BirGün 04/02/2013
Peki ya faşizme, diktatörlüğe karşı mücadele verdiğini söyleyenler kuzu postuna bürünmüş faşistlerse? Onları nasıl tanıyacağız? Israrla ve sık sık görünür olup, tüm televizyon ekranlarını kaplayıp (1984 romanını hatırlayın) insanlık ve ilerleme adına ne varsa silip atan ideolojileri savunmaları ve kabul ettirmeye çalışmaları bir belirti olabilir mi?
Zeev Sternhell ise faşizmin bu denli “kolay” tanımlanmasına yönelik olası itirazları “Faşist İdeolojinin Doğuşu” kitabında yanıtlıyor: “...Zira bir düşüncenin, insan davranışındaki irrasyonel bileşeni tanıması, derhal faşist olarak damgalanmasına yetmez. Fakat bu farkındalığa gerçek bir sistem payesi verilirse, rasyonalizm, materyalist denilen düşünce sistemlerinin temeli olarak görülüp reddedilirse, o zaman faşizme doğru giden yol sonuna kadar açılır. Anti- rasyonalizm, yoğun bir kültürel pesimizmle birleştiği zaman, bariz bir şiddet ve etkin elitler kültüyle atbaşı gittiği zaman, faşist düşünce kaçınılmaz bir biçimde vücut bulur.”
Faşizm nedir? Tarih sahnesinde yerini aldı mı yoksa halen tetikte mi olmamız gerekiyor? Kime faşist denir? Kara gömlekleriyle İtalya sokaklarında komünist avına çıkanların yok olmuş olması faşizmin ve faşitlerin de yok olduğu anlamına mı geliyor? Bu yüzyıla, zamanın ruhuna, neoliberal ekonomik düzene ve küresel sisteme uygun yeni bir faşizm tanımı yapılamaz mı? Modernizm/postmodernizm tartışmasında faşizmin yeri yok mu? Toplum, 30’lu yılların aksine, “düşman ceza hukuku uygulananlar” ve “rıza yaratımı süreçlerine uyum sağlayanlar” olarak kesin bir şekilde ikiye ayrılmışken, daha berraklaşan ve ustalaşan bir faşizmden söz edebilir miyiz?
Sözcüklerin anlamının ve kullanımın değiştiği, “demokrasi” adına yola çıkanların otoriterden de öte, totaliter rejimlere öykünerek iktidarını sürdürdüğü bir dönemde, yeni bir faşizm tanımı yaparsak, bu tanım kimleri kapsar? Peki asıl faşizm tanımından çok uzaklaşmadan, faşizmin özelliklerini günümüze uyarlamaya çalıştığımızda karşımıza kimler çıkar? Bilim insanları ve düşünürler yeni bir “faşizm” (ya da adına her ne denecekse) tanımı yapana dek, biz faniler hafızamızdakilerin zaman zaman su yüzüne çıkmasıyla halen eski korkuları duyduğumuzdan, belki de ne geçen yüzyıldan ne de faşizmden uzaklaştığımızı düşünmek konusunda özgürüz.
Özellikle de Umberto Eco bizi bu konuda uyarmışsa: “Sonsuz faşizm bazen sivil giysilere bürünümüş olarak hala çevremizde dolaşıyor. Birinin dünya sahnesine çıkıp ‘Auschwitz’i yeniden açmak istiyorum’ demesi ne kadar kolaylık olurdu bizim için. Ama yaşam o kadar basit değil. Ur-Faşizm (Sonsuz Faşizm) en masum kılıklarla geri gelebilir. Görevimiz, maskesini düşürüp, yeni belirtilerini hemen işaret etmektir, nerede ve ne zaman olursa olsun.”
Bu tetikte olma halinden bir süredir vazgeçenler, günlük hayatta, gazete haberlerinde, kavgalarda, saldırılarda karşılarına çıkanları her seferinde aynı şaşkınlıkla idrak ediyorlar. Ya şaşırma/hayal kırıklığına uğrama hakkımızı sonuna dek kullandıysak?
Peki ya faşizme, diktatörlüğe karşı mücadele verdiğini söyleyenler kuzu postuna bürünmüş faşistlerse? Onları nasıl tanıyacağız? Israrla ve sık sık görünür olup, tüm televizyon ekranlarını kaplayıp (1984 romanını hatırlayın) insanlık ve ilerleme adına ne varsa silip atan ideolojileri savunmaları ve kabul ettirmeye çalışmaları bir belirti olabilir mi?
Henri Michel “Faşizmler” kitabında şöyle diyor: “Nasyonal-Sosyalizm başarısının büyük bölümünü propagandasına borçluydu; bu konuda bir bakanlık kuran ilk rejimdir. Goebbels ilke olarak, basın, film, radyo, müzik ve edebiyatın efendisiydi. Goebbels sonunda Alman ulusunun manevi devamlılığının gerçek sorumlusu oldu. Konuşmalarında halka yakın bir dil kullanmaktaydı; sloganların erdemini ve tekrarların kitle üzerindeki etkisini bilmekteydi. Hayasız bir biçimde ‘basın yalnızca bilgi vermeli, ama eğitmelidir de...O, hükümetin oynayabileceği bir klavyedir’ diye iddia edebilmektedir.”
Almanya’da, “gazeteci olmak için bir lisans almak gerekmektedir, hiçbir ön sansür söz konusu değildir; ama en basit dil sürçmelerinin bile korporatif bir mahkeme ve polisiye yaptırımla sonuçlanması nedeniyle bir otosansürün söz konusu olması olasıdır.”
Seyfi Öngider de Özgür Üniversite Forumu’nda yayınlanan Züccaciye Dükkanına Giren Fil isimli makalesinde faşizm ve muhalefet ilişkisinden bahsediyor: “Faşizmi diğer gerici veya açık (örneğin askeri diktatörlük gibi) burjuva diktatörlüklerinden ve ideolojilerinden ayıran başlıca özelliği, toplumsal muhalefeti, ya da daha genelleşmiş biçimleri çerçevesinde ‘düzene muhalefeti’ daha doğmadan, kendisini ortaya koymadan yok etmesi, ya da yok etmeye yönelik tarzda örgütlenmesidir. Siyasette tekelci olmasının, başkalarına, kendisinden farklı olanlara yaşam hakkı tanımamasının nedeni de budur. Ancak bu asli işlevini yerine getirip tekelci burjuvazi için ‘dikensiz bir gül bahçesi’ yaratmaya çalışırken sadece baskı ve teröre değil toplumsal onaya ve desteğe de ihtiyacı vardır.”
Basın sansürünün düzeyi, kitle iletişim araçlarını kontrol altında tutmak, örgütlenme özgürlüğünü kıstlamak, muhalifleri sindirmek/yok etmek, yasama ve yargı erklerini yürütmenin altında toplama faşizmin en ayırt edici özelliklerinden.
Faşizmin başka bir özelliği de “muhafazakârlık.” Barrington Moore, “Diktatörlük ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri” kitabında muhafazakarlık ile faşizm ilişkisini açıklıyor: “Faşizm, muhafazakârlığı popüler ve avam yapma çabasıdır.”
Yine Umberto Eco, faşizmin bir özü olmadığını, muğlak bir otoriterlik olduğunu, farklı felsefi ve politik fikirlerin bir kolajı bir çelişkiler yumağı olduğunu ifade ediyor. Yani, faşizmin birkaç özelliğinin değişmesi onu faşizm olmaktan çıkarmayacağı gibi, faşizm de her düşünce sistemi gibi çağa ayak uydurarak değişim gösterebilir, “kendini geliştirebilir.”
Evet, şimdi faşist olduğunu gururla söyleyenler yok, açık faşistler bile bu kelimeyi sahiplenmiyor, Eco’nun deyimiyle, “Kimse Auschwitz’i yeniden açmak istediğini söylemiyor.” Peki ya eylemleri ne diyor? Propagandada daha ustalaşmış, rıza yaratma araçlarını, devletin ideolojik aygıtlarını daha kristalize olmuş şekilde ve güncel özgürlük kavramlarının arkasına sığınarak kullananlar, bu tanımlamadan – sırf söylemleri daha az belirgin olduğu için – muaf mı tutulacak?
Peki ya onlarla aynı fikirde değilsek? Eco, “Ur-Faşizmin (Sonsuz Faşizm) gözünde anlaşmazlık ihanettir” diyor. Mırıltı halindeki bir muhalefet belirtisi gösterenlerin bile hapse yollanabildiği, işten atıldığı, günlük hayatın basit akışında bile türlü psikolojik baskılara maruz kaldığı bir ülkeden bahsediyor olabilir mi?
İtalya örneğinden devam edersek: “Gramsci ölümüne kadar hapiste kaldı; Giacomo Matteotti ve Roselli kardeşler gibi muhalefet liderleri suikastlara kurban gittiler; özgür basın lağvedildi; sendikalar dağıtıldı; politik muhalifler ücra adalara sürüldüler. Yasama gücü yalnızca kağıt üstünde kalmış ve (yargıyı ve kitle medyasını da denetleyen) yürütme gücü doğrudan yasa çıkarabilmiştir.”
Zeev Sternhell ise faşizmin bu denli “kolay” tanımlanmasına yönelik olası itirazları “Faşist İdeolojinin Doğuşu” kitabında yanıtlıyor: “...Zira bir düşüncenin, insan davranışındaki irrasyonel bileşeni tanıması, derhal faşist olarak damgalanmasına yetmez. Fakat bu farkındalığa gerçek bir sistem payesi verilirse, rasyonalizm, materyalist denilen düşünce sistemlerinin temeli olarak görülüp reddedilirse, o zaman faşizme doğru giden yol sonuna kadar açılır. Anti- rasyonalizm, yoğun bir kültürel pesimizmle birleştiği zaman, bariz bir şiddet ve etkin elitler kültüyle atbaşı gittiği zaman, faşist düşünce kaçınılmaz bir biçimde vücut bulur.”
Hala tüm olup bitenlere gözümüzü kapatıp faşizmi geride kalmış bir cehennem olarak tanımlayabilecek miyiz?
Yanıtlanması gereken çok soru var. Ancak tahmin ediyorum, 3 Ocak 2013 tarihinde, Türkiye’nin herhangi bir kentinde yaşıyorsanız ve olup bitenden hoşnutsuzsanız bu soruların birçoğunun yanıtını kafanızda belirmiştir ve yanıtlanması gereken tek bir soru kalmıştır aklınızda: “Şimdi ne yapacağız?”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder