en küçük bir çağrışım içermiyordu.
İlk ulusların doğuşunda bu çok açıktır,
aynı dili, dini, kültür paylaştıklarına karşı savaş içinde oluşan Amerikan
uluslarının kendilerini dile, dine, soya göre tanımlamaları düşünülemezdi bile.
Aynı dilden ve dinden asillere ve krala karşı savaş içinde oluşan Fransız ulusu
kendini etnik, dilsel veya dinsel olarak tanımlamamıştı.
Başlangıçta, yurttaş ve insan neredeyse
aynı anlamda kullanılıyordu. Böylece, ulus sömürgeci ya da feodal ayrıcalıklara
karşı tanımlanmış siyasal birimin, hakları insan haklarıyla tanımlanmış
yurttaşlarından oluşuyordu. Bu potansiyel olarak bir dünya cumhuriyeti fikrini
bile içeriyordu
Bu ulus, hem içeriği bakımından
devrimci ve demokratikti, hem de din, dil, soy, kültürü tıpkı politik alanın
dışına atıyor ve ilke olarak devletin onlar karşısında tarafsızlığını
savunuyordu. Politik olanın, yani devletin, nasıl dini olmuyorsa, dili, etnisi,
kültürü de olmuyordu. Ortak konuşma dili ise sonradan dile dayanan
ulusçuluktakinden çok farklı bir anlama sahipti. Politik olanın tanımlamasının aracı
değil, teknik bir sorunun çözümü olarak bir anlam taşıyordu ve diğer dillerin
başka uluslar olarak tanımlanmasına yol açmıyordu. Alsas Loren’in Almanca
konuşanları, kendini eşitlik, özgürlük, kardeşlik ile tanımlamış Fransız
ulusundan ayrı bir siyasi tanımlama içinde değildiler.
Bütün bu örnekler, bizlere ulusun ve
ulusçuluğun özünün dil, din, soy, etni, kültür, ırk, tarihsel ortaklıkta değil
başka yerde aranması gerektiğini gösterir. Onun özü politik olanı
tanımlamasındadır.
Ulus ve Ulusçuluk Nedir?
Nasıl Allah’a inananların Allah
hakkında anlattıklarından Allah’ın ne olduğu anlaşılamaz ise, Ulusçuların ulus
hakkında anlattıklarından da ulusun ne olduğu anlaşılamaz. Nasıl insanlar
Allah’ı kendileri yaratmış olmalarına rağmen, Allah tarafından yaratıldıklarına
inanırlarsa; ulusçular da ulusları kendileri yaratmalarına rağmen, uluslar var
olduğu için kendilerinin var olduğuna inanırlar. Ve inananların Allah’ı
tanımlaması gibi Ulusu tanımlarlar. Bu tanımlama, her ulusta ve ulusçulukta,
tıpkı farklı tanrı inançlarında tanrının tasvirinin değişmesi gibi değişir.
Ulusçular, ulusal olan dışında bir var
oluş düşünemediklerinden, ulusçuluğu da ulus gibi, tanımlarlar: her hangi bir
ulusun çıkarlarını öne almak olarak. Bu tanım ulusçuluğun ne olduğunu değil,
ulusçuların ulusçuluk hakkındaki tanımlarını gösterir.
Hâlbuki yöntemsel ve mantıki olarak,
ulusçuluk, ancak, kendi dışındakine göre tanımlanabilir. Ulusçuluk, ulusal olanla politik olanın
çakışması gerektiği
anlayışıdır. Ama bu, politik olan diye bir alan olduğu anlayışını var sayar.
Yani ulusçuluk, örneğin politik olanın, özel olandan ayrı olmayacağı gibi bir
anlayışa dıştalar. Ya da örneğin politik olanın ulusa göre tanımlanamayacağını
ve ulusal olanın özel olana ait olduğu, bir inanç ve vicdan sorunu olduğunu
savunan bir anlayışı da dıştalar. Bu anlayışlar karşısında bir diktatörlüktür.
Ulusçuların ulusçuluk tanımları,
aslında ne olduğu kanıtlanması gereken şeyi, bir kanıt ve çıkış noktası olarak
ele almakta, kendini üreten, içine kapalı bir daire oluşturmaktadır.
İnsanlar ulusal çıkarları öne almamak
gerektiğine inanabilirler ama ulusal olan ile politik olanın birliği
düşüncesini savunuyorlarsa yine de ulusçu olabilirler. Bu anlamda,
enternasyonalizm ulusun değil sınıfın çıkarını öne almasına rağmen; ulusal olanla
politik olanın çakışması ilkesini sorgulamadığı; buna dayandığı ve bunu
savunduğu için ulusçuluktan başka bir şey değildir.
Zaten tam da bu nedenle, ulusçuluk,
yirminci yüzyıl boyunca zafer yürüyüşünü enternasyonalizm bayrağıyla
gerçekleştirmiştir. Ya da Enternasyonalistler ulusal bayraklarla hareket
ettiklerinde zafer kazanmışlardır.
Ulusçuluk ve Politik - Özel Ayrımları
Ulusçuluğun iki ön koşulu vardır.
Toplumda, politik, yani devlete ilişkin olan olarak tanımlanmış ayrı bir alanın
varlığının var sayımı.
Politik bir alanın varlığının kabulü
ulusçuluğun ön koşuludur. Ama bunun da ön koşulu, bunların ayrı alanlar
olduğunu düşünmektir. Yani Özel ve Politik ayrımı gibi bir kavrayış olmadan
ulusçuluk var olamaz. Modern toplum bu ayrıma dayanır. Bu ayrım ise aslında
modernite öncesi toplumu düzenleyen dinlerin, politik alandan
uzaklaştırılmasının aracından başka bir şey değildir.
Ulusçuluğun ikinci koşulu bu ayrım
ortaya çıktıktan sonra, politik olanın tanımında çıkar. Politik olanı ister
yurttaşlıkla, ister dille, ister dinle, ister etniyle, ister belli bir bölgede
yaşayanlarla sınırlayan ve onlarla çakışması ilkesine dayanan her anlayış
ulusçuluktur. Bunlardan hangisinin geçerlik kazanacağını tarihsel ve ekonomik
durum, sınıflar, onların ilişkileri ve güçleri belirler.
Ulusçuluk, ancak, nasıl tanımlanırsa tanımlansın,(yani
ister bir devletinin yurttaşlarının haklarıyla, ister etniyle, dille, ırkla,
dinle tanımlansın) ulusal
olanın “özel”, “inanç”
alanına, yani ulusçuluğun dinleri attığı yere ve kendisinin de gerçekte ait
olduğu yere atılmasıyla, yani politik
olanla çakışması ilkesinin reddedildiği yerde biter. Ulusçuluğu, dine, dile,
etniye göre tanımlamaktan vazgeçmek ulusçuluğun ve ulusal devletin sonu değil,
ulusçuluğun daha reaksiyonur bir biçiminin sonudur.Ulusçuluk, nasıl
tanımlanırsa tanımlansın, politik olanın belli bir şekilde sınırlanması
olduğunda daima var olur.
Ulusların doğuşunda politik olanı
ulusal olan değil, ulusal olanı politik olan belirliyordu. Ulus politik olanın
kapsadığı yurttaşlardan oluşuyordu. Politik olan ise, başlangıçtaki nispeten
demokratik ulusçulukta, dil, dine, soya, kültüre göre değil, bütünüyle tesadüfi
denebilecek, krallık ya da sömürge idaresinin sınırlarına göre
belirlenmekteydi. İspanyolların Güney Amerika’daki idari bölümlemeleri, Güney
Amerika uluslarının sınırlarını oluşturmuştur. Aynı şekilde Kuzey Amerika
ulusları da İngiliz sömürge idaresinin izlerini taşır. Fransız ulusu
Krallığının egemenlik alanındaki yurttaşlar oluşturuyordu. Bunun somut tarihte
hiçbir zaman bu mükemmellikte gerçekleşmemiş, bazı çarpılmalara uğramış olması
bu özünü değiştirmez.
Yani başlangıçta ulusal olanın
sınırları kendini politik olanın sınırlarına göre belirlerken, sonradan ortaya
çıkan dile, etniye, dine dayanan gerici ulusçulukta, bunlara göre tanımlanmış
ulusun sınırlarının politik olanının sınırlarını belirlemesi gerektiği gibi bir
sonuca ulaşılmış ve bu ön yargı bu gün tartışılmaz bir yaygınlık kazanmıştır.
Ve bu gün artık insanlar uluslar olduğu
için ulusçuların var olduğu düşüncesini tartışılmaz bir hakikat gibi
kabullenmiş bulunuyorlar. Yani tıpkı, sınıfların insanların kabul ve
bilinçlerinden bağımsız olarak var olduğu ve nasıl sınıflar olduğu için sınıf
bilinci varsa; insanların kabul ve bilinçlerinden bağımsız uluslar olduğu için
de ulusçuluğun var olduğu ve ulusal bilincin oluştuğu düşüncesine alışmış ve
bunu hiç sorgulamadan kabullenmiş bulunuyorlar.
Tıpkı tanrıları yaratan insanın,
kendini tanrıların yarattığına inanması gibidir bu. Ulusları yaratan ulusçular;
ulusların kendilerini yarattığına inanmaktadırlar.
Ulusçuluk ve Din
Ulusçuluk modern çağın dinini, yani
özel ve politik ayrımının, karşı devrime uğramış biçimidir. Bu anlamda ulus da
modern çağın tanrısı sayılabilir. Eşitliği kuran bir tanrı değil; devletin teli
olan bir tanrı.
Eski uygarlıklarda politik ve özel gibi
ayrımlar yoktu. Politik ve Özel ayrımı, bu ayrımı kabul etmeyen dinler ve
düzenler karşısında bir diktatörlüktür.
Örneğin toplumdan yani kamusal olandan
ayrı bir devleti, siyaseti, özeli tanımayan, komünün kendisinden başka bir şey
olmayan Alevilik, ben silahlı adamlar tanımıyorum, bende yazı yok, ben vergi
memuru tanımıyorum, ben bir inanç değil, toplumun kendisiyim, onun düzeniyim
diyemez. Dara çıkmanın yerini mahkemeye çıkmak alır. Sözlü kültürün yerini
zorla okula gidip yazıyı öğrenme. Vergisiz ve silahsız bir toplumun yerini,
vergiler, askerlik hizmeti alır. Böyle davranmayı kabul etmeyen imha edilir.
Bir inanç olmaya zorlanır. Aleviler de Aleviliğin bir inanç olduğun
kabullendikleri an artık, politik olanın ayrı olmasını ve politik olanın ulusa
göre belirlenmesini kabul etmişler demektir. Yani artık birer milliyetçidirler.
Sorun artık sadece nasıl bir milliyetçi olacaklarında, yani politik olanın neye
göre tanımlanacağındadır.
Aynı şey, klasik uygarlıkların
toplumsal ve siyasal düzenlerini sağlayan dinler için de geçerlidir. Müslüman,
ben şeriat mahkemesinde yargılanıp onun kararına uymak istiyorum; bu günkü
devlete değil, o kadıların maaşını karşılayacak devlete vergi vermek istiyorum
diyemez. Dediği an yok edilir. Böylece Müslümanlık da aynı şekilde, özel ya da
inanç olarak tanımlanmış gettoya tıkılır. Klasik uygarlıkta İslam'ın
üstlendiğini bu sefer ulus üstlenir. Müslümanlar, İslamiyet'in bir inanç
olduğunu kabul ettikleri takdirde, politik olanın dışında bir inanç olarak var
olabilirler. Müslümanlığın bir inanç olduğunu kabul eden her Müslüman, aslında
politik olanın ulusa göre tanımlanmasını kabullenmiş bir milliyetçidir de
artık.
Bu nedenle “İslami düzen” hedefi, kendi
iddiasının aksine, başka bir uygarlık ve değerler sistemi değil, bu günkü
ulusçuluğa dayanan burjuva uygarlığının yaygınlaştırılmasıdır. Politik İslam’da
dile gelen şeriat devleti talepleri, eski uygarlığa ve onun politik biçimine
bir dönüş değil; İran’da veya diğer şeriat devletlerinde görüldüğü gibi,
politik olanın, yani ulusun, İslam’ın belli bir yorumuna göre tanımlanmasından
başka bir şey değildir. Yani etnik veya dile dayanan gerici ulusçulukla,
örneğin Türk ulusçuluğuyla ayrılığı özden değil, ulusun neye göre tanımlanacağı
noktasındadır. Etnik milliyetçilik veya dile dayanan milliyetçilik nasıl etniyi
veya dili politik alanın tanımlamasında kullanır ve etnik ve dilsel baskıların
yolunu açar ve örneğin dini özel alana hapsetmeye yararsa; politik İslam da dini
politik alanın tanımlamasında kullanıp diğer dinlerin, dinsizlerin ve laiklerin
üzerinde bir baskının yolunu açmaya buna karşılık örneğin etniyi veya dili özel
alana hapsetmeye ve örneğin İran’da olduğu gibi, böylece birçok etniyi ve dili
bir arada tutmaya yarar.
Bu anlamda dine ve onun belli bir
yorumuna dayanan ulusçuluk, dile, soya, ırka dayanan demokratik olmayan gerici
ulusçuluğun değişik bir versiyonudur. Bu anlamda, Molla oligarşisinin veya
Türkiye’deki Devlet oligarşisinin ayrılığı modern ve gerici ayrımı değil;
ulusun hangi ayrımcı kritere göre tanımlanacağı üzerinedir. Türk egemenleri,
dile ve soya, İran egemenleri (veya Politik İslam) dine (Şiiliğe) dayanarak
egemenliklerini sürdürebileceklerini düşünüyorlar.
Milliyetçiliğin ya da ulusçuluğun zaferi,
eski toplumların yaşamını düzenleyen “din”lerin, birer inanç, yani özele ait,
politika dışı oluşunun kabulüyle başlar. Bu anlamda, bu gün inanç denerek, özel
olanın gettosuna tıkılan dinler, kapitalizm öncesinin milletleri; bu gün
onların işlevini yüklenen milliyetçilik de, modern çağın dinidir.
Milliyetçiliğin cezası suçunun
cinsinden olmalıdır. O nasıl eski çağlarda bu gün ulusçuluğun yaptığı işi
yapanları inanç gettosuna kapattıysa, ona da aynı ceza verilmelidir.
Ulusçuluğun cezası, onun politik alının dışına sürmek olmalıdır.
Ne var ki, milliyetçiliği, en
demokratik veya en gerici biçimleriyle, diğer dinlerin yanına, inançla
tanımlanmış özel olan gettosuna atmak henüz bu burjuva uygarlığı ve toplumunun
ufku içindedir.
Burjuva uygarlığının ve ufkunun ötesi
ise, özel ve politik ayrımının aşıldığı noktada başlar. Ulusal olanı özel
olanda tutmak aynı zamanda politik olanı ulusal olanla tanımlamak isteyen
karşısında bir diktatörlük demek olacaktır. Bir sınıf mücadelesi aracı olarak
devlet olduğu sürece, politik olan ve dolayısıyla da özel olan ve dolayısıyla
bunların nasıl tanımlanacağı sorun olacaktır.
Sınıf mücadelesi aracı olarak devletin
ortadan kalkması, aynı zamanda politik olanın da yok olması anlamına gelir.
Ancak politik olan yok olduğunda, onun neye göre tanımlanacağı sorunu da
ortadan kalkar.
Demokratik ve Gerici Ulusçuluk
Hemen görülebilir ki, soyut bir olanak
olarak örneğin Osmanlı Toprakları üzerinde yaşayan tüm dinlerden, dillerden
halkların padişahın ve devletin egemenliğine karşı mücadele içinde, sonraki
bölünme ve acılara uğramadan; dinler, diller etniler karşısında tarafsız; tıpkı
ABD’de ya da Fransız Devrimi’nde olduğu gibi nispeten demokratik bir ulusun
ortaya çıkmasına yol açabilirdi.
O zaman, bu Orta Doğu uygarlık alanı
da, tıpkı Çin veya Hindistan gibi tarihsel bütünlüğünü koruyabilir;
halkların boğazlaşmaları ve katliamlarına uğramadan yaşayabilirdi. Yani,
demokratik ve devrimci bir ulusçuluk bile, bu uygarlık alanının tıpkı Çin veya
Hint’te olduğu gibi bütünlüğünü korumasını sağlayabilirdi.
Osmanlı’ya ulusçuluk önce bu biçimler
içinde girdi. Bugün Yunan ulusçuluğunun sembolü olmuş, Velensinli Rigas’ın
hedefi Osmanlı topraklarında her hangi bir dil, din, etniyle tanımlanmayan bir
ulustu. Tevfik Fikret, Padişaha Suikast düzenleyen Ermeni devrimcinin
başarısızlığına üzülen şiirler yazıyor; vatanım ruyi zemin milletin insanlık
diyordu. Bu örnekler çoğaltılabilir. Yani bugünkü gerici ulusçuluğun zafer bur
kader ve biricik yol değildi.
Ancak bu umut verici başlangıçlar,
karşı devrimci sınıfların mücadelede önderliği ele almasıyla ve Osmanlı
Devletinin gericiliğinin baskısıyla giderek geriledi ve ezildi.
Ulusu bir dille, bir dinle, kültürle
vs. tanımlayan bu çifte kavrulmuş reaksiyoner milliyetçiliğin hayaleti komünizm
hayaletiyle birlikte Avrupa’da (Almanya ve Orta Avrupa’da), aynı olaylar içinde
ve ona bir cevap olarak ortaya çıktı. Yani dünyada gerici Ulusçuluk Hayaletini
ortaya çıkaran Avrupa’daki “Komünizm
Hayaleti”ydi
Böylece burjuvazi hem demokratik
görevler hedef olmadan bir modern devlet kurma olanağı elde ediyor hem de geniş
emekçi kitleler demokratik hedeflerden uzak tutulup aralarında çatışma
yaratılabiliyordu. Bu bakımdan, etniye, dile, soya dayanan milliyetçilik,
burjuvazinin ezilenleri kendi ideolojik egemenliği altına almak için bulduğu en
etkili silahtır. Dolayısıyla bir sınıf mücadelesi aracıdır.
Tarihin sınıflar mücadelesi olduğu
gerçeği, kendini tarihin uluslar mücadelesi olduğu biçiminde göstererek hükmünü
sürdürüyordu. Yani Tarih tam da sınıflar mücadelesi olduğu için, uluslar
mücadelesi olarak görünmektedir. Uluslar mücadelesi, burjuvazinin ezilen
sınıflara karşı mücadelesinin bir biçimidir.
İlk zamanların nispeten demokratik
ulusçuluğu, bundan sonra her yerde gerici ulusçuluk karşısında birbiri peşi
sıra yenilgiler almaya başladı. Devrimci Demokratik ulusçuluğun son yükselişi
ve başarısı, Amerika’da Kuzey’in Güney’e karşı zaferinde görüldü.
Amerika bu gün hala modern uygarlığın
modeli ve ideali olmaya devam ediyorsa, bunu, siyahları ulusun tanımından
dışlayan gerici ulusçuluğa karşı savaşmayı göze alıp bu zaferi kazanmasına
borçludur.
Amerika’nın ulaştığı refah ve
özgürlüklere ulaşmak isteyen her toplum ve bölge, ulusu dile, dine, soya, ırka
göre tanımlayan gerici ulusçulukla savaşmayı göze almak ve ona karşı zafer
kazanmak zorundadır.
Bu gün bile Amerika’ya meyden okumak
isteyen Avrupa’nın yapmak zorunda olduğu ve yapmaya çalıştığı, bunu Prusya
yolundan, yukarıdan gerçekleştirmekten başka bir şey değildir.
Ulusların Kaderini Tayin Hakkı ve Gerici Ulusçuluk
Burjuvazinin dönüşümü ve gerici
milliyetçiliğin kesin zaferi Amerika’nın politikalarında son derece açık olarak
görülebilir. Ulusu, beyaz adamla, yani ırkla tanımlayan güneyin gerici
ulusçuluğu ve ulusu böyle tanımlayan eyaletlerin ayrılması karşısında Kuzey, bu “ulusların kendi kaderini tayin
hakkıdır, ulusu neyle tanımlayacaklarına onlar kendileri karar verirler”demedi;
(gerçi Kuzey’in burjuvazisine kalsaydı bunu demeye de hazırdı) ulusun böyle
tanımlanmasına karşı bir savaş başlattı. Ama aynı Amerika, yirminci yüzyılın
başında, “Wilson Prensipleri” ile ulusun sadece dile, etniye,
kültüre, yani gerici burjuvazinin gerici ulusçuluğuna göre tanımlanmasını
evrensel bir kural haline getiriyordu.
Bir zamanlar Güney’e karşı, toprakları
köle sahibine fahişelik değil, göçmen köylülere karılık yapsın diye savaşan
Amerika, tüm dünyaya, burjuvazinin dine, dile, soya dayanan milliyetçiliğine
fahişe olmayı dayatıyordu. Hiçbir devletin, dil, din, ırk, soy ayrımcılığı
yapamayacağı gibi bir ilkenin yerini (çünkü güneye karşı savaş bu ilkede
gerekçesini buluyordu), “ulusların kaderini tayın hakkı” ilkesi, yani bütün
devletlerin dine, dile, soya, ırka göre tanımlanmasının meşruiyeti almıştı.
Özgür köylülerin demokratik ulusçuluğunun yerini gerici bir emperyalizmin
gerici ulusçuluğu almıştı.
Bu gün de durum değişmiş değildir.
Globalizmin hayranları; “Ulus Devletin sonunun” geldiğinden söz edenler;
ABD’nin Irak’a özgürlük getirdiğinden söz edenler bir şeyi unutuyorlar, eğer
iddia edildiği gibi Amerika hala o devrimci demokratik geleneklerini korusaydı,
askeri ve ekonomik gücünü, tıpkı Güney’e karşı savaşında yaptığı gibi, ulusun
ve politik olanın, dile, dine, soya, kültüre, dine göre tanımlanmasına ve
tanımlayan devletlere ve hareketlere karşı kullanması gerekirdi. Bu ise, nesnel
olarak işçilerin ve yoksul köylülerin desteklenmesi ve savunulması anlamına
gelir. Çünkü böyle bir ulusçuluktan çıkarı olan tek toplumsal kesim onlardır.
Ama o Afganistan’da, “Nation Bildung”un
(Ulus inşası) şeriata göre yapılmasını onaylamakta ve teşvik etmekte; Irak
geçici hükümetini, tüm dinlerden, milliyetlerden dengelere ve etnik, dilsel ve
dinsel ölçülere göre kurmakta ve bu tür milliyetçiliğe bir atılım vermekte;
Türkiye gibi ulusu etni ve dille hatta dinle tanımlayan, İsrail gibi din ve
soyla tanımlayan ırkçı devletlere en büyük desteği sunmakta; demokratik bir
orta doğu projesini ve ulusun tanımından dili, dini, etniyi dışlamayı savunan
Kürt özgürlük hareketine karşı, Ulusu Kürtlükle tanımlayan Barzani ve
Talabani’yi desteklemektedir.
Böylece yerli egemen sınıflar ve
ABD’nin çıkarları, ulus tanımları tencereyle kapağı gibi birbirine uymaktadır.
Aralarındaki sorun, ulusun neye göre tanımlanacağında değil, hangi etniye ve
dine veya dile göre tanımlanacağındadır. Çıkarlar bu noktada çatışmaktadır.
ABD böylece yeni boğazlaşmaların yolunu
açmaktadır. Buna ihtiyacı vardır, imparatorluk ancak, dinlere, dillere,
etnilere göre bölünmüş bir dünyada kurulabilir ve sürdürülebilir çünkü. Dile,
dine, etniye dayanan gerici ulusçulukla, emperyalizm ve imparatorluk planları
etle tırnak gibi birbirini tamamlar.
O halde bölgedeki mücadele, ister bölge
gericiliklerine, ister ABD’ye karşı mücadele olsun, bunlar kesinlikle, dine,
dile soya dayanan gerici milliyetçilikle bir mücadele olmak zorundadır. Daha
doğrusu, devrimci ve demokratik bir ulusçuluk için mücadele, otomatikman ABD’ye
ve Bölge gericiliklerine karşı bir mücadele de olur. Onların ayrılığı, ulusun
dile, dine, soya göre tanımlanmasında değil; hangi dine, hangi dile ve soya
göre tanımlanacağındadır.
Elbette ezeni de ezileni de dine, dile,
soya dayanan iki ulusçuluk karşısında ezileni desteklemek gerekir. Ama bu
destek bir politik destek olmalıdır. Bu destek aynı zamanda böyle bir
ulusçuluğa karşı ideolojik ve teorik bir eleştiri ile ve onun politik
alternatifinin yaratılması çabalarıyla birlikte yürütülmelidir. Aksi yöndeki
her düşünce ve davranış son duruşmada, gerici ulusçuluk anlayışına bir
teslimiyet, devrimci ve demokratik hedeflerin yitirilmesiyle sonuçlanır.
Gerici Ulusçuluğun Kendi Dinamiği
1848 devrimlerinde ilk kez Almanya’da
çıkan, soya, dile, etniye dayanan bu gerici ulusçuluk, diğer ülkelerin
burjuvazisi de aynı gerici özellikler taşıdığından hızla yayıldı. Ama onun
kendisini üreten bir dinamiği de vardır. Bir ulus bir kere kendini böyle
tanımladı mı, diğer devletler, halklarla ilişkisini de bu kritere göre
tanımlamaya başlar. Yani başkalarını başka dilden, dinden, oldukları için baskı
altına alır veya onlarla o nedenle ilişki kurar. O zaman, örneğin bu baskıya
karşı ama yine kendini dil ile tanımlayan bir ulusçuluğu doğurur ve üretir. Ama
bu sefer o yeni olan ve kendini aynı kriterlerle tanımlayan ulus da aynı şeyi
yapar ve bu böylece gider. Bu süreç ve dinamik, bir bakıma, içinden hayatın doğduğu
var sayılan organik çorbada ilk kendi kopyasını üreten molekülün harekete
geçirdiği, canlıları yaratan, yeni hareket biçiminin ortaya çıkışına benzer. Bu
ulusçuluk karşısında, Antik tarihten ve tarih öncesinden gelen bütün dil, din,
kültür, etni bu yeni ulusçuluğun kendi şablonuna göre kolaylıkla dizebildiği
proteinlerin yapı taşları olan amino asitler gibidirler.
Ya da bu ulusçuluk bir vampir gibidir;
kanını iztiğini de bir vampire dönüştürür. Ta ki bütün yeryüzü vampirlerle
dolana kadar.
Gerici ulusçuluk, biraz da bu kendi
harekete geçirdiği, kendini üreten dinamiği nedeniyle bir kere ortaya çıktıktan
sonra, bu dile, soya, etniye, dine dayanan gerici ulusçuluk bir saman yangını
gibi tüm dünyayı kaplamıştır. Ulusçuluk zafer yürüyüşünü demokratik değil bu
gerici ulusçuluk üzerinden yapmıştır ve bu gün artık dünyada bir ulusa ait
olmayan bir tek santimetre toprak; bir tek insan kalmamıştır. Dünya artık
vampirlerin dünyasıdır.
Ama bu gerici ulusçuluğun ilerleyişine
ve tarihsel zaferine en büyük katkı aynı zamanda işçi hareketinden ve
sosyalistlerden gelmiştir; bu ulusçuluk zafer yürüyüşünü asıl
enternasyonalistlerin eliyle götürmüştür.
Burjuvazinin demokratik ve cumhuriyetçi
ulusçuluğu terk etmesinden sonra da, onun devrimci ve demokratik döneminin
ideallerini savunan işçiler ve sosyalistler bunu demokratik cumhuriyet
biçiminde bir süre savunmaya devam ettiler.
İşçi Hareketi ve Demokratik Ulusçuluk
Birinci Enternasyonal ve İşçi hareketi
Amerikan İç savaşında, Güney karşısında Kuzey’i karşısında en küçük bir
tereddüt duymadan desteklerken, aynı zamanda bu demokratik ulusçuluğu gerici
ulusçuluk karşısında savunmuş oluyordu. Bu anlayış çerçevesinde daha sonra “ulusların kendi kaderini tayin
hakkı” olarak tanımlanan şey,
kendini örneğin bir etniye göre tanımlayan bir ulusun kendi kaderini tayın
hakkı olarak değil; ulusu etniye veya dile göre tanımlamayı reddedenlerin bir
hakkı olarak algılanıyordu. Yani eğer kendini, gerici ulusçuluğun kriterleriyle
tanımlamıyorsa, bütün dillerin, dinlerin, kültürlerin eşitliğine dayanan,
bunların politik bir anlamının olmadığı bir Demokratik Cumhuriyette, isteyen
bir köy bile, bunları savunduğu takdirde ayrılabilirdi. Cumhuriyet özgür
komünlerin birliği olarak anlaşılıyordu ve bunu engelleyecek bir mekanizme
olmamalıydı.
Engels, örneğin meşhur Alman Sosyal
Demokrat partinin program taslağının eleştirisinde söyle yazıyordu:
"O halde, merkezi cumhuriyet. Ama,
l798'de kurulmuş, imparatorsuz imparatorluktan başka bir şey olmayan bugünkü
Fransız Cumhuriyeti anlamında değil. l792'den l798'e kadar, her Fransız ili,
her komün (Gemeinde), Amerikan modeline göre, tam idari özerkliğine sahipti;
bizim de aynen sahip olmamız gereken şey budur. Bu özerkliğin nasıl
örgütlenebileceğini ve bürokrasiden nasıl vazgeçilebileceğini, Amerika ve Birinci
Fransız Cumhuriyeti bize göstermiş bulunuyor."
Yani Ulusların kaderini tayin hakkı,
Demokratik cumhuriyetin otomatik sonucu idi. Ama bu hak, ulusu bir dille,
dinle, etniyle ırkla tanımlama hakkı değildi; demokratik cumhuriyet bu hakkı
reddediyordu. Amerikan iç savaşının tereddütsüz desteklenmesinin anlamı da
buydu.
Ne var ki iki kanaldan bu demokratik
ulusçuluk işçi hareketine egemen ikinci ve üçüncü enternasyonal partilerince
terk edildi.
Daha Birinci Dünya Savaşı öncesinde,
Batı Avrupa’nın neredeyse bütün sosyalist partileri, burjuvazilerinin
emperyalist yayılmacılığının bile destekçisi olmuşlardı. Elbette bunun ardında,
o zamanki Sosyalist ve İşçi hareketinin çekirdeğini ve esas büyük bölümünü
oluşturan ülkelerin sömürgelerden aldıkları karlardan kırıntılarla işçileri ve
sendikacıları kendi zafer arabalarına bağlamaları vardı. Yani bu dünyadaki işçi
hareketinin imtiyazlı bir zümresi haline gelenlerin kendi zümre ve kısa vadeli
çıkarlarını savunmalarıydı. Bu temelde, Kapitalist ülkelerdeki bütün Sosyal Demokrat
partiler fiilen, bu gerici milliyetçiliğin savunucuları haline gelmişler ve
devrimci ve demokratik programı terk etmişlerdi.
Elbette, bu kolay zaferde, bir ulus
teorisinin ve uluslara ilişkin bir programın olmaması kadar; sosyalist teorinin
içindeki, onun organik bir bileşimi olmayan ama içinden çıktığı Aydınlanmanın
kalıntısı olan ilerlemeci tarih anlayışının ve Avrupa merkezciliğin etkileri
buna bağlı olarak ezilen ulusların ve sömürgelerin bir mücadele öznesi olarak
görülmemesi de bu gericiliğin işçi hareketine egemen olmasını
kolaylaştırmıştır.
Ne var ki, 1917’devrimininden sonraki
gelişmeler, başlangıçta savaş ve devrim döneminde bu milliyetçiliğe karşı
mücadele içinde şekillenmiş Üçüncü Enternasyonal partilerine de egemen oldu.
Bunun nedeni, geri ülkede başlayan devrimin, ileri ülkelere yayılamaması, bu
tecrit ve savaş ve iç savaş sonucu olarak da Rus İşçi sınıfının fiili yok oluşu
koşullarında, bir Bürokratik tabakanın bu devleti ve bunun prestiji ve örgütsel
gücüyle de Üçüncü Enternasyonal’i ele geçirmesiydi.
Bu da bir kere başlayınca kendini
besleyen bir süreç yarattı. Bürokrasinin milliyetçi, diğer ülkelerdeki
partileri ve işçi hareketini Sovyet diplomasi ve dış politikasının bir
avadanlığı olarak değerlendiren stratejileri peş peşe kapitalist ülkelerde ve
geri ülkelerde yenilgilere yol açıyor, bu yenilgiler de bizzat gericiliğin
egemenliğini güçlendiriyordu. Böylece örneğin 1929 buhranı gibi, tarihin
gördüğü en büyük ve kapsamlı buhranlar, hiçbir başarı kazanılmadan ve
Almanya’da olduğu gibi tayin edici yenilgilerle ve moral bozukluklarıyla
sonuçlanıyordu. Faşizm ve İkinci Dünya savaşı bu günahların kefareti ve cezası
olarak gerçekleşebilmişti.
İktidarını her türlü demokrasiden uzak,
bürokratik, merkezi devlet aparatına borçlu olan bir bürokrasi, demokratik bir
cumhuriyeti savunamazdı. Böylece kapitalist ülkelerde burjuvazinin ve Sosyal
Demokrat partilerin yaptığını bu sefer Sovyetler ve Üçüncü Enternasyonal
partileri de yapıyordu. Öyle ki en kötü durumda bile, her türlü dil, din, etni,
kültürü politik tanımlamadan dışlaması ve tüm dillere, kültürlere eşitlik
sunması gereken Sovyetler Birliği topraklarında, dillere, soylara dayanan
uluslar ve milliyetler yaratılıyordu. Sovyetler Birliği adının ve bayrağının
her türlü dile, etniye, dine ilişkin çağrışımdan azade; politik olanı ulusal
olandan dışlayan ve sınırları tanımayan göndermeleri bile unutulmuş
bulunuyordu.
Ama bu bürokrasinin zararı sadece işçi
hareketine olmadı, sömürgelerde ve geri ülkelerdeki devrimci demokratik
karakterdeki Komünist Partilerdeki ideolojik etkileri ve idari dayatmaları
aracılığıyla, devrimci bir köylü tabanına dayanan devrimci demokrasinin de,
devrimci demokratik geleneklere ve programa yabancılaşmasına, Fransız
devriminden bile daha geri bir ulusçuluk anlayışına ve bürokratik devletlere
yol açıyordu.
Nerede bu hareketler başarıya ulaştıysa
(Yugoslavya, Çin, Küba) Sovyet bürokrasisine rağmen oldu. Sovyet bürokrasisinin
tek etkisi, kendi gerici ideolojisini ve bürokratik devlet ve burjuvazinin
devrimci dönemi kadar bile olsun demokratik karakteri kalmamış gerici
milliyetçilik hastalığını onlara bulaştırmak oldu.
Böylece ne ileri ülkelerin işçi hareketlerinde, ne geri ülkelerin kurtuluş savaşlarında ne de bizzat o “Sosyalist” denen ülkelerde, burjuvazinin devrimci dönemindeki kadar olsun ilerici, yurttaşlığa dayanan bir ulusçuluk ve demokratik bir program olmadı. Hep kendini dile, soya, kültüre göre tanımlayan uluslar kuruldu. Ulusal tarihler yazıldı ve ulusçuluk övüldü.
Böylece ne ileri ülkelerin işçi hareketlerinde, ne geri ülkelerin kurtuluş savaşlarında ne de bizzat o “Sosyalist” denen ülkelerde, burjuvazinin devrimci dönemindeki kadar olsun ilerici, yurttaşlığa dayanan bir ulusçuluk ve demokratik bir program olmadı. Hep kendini dile, soya, kültüre göre tanımlayan uluslar kuruldu. Ulusal tarihler yazıldı ve ulusçuluk övüldü.
Bütün bu nedenlerle, Tarihin garip
alayı, Ulusçuluk hayaletinin dünyaya egemen olmasının en büyük suçlusu bizzat
“Komünistler” olmuştur.
Böylece, devrimci ve demokratik
ulusçuluğu savunacak hiçbir modern sınıf kalmıyordu. Burjuvazi de, işçiler de
gerici ulusçuluğun savunucularına ve yayıcılarına dönüşüyordu. Hiçbir ezilen
sınıf kalmıyor, Balkanların, Çin’in devrimci köylülüğü aynı gerici ulusçuluğu
savunan partilerin öncülüğünde hareket ediyordu. Dünyadaki, kendini dile, soya
göre tanımlayan ulusların çoğu kendine sosyalist diyenler tarafından
kuruluyordu.
Ama sosyalist hareket bu gerici
ulusçuluğa dayanınca bu sefer burjuvazinin de kendini sosyalist olarak
tanımlamaması için bir neden kalmıyor ve gerici milliyetçilik kendini sosyalizm
olarak ifade ediyordu. Böylece dünün milliyetçilerinin kolayca sosyalist
olmaları ve sosyalist bir söylem bir gelecek vaat etmediğinde de aynı
kolaylıkla tekrar saf milliyetçilere dönüşmelerinde hiç de şaşılacak bir yan
kalmıyordu.
Bu nedenle bütün dünyada, dine, dile,
soya, kültüre dayanan milliyetçiliğin en militan savunucularının eski
sosyalistler veya sosyalizm yükünden kurtulmuş eski sosyalistler olması hiç de
şaşırtıcı değildir.
Bu öyle yerleşmiş bir gerici ulusçuluk
anlayışıdır ki, örneğin Avrupa Birliğinde olduğu gibi, ABD’nin rekabetine karşı
ortak bir siyasi irade oluşturabilmek için, Avrupa’da dine, dile, dayanmayan
bir ulusun, yukarıdan reformlarla kuruluşuna veya globalleşmenin ve post
Fordist üretim yöntemlerinin ve elektronikteki devrimin bir sonucu olarak
burjuvazinin bütünüyle ekonomik kaygılarla, çok kültürlülükten, ana dilde
eğitim hakkından, yani şu sözde “ulus devletin sonu”ndan söz edilmesine ve bu
yöndeki reformlara bile karşı çıkmaktadırlar. Böylece, kendi sosyal konumları
veya öznel istemleri ne olursa olsun, en gerici oligarşilerin en militan
destekçileri haline gelmektedirler.
Devrimci Marksistler ve Ulusçuluk
Ama bütün bu gerici milliyetçilik
karşısında milliyetçi sosyalizm anlayışına karşı mücadele edip, sosyalizmin
devrimci geleneklerini savunma çabasında olmuş küçük radikal sosyalist akımlar
da daha iyi bir durumda değildirler.
Onlar bir kere, tarihin bu geri
gidişinin nesnel koşullar haline geldiğini, yani dünya işçilerinin yüz yıl önce
kat ettikleri yolu, bu sefer “dizlerinin üzerinde” kat etmesi gerektiğini
görememekte, demokratik bir cumhuriyet hedefini hor görüp, gerçeklikle ilişkisi
olmayan, gelişmiş ülkelerde bir buhran döneminde işçi hareketinin kendi
deneyleriyle bir ikili iktidara varmasının yolunu açmaya yönelik “Geçişsel
Talepleri” tekrarlamakla yetinmekte, ama gerçekte bir karşılığı olmadığı için
de pratikte tipik sendikal-ekonomik mücadeleye gömülerek, işçileri gerici
Ulusçuluğa karşı devrimci ve demokratik bir mücadeleden uzak tutmakta, fiilen
gerici milliyetçiliğe hizmet etmekte ve işçileri tecrit etmektedirler.
Ama bunlar aynı zamanda, gerici bir
ulusçuluğu da savunmaktadırlar. Çünkü en iyi durumda, yani her ikisi de etniye
ve dile göre tanımlanmış ulus ve ulusal hareket karşısında, sadece “Ulusların
Kaderini Tayin Hakkı”nı savunarak, ulusun neye göre tanımlandığını hiç
problematize etmeyerek ve gerici ulusçuluğa karşı bir ideolojik mücadele ve
politik program geliştirmeyerek, fiiliyatta çok devrimci bir görünüm altında
gerici ulusçuluğu da savunmuş olmaktadırlar
Tarih ve Ulusçuluk
Devrimci demokratik bir ulusçuluğun
yani Demokratik bir Cumhuriyetin ulusunun etnisi, dini, dili, soyu olmadığı
gibi, tarihi de olamaz. Hem genel olarak ulusların tarihi yoktur, hem de
etniye, soya, dile, dine dayanan ulusçuluğun aksine, demokratik bir cumhuriyet’in
yurttaşlarından oluşan bir ulusun tarihe de ihtiyacı yoktur.
Halbuki, açın sosyalistlerin yazılarına
bakın, hepsi, o etniye, dile, soya göre tanımlanmış ulusların tarihlerinden,
onlardaki demokratik geleneklerden söz etmektedirler.
Ulusların demokratik geleneklerinden ve
tarihlerinden söz etmenin kendisi gerici bir ulus anlayışının ifadesinden başka
bir şey değildir. Ancak soya, dile, dine, kültüre dayanan ulusçulukların bir
tarihe ihtiyacı vardır.
Demokratik bir ulusçuluğun, hiçbir
dile, dine, soya, kültüre dayanmadığı için bir tarihe de ihtiyacı da yoktur.
Devrimci ve Demokratik bir ulusçuluk bir tarih yaratmaz ve yaratamaz. Tarihi
onun kendisiyle başlar. Ve gerçekten devrimci ise, onun ilk görevi kendisinin
bir an önce sonunu getirmektir. Tıpkı ezilenlerin iktidar aracı olacak bir
devletin esas görevinin kendisinin sönüşünü hızlandırması gibi. Böyle bir
ulusçuluk da ilk planda, ulusal olan ile politik olanın çakışmasını, yani
sınırları aşmayı, ne kadar demokratik olursa olsun ulusal devletlerin sonunu hedeflemelidir.
En eski ulus olan Amerikan ulusunun bir
tarihi yoktur. Ama gerici ulusçuluğun diyalektiği öyledir ki, gerici ulusçuluğa
dayanan bütün ulusların nedense yüzlerce ve binlerce yıllık tarihleri vardır.
Gerçekte bu tarih yoktur yaratılmıştır. Bu tarih insanlığın tarihi yağma
edilerek inşa edilmektedir. Ve bunun en büyük suçlularından biri de,
demokratik, ilerici ve hatta heretik ulusal tarihler yaratan ve yazan
sosyalistlerdir. En büyük gericilik, en devrimci tarihçilik biçiminde
görünmektedir.
Orta Doğu, ancak tarihi kendisiyle
başlayan, tıpkı, dilsiz, dinsiz, soysuz, kültürsüz ve geleneksiz olduğu gibi
tarihsiz bir ulus veya uluslar olduğu takdirde tarihine uygun davranmış olur.
Osmanlı ve Ulusçuluk
İşte, Roma, Bizans’ın devamı olan, Orta
Doğu Akdeniz uygarlık alanının imparatorluğu olan Osmanlı’nın ulusçuluk
karşısında nasıl kurt dalamış sürüye döndüğünün anahtarı ulusçuluğun bu
biçiminde gizlidir.
Ulusçuluğun henüz devrimci olup, ulusu
yurttaşlık haklarıyla tanımlayan biçiminin rüzgarının estiği zamanlar; o
topraklarda ne modern kapitalist ilişkiler ne de böyle bir ulusçuluğu bayrak
edecek burjuvazi vardı. Bunlar ortaya çıktığında ise, artık ne burjuvazinin
böyle cesareti kalmıştı ne de böyle bir ulusçuluğun rüzgarı.
Keza onda böyle devrimci ve demokratik
bir ulusçuluğu savunacak güçte bir işçi sınıfı da yoktu. Böyle bir sınıf ortaya
çıktığında ise, o sınıfın bütün partileri çoktan Stalinizm’in aynı gerici
ulusçuluğunun egemenliği altına girmiş bulunuyordu. Orta Doğu’ya diğer
uygarlıklar karşısında gücünü veren, halkların ve dillerin kastlaşmaması ve
seslere dayanan bir yazı gibi özellikler, onun parça parça olmasının ve
güçsüzlüğünü temelini oluşturdu.
Böylece bölgenin son imparatorluğu olan
Osmanlı hem Müslüman devlet sınıfları hem de ezilen Hıristiyan halkların
burjuvazisi tarafından gerici bir ulusçuluğun batağına çekildi. Demokratik ve
Cumhuriyetçi ulusçuluğun sadece çok cılız yankıları görülebildi.
Ulusları dile, dine, soya göre
tanımlayan gerici ulusçuluk, ulusu aynı şekilde tanıyan egemen ulus veya o
dinden ve dilden olanları baskı altında tutan bir arkaik rejime karşı nesnel
olarak ilerici ve kurtuluşçu bir işlev görebilir, ama bu onun gerici özünü
ortadan kaldırmaz. Bu anlamda Balkan ve Anadolu’nun Hıristiyan halklarının
ulusçuluğu nispi bir ilericilik taşımışsa da, kendi benzeri Osmanlı egemen
devletçiliğinin önce dine ve sonra etniye, dile ve ırka dayanan ulusçuluğunun
ortaya çıkmasına ebelik de yapmıştır.
Kendilerini dile ve etniye göre
tanımlamış Balkan ulusları Osmanlı egemenliğine karşı mücadeleleriyle nesnel
olarak ilerici bir işlev gördülerse de; demokratik ve devrimci bir ulusçuluğa
dayanmadıkları için, sadece Osmanlı egemenlerini değil, Müslüman ahaliyi de
Balkanlardan sürdüler. Eğer gerçekten demokratik karakterde olsalar ve böyle
özgürlükler getirselerdi, o Müslüman ahali kolayca, keyfi ve baskıcı Osmanlı
egemenliğine karşı kazanılabilir veya tarafsızlaştırılabilirdi. Yani
Balkanlardaki ulusal hareketler, bir Fransız devriminin Alsas Lorendeki
Almanlara sağladığı özgürlükleri sağlama yoluna girmeyerek, o gerici
ulusçuluğun kendisinin benzerlerini yaratmasının yolunu açtı. Böylece
Balkanlardan atılan Müslüman ahalinin aynı gerici ulusçuluğunu ortaya çıkardı.
Anadolu’nun Hıristiyan halklarını katleden ve sürenlerin önemli ölçüde Balkanlardan
kaçan Müslümanlar ve onlara dayanan devlet sınıfları olması rastlantı değildir.
Keza, Balkanlardaki gerici ulusçuluğa
dayanan devletler de kuruldukları andan itibaren dayandıkları ulusçuluğun
gerici özelliklerini birbirlerine karşı da göstermişlerdir. Her biri tanımını,
etniye, dile, soya, dile göre yaptığından, her devletin topraklarında yaşayan
diğer din, etni, ve dillerin tasfiyesi ve dolayısıyla bunun için çatışmalar,
katliamlar ve sürgünler gündemden düşmez olmuştur.
Bunun en son örneği, Yugoslavya’nın
parçalanmasında görüldü. Balkanlaşma gerici ulusçuluğun bir ürünüdür.
Türk Ulusçuluğu
Bir yandan gerici ulusçuluk örneğine
göre, diğer yandan bizzat Müslüman devlet sınıflarının egemenliklerini korumak
için kendilerine bir ulus yaratmak zorunda olmaları nedeniyle şekillendiğinden,
yani bir devlet sınıflarının egemenliğini korumanın aracı olduğundan, Türk
ulusçuluğu başından beri en küçük bir ilerici ve kurtuluşçu özellik
taşımamıştır. Balkan ve diğer Hıristiyan ulusların ulusal hareketleri kadar
olsun nesnel olarak ilerici bir karakteri bile olmadı. Türk ulusçuluğu, Balkan
ve Anadolu’nun Hıristiyan halklara dayanan ulusçuluğunun aksine, onlar gibi
Osmanlı’nın egemenliğinden kurtuluşun bir aracı değil, Osmanlının egemen kastının
egemenliği ve imtiyazlarını korumasının bir aracıydı.
Bu ulusçuluk Alman emperyalizminin Hint
yolunu açmak ve Rusya’yı arkadan kuşatmak için geliştirdiği Panislamizm ve
Pantürkizm ideolojilerinin de etkisiyle her zaman emperyal ve ırkçı bir
karakter de taşıdı. Ama aynı zamanda bu ulusçuluğun en büyük destekçileri, Rum
ve Ermeni burjuvazisi karşısında Müslüman ahaliden bir Türk ulusu yaratarak
kendine dayanacağı bir ulus yaratma ihtiyacı içindeki Yahudi ve Sabetaycı liman
şehirleri burjuvazisinin de çıkarlarının da bir ifadesiydi. Kendine Türklerin
atası diyen ve kelimenin gerçek anlamında da öyle olan – (Türklerin atası o ise
ondan önce Türkler diye bir şey de olmaması gerekir ve aslında yoktur da)
Atatürk, Osmanlı devlet sınıfları ile Levant’ın Yahudi burjuvazisinin
çıkarlarının bu çakışmasını sembolize ediyordu. O Selanik’te Sabetaycıların
modern okullarında eğitim görmüş bir Osmanlı generaliydi.
Böylece Müslüman Osmanlı devlet
bürokrasisi ve liman şehirlerinin Yahudi ve Sabetaycı burjuvazisi, tıpkı Allah’ın
insanı kendi suretinde yaratması gibi Türk ulusunu kendi suretinde yarattı. Ama
kendisi, İslam zırhıyla zırhlandığı için dil ve din haricinde, bizzat
Yunan ve Ermeni uygarlıklarının mirasını sürdüren Bizans tarafından kültürel
olarak fetih edilmiş bir sınıf ve kasttı. Böylece yaratılan Türk ulusu,
Kültürel olarak Bizanslı, yani Rum ve Ermeni; dil olarak Türkçe, din olarak
İslam oluyordu. Hafızasını yitirmiş bir Rumluk ve Ermenilik; uydurulmuş bir dil
(Türk Dil Kurumu), uydurulmuş bir Tarih (Türk Tarih Kurumu) ve uydurulmuş bir
İslamiyet’e (Diyanet İşleri) göre tanımlanan bu ulus tam anlamıyla şizofrenik
bir varlıktır artık.
Ama nasıl Balkan ulusçuluğu Türk
ulusçuluğunu kendi örneğine göre yarattıysa; Türk ulusçuluğu da Kürt
ulusçuluğunu kendi örneğinde yarattı. Kendi bütün hastalıklarını ona da aktardı
ve ona aktardığı hastalıkların yarattığı zaaflarla egemenliğini sürdürdü.
Bölge İçin Sonuç
Ulusu, soya, dine, kana, dile, tarihe
göre tanımlayan gerici ulusçulukların hiç birisinin bölgenin sorularına bir
çözüm getiremeyeceği çok açıktır. Yapılması gereken, ulusun tanımından dili,
dini, soyu, kültürü, dili dışlamaktır. Dili, dini, ulusu, soyu, ve tarihi
olmayan; ulusu yurttaşlara; yurttaşları haklarına göre tanımlayan bir
demokratik ve cumhuriyetçi yapı bir çıkış sunabilir. Bölgede, Devrimci ve
Demokratik dönemin kaynaklarına dönerek; ABD’nin ve bölge egemenlerinin
ihtiyacı olan gerici, dle, dine, etniye, tarihe dayanan ulusçuluğa karşı, tıpkı
Amerika’daki Kuzey eyaletlerinin Güney eyaletlerine karşı savaştığı gibi
savaşacak, gerici ulusçuluk karşısında demokratik ve cumhuriyetçiliğe dayanan
bir ulusçuluk gerekmektedir.
Bu gün var olan ulusların ve
ulusçuların hepsi böyle demokratik bir ulusçuluğun karşısındadır. Amerika bu
gerici ulusçuluğun en büyük teşvikçisidir.
O halde, Türklerin, Kürtlerin,
Arapların, Şiilerin, hasılı tüm dillerden, kültürlerden, dinlerden ve soylardan
insanların, ulusu dile,dine, soya, kültüre göre tanımlamaya karşı çıkanlarının
bir araya gelmesi gerekmektedir. Türkiyeli işçiler ve halk, ulusu Türk soyu,
dili ve kültürü ve tarihiyle tanımlayan Türk’lerle bölünmeden, Kürdistanlı
işçiler ve halk, ulusu Kürt soyu, dili ve kültürü ve tarihiyle tanımlayan
Kürtlerle bölünmeden; Iraklı, Suriyeli veya başka ülkeli işçiler ve halk; ulusu
Arap soyu, dili, kültürü ve tarihi ile tanımlayan Araplarla bölünmeden;
Yahudiler ulusu Yahudi soyu, dini, kültürü ve tarihiyle tanımlayan Yahudilerle
bölünmeden ne her hangi bir ülke demokratikleşebilir ne de bölgenin
parçalanmışlığı ve kanaması durdurulabilir.
Demokratik Ulusçuluğun İkili Karakteri
Bu devrimci ve demokratik ulusçuluğun
genel olarak dünya ekonomisi ve zengin ülkeler; özel olarak bölge ve geri
ülkeler bakımından çok farklı anlamları vardır.
Bu gün çağımızda, globalleşme öylesine
gelişmiştir ve zengin ve fakir ülkeler arasındaki fark öylesine açılmıştır ki,
ileri ülkelerdeki, en demokratik ulusçuluk bile, dünya çapındaki bir ırk
ayrımcılığının, dünya çapındaki bir apartheit sisteminin aracı olmaktadır.
Amerika ya da Avrupa mı? Bunlar kendi içlerinde, ulusun tanımından bütün
dinsel, dilsel tanımları dışlarlarken, dayandıkları ulusçuluk, dünyanın
yoksullarının bu hudutların dışında kalan gettonun duvarları içinde
tutulmasının aracı olmaktadır. Bu, en ilerici tanımlara dayanan, bütünüyle
demokratik karakterdeki ulusçuluğun ve ulusal sınırların bile üretici güçlerin
bu günkü gelişmişlik düzeyinde gerici karakterinin bir yansımasıdır.
Klasik uygarlıklar çağında, dünya
ticareti henüz çok küçük ve lüks mallarla sınırlıyken bile, ticaret yolları
Çin, Hint, İran ve Orta Doğu-Akdeniz alanlarında imparatorlukları
gerektiriyordu. Bu gün ise globalleşme akıl almayacak boyutlara ulaşmıştır.
Malların çoğu dünyanın başka ülkelerinden gelmekte ve bizzat o malların
kendileri de başka ülkelerde üretilmiş mallardan oluşmaktadır. Böyle bir
dünyada, ne kadar büyük olursa olsun ve ne kadar demokratik kriterlere gör
tanımlanmış olursa olsun, ulusal devlet hiçbir zaman sorunlara bir çözüm
getiremez.
Ulusal devletlerin olduğu bir dünyada
tek çözüm, dünya çapında bir imparatorluk olabilir. Kapitalizmin ve
emperyalizmin çözüm önerisi budur. Ama bu çözümün kendisi bir çelişkidir.
İmparatorluk ancak başkaları parçalanmış ve bölünmüş, güçlerini birleştiremez
durumdaysa mümkündür. Yani dünyayı bir imparatorluğun egemenliği altında birleştirmek
onu olabildiğince küçük, iradesiz ve güçsüz parçalara bölmekle olur. Bu eğilim
ister Avrupa’nın ABD tarafından eski ve yeni diye bölünmesi girişimlerinde,
ister Irak’ta siyasi olanın dinler, diller ve etnilere ve onların dengelerine
göre tanımlanmasında açıkça görülmektedir. Bu hiçbir zaman bir çözüm
olamayacağı gibi, aynı zamanda çok kan ve acı demektir.
Buna cevap ise, ömrünü çoktan doldurmuş
ve bu imparatorluğun stratejisine hizmetten başka bir işe yaramayan, dile, dine
göre tanımlanmış uluslar hiç olamaz. Bunun bir tek cevabı vardır: politik
olanın tanımından ulusal olanı kaldırmak. Tüm ulusal sınırları havaya uçurmak.
İnsanların hak ve görevlerine göre oluşmuş demokratik bir dünya cumhuriyeti. İş
gücünün serbest dolaşımı.
Bu bakımdan, gerek dünya çapındaki sorunlar bakımından; gerek zengin ülkelerin işçileri bakımından, en demokratik bir ulusçuluk bile
bir gerici programdır. Çünkü, artık o Ulusçuluk, tüm mallar ve sermaye
serbest dolaşırken, iş gücünün serbest dolaşımının önünde bir engeldir.
Dolayısıyla dünya çapındaki apartheit sisteminin bir aracı olarak, zengin
ülkelerden olmayan insanları yoksulların toplandığı bir rezervatta tutmanın
aracı olarak işlev görmektedir.
Dünya çapında ve ileri ülkeler
açısından program, ulusun tanımından dili, dini, soyu dışlamak değil (ki zengin
ülkelerde bu büyük ölçüde gerçekleşmiştir), nasıl tanımlanırsa tanımlansın,
politik olanın ulusal olana göre tanımlanmasına son vermek ve ulusçuğu, layık
olduğu yere, dinlerin arasına, inanç alanına, özel alana yollamaktır.
Bu pratik olarak bütün sınırların
kalkması anlamına gelir. Aslında dünyanın yoksulları şimdiden ayaklarıyla bu
programa oy veriyorlar. Denizlerde, dağ doruklarında, nehirlerde; yayan ya
da derme çatma kayıklarla, gemi ambarlarında, tırlarla bin bir yoldan o
ulusal sınırları ve duvarları aşmaya, hapsedildikleri rezervattan ya da dev
Bantustan’dan kaçmaya çalışıyorlar.
Bu anlamda dünya çapında iş gücünün
serbest dolaşımı; gittiği yerde çalışan ve vergi verenin tüm sosyal ve siyasal
haklara sahip olması, her demokrat ve sosyalistin, her işçinin savunması
gereken asgari bir programdır. Ama zaten bu program, fiilen, ulusal devletlerin
sonu ve ulusal olanın özel ve inanç alanına tıkılmasından başka bir şey de
değildir.
Ne var ki, böyle bir program, zengin
ülkelerin emekçi ve işçilerince savunulmamaktadır. Savunulmamasının nedeni de
şudur: Böyle bir programın gerçekleşmesi, zengin ülkelerin düzeyinde belirli
bir düşmeye yol açar. Hem zengin ülkeler ile yoksul ülkeler arasındaki eşitsiz
mübadeleden doğan değer transferi son bulur; hem de zengin ülkelerde iş gücünün
fiyatının düşmesine yol açar. Kimse daha kötü sonuçlar için mücadele etmeyeceği
hatta onlara karşı direneceği için, gelişmiş ülkelerin işçileri böyle bir
demokratik programa karşı durma eğilimindedirler.
Ama zengin ülkelerin işçileri ve
ücretlileri istemedikçe yeryüzünden kapitalizm kalkmayacağından, bu aynı
zamanda insanlığın çıkmazını da göstermektedir. Yoksul ülkelerin işçileri dünya
çapında eşitlikçi bir düzeni; ulusal sınırların kaldırılmasını isteyebilir ama
yapamaz; zengin ülkelerin işçileri ise yapabilir ama istemez.
Bu açmaz, dünyadaki ezilenlerin
karşısında bulunduğu en büyük açmazdır ve bu açmaz çözülmedikçe, bırakalım
sosyalizmi insanlığın yaşaması bile mümkün görülmemektedir.
*
Ama üçüncü dünyada, yani zengin
ülkelerin dışında, İmparatorluğun bölme ve güçsüzleştirme stratejisine karşı,
devrimci ve demokratik ulusçuluk hala bir savunma mevzii olarak ve birleştirme
potansiyeliyle, emperyalizmin böl ve hükmet stratejisini boş düşürmek için
ilerici ve kurtuluşçu bir işleve sahiptir. Örneğin, Orta doğuda, ABD veya
Avrupa gibi bir Demokratik Cumhuriyetler birliği, hem bölgenin insanlarına daha
büyük bir refah, daha kansız bir yaşam sunar; hem de ABD ve diğer
emperyalistlerin planlarına karşı koymak için daha büyük bir güç ve irade
birliği sağlar.
Ve o zaman belki Tarih böyle daha uzun
bir yoldan, bu günkü yaşam düzeyleri ve gelirler arasındaki derin bölünmüşlüğe
bir son verip, dünyanın ücretlilerinin ortak bir programda birleşmesinin koşullarını
yaratabilir.
Globalleşme ve Ulusçuluk
Dünya çapında globalleşmenin ve iş gücü
göçlerinin etniye, dile, dine göre tanımlanmış ulusları belli bir zorlaması
bulunmaktadır. Kendini dile, dine göre tanımlayan devletlerin ve ulusların
giderek ekonomik gelişmeyi engelleyici bir işlev gördüğü ortaya çıkmaktadır.
Örneğin, ana dilde eğitimi reddetmek ve zorla asimilasyon, hem toplumsal
çatışmaları kesinleştirmekte, hem iş gücünün gereken eğitimi sağlanamamakta,
burjuvazi rekabet gücünü yitirmesi sonucunu vermektedir.
Bunun için iki farklı ulusçuluk
anlayışının damgasını taşıyan bir örnek alınabilir. Örneğin, Fransızca bile
konuşamayan Zidani’yi Fransız milli takımına almakta bir kompleks göstermeyen
Fransa, Zidani’nin attığı gollerle dünya şampiyonu olurken; Almanya’da doğup
büyümüş ve Almanca’ya Türkçe’den daha hakim Türkiye kökenli futbolcularına,
soya, kana, dile dayanan ulusçuluğunun gelenekleri nedeniyle yükselme ve milli
takıma girme olanakları tanımayan Alman futbolu gerilemektedir. Almanya’nın bu
gerici milliyetçiliğinin kurbanı olan bu futbolcular ise, yine aynı
milliyetçilik kanalından Türkiye’yi dünya üçüncüsü yapmaktadır.
Ya da ana diline hakim olamayanların
başka dilleri öğrenemediği bunun ise iş gücünün eğitimini zorlaştırdığı ve
kalitesini düşürdüğü bilinen bir gerçektir.
Bütün bu gibi nedenlerle, burjuvazi,
dünyada genel olarak, milletin tanımından dili, dini, etniyi dışlama eğilimine
girmiş bulunmaktadır. Çok kültürlülük ya da ulus devletin sonu söylemlerinin
yaygınlaşması, aslında burjuvazideki bu değişimin bir ifadesidir.
Bunun yanı sıra, şimdi Avrupa Birliğini
oluşturanlar gibi, bir zamanlar kendini genellikle soya, dile göre tanımlamış
uluslardan oluşan devletlerin, ABD’ye rekabet edebilmek; küçük devletlerin
ulusal pazarlarının bukağılarından kurtulmak için birleşme eğilimine girmeleri
ve Avrupa ulusu çerçevesinde bu kimlikleri, ağır çekimle, yukarıdan ve Prusya
yoluyla giderek politik alanın dışına itmek zorunda olmaları gibi eğilimler de
özellikle, Türkiye’de, devlet sınıfları karşısında burjuvazinin dile, soya,
dine dayanmayan bir ulusçuluğa geçme eğilimi göstermesine yol açmaktadır.
Bu her ne kadar eski gerici
milliyetçiliğe göre bir ilerleme anlamına gelirse de, demokratik ve
cumhuriyetçi olmaktan çok uzaktır. Demokratik Cumhuriyet sadece ulusun
tanımından dili, dini vs. dışlamaktan ibaret değildir. O aynı zamanda pahalı,
baskıcı, bürokratik olmayan, ulusun çoğunluğunun iradesine karşı
kullanılamayacak bir cihaz demektir ve bu nedenle bu günkü pahalı, baskıcı,
bürokratik cihazların parçalanmasını gerektirir. Burjuvazi ise iş buralara
gelince son derece korkaktır ve buralara gelir diye korkmakta ve Bürokratik
oligarşiye karşı tutarlı bir tavra girmemekte sürekli onunla uzlaşma yolları
aramaktadır. O güçlü devletten, demokrasiyi engelleyen mekanizmalardan hiç de
vazgeçmek niyetinde değildir
Değişen Roller
Ama bütün bunlara rağmen, ister
globalizmin yarattığı eğilimlere ve Avrupa ile entegrasyon çabalarına; ister
siyasi iktidarı elinde tutan bürokratik oligarşiye karşı bir cevap olarak olsun
Türkiye politikasında, ulusçuluk söz konusu olduğunda, burjuvazi ulusun
tanımından dili, dini, etniyi çıkarmaya daha eğilimliyken, Sosyalistler aksine
var olan yapıyı sorgulamaktan kaçınmakta ve var olan ulusçuluk anlayışının
savunuculuğunu yapmaktadırlar hem de anti emperyalizm ve anti kapitalizm adına.
Böylece, devrimci demokratik hedefler
güden sosyalistler ve devrimci demokratlar için, Burjuvazi ve liberaller en
azından taktik ittifaklar yapılabilecek yol arkadaşları haline gelirken, var
olan bütün sosyalist örgütler ve bunların etkisi altındaki işçi hareketi; karşı
cephede yer almakta; gerici ulusçuluğun bir savunucusu olarak ortaya
çıkmaktadırlar. Bu da onların egemen bürokratik oligarşinin en büyük destekçisi
olmasına yol açmaktadır. Pek çok kişinin kafasını allak bullak eden bu
fenomenin sırrı işte yine Stalinizm kanalından sosyalizme sinmiş bu gerici
ulusçuluk anlayışındadır.
Bu durumda, var olan sosyalistler
artık, devrimci demokrasi mücadelesinin müttefikleri değil, onun
karşısındadırlar. Onlar sosyalist ve anti emperyalist bir söylem içinde gerici
milliyetçiliğin savunuculuğunu yapmaktadırlar. Ve onlar işçiler arasındaki
çalışmaları ve etkileriyle, işçi hareketinin gerici milliyetçiliğin bir
destekçisi olarak işlev görmesine yol açmakta; demokratik hedefleri bayrak
yapmış, tüm gayrı memnunları birleştirecek bir politik işçi hareketinin
oluşmasının önüne en büyük engel olarak çıkmaktadırlar.
Böylece devrimci demokrasi bakımından
eski şablonlara uymayan bir durum ortaya çıkmaktadır. Örneğin Türkiye’de, “İkinci
Cumhuriyetçiler” de denen, Liberal burjuvazinin eğilimlerini yansıtanlar;
azınlıklar, en azından birer geçici yol arkadaşı olarak; sosyalistler ve
onların kontrolündeki işçi örgütleri ve hareketi ise kendisine karşı
mücadele edilecek gerici milliyetçiliğin birer savunucusu olarak ortaya
çıkmaktadır.
İlişkilerin bilinen hiçbir şablona
sığmayan bu ters yüz oluşu, aslında demokratik mücadelenin önemini hiç de küçük
görmeyen; gerici milliyetçilikle de başı pek hoş olmayan birçok sosyalistin
bile, kendinden ve pozisyonundan korkarak; var olan sosyalist ve işçi
örgütleriyle bir kopuşmaya gitmesini ve devrimci ve demokratik bir muhalefetin
saflarında birleşmesini engellemektedir.
Bu ters yüz oluşlar nedeniyle bir
rastlantı değildir, Kürtlerin, ezilenlerin mücadelelerinin en iyi
savunucularının sosyalizme uzak duran liberallerden ve “İkinci
Cumhuriyetçiler”den çıkması; buna karşılık sosyalizmi dilinden düşürmeyenlerin
bu mücadeleleri ve sorunları gündemden uzak tutanlar olması.
Sosyalistlerin büyük bir çoğunluğu için
bu tam anlamıyla çelişkili bir durumdur. Onların çoğu bu sistemin kurbanları,
öznel olarak milliyetçiliğe zerrece sempati duymayan insanlar olmalarına
rağmen, bu gün içinde bulundukları nesnel konumlarıyla kendi öznel niyetlerine
karşı durmaktadırlar. Onların bu çelişkiyi çözebilmeleri için, ulus teorisinin
Marksist bir açıklamasının ve bu yönde ideolojik mücadelenin hayati bir önemi
bulunmaktadır.
Demokrasinin Koşulları
Ulusun, yurttaşlığa göre; gerici
milliyetçilik karşısında oluşa göre tanımlanmasından söz ettik. Peki, böyle
demokratik bir cumhuriyetin yurttaşları iradelerini nasıl
gerçekleştirebilirler?
Bunun temel şartı sınırsız bir düşünce
ve örgütlenme özgürlüğüdür. Yani her türlü düşünce ve örgütlenme özgürlüğü
ortamında tüm farklı görüşlerin örgütlenmesi ve çoğunluğu kazanmak için eşitçe,
idari veya ekonomik kayırma veya baskılara uğramadan diğerleriyle yarışması.
Ama bu yetmez. O farklı fikirler tüm
topluma kendini nasıl duyuracaktır? Fikirlerin, programların doğruluğunun gücü
sermayenin veya devletin gücünü nasıl aşıp da geniş kitlelerin bilgisi ve
bilincine ulaşacaktır?
Bunun için, tüm basın ve haberleşmenin
sermayenin, iktidarların ve devletin denetimi ve manüplasyonlarından azade
olması şarttır. Yurttaşların tüm olgular ve görüşler hakkında, o görüşler
hukuki, siyasi veya ekonomik bir engellemeye uğramadan bilgi sahibi olabilmesi,
doğru kararlar verebilmesi; doğru seçimler yapabilmesi ve yanlış seçim ve
kararlarını değiştirebilmesi için olmazsa olmaz bir koşuldur.
Nasıl, hava, su olmadan yaşamak mümkün
olmaz ise, medya üzerinde sermaye ve devletin her türlü kontrolü ortadan
kaldırılmadan demokrasinin gerçekleşmesi mümkün değildir.
O halde, var olan bütün yayın
olanaklarının; matbaaların, kağıtların, frekansların ve kanalların kesinlikle
devlet ve sermayenin kontrolü dışında olması yani bu alanda özel mülkiyetin ve
devletin söz hakkının kaldırılması, demokrasinin gerçekleşmesinin modern
toplumda olmazsa olmaz koşuludur. Devlet ya da hiçbir özel mülk sahibi hiçbir
yayın organının sahibi olmamalıdır. Tıpkı su, toprak ve hava gibi, haberleşme
olanakları da tüm topluma ait olmalıdır.
Bunlar, tüm nüfus arasında, örgütlerin,
cinslerin, sınıfların, eğilimlerin nüfus içindeki oranlarına; aldıkları oy
oranlarına veya üye sayılarına göre bölüştürülmelidir. Devlet sadece bu
dağıtımın teknik yanlarını çözmekle görevli ve yetkili olmalıdır. Biz medya
üzerinde devlet ve sermaye kontrolünün olmamasını; hukuki, siyasi ve iktisadi
engellerin yok edilmesini demokrasinin gerçekleşmesinin olmazsa olmaz koşulu
olarak görüyoruz.
Son yıllardaki bütün kritik gelişmeler,
medyanın nasıl bir manüplasyon aracı olarak kullanıldığını göstermiştir. Bundan
kurtuluşun bir tek yolu medyanın bütün toplum kesimleri ve örgütler arasında
paylaştırılmasından geçer. Sonsuz bir bolluk olmadığından, nasıl herkese
emeğine göre ise, herkese üyesi veya aldığı oy veya nüfus içindeki oranı kadar
ilkeleri, bu dağılımı belirleyen ilkeler olabilir.
Seçenler ve Seçilenler
Ama gerçek bir demokrasi için sadece bu
yetmez. Demokrasi, prensip olarak azınlığın çoğunluğa uymasını ilke olarak
kabul eden, yani çoğunluğun kararına uyulmadığı takdirde uymayanlara zor
uygulamayı kabul eden, usulüne uygunsa bunu meşru gören bir rejimdir.
Ama böyle bir demokrasi pek ala gerici
bir milliyetçiliğin de aracı olabilir. Nüfusun büyük çoğunluğu, biz çoğunluk
Müslüman’ız, o halde mademki demokrasi azınlığın çoğunluğa uymasını gerektirir,
o halde biz çoğunluk olarak okullarda İslam dini okunmasını kararlaştırıyoruz
veya kimsenin başı açık dolaşmamasını kararlaştırıyoruz diyebilir. Ya da
çoğunluk, çoğunluk Türkçe konuşuyor, o halde demokrasiye göre azınlık da
çoğunluğa uyup Türkçe konuşmak zorundadır diyebilir. Genel olarak demokrasi,
yani azınlığın çoğunluğa uymasını ilke olarak benimseyen rejim, kendi başına
gericilikle çelişmez pek ala gericiliğin aracı olabilir.
Bu bakımdan bizlere lazım olan, özel
türden, azınlıkların haklarını garantiye alan bir demokrasidir. Azınlıkların
haklarını garantiye alan bir demokrasi olmadan demokrasi ilerici bir işlev
göremez. Dil, din, kültür vs.nin eşitliği ve siyasi alının dışında
tanımlanması, yani devletin bu alanlardaki kesin tarafsızlığı ve karar
yetkisinin olmamasının, azınlıkların haklarının korunması ve garantiye alınması
bakımından önemi burada da ortaya çıkmaktadır.
Nüfusun ya da bir toplantıya
katılanların çoğunluğu sigara içiyor diye kapalı yerlerde sigara içilmesine
izin verilmesi gerici bir demokrasidir örneğin. İlerici, azınlık haklarını
gözeten bir demokrasi, bir tek kişi bile sigara içmiyorsa ve içilmesine razı
gelmiyorsa, o bir tek kişinin başkalarının zehirleriyle zehirlenmeme hakkını
savunan demokrasidir; bir tek çocuk için bile, ana dilde eğitimi sağlayan bir
demokrasidir. Üç kişinin anladığı bir dil için bile, diğer dillerle eşit
hakları tanıyan; hatta azınlıkta olduğu için, her zaman olacak fiili
eşitsizliği gidermek için onu kayıran, pozitif ayrımcılık uygulayan
demokrasidir. Üç kişinin inandığı bir dine bile, milyonlarca insanın inandığı
bir dinle aynı eşit hakları tanıyan bir demokrasidir.
Evet, tam bir hukuki özgürlükler
ortamında; medyanın devletin ve sermayenin kontrolü ve manüplasyonlarının
dışında olarak tüm bilgilerin edinildiği bir ortamda; azınlıkların haklarını
garanti altına almış özel bir demokraside bile hala halkın iradesinin nasıl
gerçekleşeceği sorunu çözülmüş olmaz.
Çünkü demokrasi, temsili olarak
uygulanabilir. Bir köyde veya göçebe aşiretindeki doğrudan demokraside olduğu
gibi, milyonlarca insanın bir araya gelip bir karar alması ve aldığını yine
kendilerinin uygulaması fizik olarak mümkün değildir. İnsanlar ancak belli
temsilciler aracılığıyla bu ilişkiyi temsili organlara devrederek demokrasiyi
gerçekleştirebilirler.
Ama büyük nüfus ve alanların ortaya
çıkardığı bu sorunun çözümü başka sorunları da beraberinde getirir. Örneğin
temsili organlar belli dar bölgeler içindeki oranlara göre mi yoksa
olabildiğince büyük birimler seçilerek nüfus içindeki oranlara göre mi temsil
edilmelidirler? Veya bu temsilcilerin kendini seçenlerin iradesinden
bağımsızlaşması ve kendisini seçenlerin değil de örneğin başkalarının veya
kendisinin çıkarlarını savunmasının önüne nasıl geçilebilir?
Demokrasi bu sorunlara da açık cevaplar
vermelidir.
Örneğin elbette gerçek çoğunluğun
iradesinin yansıması için nispi temsil biçimleri gerekir. Ama bu takdirde,
kimin hangi bölgenin temsilcisi olacağı, hangi bölgeye göre görevini yerine
getirmedi diye geri alınabileceği nasıl belirlenecektir? Her bölgeden bir tek
kişinin seçilmesine dayanan sistemler ise bu sorunu çözer ama, nüfus içindeki
görüşlerin gerçek oranlarda yansımasını engeller. Bütün bu sistemlerin
mahzurlarına minimuma indiren, hem nispi temsili sağlamaya yönelik, hem de
seçilenlerin sürekli denetimini sağlayan ve geri almasını mümkün kılan
mekanizmalara ihtiyaç vardır.
Bu mekanizmalardan bazıları şunlardır:
Örneğin partisinden istifa edenin aynı
zamanda temsilcilikten de çekilmiş olmalıdır. Çünkü temsili demokraside,
sistemli görüşleri ve programları olan siyasi partiler, görüşlerin ve
oranlarının belirlenmesinin olmazsa olmaz koşuludur. Seçimler aslında kişiler
değil, görüşler arasındadır.
Bir başka mekanizme, siyasi konularda
kesin bir dokunulmazlıktır.
Bir başka mekanizma, kendisini
seçenlerin eğilimlerine denk davranmadığı takdirde seçenlerin temsilcilerini
geri alabilme hakkıdır.
Bir başka mekanizma, seçilenlerin
kendilerini seçenlerin yaşam ve sorunlarından uzaklaşmamaları için, ortalama
bir işçi ücretinden yüksek bir ücret almamalarıdır.
Ordu ve Polis
Ama bütün bunlar da yetmez. Devlet
demek ordu, polis, mahkemeler, hapishaneler, vergi memurları demektir. Bu
cihazın kendisi silahlıdır ve çok güçlüdür, bu cihazı oluşturanların, ulusun ve
onun temsilcilerinin iradesine hizmet eder durumda kalmasının, onlardan
bağımsızlaşmamasının garanti altına alınması gerekir.
Tüm toplumların tarihi, devletin siyasi
iradeden bağımsızlaşma, onu baskı altına alma veya onun yerine geçme veya onu
kendi çıkarları doğrulusunda manüple etme eğiliminde olduğunu göstermektedir.
O halde bu mahzurları giderecek
mekanizmalar gerekir. Bunlar neler olabilir?
İlk elde, ordunun, hele Türkiye gibi
Osmanlıdan kalma politikayı belirleme geleneğinin olduğu bir ülkede, baştanbaşa
yeniden örgütlenmesi gerekir. Bunun ilk koşulu, düzenli ordunun lağvıdır.
Radar, uçak, gemi gibi özel ve kendi halkına karşı kullanılamayacak güçler
hariç, düzenli ordu kalkmalı, onun yerini tıpkı İsviçre’de olduğu gibi, tüm
vatandaşlardan ve çalışan insanlardan oluşan milis almalıdır.
Böyle bir ordu sadece demokrasinin
gerçekleşmesi için değil, aynı zamanda onun halka karşı kullanmanın da önünde
bir engeldir. Bütün deneyler göstermektedir ki, düzenli ordular siyasi
iktidarlar tarafından da ezilenlere karşı kullanılmaktadır. Böyle silahlı
çalışan yurttaşlardan oluşan bir ordu ezilenlere karşı kullanılamaz.
Ama böyle bir ordu aynı zamanda en iyi
savunmadır da. Böyle bütün halkın her zaman birkaç saat içinde milyonlarca
kişilik tüm ülke sathına yayılmış bir ordu haline dönüşebileceği bir ülkeye
kimse saldırmaya cesaret edemez. Böyle bir ordu, en korkunç silahlara, en güçlü
düşmanlara karşı en etkili cevaptır. Böyle bir ülke, ancak bir nükleer
saldırıyla tümden yok edilerek ele geçirilebilir ama öyle ele geçirilmiş bir
ülke de ele geçirenin de işine yaramaz.
Ama böyle bir ordu, aynı zamanda, başka
ülkeleri tehdit potansiyeli de taşımaz. Silahlı yurttaşlardan oluşan ordular
iyi savunma aracıdırlar ama çok kötü bir saldırı aracıdırlar. Bu nedenle,
ülkenin komşularıyla ilişkisinde onlara korku salmaz ve onları askeri
masrafları yükseltme, fakirleşme ve demokrasiden uzaklaşma yönünde değil aksine
olumlu yönde etkiler.
Ama bunlar kadar önemli olan bir sonucu
da şudur: böyle bir ordu aynı zamanda ucuz bir ordudur. Ülke savunması ulusal
hâsılanın çok küçük bir bölümünü alacağından, bütçe açıklarına ve enflasyona
yol açması söz konusu bile olmaz. Böylece düzenli bir ordunun harcamalarından
yapılan tasarruflar, yatırımlara ve sosyal harcamalara aktarılabilir. İssizlik
azalır ve refah yükselir. İşsizlik azalıp refah yükseldikçe de bir orduya olan
ihtiyaç azalır, demokrasi pekişir, yurttaşların ülkelerine bağlılığı artar ve
saldırı tehlikesi azalır.
Ama sadece bunlar yetmez. Bütün karar
alıcı memurların her düzeyde seçilmesi gerekir. Tıpkı, Amerikan filmlerinde
olduğu gibi, Jürilerin, Polis amirlerinin, yerel idarecilerin de seçimle
gelmesi gerekir. Osmanlı kalıntısı kaymakamlık valilik gibi makamların
kaldırılması gerekir. Ulus toplulukların özgür iradeleriyle birleşmesinden
oluşur. Her düzeyde otonomi ve özgür iradeyle, ekonominin kendi yasalarının
gereği olarak bir birlik temel olur.
Ama bu da yetmez. Aynı zamanda,
seçilmiş memurların emri altındaki diğer memurların da, her zaman ortaya
çıkabilecek keyfi emirlere direnecek gücü olması gerekir. Bunun için, memurların
tayin, terfi gibi işlemlerinin, yine bu memurların bağımsız memur
sendikalarının tuttuğu sicillere göre belirlenmesi gerekir. Devlet memurlarının
bütün ayrıcalıklarına son verilmesi gerekir. Onların şimdi ordu evlerinde veya
ayrılmış bölgelerin yazlık veya lojmanlarında olduğu gibi, toplumun gözlerinden
uzak bir kast gibi yaşamalarına son verilmesi gerekir.
Ancak bütün bu gibi koşulların birliği
içinde bir demokrasiden ve demokratik cumhuriyetten söz edilebilir.
Demokrasi ve Refah
Türkiye’ye egemen bürokratik oligarşi,
demokrasiyi bu ülkenin insanlarına hiçbir zaman layık görmemektedir. Onlar
demokrasi ile toplumun ilişkisini alt üst etmektedirler. Bunun için ne mantıken
ne de olaylarca kanıtlanamayacak varsayımları vardır.
Bunların birincisi, demokrasinin ancak
belli bir refaha ulaştıktan sonra mümkün olacağıdır. Bu gerekçeyle, batıdaki
kadar refah olmadığına göre o kadar da demokrasi olmayacağı söylenmektedir.
Bu tarihin en büyük yalanlarından
biridir. Bu gün demokrasinin beşiği olarak görülen Kuzey Avrupa ülkelerinin hiç
biri, bu günkü demokrasinin temeli olan kuralları getirdiklerinde zengin
ülkeler değillerdi. O zamanlar Osmanlı, Hint, Çin çok daha zengindi. İsveç,
zengin olduğu için demokrasi olmadı. Yoksul İsveç, demokrasi olduğu için zenginledi.
Kaldı ki, sistemin mantığı ile de bu
sonuca ulaşılabilir.
Demokrasinin olmaması daima güçlü bir
devlet cihazı, bu da üretici olmayan militer ve bürokratik harcamaların
yüksekliği, dolayısıyla yatırımların azalması; genellikle enflasyon,
dolayısıyla pahalılık ve issizlik demektir. Ve pahalılık nedeniyle ortaya çıkan
memnuniyetsizliği ve tepkileri bastırabilmek için daha az demokrasi ve daha
güçlü ve pahalı devlet cihazı gibi bir fasit daire ortaya çıkar.
Demokrasinin olmaması ayrıca
yoksulların ve ezilen sınıfların aleyhine çalışır her zaman. Demokratik
hakların olmadığı yerlerde işçiler ve yoksul kesimler örgütlenip haklarını
savunamazlar. Bu da toplumda eşitsizliklerin artmasına yol açar. Bu
eşitsizlikler de tekrar bunların yol açtığı patlamaları bastıracak güçlü
cihazlara ve bunlar da demokrasinin giderek azalmasına doğru bir gidiş yaratır.
Ama sadece bu kadar da değildir.
Demokrasinin yokluğu burjuvazinin bile aleyhine çalışır uzun vadede. Demokrasi
olmayıp ezilenlerin ve işçilerin haklarını savunamadığı yerlerde, sermaye artı
değeri arttırmak için modern teknik kullanmak gereğini duymaz. Artı değeri,
daha uzun ve yoğun çalışma, daha düşük ücret üzerinden sağlayarak diğer
kapitalistlerle rekabet etmenin yolunu bulur. Ama bu da geri teknoloji kullanımını
besler ve emek üretkenliğinin düşük kalmasını dolayısıyla ülkenin geriliğini
pekiştirir. Yani teknik ilerleme ve emek üretkenliğinde bir artış için de
demokrasi olmazsa olmaz koşullardan birisidir. Dünyanın en gelişmiş ülkelerinin
aynı zamanda en demokratik ülkeler olması bu nedenledir. İşçi haklarını
savunanları bayağı maddecilikle suçlayanların, demokrasi söz konusu olduğunda,
demokrasiyi zenginleşmenin sonucu olarak görmeleri ve demokrasiyi topluma layık
görmemeleri, bizzat kendilerinin bayağı maddeciliğinin kanıtıdır.
O halde, gerek teknik ilerleme, gerek
toplumsal eşitlik ve gerek demokrasinin pekişmesi için demokrasi biricik çözüm
ve başlangıç noktasıdır. Ülkeler zengin oldukları için demokratik olmaz,
demokratik oldukları için zengin olur; toplumlar sosyal eşitsizlik az olduğu
için demokratik değildir, demokratik oldukları için sosyal eşitsizlikler
azalmıştır.
Demokrasi ve Eğitim
Bürokratik oligarşinin bir diğer yalanı
da, demokrasinin ancak eğitimle elde edilebileceğidir. Bunlar, aslında ne kadar
ilerici olduklarını söyleseler de lanetledikleri Abdülhamit’in demokrasiye
karşı argümanının tekrarlamaktadırlar. O da , “kullanmasını bilmeyen cahil
halka demokratik hakları vermek; çocuğun eline bir silah vermek gibidir,
tutar babasını vurur” diyordu.
Suya girmeden nasıl yüzme öğrenilemez
ise, demokrasi içinde yaşamadan da demokrasi öğrenilemez. Demokrasinin eğitimi
yine demokrasidir.
Kaldı ki burada, önemli olan halkı
demokrasi konusunda eğitmekle kendilerini yetkili ve görevli görenlerin
kendilerinin demokrasi konusunda eğitilmeleri gerektiğidir.
Eğiticileri kim eğitecektir?
Onları yine ancak halk kendisi
eğitebilir. Hâsılı, halka demokrasi konusunda eğitim vermeye kalkanların
aslında kendilerinin eğitilmeye ihtiyaçları vardır.
Ve bu demokrasi öğretmenlerinin ilk
öğrenmeleri gereken de, demokrasi eğitiminin ancak demokrasi içinde
öğrenileceğidir.
Demokrasinin Üç Kaynağı
Bu gün niçin Türkiye’de demokrasi
mücadelesi böylesine zayıftır? Türkiye’de niçin hiçbir zaman demokrasi
gelişmemiştir?
Bütün dünyada, demokrasinin üç kaynağı
vardır.
Birincisi kandaş toplumun demokratik
gelenekleri.
İkincisi, henüz devrimci ve demokratik
döneminde bir burjuvazinin varlığı.
Üçüncüsü işçi hareketidir.
Dünyanın en demokratik ülkelerinde bu
üçünün sırayla bir bayrak yarışı gibi demokrasi bayrağını ele geçirdiğini
görür. Örneğin İngiltere’de ilk Magna Karta, krala kafa tutan aşiret şeflerinin
işidir. Yani kandaş toplumun gelenekleri. Tam bunlar artık Krala karşı
güçlerini yitirdiklerinde, bu sefer burjuvazi, demokratik mücadelenin bayrağını
ele alır. Burjuvazi demokratik barutunu tükettiğinde ise işçi hareketi.
Türkiye’de bu üç koşul da hiçbir zaman
olmamıştır.
Binlerce yıllık mutlak devletçilik,
batıdaki senyörler gibi krala kafa tutacak bir tabakanın ortaya çıkmasına
olanak sağlamamıştır. Örneğin ilk yıllarında Osmanlı sultanları bir bakıma,
eşitler arasında birinciydiler. Ama uygarlaştıkça derhal köle kapı kullarına
dayanmışlar ve diğer özerk beylere yaşama yansı vermemişlerdir.
Bu Doğu’nun binlerce yıllık devlet
geleneğinin en lanetli sonucudur. Kandaşlık demokrasisi, sadece siyasi bir gücü
temsil etmeyen muhalif tarikatlar ve devlet gücünün ulaşamadığı yerlerde,
örneğin dağ başlarındaki Alevi köylerinde komün olarak yaşayabilmiştir.
Burjuvazi, doğduğunda, çoktan devrimci
barutunu yitirmişti ve zaten tam bu nedenle de demokrasi bayrağıyla değil,
gerici ulusçuluğun bayrağıyla egemenlik mücadelesi vermişti. Kaldı ki, Ermeni
katliamları ve mübadeleler ile Anadolu’daki bu zayıf burjuvazi bile tasfiye
edildi. Ve onlarla birlikte hala demokratik gelenekleri bulunan işçiler de
tasfiye oldu. Onların tasfiyesiyle demokrasinin en büyük düşmanı devletçilik,
derebeylik ve tefeci bezirganlık güçlendirildi.
Daha sonraki sosyalist hareket ise,
Sovyet dış politikasının bir aracı olarak kaldı. Sadece altmış ve yetmişlerin
kitlesel kabarışında biraz demokrasiyi geliştirecek öğeler vardı. Ama bu
hareketin nesnel demokratik karakterine karşılık, ideolojisiyle demokratik
değildi ve ilham aldığı bürokratik kastların da etkisiyle demokrasiyi burjuva
diye küçümsüyor, anti demokratik yöntemleri kutsuyordu. Böylece nesnel olarak
demokratik karakterdeki işçi ve yoksul tabakalara dayanan hareketler bile bir
demokratik etki ve gelenek bile bırakmıyorlar, demokrasiye karşı çalışıyor,
kedi iplerini çekiyorlardı. Aynı zamanda bu hareketler hepsi de gerici bir
milliyetçiliği desteklediklerinden, devletin yapısını hiçbir şekilde tartışma
konusu yapmıyorlar, gerici ulus tanımları karşısında devrimci ve demokratik,
yurttaşlığa ve haklara dayanan bir ulus tanımı için mücadele etmiyorlardı.
Ancak 1990’ların başında Sovyet
bürokrasisinin ve onun o muazzam ideolojik ağırlığının çökmesi, eski demokratik
hedeflere geri dönüşün koşullarını yarattı. Bu bile, globalleşmenin
ideolojisinin, yani “çok kültürlülük” ve “ulus devletin sonu” gibi ideolojik
kavramların egemenliği altında, yani bir ideolojik gericilik ikliminde; sivil
toplum kuruluşlarının demokrasi mücadelesinden kaçışın örtüsü olduğu; yarı
resmi devlet ya da sermaye destekli arpalıklar işlevi gördükleri koşullarda
baştan çarpık bir biçimde oluştu.
Böylece, içten demokrasi özlemleri bile
“Sivil toplum”, “Çok kültürlülük”, “ulus devletin sonu” gibi, aslında dünya
çapında bir ideolojik gericiliğin söylemleri biçiminde ortaya çıktı bu da
sosyalistlerin demokrasi mücadelesinden uzak durmalarını pekiştirdi ve bir
özeleşiri sürecine girmelerini engelleyici, onları taşlaştırıcı bir etki yaptı.
Böylece, demokrasi sahipsiz kaldı. En
tutarlı demokrasi savunucusu olması gereken sosyalistler demokrasiye uzak ve
bunu küçümseyen bir konumda kalıyor; demokrasi özlemleri ise globalizmin gerici
ideolojik saldırısının kavramları içinde kendini ifade edebiliyordu.
Politik İslam ve Demokrasi
Politik İslam’da ifadesini bulan ve
yoksul işçilerin memnuniyetsizliğini kendi yedeğine alan Anadolu burjuvazisi ve
Müslüman burjuvazi demokrasiden korkmaktadır. Dini olanı özel olan, inanç olan
olarak tanımlama ve devletin gerçek bir laikliğinin değil; Kemalizm’in resmi
devlet İslam’ı karşısında kendi İslam’ını devletin resmi İslam’ı yapmanın
kavgasını vermektedir. Örneğin Diyanet işlerini kapatmak; bütün imam ve
müezzinlerin, bütün din adamlarının o cemaatlerin gönüllü bağışlarıyla
geçinmesi; dinle ilgili bütün resmi okulların kapanması ve dini eğitimin
cemaatin kendi olanaklarına bırakılması; okullardan din derslerinin
kaldırılması gibi gerçek bir demokrasinin olmazsa olmaz koşulları için hiçbir
girişimde bulunmamaktadır.
Böyle davrandıkça da modern şehir
hayatını yaşayan orta sınıfları ve Alevileri, buna karşı tek garanti gördükleri
anti demokratik karakterdeki devlet oligarşisinin kollarına atmaktadır. Hâlbuki
bir parça tutarlı demokratik tavır ile yani devleti inanca ilişkin olandan
tamamen dışlayan ve tarafsızlaştıran; inancı politik alanın dışına atan gerçek
bir laiklik ile bütün şehir orta sınıflarını ve Alevileri yanına kazanıp en
azından tarafsızlaştırabilir ve iktidar gücünün ordu ve bürokrasiden
parlamentonun ve seçilmiş temsilcilerin eline geçişini sağlayabilir. Ama bunu
yapmamaktadır. Çünkü gerici özünü korumakta, tutarlı bir demokrasinin kendisine
karşı çalışacağını bilmektedir.
Politik İslam, aynı tutuculuğu ve
demokrasi korkusunu ulus tanımında göstermektedir. Ulusun tanımından, dil, din,
etniyi dışlayacak ve böylece tüm dillere ve kültürlere eşitlik sağlayacak ve
böylece örneğin Kürtlerin ve diğer azınlıkların desteğini kazanabilecek,
böylece Ordu ve bürokrasiyi tamamen tecrit edecek yerde; bir zamanlar
insanların yer çekiminin olmadığına inanmaları halinde düşmeyeceklerini
savunanların mantığıyla Kürt sorununu yok sayarsanız yok olur diyerek,
Türkiye’deki en büyük demokrasi gücünü karşıya itmekte. Dile, etniye dayanan
ırkçı milliyetçiliğe destek vermektedir.
Bürokratik Oligarşi ve Burjuvazi
Burjuvazinin bu korkaklığı sayesinde
Bürokratik oligarşi, aslında her biri demokratik özlemlerin ifadesi olan
hareketleri, birbirine karşı kullanma olanağı elde etmektedir. Bu nedenle
Türkiye’deki rejimin bu dengelere dayanan ilginç bir Bonapartist karakteri
vardır. Bürokratik oligarşinin egemenliğinin ve gücünün devamı için, Anadolu
burjuvazisinin İslam'ı bayrak etmesinin ve demokratik özlemlere cevap
vermemesinin ve demokrasi konusundaki korkaklığının hayati bir önemi vardır.
Eğer, Anadolu burjuvazisi olmasa,
devlet oligarşisi egemenliğini böyle sürdürüp hala bu günkü gibi gücünü
koruyamaz. Ama bu bürokratik oligarşi de olmasa, Anadolu burjuvazisi, geniş
gayrı memnun emekçi kesimleri böyle kendi politik İslam bayrağı altında
toparlayamaz.
Bu burjuvazi, İslam'ı, yarı resmi
devlet dini yapmak istediği ve gerçek bir laiklikten kaçtığı için bütün şehir
orta sınıflarını ve Alevileri bürokratik oligarşinin bir yedeği haline
getirmektedir. Bürokratik oligarşinin böyle güçlenmesi karşısında, onun
dayatmalarından bezmiş emekçi kesimler ve hatta büyük şehir burjuvazisi bile bu
sefer politik İslam’ın ardında saf tutmaktadır.
Kemalist bürokratik oligarşi ile
politik İslam'ı bayrak yapmış burjuvazisi, birbirinin can düşmanı gibi
görünmelerine rağmen birbirlerinin en büyük iş birlikçileridir. Gerçek bir
demokratik hareket çıktığı an onlar, onun karşısında derhal birleşeceklerdir ve
o zaman onların arasındaki özdeşlik çok daha iyi görülecektir.
*
Aynı özdeşlik bölgedeki uluslar arası
güçler bakımından da geçerlidir. Bu gün sanki ABD ile bölgenin bürokratik ve
molla oligarşileri; ABD ile Şiiler karşı güçler gibiymiş gibi görünmektedirler.
Hâlbuki politik olanın tanımından her türlü dini, dili, kültürü dışlayan
gerçekten demokratik bir hareket karşısında bunların hepsi aynı gerici
milliyetçiliğin savunucusu olarak ortaya çıkarlar.
İşte her şeyden önce taşları yerli
yerine oturtmak için, bölgenin ve Türkiye’nin bu gün içinde bulunduğu sefalete
son vermek için; eşiğinde bulunulan kanlı gelişmelerden kurtulmak veya en
azından bir çözüm alternatifi çıkarmak için bir gerçekten demokratik ve
cumhuriyetçi bir program gerekmektedir.
Güçler
Peki böyle bir programı yükseltecek
hangi güçler var bugün?
Şu an böyle bir programı olan biricik
güç Kürt hareketidir.
Kürt hareketi de, en yükseldiği
zamanlarda, demokrasi düşmanı ve ulusu soya, dile kana göre tanımlayan
geleneklerin etkisi altındaydı. Ne ulusal baskıya karşı, ulusun tanımından
dili, dini dışlayan demokratik ve cumhuriyetçi bir programa sahipti ne de
kendisinin ve hedeflerinin demokratik bir karakteri vardı. Onun demokratik
karakteri, gerici bir milliyetçiliğe karşı yine aynı milliyetçilik anlayışına
dayanmasına rağmen, ezilen bir ulusun hareketi olmasından kaynaklanıyordu.
Kendisinden ve taleplerinden ziyade mücadelesinin nesnel sonuçları demokratik
karakterdeydi.
Yine de bu hareket belli özellikler
taşıyordu. Onun sosyalizmden kaynaklanan ideolojik gelenekleri ve yoksullara
dayanan yapısı, içinde bir demokratik ulusçuluğun oluşup gelişmesine de olanak
sunuyordu. PKK tüm etnilerden, kültürlerden, dillerden ve dinlerden insanları
içinde barındırıyordu. PKK’nın kendisi tam anlamıyla laik ve dil, din, kültür
ve soyu politik olanın tanımından dışlamış bir örgüttü. Taraftarları içinde
Müslümanlar kadar Ezidiler, Aleviler ve Hıristiyanlar; Kürtler gibi Türkler
bulunuyordu. PKK hiçbir zaman bir Kürt örgütü değil, her zaman bir Kürdistan
örgütü olmuştu. Bu sadece Türkiye’de değil, Orta doğu’da bile pek görülen bir özellik
değildir. Yani PKK, politik olandan dili, dini, soyu, kültürü dışlamış;
demokratik bir ulusçuluğun prototipi özellikleri kendi yapısında taşıyordu.
Hem bu özellikleri, hem yoksullara
dayanan plebiyen yapısı; hem Sovyetlerin çöküşünün onun ideolojik bukağılarından
kurtarması; hem de tüm dünya ülkelerinin kendilerine karşı bir cephe oluşturup
en küçük bir savunma olanağı bile bırakmadığı koşullarda, bu hareket, ilk kez,
Ulusçuluğun ilk ortaya çıktığı çağın demokratik ve devrimci ulusçuluğunu el
yordamıyla yeniden keşfetti.
Ne var ki bu keşfediş ve formülasyon,
ağır bir darbenin alındığı ve büyük bir tecridin yaşandığı koşullarda, bir
imhayı engellemek için yapılan taktik manevraların ve diplomatik söylemlerin
içinde ifade edildiğinden onun bu özgül niteliği bizzat kendi taraftarlarınca
bile yeterince kavranamadı ve onun ifade edildiği taktik biçimler ve ilk kez el
yordamıyla keşfedilmiş olmasının zorunlu kıldığı kavramsal belirsizlikler;
içinde taşıdığı geçmişin izleri kadar ideolojik iklimin moda kavramlarının
etkileri onun özünün ve öneminin kavranmasını engelledi.
Böylece onun ifade ediliş biçiminin
özellikleri bahane edilerek herkes tarafından dışlandı. Liberaller onu eski
Stalinist kalıntıları nedeniyle anlamadı; Stalinistler kullandığı terminoloji
nedeniyle bir ideolojik gericiliğe teslimiyet olarak gördüler; demokratlar
diplomasi ve taktik özellikleri nedeniyle Kemalizm’le bir uzlaşma ve teslimiyet
olarak gördüler; Kürt burjuvazisi de böyle bir pazarlık veya kandırmaca olarak
anladı ve öyle uygulamaya kalktı.
Bütün bunların yanı sıra, zaten
demokratik cumhuriyet unutulduğu ve Türkiye’nin sosyalistleri demokratik
olmayan bir milliyetçiliğin savunucusu olduklarından, programı ve çağrısı hiç
bir zaman bir yankı bulamadı ve karşılıksız kaldı.
Bu karşılıksızlık sürerken, ABD’nin
Irak’ı işgali PKK’nın projesinin bütün ikna ediciliğini ve çekiciliğini Kürtler
arasında bile yitirmesine yol açtı. PKK’yı destekleyen veya zaten mecburen
desteklemek zorunda olan Kürtlerin hepsi, dile, soya, dayanan milliyetçiliğe doğru
muazzam bir kayış yaşadı. Bu kayış, bizzat PKK ve devamcısı örgütlerin bile,
Öcalan’ın büyük prestijine rağmen bu gidişin akıntısına kapılmalarına yol açtı.
Projeyi bizzat kendi örgütü bile savunamaz ve savunamaz oldu. Böylece devrimci
ve demokratik bu ulusçuluğa göre tanımlama denemesi, daha doğup ayakları
üzerinde durma fırsatı bile bulamadan yok olma tehlikesiyle karşı karşıya
geldi.
İşçiler
Bu koşullarda bizler politik olanın
(ulusun) tanımından dili, dini, soyu, kültürü, tarihi dışlayan Demokratik
Cumhuriyet hedefiyle ortaya çıkıyoruz. Bu program sadece Türkiye’nin değil
bölgenin sorunlarına biricik çözümdür.
Programımızda, işçiler için, köyüler
için ekonomik veya özel istemleri arayanlar bulamayacaklardır.
Çünkü ancak bir demokratik cumhuriyette
işçiler hedeflerini ve istemlerini en ideal biçimde savunma olanağı elde
edebilirler. Bu koşullar olmadan, bu koşullar varmışçasına talepler sunmak
sadece kafa karışıklığına ve siyasi belirsizliğe yol açar.
İşçiler bu günkü ekonomik mücadelelerin
bitiriciliği içinde yok olmak istemiyorlarsa, demokratik cumhuriyet bayrağını
yükseltmelidirler.
Ancak, yukarıda açıklanan Demokratik
Cumhuriyet bayrağını yükselten işçiler bağımsız bir politik hareket
oluşturabilir ve tüm gayrı memnunları bir cephede toplayıp bu günkü gibi tecrit
durumlarına son verebilirler.
Fabrikasında, iş kolunda veya genel olarak ücret düzeyindeki bir düzelme için savaş sadece işçileri ilgilendirir ve diğer gayrı memnunları kazanamaz: bu da işçilerin tecridine ve yenilgilerine yol açar.
Fabrikasında, iş kolunda veya genel olarak ücret düzeyindeki bir düzelme için savaş sadece işçileri ilgilendirir ve diğer gayrı memnunları kazanamaz: bu da işçilerin tecridine ve yenilgilerine yol açar.
Ama eğer işçiler, demokratik bir
politik hareketin başını çekerlerse, o Alevilerin, Kürtlerin, Köylülerin, şehir
orta sınıflarının, bölge halklarının ve hatta burjuvazinin belli kesimlerinin
bile desteğini kazanabilir. Bürokratik oligarşinin keyfiliğinden ve ilkel
milliyetçiliğinden bıkmış; demokratik bir ulusçuluğun sağlayacağı geniş
olanakları gören hiç de küçümsenmeyecek bir burjuva kesimi bile bulunmaktadır.
Ama ancak böylesine geniş kesimler
birleştirilerek, bölge oligarşilerinin egemenliğine son verilip, Amerika’nın
bölgeyi dine, dile, soya dayanan küçük devletlere bölme ve onları birbirine
karşı kullanma planlarına bir cevap verilebilir.
Ancak böylece bölge içine itildiği
mezbahadan kurtulabilir.
İşçiler ancak demokrasi bayrağını
yükseltirlerse iktisadi durumlarında bir gelişme sağlayabilirler
Ama bunun için ilk şart, işçilerin
öncelikle kendilerinin politik olanı dile, dine, soya, tarihe dayanan
ulusçulukla bölünmesidir.
Biz başlarsak başkaları bizi
izleyecektir.
10 Şubat 2004 Salı
Kısa Versiyon:
1) Gerçek bir eşitlik için, ulusun
tanımından her türlü, dil din, tarih, "etni", soy, kültür,
"ırk" belirlemesi kalkmalı, ulus bunlarla tanımlanmaya karşı
tanımlanmalıdır.
Bu somut olarak şu tedbirlerle
gerçekleşebilir.
· Herkese istediği dili anadil olarak
seçme ve anadilinde eğitim hakkı olmalıdır. (Ana dilini öğrenme hakkı değil. Bu
farklıdır dillerden birine üstünlük sağlayıp eşitsizliği arttırır.)
· Ortak bir konuşma ve yazışma dili
gerekip gerekmediğine; gerekiyorsa bunun hangi dil olacağına demokratik ulusun
yurttaşları tartışarak ve oylayarak karar verirler.
· Okullarda herkes ana dilinde ama aynı
ortak tarihi okumalıdır. Bu tarihi, ülkedeki ve komşularındaki bütün dillerden,
etnilerden, dinlerden, kültürlerden, cinslerden eşit miktardaki temsilciler
ortaklaşa yazmalıdırlar.
· Eğer olmasına karar verilirse, din ve
ahlak dersleri, yeryüzündeki tüm büyük din ve inançlardan eşit sayıda
temsilciler tarafından ortaklaşa yazılmalıdır.
· Devletin tüm inançlar karşısında eşit
ve tarafsız olması için, Diyanet lağvedilmeli, imam hatipler normal okullara
çevrilmelidir.
· Diyanet gibi kurumlarda şimdiye kadar
çalışanların mağdur olmaması için geçimleri gönüllü olarak cemaatler tarafından
karşılanmayanlar devletin başka işlerine yerleştirilmelidir.
· Devlet sadece inançlar arasında
eşitliği sağlamak ve azınlık inançta olanlar aleyhine oluşacak fiili
eşitsizlikleri gidermekle yükümlü olmalıdır.
2) Yurttaşların en geniş şekilde
örgütlenebilmesi, hakkını koruyabilmesi, haksızlıklara ve eşitsizliklere karşı
mücadele edebilmesi için.
· Sınırsız bir düşünce, ifade ve
örgütlenme özgürlüğü derhal uygulamaya geçmeli, bunları sınırlayan tüm yasalar
derhal ve otomatik olarak geçersiz olmalıdır.
· Devletin, firmaların, örgütlerin,
partilerin ve bunların bütün organlarının bütün kararları, bütün tartışmaları
tüm yurttaşların bilgisine açık olmalıdır.
3) Demokrasinin gerçekleşebilmesi,
yurttaşların doğru kararlar verebilmesi için her şeyden önce doğru bilgilenme
gerekir. Doğru bilgilenme için ise, medyanın devlet ve sermayenin tekelinden ve
egemenliğinden kurtulması gerekir. Bunun için de
· Tüm medya ve yayın faaliyeti,
matbaalar, frekanslar, kanallar, kağıtlar toplumsallaştırılmalı, devletin ve
sermayenin elinden alınmalı ve yurttaşların ve örgütlerinin emrine
verilmelidir.
· Medya olanakları, tüm örgütler,
partiler, inançlar, fikirler, akımlar, meslekler, cinsler, yaşlar, bölgeler vs.
arasında üye sayılarına ya da nüfus içindeki oranlarına göre dağıtılmalıdır.
· Bu dağılımın gerçek oranları
yansıtmaları için sık sık ayarlanmalıdır
4) Yurttaşların üzerinde yükselmeyen,
onlardan bağımsızlaşmayan ama onlara itaat ve hizmet eden bir devlet cihazı için:
· Tüm düzeylerde yetki ve sorumluluk
seçilmiş organlarda olmalıdır. Osmanlı artığı, Firavun ve Nemutlar zamanından
kalma valilik, kaymakamlık gibi merkezi olarak atanan ve belirlenen tüm makam
ve organlar lağvedilmedir.
· Tüm emniyet, asayiş ve savunma
kuvvetleri bu seçilmiş organların emrinde ve kontrolünde olmalıdır.
· Tüm seçilmiş yöneticiler ve organlar
kendilerini seçenlerin beşte birinin oyuyla geri alınabilmeli ve seçim
yenilenmelidir.
· Tüm seçilenler seçildikleri süre
içinde ve çalışmaları esasında ortalama bir çalışanın gelir düzeyinde ücret
almalıdır.
· Memurların tayin, terfi, seçim ve
emeklilik işlemlerinde bağımsız memur sendikalarının tuttukları siciller esas
alınmalıdır.
· Asker sivil adalet ikiliği ve memurlar
hakkında dava için izinler kalkmalı. Kanun ve yasalar karşısında mutlak eşitlik
olmalıdır.
· Mahkemelere jüri usulü gelmelidir.
5) Bu biçimsel eşitliği ve demokrasiyi
sağlayan tedbirlerin yanı sıra, asgari ölçüde ekonomik ve sosyal eşitsizlikleri
kaldırmak için
· Devlet her yurttaşa iş bulmak,
bulamıyorsa, sendikaların ve bağımsız tüketici teşekküllerinin tespit edeceği,
asgari geçim endeksine uygun gelir sağlamakla yükümlü olmalıdır.
· Tüm yurttaşlar için genel sağlık ve
emeklilik sigortası olmadır. Sigorta, doğrudan sigortalı yurttaşların seçilmiş
temsilcileri tarafından yönetilmeli ve denetlenmelidir.
· Gelecek nesiller arasında kültür,
eğitim ve iktisadi farklardan doğan eşitsizlikleri asgariye indirmek için, her
çocuk için parasız kreş ve anaokulu sağlanmalıdır.
· Tüm eğitim ve araçları parasız olmalı,
düşük gelirli ailelerin çocukları ekstra desteklenmelidir.
· Tüm azınlıkların gerçek hayatta fiilen
ortaya çıkacak bizzat matematik bir azınlık olmaktan doğan dezavantajlarını bir
ölçüde ortadan kaldırabilmek için kotalar ve pozitif ayrımcılık uygulanmalıdır. https://dub115.mail.live.com/default.aspx?wa=wsignin1.0#n=1940414792&fid=1&mid=8adee6c0-916e-11e2-891a-002264c16116&fv=1
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder