14 Ağustos 2012 Salı

SINIF KARŞILAŞMALARI (5): Bezmen ve (devrimci) işçiler

NECMİ ERDOĞAN
Türkiye burjuvazisinin mensuplarının ezip sömürdükleri işçiler ve genel olarak emekçi halk hakkındaki tahayyüllerini anlamamızı sağlayabilecek kaynaklar nadir. Ama biliyoruz ki, işçilere ekmek kapısı bahşeden, onların hamisi olan, “sosyal sorumluluk” sahibi patron imgesi kamusal söylemlerine hep hâkim olmuştur. Bu imgenin işadamlarının “başarı hikâyelerini” anlatmaya yönelik olarak yazdıkları anılar veya onlar için yazılan biyografiler için de aynen geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Ancak alt sınıfların olduğu gibi, işadamlarının da kamusal söylemlerinden görece farklı olabilen gizli söylemleri vardır. Bu gizli söylemlerin medyaya verilen mülakatlarda veya grevler gibi işçi mücadelelerine ilişkin açıklamalarda ifşa edilmesi elbette beklenemez. Ama anı kitapları gibi “hayat muhasebesinin” yapılmasının umulabileceği metinlerin neredeyse tamamında bile bu gizli söylemden eser bulunmaması dikkat çekicidir. Bunun, anı yazarı yaşlanıp iş dünyasından elini eteğini çekmiş biri olsa bile, şirketlerinin “âli menfaatlerini” hala kollaması gerektiğini düşünmesiyle yakından ilgisi olsa gerek.
HALİL BEZMEN'İN ANILARI
Bu gizli söylemin yer yer de olsa kendini ele verdiği ender metinlerden biri -daha doğrusu benim rastlayabildiğim tek metin- bir zamanların ünlü işadamı Halil Bezmen’in “Neden?” başlığıyla yayınladığı anıları.[1] Bezmen’in -akademisyenlere gönderdiği kopyalarına “Umut ederim ki, kitabımı çalışmalarınızda kullanabilirsiniz” diye not düştüğü- kitabını ele almak, ona karşı değil ama onun hakkında konuştuğu -muktedirlerin tarihinin susturduğu- başkalarına karşı bir boyun borcu gibi görünüyor. Bu yazıda, “burjuva kültürü”, “kültürel sermaye”, “sermaye ve devlet” vb çeşitli açılardan incelenebilecek olan bu anıları, Bezmen’in işçiler ve devrimciler hakkında yazdıklarına bakarak sınıf karşılaşmaları bağlamında tartışacağım. Zira Bezmen’in anıları, sınıf karşılaşmalarının sınıf mücadelesi veya antagonizması şeklini aldığı bir durumda burjuva tahayülünün nasıl şekillendiğine ilişkin ipuçları içeriyor.
'SERVET DÜŞMANLIĞI' FOBİSİ
Vaktiyle yazdığımız bir yazıda günümüz Türkiye’sinde eksik olduğunu söylediğimiz “servet düşmanlığı” Bezmen’in anılarında bir fobi olarak sıkça karşımıza çıkıyor.[2] Bezmen, 1970’leri anlatırken “servet düşmanlığının memleketi sardığını” ve “terörün” çabuk yayılmasının bir sebebinin de “insanımızın içinde asırlardır yerleşmiş ve kültürümüzün bir parçası olmuş olan servet düşmanlığı” olduğunu söylüyor (s. 130). “Tek görmüş oldukları eğitimin ‘beyin mühendisliği’ olduğunu” söylediği devrimcilerden söz ederken de, “temel eğitimleri servet düşmanlığı olarak zaten aileden mevcuttu” diyor (s. 134). Bezmen’in bu korkusu, Buğra’nın 1990’larda yaptığı “devlet ve işadamları” analizindeki bir noktayla, “hâkim kültürün sosyal eşitsizlikleri doğal karşıladığı” ve “hiyerarşi bilinci gelişmiş” toplumlarda işadamlarının çıkarlarının fazla tepki görmediği, Türkiye’de ise “eşitliğin geleneksel değerler sistemi içinde merkezi bir konumda olduğu” vurgusuyla beraber düşünülebilir.[3] Tam da bu bakımdan, Türkiye’de 1980’lerden itibaren uygulanan hegemonik projenin asli hedefinin eşitsizliğin doğallaştırılması olduğunu akılda tutmalıyız. Nitekim Bezmen 1980’lerden söz etmeye başladığında, “zengin düşmanlığı”nın azaldığından, nefret edilen zengin işadamının sempati kazanmasında ve “kendini suçlu hissetmekten” kurtulmasında Sakıp Sabancı’nın önemli bir rol oynadığından dem vuruyor (s. 169-70).
'HAYIRSIZ EVLATLAR' - 'PARANIN ŞEREFİ'
Bezmen’in “servet düşmanlığı”ndan korkmasının yersiz olmadığı 1970’lerin sonlarında fabrikalarında çalışan işçilerin yaptıklarını anlatırken ortaya çıkıyor. “Bütün çocukluğum işçimin babası olacağım diye hazırlanmakla geçti” diyen Bezmen (s. 205), fabrikalarındaki işçilerin direnişe geçip işgal eylemi başlattıklarını görünce çok üzülmüş: “Onlarla beraber büyümüştüm. Çoğu arkadaşımdı. Aile gibiydik. Hep işçinin bu teröristlerle işbirliği yapmayacağını umut ettim... Bu fabrika bizim (...) yuvamızdır, ekmek teknemizdir diyerek babalarının da çalışıp onları büyüttüğü yere, akılsızlık ve nankörlük ettiklerini anlayıp, pişman olmalarını umdum. Sonradan gördüm ki, işçilerin çoğunluğu baskıyla değil inançla teröristlere bağlanmışlardı... En güvendiklerim bana en düşmanca davrananlar oldu... Kendi işçimi farklı biliyordum, dost biliyordum. Şaşırdım ve yıkıldım. O güne kadar büyük bir aile olduğumuzu düşünüyordum. İşçiler için Bezmenlerin fabrikasında çalışmak bir şerefti... İşçiyle işveren arasındaki bu ideolojik kavgadan sonra hiçbir yerde işçi olmanın şerefi kalmamıştı... Çalışmanın şerefi gidiyor muydu? Sonunda sadece paranın mı şerefi kalacaktı? Eyvah!” (s. 130). Bezmen’in kendisi hakkında sunduğu paternalist imgeye (şu malum “işçi babası” imgesine) işçilerin itibar etmediği anlaşılıyor. Bu söylem direnişçi işçileri “hayırsız evlatlar” konumuna indirgiyor. Bununla da yetinmeyip, işçilerin direnişini her nasılsa “paranın şerefi”ne bağlayabiliyor. Sahiden de “sonunda sadece paranın şerefinin kaldığını”, ama bunun tam da Bezmen’in istediği gibi o devrimci işçilerin tepelenmesiyle sağlandığını söyleyebiliriz.
SINIF İLİŞKİSİ-KOKU İLİŞKİSİ
Bezmen, her ne kadar Fransız Devrimi’nden söz ederken devrimciliğin “başarısızlıkların hayat kaybederek ödendiği, çok tehlikeli ama çok da asil bir meslek” olduğundan dem vuruyorsa da (s. 72), Türkiye devrimcilerine gelince en ağır ve hakaretamiz ifadeleri kullanabiliyor. Fabrikasındaki devrimci kadın işçilerin lideri için aynen şöyle söylüyor: “Sıradan, hiçbir özelliği olmayan, zekâsız, bilgisiz ve kişiliksiz bir kızcağızdı. Liderliğini çaçaronluğu, hayâsızlığı ve yüzsüzlüğüyle elinde tutuyordu” (s. 131). Bezmen, bütün bu sıfatları sıraladıktan sonra, “kötü bir insan değildi” diyebiliyor. Hemen ardından da “ve hep ter kokardı. Çalışanların ter kokması beni hiç rahatsız etmezdi, aksine bende bir yakınlık hissi doğurur...” diye ekliyor. Bir parantez açarak, Bezmen’in çocukluğunu anlatırken kendisini öpen kadın işçilerdeki “fabrika kokusuna” bayıldığını, emekli olan işçilerin kendisine vedaya geldikleri zamanları anlatırken de, onlara sarıldığında “fabrika kokusuna karışan, sade beyaz sabunun parfümsüzlüğünü” sevdiğini vurgulamadan geçemediğini de belirtelim (s. 22).  Ne kadar rahatsız olmadığını vurgulasa da, kadın işçi hakkında hatırladığı birkaç şeyden birinin kokusu olması manidar. Alt sınıf insanı deyince, tıpkı “Entelektüel ve Gündelikçi Kadın” bölümünde tartıştığımız entelektüel gibi, Bezmen’in de aklına derhal kokunun gelmesi sınıf ilişkisinin nasıl aynı zamanda koku ilişkisi olduğunu gösteriyor.

Bezmen’in devrimci işçilerin lideri olan kadına yakıştırdığı sıfatlara dönersek, gerçekten böyle olan birinin işçilerin lideri olup olamayacağını tartışmaya bile gerek yok. Ancak bu kadın işçinin muhtemelen gecekondulu olduğunu düşünürsek, Bezmen’in anılarında gecekondulu kadınların geçtiği bir başka bağlama bakınca hayâsızlık ve yüzsüzlük nitelemelerinde bulunmak bu defa gerçekten yerinde görünüyor!
AMA DEVRİMCİ ROLÜNDE ASLA...
Şöyle ki, Bezmen “THKP-C’ye bağlı bir fraksiyonun” kendisi yerine yanlışlıkla müdürlerinden birine suikast düzenlemesini anlatırken, “teröristlerimizin” beceriksizlik ve tecrübesizlik bakımından benzer olduklarını söylediği “fahişelerimiz”den söz etmeye başlıyor birdenbire: “İlginç bir sevgilim olmuştu. Kaliteli bir insandı. Kendisi bir film artistiydi ama zengin erkeklere fahişe temin etmeyi de bir yan iş olarak yürütürdü. Bu zor ve ince mesleğin püf noktası fahişenin eğitimiydi. Zengine gidecek fahişenin güzelliğine ilaveten çok genç -yirmi beşin kesin altında- ve görgülü olması gerekiyordu. Cephede çok fire verildiği için devamlı yeni acemi asker kaydetmek gerekiyordu. Bunda, yani sayıda bir sorun yoktu çünkü gecekondular genç ve güzel olan kızları fazlasıyla üretiyordu zaten. Darboğaz, bunları cepheye sürmeden evvel, hızlı bir görgü eğitiminden geçirebilmekteydi. Sevgilim teorik eğitimi verirken, ben de yetenekli olanların sahradaki pratik eğitimlerine bazen biraz yardımcı oluyordum” (s. 136). Böylece gecekondulardan gelen işçilere “hamilik” yaptığını söyleyen patronun, muhtemelen işçi çocuğu olan genç kızlara da “hamilik” yaptığını öğreniyoruz!  Fabrikayı işgal eden devrimci kadın işçinin mi, yoksa -belki de onunla aynı mahalleden gelerek- fahişelik yapan genç kızlara “eğitim verdiğini” mizahi bir dille ve alenen anlatan Bezmen’in mi hayâsızlık ve yüzsüzlük sıfatlarını hak ettiğini sorabiliriz. (Burada kendini gösteren “zayıf süperego”nun burjuva erkeklerinin genel bir özelliği olup olmadığı da ayrıca sorulabilecek bir soru.) Hülasa Bezmen için gecekondulardan gelenlerin “sadık işçi” veya fahişe rolünde olmalarında sakınca yoktur. Ama devrimci rolünde asla!
BİLMİYORMUŞ GİBİ YAPMAYA DEVAM
1980’deki fabrika işgalini, 1990’larda “İSKİ skandalına” karışmasıyla işleri iyice bozulan Bezmen’in fabrikasındaki makinelere bir banka tarafından el konmak istendiğinde yaşananlarla beraber düşünmek gerekiyor. Bezmen, işçilerin “fedakârca döğüşerek” polisi içeri sokmadıklarını, hatta birkaçının hastanelik olduklarını söylüyor. Ona göre “Bankanın avukatları, patronlarına bu kadar bağlı işçi görmemişlerdi” ve hatta parayla beş yüz adam tuttuğunu öne sürmüşlerdi. Bezmen, “işçisinin” onu görünce “galeyana gelip ağır bir şiddet hatası işlemesinden korktuğu” için bu cansiperane direniş sırasında odasından çıkmamış: “Birkaç kez gözlerimden yaş geldi. İşçinin barikatlar kurup fabrikayı savunması ne demektir, 1871’de devlete karşı Paris Komünü mü bu!” (s. 221). Böylece, Paris Komünü ruhuyla 1980’de fabrikasını işgal eden devrimci işçileri aşağılayan Bezmen, güya ironi yaparak, muhtemelen ekmek derdiyle hareket eden işçilerin kendisinin mülkünü savunmak için barikat kurduklarını söyleyebiliyor. Bu ironide saklı olan sinizm, Bezmen’in sanayide başarının “böyle bir işçi desteğini yaşayabilmek” olduğu vurgusunda daha açık hale geliyor. Zira bu başarıyı niye 1980’de gösteremediğini söylemiyorsa da, bunun kendi kişisel başarısı değil, 12 Eylül cuntası ve devamında yaşanan sürecin ürünü olduğunu ve hakaret ettiği devrimcilerin kanla ve işkenceyle susturulması sayesinde gerçekleştiğini kendisi de bal gibi biliyor. Biliyor ve fakat bilmiyormuş gibi yapmaya devam ediyor. 
YENİ ÇELTEK BELGESELİ
Bezmen’in fabrikalarında 1970’lerden 1990’lara uzanan süreçte yaşanan bu dönüşümün göstergeleriyle başka birçok yerde olduğu gibi “Yeni Çeltek” belgeselinde de karşılaşıyoruz aslında. Türkiye devrimci hareketinin dünya sosyalizmi tarihine geçecek kadar önemli bir deneyimi olan Yeni Çeltek hakkındaki belgeselin çekimlerinin yapıldığı sıralarda, madende hasbelkader yine grevin olduğunu, ama bu defakinin eskisinin gücünden ve etkisinden eser barındırmayan bir grev olduğunu görüyoruz. Emek mücadelesinin böyle bir hal alması, elbette Bezmen gibi tekil kapitalistlerin başarısı olmak yerine, “kolektif kapitalist” olarak iş gören devletin ve onun baskıcı ve ideolojik aygıtlarının marifeti.
Son olarak, Bezmen’in anılarını yayımlamasından 3 yıl sonra, 2009’da çıkmış birkaç gazete haberine değinelim. Onun kendisine ait olduğunu inkâr ettiği, ancak kızının yönetim kurulu üyesi olduğu anlaşılan Edirne’deki tekstil fabrikasında 200 sendikalı işçi “kriz fırsat bilinerek” işten çıkarılmış; yerlerine Bezmen’in kayınbiraderine ait bir taşeron firmaya bağlı çalışan işçiler alınmış ve kısa süre içinde taşeron işçilerinin sayısı sendikalı işçilerinkini geçmiş. Asgari ücretle ve hiçbir sosyal haktan yararlanamadan çalışan taşeron işçilerin de sendikalı olması talebini reddeden patron, 250 sendikalı işçiyi de tehditlerle sendikadan istifa ettirmiş. Buna rağmen greve giden işçilerden biri –yine bir kadın işçi- işe alınan kadınlara 3 yıl hamile kalmama şartı koşulduğunu, hamile kalanların ise kapının önüne konulduğunu belirtiyor.[4] (Tam da burada insanın aklına, “sosyal sorumluluk sahibi” Halil Bezmen’in mahallelerdeki çocuklu ailelere eğitim verilmesini amaçlayan “Anne Çocuk Eğitim Programı”nı başlatmış olmakla övünmesi geliyor!) Bezmen’in kızının anılarında nasıl bir “işçi dostu” tablosu sunacağını ve grevci işçileri hangi sıfatlarla anacağını tahmin etmek ise zor olmasa gerek! 
'ABDESTLİ KAPİTALİSTLER'
Bilindiği üzere, Bezmen “İstanbul burjuvazisi”nin çoktan düşmüş bir mensubu. Yükselen “İslami burjuvazi”nin işçilerle karşılaşmaları ise ayrı bir yazı konusu olmayı fazlasıyla hak ediyor. Tabii bu “otantik burjuvalar”dan Bezmen gibi Goethe, Proust, Shakespeare, Kafka, Tocqueville, Heine vb'lerine atıflarla dolu anı kitapları yazacak türden bir “burjuva kültürü” bekleyemeyiz. Onlar muhtemelen ayetlere, hadislere veya dinsel hikâyelere atıfta bulunacaklardır. Ama Bezmen’in ailesinin tarihinde işçilerin ne kadar sevildiğine örnek olarak bayram gününü fabrikada işçi aileleriyle beraber geçirdiklerini vermesi (s. 18) ile bu işçilerin 1970’lerde Bezmenlerin “sevilmek için çırpınmalarına” aldırmadan fabrikayı işgal etmiş olmalarını bir arada düşündüğümüzde, “abdestli kapitalistler”in işçileriyle beraber namaza durmalarının da sınıf antagonizmasının gelişmesini engellemeye yetmeyeceğini kestirebiliriz.




[1] H. Bezmen, Neden?, Literatür Yayınları, İstanbul 2006.
[2] T. Bora ve N. Erdoğan, “Zenginlik: ‘Zengin’ Bir Araştırma Gündemi, ‘Yoksul’ Bir Literatür”, Toplum ve Bilim, 104: 3-12, 2005.
[3] A. Buğra, Devlet ve İşadamları, İletişim Yayınları, İstanbul 1995, s. 58.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder