Bu konuyu (özellikle de “İstanbul-Anadolu Savaşları”[1]
konusunu) daha sonraya bırakmıştım. Olayı, Kürt Sorunu ve çıkmaza giren yeni-sivil anayasa çalışmalarıyla
birlikte “Türkiye’deki sınıf mücadeleleri sürecinin içine girdiği yeni aşama”
çerçevesinde daha sonra ele almaktı niyetim. Süreç biraz daha gelişsin diyordum
içimden. Ama süreç o kadar hızlı ki, ister iste-mez konuyu öne almak gerekti!..
Yazmak benim için bir yaşam biçimi oldu artık!. Hayatı, Türkiye toplumunun içinde bulunduğu
sınıf mücadeleleri sürecini kendi içimde içselleştirerek yaşıyorum ben! Bunu
yaparken de, yazmakla yüksek sesle düşünmüş oluyorum o kadar. Yoksa, kim beni
ne kadar anlıyormuş, kiminle nereye kadar gidilirmiş falan bunlar benim sorunum
değil! Çünkü, hayatı siyaset yaparak kazanmıyorum ben, yani, bazıları gibi
yazdıklarımın getirisine bağımlı falan değilim! Hiç acelem yok! Bana diyorlar
ki, “o kadar yazıyorsun da neden hiç kitap olarak basılmıyor yazdıkların”! Hani
Tatlıses’in, “Urfa’da Oxford vardı da ben mi gitmedim” diye bir sözü var ya!
Hadi basalım diyen oldu da ben mi hayır dedim!!
Türkiye’nin basın-yayın-entellektüel hayatını öyle bir virüs (pozitivizm
virüsü) işgal etmiş ki, onu yok etmeden bir adım bile ileri gitmek mümkün değil!
Ama, çok ilginç birşey, pozitivizm denilen bu zihinsel hastalık, onu yok
edeceğim diye aceleci davranarak sahneye çıktığın an gelip seni de esir alıyor!
Yani o an farkında olmadan senin kendin de onun pençesine düşmüş oluyorsun! Bu nedenle sabır
demiş atalarımız hep, sabır!..Bu işin ilacı bu!..Aceleci davrandığın an, hiç
farkında olmadan yukardan aşağıya değiştirici kimliğini benimsemiş oluyorsun ki,
bu da o an virüsün gelip senin bilincini de işgal etmesi anlamına geliyor,
bunu unutmayalım!. Böyle bir illet bu pozitivizm denilen şey!. Bu çalışma
bitsin sıra onu yazmaya gelecek!..
Evet, konuya dönüyoruz: “Son günlerdeki gelişmeler” derken yanlış
anlamayın, aslında yeni ortaya çıkan-yepyeni gelişmeler falan değil bunlar.
İşin özünde-Türkiye’de gelişen sınıf mücadelelerinin özünde- olan şeyler.
Sadece, her aşamada kendine özgü yeni
dengeler ortaya çıkıyor ve mücadele de
bu dengeler içinde farklı biçimler altında gelişiyor o kadar. Bu ara benim en çok dikkatimi çeken
gelişmeler ise şunlar:
Bir süredir “yüksek faiz” başlığı
altında gelişen tartışmalar son zamanlarda “bankalar sorunu” haline gelmeye
başladı. Bilindiği gibi, Türkiye’de en çok vergi ödeyen on şirketin sekizi
bankalar. Bunların da büyük bir kısmı “İstanbul Sermayesi” denilen TÜSİAD’cı Devletçi
burjuvaların kontrolü altında. Anadolu kapitalistleri isyan ediyorlar tabi bu
duruma!. Devletçi burjuvazinin kontrolü altındaki banka sermayesinin “yüksek
faiz politikasıyla” kendilerinden yana değil,
daha çok İstanbul’da yoğunlaşmış olan TÜSİAD’cı-büyüklerden yana
çalıştığını söylüyorlar[2].
Merkez Bankası’nın ve hükümetin ekonomi yönetiminin enflasyonu ve cari açığı dikkate alarak oluşturduğu denge politikasına
da karşı çıkan bu kanat, son zamanlarda AK
Parti içinde sesini daha çok yükseltmeye
başladı[3]. Buna
bağlı olarak da önce Kanal 24’ün
yönetimi değiştirildi ve daha “jakoben”-daha “Anadolucu” yeni bir eğilim-çizgi
ortaya çıktı. Reel faizin zaten sıfır olduğu bir ortamda, daha da ileri
gidilerek “faizlerin enflasyonun da altına düşmesi” talebi tekrarlanır oldu[4].
Bankalar falan umurunda değildi bu kanadın. Madem ki büyümenin yolu ihracattan
geçiyordu, o halde ihracata yönelik Anadolu sermayesinin yolu ne pahasına olursa olsun açılmalıydı. Hem
sonra AK Parti zaten Anadolu burjuvalarının partisi değil miydi, vakit
kaybetmeden İstanbul’da TÜSİAD çevresinde kümelenen (28 Şubat suçlusu) Devlet
sınıfı müttefiki o Devletçi burjuvalara
karşı topyekün bir mücadeleyi başlat-mak
gerekiyordu..
Ama bu arada, AK Parti çevresinden, sanki yukardaki söylemlere ve
eğilime karşı bir cevapmış gibi farklı sesler de yükselmeye başladı. Örneğin,
Star Gazete’si Genel Yayın Yönetmeni M.
Karaalioğlu, “Tüsiad’ın ekonomi dünyasında ve dolayısıyla siyasi atmos-ferdeki
ağırlığını anlatmaya gerek yok” dedikten sonra şöyle devam ediyor: “Ülkede
üretilen katma değerin %50’si, enerji dışında kalan dış ticaretin %80’i, tarım
ve kamu dışındaki istihdamın %60’ı, Tüsiad’ın 600 üyesinin sahip olduğu 4000
şirket tarafından üretilmektedir”. Karaalioğlu, Ümit Boyner’in davetinde
geçen konuşmalara atfen de onun şu
sözlerine yer veriyor: “Türkiye
sivilleşme açısından çok önemli bir noktaya geldi. Kendisini askeri vesayetten
kurtardı”. Yıllardır askeri vesayetin paralelinde görülen ve en çok da bu
nedenle eleştirilerin hedefinde olan bir kurumun bugün askeri vesayetten
kurtuluşu bir başarı olarak görmesi bile başlı başına başarıdır diyor
Karaalioğlu. Sonra da, işte “değişim dediğimiz şeyin bir parçası da budur” diye
ekliyor. “Esasen, Ümit Boyner’in Kürt Sorunu başta olmak üzere, anayasa,
başörtüsü vb.gibi tartışmalı noktalardaki pozisyonu demokrasi hattındadır”
diyerek, “sohbette bu konulardaki
esnekliğini ve cesaretini de başarıyla
hissettirdi” diyor. “Görüşlerinin tamamına katılıp katılmamak elbette
entellektüel tartışma konusu olabilir, ama karşınızda bir demokratın varlığını
görüyorsunuz” diyen Karaalioğlu, “TÜSİAD’ın, özellikle 28 Şubat’taki çizgisiyle
kıyaslandığında bugün geldiği noktanın ülkenin topyekün demokratikleşmesi
açısından fayda hanesine yazılacak bir değişimi ifade ettiğini” söylemekten kendini alamıyor.
Karaalioğlu’nun bu sözlerinin Koç, Ülker ve Malezya’lı bir ortaktan
oluşan konsorsiyumun 5.7 milyar doları bastırarak özelleştirme kapsamı içinde
İstanbul’da köprülerin ve bazı otoyolların yirmibeş yıllığına işletme
yetkisini aldığı günlere denk geldiğini unutmayalım. Koç belli, Tüsiad’ın ruhu!
Hükümete karşı Tüsiad muhalefetinin odağı olmuş bir isim! Peki ya Ülker? O da
daha düne kadar Tüsiad’cıların “yeşil-İslami sermaye” diyerek dışlamaya çalıştıkları
bir isim değil mi! Malezya, zaten ortada, bir İslam ülkesi. Onları da “İslami
kesimin” hanesinde görmek gerekiyor. Koç gibi Devletçi burjuvazinin en kalantor
temsilcisi bir isim gidiyor yirmibeş yıllığına “AKP’li İslami sermayenin” temsilcisi
bir şirketle işbirliği yapıyor. Hem de
az buz da değil 5,7 milyar dolarlık bir yatırım bu!. Bakın H.B. Kahraman ne
yazdı bu konuda:
“İstanbul'daki büyük sermayenin
son günlerde mevcut iktidarla uzlaşması anlamına gelecek bazı ihaleleri alması
2007 sonrasının en önemli gelişmelerinden biridir. Bu, yakın
dönemde ortaya çıkmış, hepsi birbirinden olumsuz 28 Şubat, 27 Nisan türü
hamlelerin gene bir manada sonu olarak da görülebilir.
Söz konusu ettiğim bu durum tek
başına bir 'olay' değil. Bunun son beş
yılda ortaya çıkan ve siyasal yapımızı derinden
etkileyen diğer büyük adımla, yani ordunun ve bürokrasinin siyaset
dışına çekilmesiyle birlikte
düşünülmesi şart. Gerçi Başba-kan derin devletin henüz
tam manasıyla aşılamadığını söylüyor ve bu doğrudur, ama ortada o yönde bir
iradenin bulunduğu da bir o kadar gerçek.
Bu büyük resmin AK Parti
bakımından ne ifade ettiğini daha önce yazdım. Beni bu noktada CHP yani
muhalefet ilgilendiriyor.
CHP, Türkiye'de
bir 'Muhalefet
partisi midir?' sorusunun cevabını hiç kimsenin 'evet
öyledir' diye vereceği kanısında değilim. CHP bugüne kadar AK Parti'ye karşı eski
düze-nin savunuculuğunu
yaptı. Muhalefeti sadece bu
yaklaşımıyla sınırlı kaldı. Bu model siyasal muhalefete tekabül etmez. Etmediği içindir ki, AK Parti hem iktidar hem de
muhalefet partisi kimliği kazandı. Muhalefet mevcut sisteme radikal bir
seçenek oluşturmakla sağlanır. CHP'nin böyle bir refleksinin olmadığı
malum. Fakat bu vahim tablonun daha da vahimi var. CHP eski sistem
savunuculuğunu ve siyasal mevcudiye-tini üç unsura dayanarak
yapıyordu: Ordu, bürokrasi, İstanbul sermayesi. İlk ikisi devre dışı
bırakıldıktan sonra şimdi İstanbul sermayesi de iktidarla uzlaşmaya başlamışken
bu durum CHP için ayağının altındaki zeminin kayması demek değil midir? Kaldı
ki,İstanbul
sermayesi de iktidara ordunun ve bürokrasinin artık
eski 'işlevini' ifa edemeyeceğini algılayınca yaklaşmıştır. CHP bu durumda
adına muhalefet yaptığı kesimleri yitirmiş, dolayısıyla işlevini de yitirmiş
demektir. Apolitik siyaset
yapmış bir parti, artık o 'imkandan' bile mahrum kalacak demektir.
Eğer her şey bu çerçeve içinde cereyan ediyorsa sevindirici bir durumla
karşı karşıyayız. Kim karşı çıkabilir şu vesayet rejimi denen yapının çökmesine ve onunla özdeşleşmiş bir partinin zayıflamasına. Buna benzer bir durum SSCB sonrasındaki Komünist partilerin başına gelmişti. Hala % 10 civarında
oy alan o partiler hayatını folklorik bir kurum olarak sürdürüyor. Ama bu
durumun son derecede vahim bir yanı da var: Siyaset bugün gerçek bir
muhalefetten mahrum durumdadır ve muhalefet denen, demokrasinin olmazsa olmaz kurumu,
sadece makro planda ve iktidar
partisi aracılığıyla sürmektedir. Olmaz şey değildir, oluyor makro da, ama daha sağlıklı bir demokrasinin ihtiyacı muhalefeti de üstlenmiş daha güçlü bir iktidar partisi değil, gerçek bir muhalefet partisidir. Bekliyoruz”[5].
Bence son günlerin en önemli makalesi bu. Zaten bu yüzden hepsini buraya
aldım ya! Makalenin sonundaki iktidar muhalefet sorununu daha sonra ele almak
üzere devam edelim:
Tam bu tartışmalar gelişirken, son günlerde bunlara bir de, jakoben
kanadın “zenginlerden alınacak yeni tipten bir varlık vergisi” önerisi
eklendi! Hani Amerika’da Obama’nın, Fransa’da Hollande’nin de bu türden
önerileri var ya (Fransa bu konuda adım atmaya başladı bile), buna benzer bir
adımın bizde de atılması gerektiğini savunmaya başladı Anadolucu jakobenler[6]. “Varlık
vergisi”, “zenginden alarak fakirlere dağıtmak” şeklinde yeni tipten halkçı-popülist bir üslupla kamuoyuna kabul
ettirilmeye çalışılıyor, ama işin özü farklı tabi. İşin altında Anadolucu
jakobenlerin TÜSİAD’cı “zenginlere” karşı açtıkları savaş yatıyor! Gene Sabah
Gazetesi’nde S.Yaşar’ın başı çektiği bu görüş, son zamanlarda, Y.Bulut’lu Kanal 24 Yayınlarına da damgasını vurmaya başladı. Görünen
o ki, ihracattan sorumlu Bakan-Zafer Çağlayan- da bunların yanında. Bu kanadın
niyeti Erdoğan’ı da içine alan yeni tipten bir kalkışma hareketini başlatarak
AK Parti politikasına hakim hale gelmek[7].
Baksanıza bu yöndeki gelişmeler Devletçi muhalefet kanadının bile
gündeminde! “AK Parti içindeki dengenin-Erdoğan-Gül
dengesinin- değişmeye başladığı”, bunun yerini,
“Erdoğan’ın başı çektiği jakoben bir
Anadolu burjuvası siyasetinin aldığı” yorumları, kısa zamanda, çaresizlik içinde
kıvranıp duran Devletçi cephenin içinde de rezonans bulmaya başladı, umutlar
giderekten keskinleşecek bir Gül-Erdoğan çatışmasına bağlandı!.
Ne kadar ilginç değil mi, tam bu sırada ODTÜ’de-ve de “heryer ODTÜ’dür” diyerekten
diğer üniversitelerde de olaylar başlıyor! Türkiye’nin uzaya uydu fırlatmasını
ve Erdoğan’ın “emperyalist
politikalarını” (herhalde Suriye politikasını olacak) protesto eden, “tam
bağımsız gerçekten demokratik Türkiye” yanlısı, “anti emperyalist”-Esad-Baas
taraftarı-“ulusalcı”-“sosyalist-komünist” olan “öğrenciler” ortalığı birbirine
katıyorlar!. Devlet sınıfı temsilcisi
muhalefet sözcüleri ise, bir yandan “Gül niye törene davet edilmedi” diyerek AK
Parti içindeki “fay hattına” pas atarken, diğer yandan da, ODTÜ öğrencilerinin
herbirinin birer “Yörük Ali Efe”
olduğunu ilan ediverdiler! “Bunlar daha öncü savaşçılarıymış da önümüzdeki günlerde
diğer üniversitelerde de buna benzer kalkışmalar beklenmeliymiş”! Hani o eski
günlerde olduğu gibi, “rektörler, öğretim üyeleri falan da bu koroya
katılmalıymışlar”!..Helal olsun vallahi! Sen ne dersen de, ne kadar
suratlarındaki Ergenekoncu-darbeci maskeleri düşürürsen düşür, adamlar “yersen”
diyerek aynı oyunları tekrar tekrar sahneye sürmekten çekinmiyorlar!
O gençlere de helal olsun, “Türkiye elbette ki sizinle gurur duyuyor”, duyacak! Dünya bu kadar değişiyormuş, insanlık bilgi
çağına doğru koşaradım ilerliyormuş falan bunlar hiç ırgalamıyor onları. Varsa
da yoksa da garip bir Tayyip düşmanlığı ve çağ dışı bir “solculuk” anlayışı!.
Bu pozitivizm illeti böyle
birşey işte. “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” mi diyordunuz!.İşte herşey bu
cümlenin içinde!. Bilimi bir mürşit-bir din haline getiripte dinin yerine onu
oturttunuz muydu ya herşey bitiyor orada!
Sizin okuduğunuz-öğrendiğiniz bütün o bilimler falan bunların hepsi sizin için
zihinsel birer virüs haline geliyorlar o an! Mekanik-materyalist bir dünya
görüşüne esir oluyorsunuz. Öyle kurtuluşu da kolay olmayan bir zihinsel
hastalık bu. “Bilim” diyorsun, lamı cimi yok bunun, daha ne olacak ki! Debelen
dur artık o zinciri kıracağım diye! O da tabi işin farkına varabilirsen,
varamazsan da öyle gider bu iş ölene kadar. Baksana halâ 68 satmaya
çalışarak ruhsal dünyalarında huzur bulmaya çalışıyor bazı intiyarlara! Pes!
Aynen böyle işte, klavuzunu bir kere yanlış şeçtin mi-bilimi bir din
haline getirdin mi- gideceğin başka yer kalmıyor: Toplum mühendisliği konağında
demir atıyorsun!..Hangi bölümü bitirirsen bitir kendine özgü-o devrimci
gelenekle yoğrulmuş bir toplum mühendisi olarak diplomanı alıyorsun!..Eski bir ODTÜ’lü olarak diyorum ki, vallahi
helal olsun ODTÜ’nün o “devrimci geleneğine”de!.Ne türden bir illetmiş bu pozitivizm denilen şey! Kafanda
kurduğun o “bilimsel” toplum modellerine göre bayrak açarak yürüdün mü bitiyor
iş! Biraz da “Bella ciao, ciao”! Ya da “jandarma biz sosyalistiz” diyerek
duygusal sos! Ah ulan ah, hani aynı yollardan geçerek bu günlere gelmiş olmasak
neyse, ama insan kolay kolay hazmedemiyor olup bitenleri!. Fakat ben size
birşey söyleyeyim mi, işler bu noktaya kadar geldiyse eğer, yakında bu balon patlayacak demektir. O zaman, halâ
bugün bile bu gençlere gaz verenler-bu arada eski solcu liberaller de-kına
yakarlar belki artık!..
Hep aynı hikaye! Ne onlar bıkıyorlar bu filmi defalarca sahneye
koymaktan, ne de seyreden taraftarlar! Her seferinde, sanki bu seferki senaryo
farklıymış gibi davranılıyor. Ama maskeler takılıpta benzer
demokrasi nutukları atılmaya başlanınca işin aslı çıkıyor ortaya![8] Evet,
şimdilik “ordu gençlik elele milli cephede”-“zinde güçler” sloganlarını falan duymuyoruz ortalıkta, ama, hiç merak etmeyin
süreç biraz daha gelişirse bunlar da çıkar! Baksanıza zaten bazı “liberaller”
“objektif tahliller” yaparak “tehlikeye dikkat çekmeye” başladılar bile! Neymiş efendim, “eğer kaos ortamı ve sivil-diktatörlük
eğilimleri artarsaymış” 27 Mayıs benzeri bir darbe “tehlikesi” de halâ varmış
Türkiye’de[9].
Onların, bir yandan şiddet eylemlerini desteklerken,
diğer yandan da, bu türden tahliller yaparak kendilerini sureti haktan
göstermeleri bir yana, şurası açık ki, senaryo her an sıcak aslında Türkiye’de,
azıcık fırsatını bulsalar hemen sahneye koyuverecekler bu türden senaryoları!
Baksanıza şu “Balyoz” hikâyesine! Birazcık “PKK terörü”, birazcık “öğrenci hareketi”
falan derken, hani buna birde “Suriye-Irak-İran-İsrail’le
ilişkiler kötüye gidiyor” falan gibi
biraz da dış tehlike sosu katıldı mıydı ya hemen bilinen o çarklar dönmeye başlayıverirler!.
Hani öyle, “nasıl olsa Balyoz-Ergenekon davaları devam ediyor” falan diye kimse
kendini aldatmasın sakın! Su uyur düşman uyumaz hesabı, Türkiye’de süreç halâ
tamamlanmadı. Baksanıza, göz göre göre
darbecileri vatansever ilan ediyorlar halâ!
Burjuva devrimi gelişiyor falan
diyoruz ama, devri-min üst yapısı henüz daha oluşmadı Türkiye’de. Mısır kadar
bile olamadık henüz! Bakın onlar yeni-sivil bir anayasa yaparak devrimin
üstyapısını taçlandırmayı başardılar. Yani, azıcık bir kaymayla halâ bir geriye
dönüş-restorasyon tehlikesi var bizde.
Tamam, dış dinamik, globalleşme sürecinin-21.yy’ın dinamikleri artık buna
olanak vermiyor, Devletçi burjuvazinin durumu eskiden olduğu gibi değil, artık onlar da içe kapalı bir Türkiye
özlemi içinde değiller, o dönem aslında ta Özal’la birlikte bitmişti; ama,
sorun zaten bunlar değil ki, sorun, köşeye sıkışan gözüdönmüş canavarın-radikal
Devlet sınıfı kadrolarının- hesapsız kitapsız bir şekilde saldırıya geçerek
intihar etmeleri!. Hani o, “Mustafa Kemalin askerleriyiz” sloganı var ya, tehlike bu türden bir fanatizmden
kaynaklanıyor. O ruh halini daha iyi anlamak için aşağıya aldığım Oral’ın
makalesini bir kere daha okuyun. O zaman daha iyi anlayacaksınız “solculuk” denilen o pozitivist hastalığın
nerelere kadar uzandığını[10]!. O
kadar önemli bir belge ki bu. Anlamak isteyen için herşey var içinde. Anlamayan da zaten anlamak
istemiyordur..
“Habertürk TV’den Abdullah
Kılıç bir fotoğraf yolladı. “Baştaki sensin ağabey, değil mi?” diye sordu.
Ankaralı koleksiyoner Muhammet Yüksel’in arşivinden alınmış fotoğrafı heyecanla
inceledim.
10 Kasım 1969. Devrimci
Gençlik Federasyonu (Dev-Genç) MYK üyeleri olarak, Anıtkabir’e çelenk koyduktan
sonra, oradaki platformda toplandık. Binlerce Dev-Genç’liyi selamlıyoruz.
En sağdaki benim. Siyasal
Bilgiler Fakültesi Fikir Kulübü Başkanı ve Dev-Genç MYK üyesiyim. Yanımdaki
diğer yöneticiler: ODTÜ’lü Tuncay Çelen, Fen Fakülteli Ömer Özerturgut,
megafonlu Dev-Genç Genel Başkanı ve Ziraat Fakültesi öğrencisi Atilla Sarp,
gözlüklü Gazi Eğitim Öğrenci Derneği Başkanı Zeki Sarıhan, yanındaki DTCF
Öğrenci Derneği Başkanı Özgün Nas, onun yanında geçen yıllarda yitirdiğimiz
Mardin Kızıltepeli Mehmet Demir.
Dev-Genç, dönemin en aktif
ve etkili örgütü. Hepimiz “sosyalist”iz. Yakalarımızda Atatürk’ün kalpaklı
fotoğrafı...
Biz “Mustafa Kemal” demeyi
tercih ediyoruz ve idealimizdeki fotoğraf Milli Mücadele’deki kalpaklı
fotoğraf. Yürüttüğümüz militan gençlik mücadelesine “İkinci Milli Kurtuluş
Savaşı” adını veriyoruz.
Aldığımız eğitim ve ailelerimizin tercihleri, Kemalist bir ideoloji ile
yetişmemize yol açmıştı. Kemalizmin bize öğrettiği şuydu: “Halk geridir.
Asker-sivil aydın zümre ilericidir. Onların bu geri toplumu adam edebilmesi
için yukarıdan otoriter yöntemlerle müdahale şarttır. Tek parti yönetimi bu
açıdan çok yararlıdır.”
Tabii, dünyada yükselişte olan “sosyalizm”i de benimsemekteydik... Bir
gün Deniz Gezmiş’le Tünel’deki Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı binasından
çıkmıştık. Sokağın başında, vitrininde Atatürk fotoğraflarının sergilendiği
Foto Süreyya’nın önünde durduk. Deniz, “Biz Kemalistler” diye söze başlayınca
şaşırarak “Biz sosyalist değil miyiz?” dedim. Deniz rahat bir şekilde, “Hem
sosyalistiz hem de Kemalistiz” cevabını verdiğinde pek yadırgamadım.
Zaman içinde devlete isyan eden 68 kuşağının öncüleri, militarizmle
karşı karşıya geldiler. “Atatürkçü” 12 Mart darbecileri, Denizler’i idam etti.
Ben galiba öbür dünyadan-o
dipsiz kuyunun içinden falan konuşuyorum-ya
da yazıyorum! Bunun için duymuyor kimse benim söylediklerimi! Bu kadar mı bela
bu pozitivizm denilen zihinsel hastalık! Bu kadar mı kör ediyor insanları bu
illet! Aynen bir virüs gibi mübarek! Kendisine özgü DNA ları falan yok bunun! Kabaca,
“bilimin din haline getirilmesi” olayı diyoruz buna!.Nasıl
ki doğa bilimlerinde doğa yasalarını kullanarak doğayı değiştirme faaliyetinde
bulunuyorsak, aynı şekilde, toplumsal yasalar aracılığıyla, yukardan aşağıya
doğru yürütülecek bir mühendislik faaliyetiyle toplumları da değiştirmek, ya da
yeni toplum biçimlerini yaratmak mümkündür anlayışı bu! Yani, bu
anlayışa-pozitivizme-göre bir toplumla bir bilgisayar arasında prensip olarak
hiçbir fark yoktur. Nasıl ki bir bilgisayara bir programı-software-takıp
çıkarabiliyorsun, aynı şekilde, toplumları da, onlara yukardan aşağıya doğru
“bilimsel” olarak müdahale ederek istediğin kalıba sokabilirsin! İşte pozitivist
devrim anlayışının özü budur. Bütün o jöntürk devrimciliğinin-daha sonra
da ittihatçılığın ve Kemalizmin özü-bilim ve devrim anlayışlarının özü budur.
Ama sadece bu kadar mı, bütün o sosyalist devrim anlayışlarının altında
yatan da gene bu “bilimsel” devrimci
dünya görüşüdür. Yani, bütün o “profesyonel devrimcilik” faaliyetlerinin falan özü budur! Hakim “mesleğin nedir” diyor, hemen
büyük bir gururla “profesyonel devrimci” diyorsun! Pozitivizm denilen şey budur
işte, ama sen “kendini topluma adamış” bulunmaz bir nimet falan sanıyorsun!
Hatta bu uğurda ölüme gidiyorsun! Yani inanıyorsun bu işe! Tamam iyi güzel,
işte bak, pozitivizm denilen hastalık da “inanca” dayalı bir zihinsel
hastalıktır zaten! Pozitivizm, metafiziğin-dinin-yerine bilimi koyduğunu ilan
ederek yola çıkıyor, ama vardığı yer bilimi metafizikleştirerek dinin-Allahın
yerine bilimi koymaktan ibarettir.
Zihinsel bir virüs
olarak pozitivizmin varoluş-işleyiş-faaliyet biçimini şöyle açıklayabiliriz; bu
virüs “bilim-bilimsellik” adı altında alıyor
bir ideolojiyi, giriyor onun içine (ya da, herhangi bir ideolojiyi “bilimsel”
bir maskeyle gizliyor ve oturuyor onun içinde) ve onun DNA larını-bilgi
temelini- kullanarak kendini üretiyor! Bu iş en kolay bir şekilde de
üniversitelerde oluyor tabi. Hani oradaki gençler “bilimle” temas haline
geliyorlar ya. Küçük bir adım yetiyor onları pozitivist yapmak için: “Hayatta
en hakiki mürşitin ilim” olduğunu onların kafalarına sokmak yetiyor[11].
Ya havle vela kuvvetin!..
“Bugün Türkiye’de sağdan
soldan en demokrasi karşıtı, en totaliter, en komplocu fikirler en çok
üniversitelerde örgütlüdür. Orta Anadolu’nun küçük bir şehrinde rahatlıkla
yapacağınız siyasi bir paneli, en yüksek puanlı üniversitelerden birinde
olaysız tamamlamanız neredeyse bir mucizedir. Anadolu şehirlerinin fikir
özgürlüğünün en az olduğu alanları “ele geçirilmiş” üniversite kampuslarıdır. En
tahammülsüz, en kötü soruların sorulduğu televizyon tartışmaları
üniversitelerden canlı yayınlananlardır.Çünkü üniversiteler Türkiye’de sınıf
atlamanın en kestirme yolu hâlâ. Bu yüzden üniversite öğrencileri kendilerini
cahil toplumun seçilmiş, aydınlanmış elitleri olarak görmekteler. Bu kibrin
demokratlıkla pek işi olmayacağı açık. Bugün Türkiye’nin siyaseten en gerici sınıfı maalesef üniversite öğrencileridir”.[12]
Yıldıray’ın görüşlerine
tamamen katılıyorum. Ama peki o zaman ne yapmak lazım? Üniversite öğrencilerine
karşı savaş mı ilan edeceğiz!! Elbette ki hayır! Savaşı
üniversitelere-üniversite öğrencilerine karşı değil, pozitivizme karşı ilan etmek gerekiyor.
Gerçekten de, bugün 19-20.yy. kalıntısı bütün o ideolojik-bilimsel virüslere
karşı mücadelenin yolu pozitivizmin ne olduğunun aydınlatılmasından geçiyor.
Aydınlatılmasından diyorum, çünkü bu zihinsel virüsün bütün gücü kendisini
“bilimsellik” maskesiyle gizlemesinden kaynaklanıyor. Bakın o meşhur, “hayatta
en hakiki mürşit ilimdir”in ucu nerelere kadar uzanıyor: “Halka inmekten,
halkın seviyesine inmekten bahsediyorlar, niye ben cahil halkın seviyesine inecekmişim ki, bu kadar
emek vererek okumuş belirli bir seviyeye çıkmışım ben, amaç onları da-halkı
da-bu seviyeye çıkarmaktır. Benim elimde güç olsa bir günde bütün bu toplumu
değiştirir istediğim şekle sokarım”! Bu sözler kime mi ait diyorsunuz, kime
olacak Bursa Nutku kime aitse ona! Evet aynen böyle işte, gençlik atasının
izinden gidiyor!
Tekrar başa-İstanbul Anadolu savaşlarına- dönüyoruz: Ama önce, konuya ilişkin olarak bu sitede iki yıl önce yayınlanan bir çalışmadan[13] bazı
paragraflar aktararak olayı biraz daha ısıtmak-konuyu açarak bugüne nasıl
geldiğimizin altını çizmek istiyorum.
Sonra, sürecin bugün artık nereye gelip dayandığını, önümüzdeki muhtemel
gelişmelerin neler olduğunu ele almaya çalışacağız.
II.MAHMUT’TAN
İTTİHATÇILARA, ORADAN DA KEMALİZM ÜZERİNDEN GÜNÜMÜZE ULAŞAN OSMANLI’NIN “BATILILAŞMA”
ANLAYIŞI, ÖZÜNDE DEVLETE
BAĞLI BİR KAPİTALİZM YARATMA
ANLAYIŞIDIR...
III.Selim ve II.Mahmut’tan
itibaren başlayan
radikal-pozitivist “batılılaşma” süreci içinde Osmanlı’nın bütün
meselesi yukardan aşağıya doğru “batılılaşarak”
kendini-kendi merkezi antika varlığını, yapısını- kurtarmaktır. Bu iki kere iki dört böyle!
Artık kendisinden üstün
olduğuna inandığı-inandırıldığı- Batı’ya bakıyor Osmanlı ve
ancak onun gibi olarak (benzer bir
toplum düzeni yaratarak) hayatta kalabileceğini düşünüyor!. İşte bütün o
pozitivist toplum mühendisliği çalalarının-olayın özü budur. Osmanlı, bir yandan,
“batılılaşmayı” “merkezileşerek” antika
varlığını güçlendirmek için bir
araç-fırsat olarak kullanmaya çalışırken, diğer yandan da, yaratmaya çalıştığı
bu yeni merkezi yapı-manivela-
aracılığıyla yukardan aşağıya doğru
kendisine bağlı bir kapitalist toplum yaratmaya çalışıyor. Düşünebiliyor musunuz
ne hinoğlu hin bir anlayış bu! Üstelik
bu arada kendisini sıkıştırıp duran batılı ülkelere de diyor ki, “tamam işte
bakın ben de sizin gibi düşünüyorum, sizin gibi olmaya çalışıyorum”!..
Osmanlı’nın kafasındaki model
şu: Devlete bağlı bir kapitalizm yaratılarak Devlet-o antika yapı-yaşatılacak!
Yani, Osmanlı’nın “batılılaşmak” anlayışının temelinde toplumun iç
dinamiklerini destekleyerek aşağıdan yukarıya doğru bir kapitalistleşme falan
yatmıyor!. Tam tersine, o, “batılılaşıp merkezileşerek” aşağıdan yukarıya doğru
gelişmeye çalışan toplumun “ademi merkeziyetçi” iç dinamiklerini yok etmeye çalışıyor.
Devletin içinde bulunduğu kötü durumun nedeni olarak sistemin içinde gelişmeye
çalışan üretici güçleri, bunların neden olduğu merkezkaç eğilimini-gördüğü
için, Devleti kurtarmanın yolunun da merkezileşerek bunlardan kurtulmaktan
geçtiğine inanıyor. Müthiş bir şey! Yani, Devlete bağlı bir kapitalizm
yaratmanın yolunun aşağıdan yukarıya doğru gelişen iç dinamikleri-kapitalizmi-üretici
güçleri-yok etmekten geçtiğine inanıyor Osmanlı!. Batılı ülkelere de, “tamam”
diyor, “tamam ben de kapitalistleşeyim”, ama öyle bir kapitalistleşme olsun ki
bu, Devlete dokunulmasın, tersine o
güçlensin!
Dikkat ederseniz “Cumhuriyet
Devrimi”yle kurulan “yeni toplum”da
zaten değişen üretim ilişkilerinin sonucu olarak ortaya çıkan yeni sınıflardan
falan oluşmuyordu! Osmanlı’nın
“batılılaşmış” yeni bürokrasisinin yönetiminde yeni bir Osmanlı cumhuriyetinden
başka birşey değildir ortaya çıkan[14]!
Sonra ne oluyor peki! Bu “yeni
yapı-Devlet” “batılılaşma” adı altında yürütülen kültür ihtilaliyle
birlikte yukardan aşağıya doğru kapitalistleşmeye çalışınca sistemin içinde tıpkı
bir ur gibi kendine özgü bir kapitalizm gelişmeye başlıyor! Şöyle gösterelim:
Açıkça anlaşılacağı gibi, bu
sürecin kapitalizmin aşağıdan yukarıya doğru gelişme diyalektiğiyle hiçbir ilişkisi yoktur!. Normal
süreçte, kapitalizmin hangi iç dinamiklerin gelişmesinin sonucu olduğunu
biliyoruz. Eski toplumun iç çelişkilerini, bu toplumun ana rahminde sermaye
birikiminin nasıl ortaya çıktığını biliyoruz. Yukarda açıklamaya çalıştığımız
Devletçi kapitalizmin bütün bu süreçlerle hiç bir alâkası yoktur! Burada çıkış
noktası Devlettir hep.
OLAY APAÇIK ORTADA DEĞİL
Mİ!..
Evet, olay apaçık ortada değil mi? Devlet eliyle
yaratılan devşirme burjuva kimliğiyle,
Devlete-Devletin temsil ettiği statükoya karşı
mücadele içinde ortaya çıkan burjuva kimliği
arasındaki fark apaçık ortada değil mi? Birincisi, yani
devşirme burjuva kimliği, bilinçdışı
duygusal alt kimlik olarak Devlete bağlı bir şekilde
ortaya çıkan nöronal bir programı esas alırken, ikincisi, Devlete karşı mücadele içinde
ortaya çıkan duygusal anlamda reaksiyoner bir burjuva alt kimliğidir.
Ama biz biliyoruz ki, bir de
bu zemin-zeminler- üzerine inşa edilen bilişsel üst kimlikler olayı vardır. Bilişsel üst kimlik, bilinç dışı olarak gelişen duygusal
alt kimliklerden farklı olarak ortaya çıkan eksplizit, yani herkes için aynı şekilde
kucaklayıcı toplumsal-bilimsel bilgilerden oluşuyor. Bu yüzden de, iş bu
noktaya gelince, örneğin bir TÜSİAD cı
burjuva üst kimliğiyle Anadolu burjuvası üst kimliği arasındaki fark ortadan kayboluyor! Çünkü,
bilişsel açıdan bakınca bunların her ikiside burjuva. Kendi varlıklarını
kapitalizmin gelişme yasaları içinde buluyor her ikisi de.
Çok ilginç! Peki bütün bunlardan çıkan sonuç ne? Üretim faaliyeti,
işçi-işveren ilişkileri sözkonusu olduğu zaman devşirme burjuvalarla Anadolu
burjuvaları arasındaki farkın ortadan kalktığını söyledik. Çünkü, bütün bu
faaliyetler bilişseldir. Üretimin planlanması,
yönetimi, kâr zarar hesabı vb. bunlar hep bilişsel faaliyetlerdir. Bu
noktalarda arada bir fark yok! Fark, duygusal-kültürel alt
kimliklerden-self-kaynaklanıyor. Burjuvazinin tarihsel olarak farklı zeminlerde
gelişerek bugüne gelmiş olan kanatları olaylara ve süreçlere-toplumsal
siyasete- kendi duygusal-kültürel alt kimlikleri (ve de tabi, buna zemin teşkil
eden fraksiyon çıkarları) açısından bakmaya başladıları zaman farklılaşıyorlar!.
Bu durumda birinciler, toplumsal kimliklerini bilinçdışı bir Devletçi duygusal
alt kimliğin üzerine inşa etmiş oldukları için, otomatikman onunla-yani Devletle
birlikte tavır alırlarken, diğerleri, yani Anadolu burjuvaları da Devletin
karşısında yer alıyorlar.
O kadar ilginç bir durum ki
bu: Birinciler, yani Devletçi burjuvalar, bugüne kadar burjuva olarak bilişsel kimlikleriyle düşündükleri,
gelişmeyi, dünyanın-ülkenin nereye gittiğini değerlendirdikleri zaman mantıken
antika Devletle ters kutupta yer aldıklarını görseler de, duygusal-kültürel alt
kimlikleri farkında olmadan onları gene Devletin bulunduğu tarafa itti hep!.Tabi
bunun maddi temelleri vardı. Devletle beraber oldukları için ülke sınırları
içinde tekelci konumlarını muhafaza edebiliyorlardı. İthal ikameci
yapılarını-döviz ihtiyaçlarını- ancak Devlet aracılığıyla koruyabiliyorlardı
falan. İkinciler, yani kimliklerini statükoya-Devlete karşı mücadele içinde
oluşturan Anadolu burjuvaları ise
Devletin sağladığı bütün bu avantajlardan yoksun oldukları için onlarda böyle bir kişilik bölünmüşlüğü yoktu. Onlar,
mantıki olarak düşündükleri zaman da gene aynı yerde duruyorlardı. Duruyorlardı
ama onlar da kişisel-grupsal çıkarları zeminine dayanan duygusal-reaksiyoner-
alt kimliklerinin etkisinden bir türlü kurtulamıyorlardı[15].
Şöyle demişiz daha önceki
çalışmada: “Peki
bu iş nereye kadar böyle gidecek? Bu çelişki nasıl çözülecek? Çünkü bir yerde
Türkiye toplumunun geleceğiyle ilgili bir sorun bu..”
Yukarda adı geçen çalışma 12
Eylül Referandumu öncesinde yayınlanmıştı. Hani o, TÜSİAD’ın “tarafsız” kaldığı
(aslında tarafsız kalarak Devletçi cephe içindeki yerini muhafaza ettiği)
Referandum öncesinde. Burjuva Devriminin tarihi dönemeçlerinden biriydi bu
Referandum. Ve de sonunda kazanan Anadolu burjuvalarının önderliğindeki halk
cephesi (“yetmez ama evet” cephesi) olmuştu..Peki o günden bu yana ne değişti,
bugün nerede bulunuyoruz?
DEVLETÇİ BURJUVAZİNİN DÜNDEN BUGÜNE EVRİMİ..
Devletçi burjuvazinin evrimi,
yani, bunların Devletin koltuğu altında yetişmiş olmaktan kaynaklanan duygusal alt
kimliklerinin farkına vararak
bir üst düzeyde bilişsel bir
kimliği üretebilecek konuma erişmeleri sadece öyle isteğe bağlı sübjektif bir
olay değildir. Bunun,
Türkiye’de kapitalizmin gelişmesi
sürecine ilişkin derin objektif
temelleri vardır. Bu konuyu
daha önceki çalışmalarda bütün ayrıntılarıyla ele aldığımız için burada
sadece varılan sonucun altını çizmekle
yetineceğim.
Devletçi burjuvazi kendi varoluş
koşullarının sonucu
olarak içe kapalı bir ortamda-Devletin koruyucu
kanatları altında daha başından itibaren tekelci asalak bir sınıf olarak ortaya çıkmıştır. Yani evet, bunlara da
tekelci diyoruz ama, bunlarla Batıdaki tekelci burjuvalar arasında bir paralellik falan kurmamak
gerekir. Batılı tekelci burjuvalar rekabet ortamı içinde tekelleşerek
bu konuma ulaştıkları halde, bizim Devletçi tekelciler daha başından itibaren bu
durumdadırlar. Burada, Devletle aralarındaki ilişki, biribirlerinin varoluş koşulu olmaları
esasına dayanıyor. Devlet, kendisine bağlı bir Devletçi kapitalizm (devlet
kapitalizmi değil, Devletçi kapitalizm..bu ikisi farklıdır) yaratarak “modernleşmek”,
kendi varoluş koşullarını ölümsüz hale getirmek isterken, Devletçi burjuvalar
da bu ortamın-bu yöndeki çabaların sonucu olarak doğup gelişiyorlar. Ama dikkat
ederseniz burada ilişkinin mevcut hali-statükoyu-temsil eden tarafı hep Devlet-Devlet
sınıfı. Devlet sınıfı-Devletçi burjuva birlik ve çelişkisi-diyalektiği içinde sürecin gelişen-varolanı inkâra yönelik
yanı ise Devletçi burjuva tarafı.
Sözü uzatarak konunun dışına çıkmak istemiyorum. 1950-DP hareketini, 1960’ın büyük tablo
içindeki yerini falan daha önce ele aldık. 1965’te Demirel’le birlikte kurulan dengenin ne anlama
geldiğini de daha önce gördük. Bu süreç içinde Anadolu burjuvazisinin gelişme
çizgisini-diyalektiğini de ele almaya
çalıştık. Seksenler ise, artık değişen dünya koşulları içinde mevcut dengenin
artık korunamaz hale geldiği bir ortamı işaret ediyordu. Sadece Anadolu
kapitalistlerinin gelişimi ve kendilerine ayrılan payı yetersiz bulmaları
açısından değil. Aynı zamanda, Devletçi burjuvalar için de artık ülke sınırları
dar geliyor-tekelci konumlarına rağmen-sadece iç pazarı sömürmek yetersiz
kalıyordu. Bir şekilde dışa açılmanın zamanı gelmişti. İşte, Evren-Özal
diyalektiği bunu anlatır. Evrenin temsil ettiği Devlet sınıfıyla birlikte o
günlere kadar gelen Devletçi burjuvazi Özal’la birlikte eski müttefikine artık
sen şöyle biraz köşene çekil, gene kal yerinde, ama kapıların biraz açılmasına
da karışma diyordu[16]..
Sonrasını biliyoruz! Açılan o kapılardan içeriye giren temiz hava sistemi süratle değiştirmeye, eski dengeleri
altüst etmeye başladı. Herşeyden önce, Devletçi burjuvazi sadece iç pazarla yetinen o eski Devletçi
burjuvazi değildi artık. Özal’ın uçağında onunla birlikte dış pazarlar bulmaya
giden burjuvaların hepsi Anadolu burjuvaları değildi! Kısa zamanda Devletçisi-Anadolucusu
hepsi dışa açılarak ürettiklerini dış pazarlarda da satmaya başladılar.
Burjuvazinin her iki kanadı da para kazanmanın bu yeni yolunu keşfetmişlerdi artık. Ama bu
arada içerdeki sınıf mücadelesi de hiç durmuyordu tabi. Çünkü, burjuvazinin her
iki kanadı da en azından o eski alışkanlığı devam ettirerek Devletin koruyucu-yol açıcı desteğini hep arkalarında görmek
istiyorlardı. Dimyad’a pirince giderken evdeki bulgurdan da olmayı göze
alamıyordu hiç kimse!
Evet, AK Parti’nin arkasına
geniş kitlelerin desteğini de alarak
iktidara gelişi olayı bir anlamda Anadolu burjuvazisinin iktidara gelişini
temsil ediyordu, bu doğrudur; ama, sadece burjuvazi içi bir iktidar değişimi
olayı değildi bu. Devletçi burjuvazi
bağımsız bir sınıf olarak doğup gelişmediği için, Türkiye toplumunun tarihsel gelişme süreci
içinde onun hiçbirzaman Devletin-Devlet sınıfının-dışında bağımsız bir siyasi
kimliği-buna bağlı olarak da bir iktidar gücü olma özelliği olmamıştı. O, hep
varoluş gerekçesi olan Devletin kucağında kalmış, onun gölgesinde iş tutan bir
güç- alt sınıf olagelmişti. Bu nedenle, AK Parti’nin iktidara gelmesi olayı aynı zamanda Türkiye’nin
tarihsel gelişme diyalektiğine özgü bir burjuva devrimi olayıdır da. AK Parti
iktidarıyla birlikte niteliksel olarak
antika bir sınıf olan-Osmanlı artığı Devlet sınıfı yerini gerçek anlamda bir
burjuva iktidarına bırakmıştır. Üretim araçlarının mülkiyetini kendi tasarrufu
altında tutan bir sınıf-Osmanlı artığı Devlet sınıfı- yerini özel mülkiyeti temel
alan bir başka sınıfa terketmektedir. Ama bu burjuvalar Anadolu
burjuvalarıymışta, bunun dışında bir de İstanbul burjuvaları varmış falan işin
bu yanı ayrıdır.
Anadolu
burjuvazisinin konumu ve rolü açık. Bunu gördük. Elde burjuva devrimi bayrağı,
Türkiye’ye özgü bir burjuva devrimini ileriye doğru götüren lokomotif
güç-sınıf bunlar. Peki ya ötekiler, yani
Devletçi burjuvalar onların konumu ne olacaktı bu dönüşümden sonra? Eski Devletçi
kabukları kırılan, ister istemez artık kendi ayakları üzerinde yürümek zorunda
kalan Devletçi burjuvalar nasıl yol alacaklardı bundan sonra?
Önce şu gerçeğin altını çizelim bir kere daha: Madde ile bilinç
arasındaki ilişkide önce gelen daima maddi gerçekliktir. Bilinç-kimlik
dediğimiz nöronal etkinlik daima ortaya çıkan maddi gerçekliğin varoluş
fonksiyonu olarak belirir. Bu nedenle, Devletçi kabuk kırıldıktan sonra çırılçıplak
kendi ayakları üzerinde kalıveren Devletçi burjuvalar da hemen yeni duruma uyum sağlayarak yeni bir kimlikle
yola devam etme noktasına gelemediler. Uzun bir süre-paradoksal bir şekilde-
eski Devlet sınıfı’nın karşı devrimci muhalefet cephesi içindeki “modern” bir
unsuru olarak yerlerini muhafaza ettiler. O kadar ilginç bir
durumdu ki bu, üretim süreci içindeki yerleriyle modern anlamda bir burjuva
olan bu sınıf (ki bunlar artık o eski ithal ikameci, iç pazarı sömürmekle
yetinen tekelci burjuvalar olmaktan çıkmışlar, dünyaya açılma sürecinin içine
girmişlerdi) kendi objektif gerçekliğiyle ters düşen bir siyasi konumu sürdürme
pozisyonundan kurtulamıyor, Devletçi
cephenin dışına çıkamıyordu. Nedeni açık! O alan, yani Devlet dışı alan Anadolu
burjuvaları tarafından tutulmuştu da ondan! Devrimin bayrağını taşıyan, sürecin
siyasi anlamda lokomotifi olan bir anlamda rakipleri olan “öteki” burjuvalardı
da ondan!..Bu garip durumu daha iyi kavrayabilmek için aşağıdaki rakamlara bir
bakalım:
Koç Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı
Mustafa Koç diyor ki, “2013 yılında Türkiye (tahminen) yüzde 5 büyür, biz ise
grup olarak bunun 1,5-2 katı büyürüz”. Mustafa Koç’un bu tahmininin gerçekleşeceğini söylemek kehanet olmaz aslında[17].
Çünkü, Koç Grubu son 10 yılda; yani AK Parti
iktidarları döneminde Türkiye ortalamasının kat kat üzerinde büyümeyi başarmış bir işletmeler bütünüdür. Şöyle ifade edelim: 2002 yılında
ödenmiş sermayesi 203 milyon lira iken, 2011 yılında 2 milyar 536 milyon liraya
ulaşmıştır. 2002 yılında holdingin (borsa üzerinden) piyasa değeri 2.1
milyar dolar iken, 2011 sonunda bu değer 11.8 milyar doları bulmuştur. 2002 yılında toplam varlıkları 681 milyon
lira iken, 2011 yılı bittiğinde bu rakam
98 milyar liraya ulaşır.
Grubun 2002’de birkaç milyon seviyesinde olan yıllık net
karı 2011’de 3 milyar 148
milyon lira olarak kaydedilmiştir.
Son on yılda AK Parti iktidarları boyunca Koç Grubu’nun bu parlak ticari başarısı
Türkiye ekonomisinin gelişimini olduğu kadar serbest piyasanın AK Parti
iktidarı karşısındaki bağımsızlığını da gösterir. Yani, son on yıl boyunca AK Parti iktidarları siyasi olarak Anadolu burjuvalarının iktidarı
olarak tanımlansa bile,
pratikte, Devletçi burjuvalar olarak
anılan “öteki” burjuvalar da bu dönemin nimetlerinden en az Anadolu burjuvaları
kadar yararlanmışlardır. Bunun nedeni açıktır. Evet, iktidar Anadolu burjuvalarının elindedir, ama
uygulanan politika, dışa açılma, küresel pazarlarda söz sahibi haline gelme,
yani daha fazla üretip ihraç ederek “kazan kazan” yoluyla zenginleşme
politikasıdır. Ki bu da artık sadece
Anadolu burjuvalarının değil eskinin Devletçi burjuvalarının da tercih
ettikleri bir politikadır.
Ne kadar ilginç ve paradoksal bir durum değil mi, eski Devletçi-İstanbul burjuvaları son on yıl
boyunca da, siyasi olarak
halâ karşı devrimci-Devletçi cephenin içinde yer almalarına rağmen, pratikte Anadolu burjuvalarıyla birlikte burjuva
devriminin açtığı yoldan yürüyorlar! Bir yandan
AK Parti iktidarının kendi zenginlerini kayırdığını falan söyleyerek ona
karşı mücadele ederlerken, diğer yandan da
daha AK Parti iktidarının o ilk yıllarında-2005-bile örneğin en büyük KİT
özelleştirmelerinden biri olan Tüpraş ihalesini kazanarak kendi gruplarına
katabiliyorlardı.
BURJUVA DEVRİMİNİN GELİP DAYANDIĞI YENİ AŞAMA..
Şimdi sıra,
bütün bu değerlendirmelerden çıkan sonuçlara geldi, evet,
nerede bulunu-yoruz? Burjuva devrimi sürecinin içinde bulunduğu
yeni aşamanın diyalektiğini nasıl
ifade etmemiz gerekecektir?
1-Bütün o gelgitlerden sonra (1950’yi, 60’ı, Özal’lı
yılları falan kastediyorum) AK Parti
iktidarıyla birlikte Devlet sınıfı
ennihayet alaşağı edilerek burjuva devriminin yolu açılmıştır.
Ama bu henüz daha devrimin nihai zaferi anlamına gelmiyor. Evet,
eski yapı dağıtılmış,
eski egemenler iktidardan uzaklaştırılmıştır,
ama bunun yerine henüz daha yeni bir üst yapı oluşturulamamıştır.
Bu nedenle, eskiyle yeni arasındaki mücadele henüz daha bitmemiştir.
Eskiyi temsil eden Devletçi cephe bütün güçleriyle
bir geriye dönüş-eski düzeni restore etme-hayaliyle
yanıp tutuşmaktadır. Türkiye henüz daha bir geçiş aşamasında olduğu için bugün AK Parti’nin karşısında yer alan
“muhalefet” Batı’da olduğu gibi normal
bir burjuva düzen içinde belirli bir fonksiyonu olan burjuva anlamda bir muhalefet değildir! Bu bir
karşı devrim direnişidir. AK Parti’nin rakipsiz bir iktidar partisi olarak
görülmesinin nedeni de budur. AK Parti rakipsizdir, çünkü onun bugünkü rakibi eski Devlet sınıfı ve müttefikleridir. AK Partiye muhalefet edecek,
ona rakip olacak (sağ, yada sol) modern bir muhalefet partisinin ortaya
çıkabilmesi için önce yeni düzene geçişin tamamlanması gerekir. Bu ise, Kürt Sorununun çözümünü de içine alacak şekilde üzerinde uzlaşma
sağlanacak olan yeni bir anayasa ile
birlikte mümkün hale gelecektir.
Şimdiye kadar TÜSİAD’cı Devletçi burjuvalar AK Parti’nin önüne hep
“uzlaşma, uzlaşma” diye çıktılar! “Uzlaşma”
derken onların kastettikleri şeyin, kendilerini Devlet sınıfıyla uzlaştırarak iğdiş
etmek-kendi içlerinde eritmek olduğunu bilen Anadolu burjuvaları da buna karşı
çıktılar hep!. Devrimci bir tavırla arkalarına emekçi sınıfları da alarak
Devletçi ittifakı iktidardan indirdiler.
Buraya kadar tamam,
peki ya bundan sonrası, yani devrimin ikinci aşaması nasıl gerçekleştirecek, Kürt
sorununu da içine alacak şekilde üzerinde uzlaşma sağlanacak yeni bir anayasa
yapılarak devrim nasıl taçlandırılacak?
2-Evet, nasıl başarılacak bu iş, Türkiye böyle bir sıçramayı nasıl başaracak?
Sözü uzatmaya hiç
gerek yok: Bu işin yolu burjuvazinin kendi içindeki birliği sağlamasından
geçiyor! Burjuva devrimi bayrağını elinde tutan AK Parti’nin ne yapıp edip,
pratikte zaten aynı sürecin içinde oldukları TÜSİAD’cı-eski
Devletçi-burjuvaları siyasi olarak da burjuva devriminin saflarına
çekebilmesinden geçiyor. En azından, onların karşı devrimci Devletçi cepheden
uzaklaştırılabilmesinden geçiyor. Bu da, AK Partili Anadolu
burjuvalarının duygusal-reaksiyoner alt
kimliklerinin etki alanından çıkarak rasyonel-bilişsel bir üst kimlikle sürece el koyabilmeleriyle ilgili
bir sorundur.
Evet, Anadolu burjuvaları
olarak devrimin lokomotif gücü gene siz
olun. Eğer sizin reaksiyoner-jakoben yanınız olmasaydı bugün bu noktalara kadar
gelemezdi süreç zaten, bu doğrudur. Ama artık bir adım daha ileri gitmenin
zamanıdır. Fakat, varılan bu noktadan sonra artık sadece kendi sınırlı gücünüze bağlı kalarak
ilerleyemezsiniz bunu da bilin[18].
Gene jakoben olun, gene Erdoğan’ın kimliğinde ifadesini bulan o devrimci
yanınız körelmesin, ama bu sefer daha kucaklayıcı olarak davranmanız
gerekecektir. Unutmayınız ki bu işin başka yolu yoktur. Öyle, hep bana hep
banayla daha ileri bir noktaya gidemezsiniz artık. İyi
güzel, “faizler düşsün” falan ama, bu yönde adım atarken, büyük burjuvaziye
hizmet ediyorlar diye bütün bir banka sistemini de karşınıza alamazsınız![19]
O zaman onlar da gider Devletçi muhalefetin yanında saf tutarlar ve siz de
avucunuzu yalarsınız!
Ayrıca o “varlık
vergisi” sevdasından da vazgeçin hemen! Bir yandan global sermayeyi ülkeye
çekmeye çalışırken, diğer yandan da “varlık vergisi”nden falan bahsetmenin ne
anlamı var bunu anlamış değilim doğrusu! Büyük burjuvaziye karşı duyulan bir
reaksiyon değilse nedir bu?[20]
Yani, bu ne pehriz bu ne lahana turşusu! Biraz solculara da ekmek bırakın
canım! Sen İstanbul burjuvalarını mülksüzleştireceğim diyerek “varlık vergisi”
falan koymaya kalkarsan niye gelsin ki o zaman global sermaye senin yanına!
Yoksa, sermayenin dışardan gelenine varlık vergisi koymayacak mısınız! Bakın
Fransa’da bile daha şimdiden sermaye ülke dışına kaçmaya başladı. Biliyorsunuz,
orada bir milyondan fazla kazananlardan
yüzde yetmişbeş varlık vergisi almaya başladılar.
Siz kendi işinize
bakın, daha çok üreterek daha çok kazanmanın yollarını bulun. “Zenginden daha
çok vergi almak” falan bunlar şu anın sorunu değil, hele bir önce ayağınızı
yere sağlam basmaya başlayın bakalım!.Hele bir önce o “zenginlerle” uzlaşarak
burjuva anlamda demokratik bir anayasayı gerçekleştirin bakalım. Böyle radikal,
“solculuk” kokan sloganlarla bir yere
varamazsınız!!
Ama bu-yani
burjuvazinin birliğinin sağlanması olayı- sadece AK Partili Anadolu
burjuvalarının mı görevidir? Elbette ki
hayır! Bu, kültürel alt kimlikleri farklı olsa da,
varoluş koşulları eski Devletçi düzenle birlikte ortaya çıkmış olsa da, bugün
artık, iç pazarı sömürmekle geçinen
Devletçi burjuva kabuğunu kırarak
dışa-global pazarlara açılmış,
ihracata yönelik üretim yapar hale gelmiş bulunan İstanbul
burjuvalarının da görevidir.
Ne yani,
bugünkü kişilik bölünmesiyle nereye
kadar gidebileceklerini sanıyor bunlar da! Kafan bir yerde, gövden başka bir
yerde nereye kadar? Hem gövdenle global
zincirin bir parçası olarak işlev göreceksin, ama hem de kafanla
Devletçi-ulusalcı cephenin içinde şu anki varoluş koşullarını inkâr eden bir
yerde duracaksın! Bir an için sizin de katkınızla (zaten başka türlüsü
mümkün olamazdı!) AK Parti’nin iktidardan düşürüldüğünü düşünün, bundan zarar
gören sadece Anadolu burjuvaları olmayacaktır, siz de kalırsınız o enkazın
altında! Bu nedenle, Ümit hanımın
dediği gibi “eski kültürel kodlarınızın, bu zeminden kaynaklanan alt
kimliğinizin işaret ettiği doğrultuda değil, bilişsel-rasyonel üst kimliğinizin
işaret ettiği doğrultuda hareket etmeniz gerekir.[21]
Çok açık söylüyorum:
Bu birlik sağlanmadan Türkiye’de ne Kürt Sorunu çözülebilir, ne de devrim yeni
sivil bir anayasayla taçlandırılabilir.
3-Peki o zaman ne
yapmak lazım?
Erdoğan’ın yerinde olsam ben
hemen yarın TÜSİAD yönetimini davet eder
onlarla açık açık konuşurdum! Bakın, böyle böyle..neredeydik, bugün nerelere
geldik..siz kendinizi biliyorsunuz biz de kendimizi!. Ortak yanlarımız şunlar.
Gelin, şu şu konularda işbirliği yaparak yeni bir anayasa hazırlayalım ve bu iş
bitsin, ne siz, ne biz, ne de Türkiye daha fazla zaman kaybetmeyelim. Bizim
için dört temel nokta var üzerinde uzlaşmamız gereken (Erdoğan’ın ağzıyla
konuşuyorum şimdi!). Birincisi, yeni anayasada Kemalizm dahil hiçbir ideolojiye
yer vermeyelim-atıfta bulunmayalım. İkincisi, ırkı, dini falan değil, anayasal vatandaşlığı esas
alalım. Üçüncüsü, anayasadaki şu 42.maddeyi tamamen ortadan kaldıralım. Yani
“Türkçeden başka anadilde öğrenim yapılmasını yasaklayan” anayasa hükmü
kalmasın artık ortada. Dördüncüsü de, eğitim olayını merkezi koordinasyon
altında olmak kaydıyla güçlendirilmiş mahalli yönetimlerin yetki alanına
bırakalım. Yani, halkın seçtiği mahalli yönetim (güçlendirilmiş belediye
başkanı, ya da vali) eğer talep varsa, örneğin Kürtçe eğitim veren okulların
açılmasını da gündemine alabilsin. Bir de tabi, kuvvetler ayrılığı adı altında Devlet sınıfının
her işe burnunu sokmasını sağlayan hükümleri törpüleyelim. Kuvvetler ayrılığı
gene olsun, ama bu, pratikte, atanmışların seçilmişleri engelleme, onları denetimleri
altında tutma vasıtası olmasın.
Bitti! Eğer Anadolu
burjuvaları-AK Partililer böyle bir
hamleyi gerçekleştirebilirlerse İstanbul’un TÜSİAD’lı burjuvalarının da buna
hayır diyeceklerini sanmıyorum ben. Peki, “TÜSİAD evet dese ne olur, onların
mecliste milletvekili yok ki” mi diyorsunuz! Ben size söyleyeyim, çok şey olur!
Bakın göreceksiniz o zaman ortada ne Doğan Medya muhalefeti kalır, ne de
“liberaller”in o hırçın AK Parti düşmanı atakları! Ne “öğrenci” direnişi kalır
ortada ne birşey! Siz öyle TÜSİAD deyip
geçmeyin! Hem sonra, oturup Apoyla
PKK’yla görüşüyorsunuz, uzlaşmaya çalışıyorsunuz da TÜSİAD’la mı görüşmekte
zorluk çekeceksiniz! Ayrıca, öyle İmralı’ya, ya da Oslo’ya falan gitmeye de
gerek yok bunun için!
AK Parti’den gelecek böyle bir
adım Kürt tarafında da rezonans bulacaktır. Çağırın sonra BDP’yi de masaya, isterseniz basına
da haber verin gelsinler, eğer onlar da kabul ederse canlı yayına bile müsade
edin!..Yukardaki önerileri onlara da tekrarlayın bakalım..Nasıl hayır diyecek
ki BDP bunlara!..Buna rağmen hayır mı diyorlar..o zaman işler değişir işte! O
zaman halkın gözünde ak koyun kara koyun ne imiş ortaya çıkar..O zaman “sinei
millete” dönerek ey halkım der başlarsınız!..Hadi durmayın hemen şimdi!..
[1] Bu
kavram H.B.Kahraman’a ait..
[2]
Bu tartışma o kadar ilginç bir yön almaya başladı ki, Anadolu sermayesinin temsilcileri banka sermayesinin karşısında tutunmakta zorlandıkları için neredeyse umudu faizsiz İslami bankacılığa-ya da İslami vakıflara
falan bağlama eğilimine giriyorlar. Ama tabi bu da o kadar kolay-basit bir iş değil. Ortada kapitalizmin genel geçerli yasaları-kuralları var..
[3]
Evet, AK Parti Anadolu burjuvazisinin önderliğinde bir kitle partisi olarak kuruldu, gelişti ve burjuva devriminin öncü
partisi haline geldi, burası açık. Ama o, en azından şu ana kadar, Devletçi
burjuvaları dışlayan jakoben bir politik hareket haline dönüşmedi.
Partiye hakim olan politika kazan-kazan-ya da, “amaç bağcıyı dövmek değil
üzümü yemektir” şeklinde ortaya
çıktı. Çatışma, daha çok Devlet sınıfıyla oldu. Devletçi burjuvaziye ise, “bırakın artık onları, siz de
bizim yanımıza gelin” denilmek istendi hep !.
[4]
Bu konuda en açık söylem Sabah
Gazetesi yazarı (sanıyorum o da eski solcu) S.Yaşar’a ait..Nedense bütün “jakobenler”
hep solcuların-bazan da sağcıların tabi-içinden çıkıyor!..
[5]
H.B.Kahraman Sabah Gazetesi, 28.12.2012
[6]
Bu „jakoben“ kavramı şimdiye kadar hep yanlış yerde, yanlış anlamlar yüklenilerek kullanıldı Türkiye’de.
Pozitivist-toplum mühendislerine-İttihatçı-Kemalist „devrimcilere“ burjuva
devriminin radikalleri gözüyle bakılarak
“jakobenler” denildi!. Bunlar hep
safsata-tarihi yanılgı tabi! Yukardan aşağıya doğru
toplumu „değiştirmeye“ çalışan
pozitivist toplum mühendisleriyle, aşağıdan yukarıya doğru gelişen burjuva devriminin jakobenleri
bir olur mu hiç! Türkiye’de
gelişen burjuva devrimi açısından jakoben kavramına
en uygun düşen kanat Anadolu
burjuvalarının en uzlaşmaz, en radikal kanadıdır..
[7]
Geçenlerde bir televizyon
programında onun-Erdoğan’ın ağzından da bu türden önerileri
duyduk..Aslında son derece “mantıki”-radikal şeyler bunlar. “Eski bir solcu” olarak benim bile kulağıma
hoş geliyor!. Örneğin, Y.Bulut “tam bağımsız Türkiye” falan deyince bu bana eski günlerdeki slogan savaşlarını hatırlatıyor hep! Bu kanadın, 28 Şubatın yargılanması sürecinde, “bu arada milyarları götüren Devletçi
burjuvaların da unutulmaması gerektiğini” söylemeleri de öyle, bunların hepsi doğru ve kulağa hoş gelen şeyler. Ama tabi
kapitalist toplumda-ve Türkiye’de
yaşadığımızı unutmamak gerekiyor. Ve de
son tahlilde burjuvazinin başı
çektiği bir burjuva devrimi süreci
yaşanılan! Yani, güçler dengesini
hesaba katmadan öyle bayrağı
kapıp öne düşmeyle, jakoben çıkışlarla falan yürütemezsiniz bu gemiyi. Bana göre şu anın sorunu Devletçi burjuvalara daha çok vurmak, onları
mülksüzleştirmek falan değildir. Tam
tersine, AK Parti onları Devlet sınıfının kucağından kopararak kendi
saflarına çekme politikasına yoğunlaşmalıdır. Başka türlü ne Kürt sorununu
çözebilirsiniz, ne de yeni anayasa yapabilirsiniz. Siyaset, her zaman, olmasını
istediğini gerçekleştirerek ilerlemiyor, o, olması mümkün olana destek olarak
onu gerçekleştirme sanatıdır.
[8]
Ne kadar ilginç değil mi, eskiden
faşizm deyince bunun ne anlama geldiği açık olurdu. Olurdu, çünkü faşistler
açıkça doğru olan budur diyerek savunurlardı kendilerini-kendi ideolojilerini.
Şimdi ise tam tersine, artık tarihsel evrim sürecinin ne tarafa-hangi yöne
doğru evrildiği belli olduğu için bütün
o gerici ideolojiler, toplumsal gelişmeyi engellemeye çalışan akımlar hep
kendilerini gerçek demokrat biziz falan diye tanıtmak zorunda kalıyorlar! Tabi
bu da işi zorlaştırıyor. Zorlaştırıyor ama, öte yandan, bütün bu çabaların suyun akışını tersine çevirmek anlamına
geldiğini açıkça ortaya koyduğu için de
insanın yüreğini ferahlatıyor!..
[9]
Bu türden tahliller yapanların,
aynı zamanda, şiddete-teröre-“öncü savaşlarına” “demokratik muhalefet” etkinlikleri gözüyle
baktıklarını, neyin ne olduğunu çok iyi bildikleri halde “amaca giden her yol mübahtır” mantığıyla
bunlara sempati duyduklarını, “düşmanımın düşmanı dostumdur” diyerekten bile
bile bu işin arkasından gittiklerini de
unutmayın!
[10] Oral
Çalışlar, Radikal Gazetesi, 15.12.2012
[11]
Bu konuyu bundan sonraki çalışmada ele alacağım. İlk bakışta
“hayatta en hakiki mürşid
ilimdir” sözü pek doğru geliyor
insana değil mi! Göreceğiz bakalım. Şimdilik bu
konu üzerinde biraz da siz düşünün
diyorum!..
[12] Yıldıray Oğur, Taraf
Gazetesi, 30.12.2012
[13]
„Kimlik Sorununu Tartışıyoruz,
Devşirme Burjuva Kimliği ve Bunun Nöropsikolojik Temel-leri“,
Eylül 2010, www.aktolga.de
[14]
Cumhuriyet’in ilk kuruluşunun Osmanlı artığı İttihatçı-Kemalist kadroyla Anadolu’da gelişmeye çalışan
proto kapitalist orta sınıf potansiyelinin bir ittifakı olduğunu biliyoruz. Ne var ki, daha sonra
Kemalist kadro bunları tasfiye ederek (aynen bir zamanlar
II.Mahmut’ların-İttihatçıların yaptığı gibi) iktidarı tek başına ele
alır..1950’ye kadar da bu böyle devam eder..
[15]Burada,
1970’de AP içinden ortaya çıkarak
kendi hükümetlerini düşürmeye çalışan 41’ler olayını hatırlatmak istiyorum!
Erbakan’ın liderliğindeki Anadolu kapitalistlerinin bu çıkışı, o zaman devletçi büyük burjuvaları da Devlet eksenli
geleneksel kabuklarının içine çekmiş, 12 Mart Darbesinin hazırlanması sürecinde
önemli bir rol oynamıştı. Devletçi burjuvaziye karşı mücadele ediyorum derken
Devlet sınıfının mücadelesine katkıda bulunmak, onların ekmeğine yağ sürmek
değil miydi bu! Aynen bizim gibi, „sosyalizm“, „işçi sınıfı“, „burjuvaziye karşı mücadele“ falan derken
Devletin saflarına savrulmak değil miydi!
[16]
Özal’ın hangi dört eğilimi nasıl biraraya getirdiğini
falan daha önce ele almıştık..
[17] Koç’un gazetecilerle yaptığı (içeriği gazetelerde yeralan) sohbetten..
[18]
Şunu hiç kimse unutmasın:
Türkiye’deki sınıf mücadelesi sadece bir sınıf mücadelesi değildir!
Yani öyle Batı’da olduğu gibi bir yanda feodallerin, yada
aristokrat bir elitin, diğer
yanda ise burjuvazinin ve emekçi
sınıfların yer aldığı tanıdık bildik bir
mücadele değildir bu! Sınıf mücadelesiyle, yaşam
tarzlarına ilişkin kültürel mücadeleler biribirinin
içine girmiştir bizde. Bu böyledir, çünkü iki yüz yıldır beğenelim yada
beğenmeyelim, “batılılaşma” adı altında bir kültür ihtilaline maruz kalmıştır bu ülke. Bu nedenle, öyle eski Devletçi eliti iktidardan uzaklaştırarak falan bitmiyor bizde iş! Mecburuz biz birarada yaşamaya. Aslında eğer olayı iyi kavrarsak bir zenginlik
bu Türkiye için. Bir
yanda İslam ve Doğu, diğer yanda ise, bununla içiçe Batı, batı kültürü.
Etle tırnak gibi olmuş bu iki kültür-yaşam tarzı bizde. Az önce yeğenim
geldi Türkiye’den diyorki, İstanbul’da
Noel ve yılbası için belirli bölgeleri öyle süslemişler ki burada-Almanya’da öyle yılbaşı-Noel
süslemesi göremezsiniz! Ne yapacaksın
şimdi, ne sen onu yok
edebilirsin, ne de o seni bu açıdan.
Bu nedenle, bırakacaksınız herkes alt-duygusal-kültürel kimliğiyle
kendini nasıl hissediyorsa öyle yaşasın. Bizi birleştirecek olan bilişsel üst
kimliğimiz olacaktır.
[19]
Kaderin şu cilvesine bakın ki burjuvaziye akıl vermekte bize-bana diyelim- düştü!!..
[20]Bu
satırlar, yazılarını beğenerek okuduğum sayın S.Yaşar’ı kızdırmasın. TÜSİAD’la falan en az çıkar bağı olacak biri varsa o da benim herhalde!! Benim derdim uğruna hayatımızı verdiğimiz, en yakınlarımızı kaybettiğimiz demokratikleşme sürecinin akamete uğramaması, kaş yapalım derken göz çıkararak yeniden Devlet
sınıfının ekmeğine yağ sürülmemesi..Ben iktisatçı değilim, bu yüzden belkide
iyi anlayamamışımdır sizi! Ama o zaman biraz daha iyi anlatın şu faiz ve varlık
vergisi meselesini ki biz de ikna olalım
olayın burjuvazinin iki kanadı arasındaki bir çıkar çatışması sorunu
olmadığına!..
[21]
Ümit Boyner’in Tüsiad’ın yayın organı Görüş
dergisindeki makalesinden..Görüş’ün
aynı sayısında Türkiye’de
burjuvazinin tarihsel gelişimi
üzerine A.İnsel imzalı makaleyi de
okumanızı öneririm..Her nasılsa A.İnsel çok doğru tahliller yapmış bu
makalede!..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder