4 Şubat 2013 Pazartesi

Muhafazakâr İktidara Karşı 'İslami Sol' Muhalefet!..

Veysel Yenigül  04/06/2012  Hınıs Haber
Türkiye’de son yıllarda göze çarpan muhalif bir düşünce veya fikir hareketi nerdeyse yok gibi! Tabiki Kürt aydınlarını paranteze alırsak..

Eski statükocuları, zamanın ruhu tasfiye ederken;
 İslamcılar ve muhafazakârların öncülüğünde yeniden ikame ve inşasıyla meşgul olunan sistemin, nasıl bir sistem olacağını aşağı-yukarı bir yıl içinde çıkması beklenen ‘yeni bir anayasa’ ile daha net görmüş olacağız. Bu arada her alanda bir donmuşluk, sıkıcı bir tekrar ve nerdeyse 100 yıl önceki sorunların klasik hale geldiği sığ tartışmalardan da deyim yerindeyse gına geldi. Bunun yanında özgür tartışma ortamının topluma en büyük faydası ise bütün camialarda eski alışkanlıkların, ezberlerin, kirli ve çarpık ilişkiler içinde olanların planlarının deşifresini sağlamış olması olduğunu düşünüyorum. 

 Öte yandan, dindarların iktidarla imtihanı çok sorunlu ve zor geçecek gibi…
Ahmet Altan’ın dediği gibi, Kemalizm’den etkilenmiş herkesin potansiyel olarak, ufku, basireti ve ruhu bir yerden sonra bağlanıyor. İşin içine para, statü ve konfor da girince durum daha da çetrefil bir hal alıyor.
Tam da bu dönemeçte İslami kesim içinden bazı grupların, İslamcı yazar İhsan Eliaçık’ın çıkışları ve söylemlerini baz alarak sosyal medya üzerinden geliştirdikleri kampanyanın, Türk medyasında kendine yer bulmasına tanıklık ediyoruz. İstisnaları haricinde, insan hak ve özgürlüğü sorununu tutarlı bir biçimde, temelden ele almaya hiçbir zaman yanaşmayan Türkiye'deki İslamcı ve solcu çevrelerle merkez medya; nedense birden bire ‘’Allah, ekmek, özgürlük’’ sloganlarını taşıyan gençlere yer verdi ve 1 Mayıs’a katılmalarını da övdü. Kuşkusuz bütün bunlar önemli gelişmelerdir. Cılız da olsa bir muhalefet dili ve yöntemidir. Fakat siyasi popülizmin müsaade ettiği çerçevenin içinde cereyan eden bu tartışma bana bazı yönlerden sahici ve yeterli gelmiyor!
Fakat, işin içine popülizm de kaçmış olsa bu alanın ileriki süreçte mevcut iktidar pratiğine karşı bir muhalefet yöntemi olarak kullanılabileceğini de akılda tutmakta yarar var.

Konunun teorik boyutuyla ilgili tartışmalara katkı olması hasebiyle daha önceden kaleme aldığım bir yazıya dikkatlerinizi çekmek isterim. 
'İslami Sol' tartışmasının tarihi kökeni
Türkiye’nin fikir iklimi geçmişte olduğu gibi bugün de büyük oranda dışarıya bağımlı... ''İslami sol ya da Müslüman sol'' tartışmaları da kabul etmek gerekir ki ağırlıklı olarak Ortadoğu ve İran kültür havzalarından beslene -gelmiştir. İslami sol kavramı; İslam tarihi ve düşüncesine aşina olanların kolay kolay önemsiz gösterecekleri bir konu olmamakla beraber, gene de üzerinde son derece titiz ve disipline edilmiş bir akıl ile eğilmenin zaruri olduğu bir gerçek... Böyle bir kavramlaştırma; modern kapitalist sisteme eleştirel yaklaşan bazı düşünürlerin, İslam tarihinde mekke dönemini önceleyip modelleştirerek, Kuran'ın sosyal hayata yönelik ayetlerini modern bir okuma yöntemiyle açıklamaya çalışmaları ve İslam toplumlarındaki sorunlara çözüm arama arayışları neticesinde meydana geldiği söylenebilir.
 Türkiye, Sünni-hilafetin egemenliğindeki bir imparatorluğun uzantısı ve üniter mirasçısı olarak yoluna devam ediyor. Özellikle Cumhuriyet dönemiyle beraber bu dini çerçeve biraz daha daraltılarak Sünni, Türk-Hanefilik ile yeni bir 'müslümanlık anlayışı' şeklinde formüle edildi. Cumhuriyet kadrolarının diğer alanlarda olduğu dini alanı da millileştirmek istemesi; akla Durkheim’in ‘’dini sosyal bir olgu’’ olarak kavramsallaştırmasını getiriyor. Ona göre Din sosyal bir olgudur, bu yadsınamaz.
Bir toplumun normal koşullarda sağlıklı yaşaması için bütün organizmaların uyumlu ve bir bütün halinde çalışması gerekiyor. Din de bu organizmalardan biridir. Ne var ki o gün gerek teolojik açıdan kendini yenilemeyen gerekse sosyal hareketleri mobilize etme bakımından yeterli bir potansiyele sahip olmayan 18 ve 19.yıl Hristiyanlığı için böyle bir konumlandırmanın anlaşılabilir bir tarafı olabilir. Lakin, İslam için aynı şeyleri düşünmek ve uygulamak; hele hele Cumhuriyet elitlerinin Durkheim’den mülhem tasavvurlarının bugün iflas ettiği gerçeği ortadayken, tamamen isabetsiz ve geçersiz bir teşhis olacaktı. Zira İslam tahrifata uğramamış bir kitap olarak Kuran’ı izleyicilerine bırakıyordu. O kitap ki  (Kur’an) salt anlamıyla taşıdığı mesajda, evrenselliği donmuş ve tek cepheden görünürlülük arz eden bir hakikatle sınırlı değil; üç boyutlu, çevrimsel ve hareketli bir zaman tasavvuru dahilinde algılanma potansiyelini içinde taşıyarak insanlık tarihinin bütün kesitlerinde anlaşılmayı bekleyen devasa bir hazinedir. İslam'ın evrenselliğinden, onun tarih içinde bir olup-bitmişlik veya mesajın kesintiye uğrayıp tarihin belli bir döneminin mutlaklaştırılmasını anlıyorsak fevkalade yanılıyoruz demektir.
Türkiye’de 70’li yıllarda Nurettin Topçunun eklektik bir tarzda ‘İslam sosyalizmi’ adlı çalışmasını es geçersek; 
Bu düşüncenin daha rasyonel ve toplumsal dinamiklerine uygun olarak 1970’li yılların İran’ında ve Ortadoğu’daki Arap ülkelerinde tartışıldığını görmekteyiz. İran’da Ali Şeraiti aracılığıyla sol hareketlerin İslam devrimine aktif katılımı realitesi ortada iken, bu kavramın Türkiye gibi yıllarca sağın ideolojik tutuculuğu üzerinden statükoya eklemlenerek hareketsiz ve teslimiyetçi bir ruh haline girmiş kitleleri mobilize etmede başarısız olacağını söylemek şimdiden peşin hükümlülüktür. Oysa iyi biliyoruz ki, Türkiye'de müslüman kesimlerden de bu durumdan rahatsız olanlar geçmişte hiç de azınlıkta değildi. Üstelik Türkiye'de şehirleşme, yoğun nüfus ve göçle beraber hareketlilik kabiliyetinin yükseldiği gerçeği ortada iken bu tarz bir söylemin etkisiz olacağını söylemek ne derece doğru bilinmez ama, Türkiyede sistemin kısmi de olsa demokratik yapısı ve toplumsal kesimler arasındaki bağlayıcı noktaları belirgin hale getirmiş olması nedeniyle bu tarz eklektik bir muhalefet diliyle tökezlemesi kolay görünmüyor. 
                                 ***
İran özelinden atıfta bulunulan bağlam ise çok farklı...
Fransa’da sosyoloji okuyan Ali Şeraiti, batı düşünce sistematiğini, o dönemler etkili olan sosyalizm ve Marksizm’in önde gelen teorisyenleriyle tanışma imkanı bulur. Batı aklının değişik yönlerini, eleştiri ahlakını, sorgulayıcı zihnini çok iyi kavrar ve İslam toplumlarının donmuş, kalıplaşmış, köhnemiş olan kurumlarıyla dini, sosyal ve siyasal anlayışlarına uygulamaya çalışır. Bu konularda ülkesine döndüğünde verdiği konferansları miting alanlarını aratmayacak derecede olduğu herkesin malumu!..
İran toplumu, uzun ve kadim uygarlık tecrübesi nedeniyle kriz dönemlerinde düşünce ve pratik anlamında radikal söylemlere karşı daha özgüvenli davranmıştır. Antik Yunan felsefesiyle geçmişte daha iyi yüzleşebilen ve başa çıkabilenler aslında İranlılar idi. Nedeni ise sahip oldukları tecrübe ondan istifade etmesini de hazmetmesini de olanaklı kılıyordu. Bu açıdan baktığımızda Ali ŞERİATİ örneği buna somut kanıt olsa gerek...

                                   ***
Diğer taraftan Mısırda Seyyid Kutup’un ‘’sosyal adalet’’ adlı kitabı bu kavramın pratik olarak omurgasını oluşturuyordu dersek yanılmış olmayız. Kutub’a göre de asıl önemlisi, insanlar arasında eşit bir paylaşım ve adil bir düzeni sağlamaktı. Din, mazlumları yeryüzünde iktidarın sahibi kılmak için gelmiştir. (Kassas süresi ayet–5)Dinin ilk müntesipleri peygamber (a. s)in bir iki yakını dışında köleler ve horlanmış olan kimselerden oluşuyordu. Suriyeli düşünür Mustafa Sibai ise daha teorik bir düzeyde ‘’İslam sosyalizmi’’ adlı kitabıyla bu argümanları işlemişti.
Bugün laik diye tanımlanan Mısırlı ünlü düşünür Hasan Hanefi'nin bu kavramı iyice problemli hale getirerek tabir yerinde ise kendince yeniden kurmaya ve sistematize etmeye çalıştığını da belirtelim.
Özellikle Ortadoğu ve bugünün dünyası gerçekleri ışığında süreklilik arz edercesine tartışılmasında fayda vardır. Sınırları teorik düzeyde ‘özellikle teolojik çerçevesi’ çizilmiş olması gerekmektedir. Ancak bu şekilde mevcut sosyal ve siyasal yapının insanlara gelecek vaad etme noktasındaki tıkanıklarını iyi belirleyebilir ve alternatif yeni sosyal hareketleri gerek entelektüel, gerekse politik açıdan motive edebilme potansiyelini taşıyıp taşımadığını da görme imkanına kavuşabiliriz. Aksi takdirde zenginlerin eline geçen ‘Din’i kurtarmak’ adına yapacağımız duygusal yönü kuvvetli söylemlerin belli bir süre sonra ayakları yerden kopuk bir retoriğe gömülebilmesi ihtimali de dikkate alınmalıdır.
Sol cenah’ın Türkiye’de özgün bir duruştan ve kapsamlı toplumsal projelerden yoksun olduğu gerçeğini bir tarafa bırakırsak, muhalif ve etkili aydınlar yetiştirdiğini kabul etmek durumundayız. Türkiye gibi geleneksel değerleri güçlü bir toplumda Marks’ı da yanlış anlayarak tercüme etmeye çalışan sol, kendine özgü ve çok yönlü teoriler geliştirememiştir. Dahası, geçmişinde emperyalizme karşıtlık temelinde geliştirdiği retorikle aslında sığındığı limanın darbeciliği desteklemek olduğu gerçeği de inkar edilemiyor artık. Ne var ki İsmail Beşikçi, Fikret Başkaya, Ömer Laçiner ve Birikim dergisi ekibi ile Ahmet İnsel vb. aydınlar bundan ayrı tutulmalı ve tırnak içine alınmalıdır. Türkiye’de otuz yılı aşkın bir süredir düzenli olarak yayın yapan nadir dergilerden biridir Birikim. İki yıl önce onlar da bu tartışmayı ‘’Sol İlahiyat’’ diye kategorize ederek tartışmaya açmışlardı. İtiraf etmeliyim ki bu konuda daha söylenecek ve tartışılacak çok şey olduğunu Birikim dergisini inceleme imkanım olunca anlamıştım.
Manevi ve teolojik yönü kadar sosyal hayata dönük yüzüyle de oldukça güçlü ve derin mesajlar içeren İslam ve 1960’lı yılların dünyasında sermaye ve sömürüye karşı emek ve insanı merkez alarak yücelten sosyalizm’in ‘’sosyal adalet’’ noktasında birbirine oldukça yakın durdukları gerçeği su götürmez. Lakin burada esas sorunun; ideolojik tutumların, bütün yönleriyle ortak bir insani ve demokratik düzeni inşa etme idealinin önüne geçme ihtimalini taşıyabilme riskini barındırabilmesinde saklı olduğunu düşünüyorum. 
70’li yıllarda gerek Ortadoğu’da gerekse Arap ülkelerinde hanedanlıkları yıkmak adına savunulan bu tez; o günün koşullarında baasçılığı tetiklemişti. Bu gerçeği de göz önünde bulundurmak gerekirse, her türlü etnik kimlik ve mezhepsel farklılıklardan müteşekkil ortadoğunun herhangi bir toplumunda adaletli bir gelecek adına insan hakları savunucularına ve siyasilere peşinen hatırlatmakta fayda görüyoruz: Demokrasi ve evrensel hukuk ile irtibatımızı bugünün koşulları içinde nasıl bir sistematiğe oturtacağız?Var mı buna somut bir yanıtınız?

Sözgelimi bunu savunan 'antikapitalist müslüman gençlerlesavaş karşıtı solcu gençlerinajandasında demokratik değer, kültür ve evrensel hukuk gibi nosyonlar var mı? AB gibi bütün uluslara ve halklara liman olabilecek bir yapıya ve değer skalasına karşı önerebileceğiniz alternatif var mı? Sonra; Kardeşlik, eşitlik, emek, özgürlük gibi kavramlara uygulamada ne kadar sadık olacağımız önemli. Yoksa 'sahte' emperyalizm karşıtlığı üzerinden meşrulaştırdığınız milli-meşreplerinizin kırmızıçizgilerini aşamadığınız sürece sarılacağınız her duvar eninde-sonunda gelip üzerinize çökecektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder