15 Şubat 2013 Cuma

İşçi sınıfı

Murat Belge  Küyerel
Türkiye'de Marksizm’den yola çıkan siyasî hareketlerin proletarya ile ciddi bir bağ kurmadığını söylemiştim. Gerekli anlar ve durumlarda sınıfa, ideolojisine vb. saygılar sunulur, alınacak kararların Türk ve dünya proletaryası için hayırlı ve uğurlu olması temenni edilir, sonra asıl işe geçilirdi.
Bunları, doğrusu, Türkiye’nin sosyalistlerini suçlamak için söylemiyorum —öncelikle. Toplumsal yapının belirleyici koşulları sözkonusuydu. Türkiye’nin kendi ideolojik koşullanmaları sözkonusuydu. Değindiğim o yıllarda böyle bir şey kimsenin zihnini pek kurcalamıyordu, ama, bugün durup dünyaya göz attığımızda, işçi sınıfının yeni bir dünyayı kurması için gerekli zihnî ya da bedenî enerjiye rastlamıyoruz. Bu bakımdan, bizdeki sosyalist akımların hattâ geleceği doğru okuduğu şakasını dahi yapabiliriz.

Ama bunun böyle olması, ciddi bir sorunun belirtisiydi. Bu da, Türkiye’de sosyalistlerin kitlelerle, sıradan insanlarla ilişki kurmaktaki başarısızlıkları sorunudur. İşçiler her yerde, her toplumda, çeşitli küçük burjuva tabakalardan, özellikle de köylülerden daha kolay ilişki kurulabilecek kişilerdir; sınıf olarak da, tek tek bireyler olarak da. Onlarla diyalog, iletişim kanalları kuramamış bir sol siyasî hareketin, durup, “Ben ne yapıyorum?” diye bir düşünmesi gerekir. Bizim burada ne böyle kanallar kuruldu, ne de böyle sorular soruldu.
Bugün bu sorunlar birkaç kere çarpılmış, büyümüş olarak var. 1980’den beri, yani otuz küsur yıldır ciddi bir sosyalist siyasî varlık görünmediği için, bu türden sorunları tartışmadan, hattâ düşünmeden, hattâ farketmeden yaşayıp gidiyoruz. Belki bunun da katkısıyla, “Ben sosyalistim” diyenlerle kitleler arasındaki bağ her zamankinden daha beter bir durumda aslında yok böyle bir “bağ”!
Burada, tabii, Türkiye sosyalistlerinin “sosyalist” olma yolunda attıkları ilk (ve birçok durumda “son”) adımın, yani dine düşman olmanın da payı var. Toplumda büyük çoğunluğun inancı İslâm, günlük hayatını düzenleyen değer sistemi de İslâm’dan edinilme. Bunun yekten mahkûm edilmesi değil, tartışılması gerekir. Ama öyle olmuyor. Dediğim gibi, şu konjonktürde sosyalizmin siyasette kaydadeğer bir varlığı bulunmadığı için, belki önemli de değil. Ama herhalde ilelebet bukonjonktür içinde bulunmayacağız. 1980 öncesinde biçimlenmiş solun, bundan sonra, Türkiye toplumuna söyleyeceği söz, vereceği mesaj kalmadı.
İşçi sınıfı, dünyada bugün, Marx’ın vaktiyle ondan bekleyeceği şeyleri yapacak potansiyele sahip midir? Daha da ileri gidelim, gelişen teknolojide, aynı yapıda bir “proletarya” olarak varolacak mıdır? Bunlar şüphesiz ciddiyetle tartışılması gereken sorunlar. Ama soyut ve genel olarak “sınıf” sorunu, sosyalistler için bunlardan bağımsız olarak önemli bir sorundur. Önemlidir çünkü birtakım insanların bir “sınıf” olarak varlığı, bir “tahakküm” durumunun sonucudur. O “sınıf” kelimesinin içi, 1860’ta şöyle, 1980’de böyle, 2100’de öyle doluyor olabilir. Ama bir “sınıf”tan söz ediliyorsa, demek ki birilerinin başkaları üzerinde bir egemenliği vardır ve öyleyse sosyalistler bu duruma karşıdır.
Onun için “bizde sınıf yoktur” masalına kulak vermek zorunda değiliz. Ama aynı zamanda, nasıl varolduğunu inceleyerek anlamak zorundayız. “İşçi sınıfı, tanımı gereği, devrimcidir”! Bu, “tanımı gereği...” insanı araştırmaktan, düşünmekten, bütün bu zahmetten kurtardığı için, çok elverişli bir araç. Ama gerçek dünyada hiçbir şey, “tanımı gereği” ya da “özü gereği” öyle veya böyle olmuyor. Her zaman, her şey, “desantralize” bir bütün içinde biçimleniyor, belirleniyor. Ve tabii her şey değişiyor ama “bizim” istediğimiz doğrultuda değişecek diye bir kural da yok.
Bu “diskur”un sonunda “antagonizm” kavramına gelmek istiyorum. Bunu da önümüzdeki haftaya bırakayım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder