Etyen Mahçupyan 04/06/20121 Küyerel
Klasik sol literatürde toplum önemli bir yer tutar.
Sınıfların üzerinde yoğunlaşılması, toplumun hangi kesiminin ilerici olduğunu göstererek siyasetin çizgisini belirlemesi açısından önemlidir. Ama sol bir analiz toplumun diğer sınıflarını görmezden gelmez, aksine o kesimin niçin yenilgiye mahkum olduğunu kuramsallaştırarak açıklar. Böyle bakıldığında toplumla irdeleme ve yönlendirme amaçlı ilişki kurmayan bir hareketin sol birikimle bağı da kuşkuludur. Ama öte yandan sol çok kolaylıkla mücadeleden vazgeçip kabuğuna çekilen bir yaklaşımı ima eder. Çünkü devletin apaçık ve mutlak olarak toplumdan bağımsız ele alınabileceği durumlar hariç, muhatap alınan toplumun sistemle organik bir bütünleşme içinde olduğu açıktır. Ayrıca ne ilerici ne de gerici sınıfların kendi içinde yeknesak olmadıkları, bu çeşitliliğin sömürü hesaplamalarını epeyce biçimsel hale getirdiği de bellidir. Diğer bir deyişle sol, toplumu kuramın ışığı altında kesip biçer, böler ve bütünleştirir. Böylece idealize edilmiş bütünsellikler üreterek, bunlara toplumsal aktör muamelesi yapar. Oysa ortada bir amaç ve yöntem birlikteliği yoktur...
Bu durum solun en parlak dönemlerinin niçin büyük çatışma süreçleri olduğunu açıklar. Çünkü bu dönemler toplumların gerçekten de tahkim edilmiş gruplara bölünmesini ifade eder ve grup içi farklılaşmaları ikincil kılar. Bugün Türkiye'de sol için Kürt meselesinin cazibesi budur... Devlet karşısında Kürt olmanın, farklı Kürtlerin varlığı gerçeğini anlamsızlaştırdığı bir çatışma durumu... Dolayısıyla sol bu 'esas' çatışmanın yükselmesine, dolayısıyla şiddet kullanımına taraftır. Ahlaki açıdan şiddetin kınanması ile siyasetin şiddetten beslenmesi bir çelişki gibi algılanmaz, çünkü 'şiddet' kategorik olarak sistemin, 'ötekinin' niteliğidir.
Bu yaklaşımın en kritik özelliği gerçek toplumun teoriye göre hareket etmesi, teori içinde anlam bulması beklentisidir. Gerçeklik buna uymadığı ölçüde hayal kırıklıklarının yaşanması ve kabuğuna çekilme dönemlerinin gelmesi beklenir ve nitekim dünya deneyimleri bunun yığınla örneğini sunar. Ancak asıl mesele toplumsal dinamiği böylesine önemseyen bir ideolojik tutumun, nihayette toplumla bağ kuramayacak hale gelmesi, toplumu ancak sınıfsallaştırarak veya cemaatleştirerek benimseyebilmesi ve sonuçta topluma bir bütün olarak yabancılaşmasıdır.
Solun tarihi bize toplumla ilişki kurmak üzere heveslenen ama başarısız kalan eylemcileri örnek verirken, aslında solu aklar da... Toplum henüz yeterince bilinçlenmemiştir, doğanın yasalarını kavramakta acizdir... Dolayısıyla bir kerteden sonra toplumla ilişki kurmayan solcuyu da anlayışla karşılarız. Aslında ilişki kurmak isteyen ama toplumun zaafları nedeniyle ilişki kuramayan solculara sempati duyarız. Oysa bu yüzeysel durumun altında başka bir gerçeklik yatar: Sol toplumla ilişki kurmayı sağlayan bir ideolojiye sahip olmadığı için bu bağı kuramamaktadır. İdeoloji geçmişten geleceğe tüm gerçekliği kavradığı ölçüde, ideolojiye hakim olan solcu da 'bilen' durumundadır. Dolayısıyla toplumla ilişki aslında bir külfet, bir fedakarlıktır, çünkü solcuyu kendisinden daha az bilinçli birileri ile karşı karşıya getirir. Bunun anlamı solcunun topluma anlamak üzere değil, ne olduğu zaten belli olan toplumu kendi mensuplarına tanıtmak üzere yaklaşmasıdır. Kısacası sol toplumla ilişki kurmayı araçsallaştırdığı ölçüde, onunla ilişki kuramaz.
Otoriter zihniyet bu noktada net bir biçimde açığa çıkar: Solcu kişi kendisini sıradan insanlar karşısında kategorik bir üstünlük içinde bulur ve bu üstünlüğünün karşılığını siyaseten alma hakkına sahip olduğunu düşünür. Yabancılaşmayı kaçınılmaz kılan bu tutum, Türkiye'de ilave bir unsur sayesinde çok daha pekişmiş ve toplumdan kopukluğu vahim bir noktaya sürüklemiştir: Solcunun kendisini üstün görmesinin nedeni, gerekli zihinsel dönüşümü gerçekleştirmiş ve özgürleşmiş olduğuna inanmasıdır. Bu bağlamda laiklik bir kamusal alan düzenlemesi değil, kimlik üreten ve iktidar alanı yaratan bir nitelik haline gelir ve Türkiye'deki solun başlıca kurucu unsurlarından birini oluşturur. Hele sınıfsal açıdan geri olan toplumsal kesimlerin, bir de ayrıca zihniyet olarak geri olduğu teşhisi yapılmışsa solcunun toplumla ilişki kurmak için neredeyse hiçbir nedeni kalmaz. Bu geri kesimin çoğunluk olduğu bir ülkede solun topluma yabancılaşması ve marjinalleşmesi neredeyse bir 'kader' olarak algılanır ve bu durum mağduriyeti artırdığı gibi, apolitik konumda sıkışıp kalmış olmayı da 'bilimsel' olarak açıklar.
Türkiye'deki sol kendisini ta baştan itibaren, genel olarak toplumdan ve özel olarak İslami kesimden hem bilişsel hem de kültürel olarak üstün gördü. Bunun bizatihi otoriter bir tavır olduğu ve sistemin içerdiği şiddeti mümkün kıldığı idrak edilmedi. Mücadele edilen devlete gerçekte ideolojik payandalık yapıldığı anlaşılmadı. Değiştirilmesi gereken gerçeklik, böylece solu kendisine uydururken, sol müesses nizamın elinde araçsallaştı. Bu nedenle bugün 1 Mayıs'ın devrimcisi ile devletin provokatörünü birbirinden ayırmakta zorluk çekiyoruz. 27.5.2012
Sol ve ideoloji
Şükrü Hanioğlu'nun, Sabah gazetesindeki 13 Mayıs tarihli yazısında ele aldığı 'tarihçi' bakış, Türkiye'deki modern ve sol anlayışın 'evrensel' ideolojik köklerini anlamamız açısından epeyce elverişli gözüküyor.
Hanioğlu'nun tanımından hareket edersek "tarihçilik, yaşamın ve güncelin sadece tarih üzerinden anlaşılabileceğini, geleceğin de tarihin ilerleme çizgisinin kavranması aracılığıyla tahmin edilebileceğini savunan bir dünya görüşüdür." Kısacası bu dünya görüşü tarihin 'özneleşmesini' ifade etmekte... Diğer bir deyişle sanki tarih iradesi, niyetleri ve amacı olan bir yarı-ilahi aktör gibi, insanlığı ve insanları şekillendirip kendi emelleri doğrultusunda yönlendirmektedir. Dolayısıyla insanlığın macerası söz konusu olduğunda, doğanın yasaları da tarihin yasalarına dönüşmektedir. Hanioğlu'nun kelimeleriyle "On dokuzuncu asır bu anlamıyla tarihteki olguların değil, bir süreç olarak tarihin 'kendisinin' ya da 'insanlık tarihi' olarak kavramsallaştırılmış şeklinin belirleyici olduğu bir 'güncellik' yaratıyor... Tarih belirli kanunlar çerçevesinde yaşamı ve geleceği belirleyen bağımsız bir varlık haline geliyordu."
Bu algının bizatihi bilimsel bir paye kazanmasına paralel olarak, sosyal alanda bilimsel bir siyaset üretmenin mümkün olduğu fikri doğdu ve bilimselliğin temeli de doğal olarak tarihin yasalarında arandı. Eğer bu yasaları kavrayabilirsek, kaçınılmaz geleceği de öngörebilirdik. İnsan iradesini neredeyse tali bir konuma indirgeyen bu bakışın dayandığı tespit, tarihin yasalarına aykırı olan iradenin ve o yöndeki siyasetlerin başarısız kalacağı 'gerçeğiydi'. Dolayısıyla, aksi yönden bir çıkarsamayla başarılı olan siyasî irade ve eylem programlarının tarihin yasalarına uygun olduğunu öne sürmek mümkün ve akla uygun hale geliyordu.
Sol bu yaklaşımın hararetli sahiplenicilerinden biri oldu ve söz konusu 'bilimsel' anlayışı devrimciliğin zemini olarak işlevselleştirdi. Zor kullanımı ve iktidarı ele geçirmek üzere yürütülen silahlı mücadeleler bu sayede meşrulaştı. Dahası bunun dışında kalanlar tarihin yasalarını algılayamayan bir bilinçsizlik halinin temsilcileri olarak görüldükleri ölçüde 'solun' dışına itildiler. Sol siyaset giderek 'bilinçli' olanların tekeli altına alınırken, bilinç de dışımızdaki gerçekliğin ancak kendi eylemlerimizle sınanabilecek yasalarını içselleştirmiş olmamızla sınırlandı. Öte yandan tarihin bir içkin amacının olması, onun bir yöne ve hedefe doğru 'ilerlediğini' ima etmekte ve dolayısıyla tarih bilinci de bu ilerlemeye hizmet etmeyi, onu hızlandırmayı gerektirmekteydi. Bu durumda özgürleşme öncelikle bu ilerlemenin gerektirdiklerini anlayan bir bilinç haline tekabül ediyor ve tarihin yasalarını kavramanın sonucu olarak ortaya çıkıyordu. 'Bilimsel sosyalizm', 'sosyalist bilinç' gibi sürükleyici kavramlar bu arka plana oturtuldu ve solculara, insanlığın gelişme bilimini anlayamayan bilinçsiz yığınlar üzerinde bir üstünlük duygusu verdi.
Bu bakışın zihniyet bağlamında en dikkat çekici yönü normatif bir gerçekliği, yaşanmakta olan gerçekliğin yerine ikame etmesidir. Bu durum yaşanan gerçekliğin çoğul ve karmaşık yapısının kategorik hale getirilip basitleştirilmesi ve idealize edilmesiyle sonuçlandı. Böylece örneğin sosyal ve ekonomik sınıflar tarihsel bağlamından çıkartılarak, ezeli ve ebedi varlıklar haline geldiler. Yaşanan gerçekliğin sınıfları ise, bu ideale ulaşmaya çalışan eksik ve aksak, dolayısıyla bilinçli olanların yardım ve yönlendirmesine muhtaç 'sakatlanmış' prototipleri olarak görüldü. Hanioğlu yazısında 19. yüzyılın en önemli dört düşünce hareketi olan pozitivizm, milliyetçilik, evrimcilik ve Marksizm'in 'tarihçi' karakter taşıdığının altını çizmekteydi. Pozitivizm, bir yandan bilimi tek doğru olarak öne süren, öte yandan bilimselliği mutlak bir nesnellik şeklinde sunan bir anlayıştı ve tüm modern ideolojilerin içinde kendine yer buldu. Evrimcilik ise, 'ilerleme' fikrini merkeze alarak, her türlü değişimin amaçlı olduğunu öne sürerken, ulaşılacak hedefi halen var olan somut durumdan daha önemli kıldı. Bu iki anlayışın birlikteliği, varılacak noktayı bilen bilinçli kesimleri diğerlerinden daha üstün hale getirdi. Bu 'zihin açıklığını' sağlayan ise, zihnin geçmişe saplanmış hurafelerden temizlenerek bilimsel bir düşünce ve algılama boyutuna yükselmesiydi ki buna da kabaca 'sekülerleşme' demek mümkündü...
Marksizm, pozitivizm ve evrimcilik birbiriyle fazlasıyla iç içe geçmiş bir bütünlük olarak sosyalleştiler. Öte yandan pozitivizm ile evrimcilik arasındaki en doğal ve verimli kaynaşma otoriter laikliğin biçimlenmesinde ortaya çıktı. Dolayısıyla siyaseten 'bilinçsiz' varsayılan kitlenin aynı zamanda dindar olduğu Türkiye'de sol, Marksizm'in laiklikle bir tür 'evliliğine' dönüştü. Diğer taraftan Kemalizm de aynı laikliği milliyetçilikle bütünleştirdi ve tarihi milletler üzerinden okuyan bir kategorik bakışın taşıyıcısı oldu. Bu nedenle sol ile Kemalizm arasında güçlü bir akrabalık mevcut ve 'tarih' izin verdiğinde ikisi arasında hızlı geçişler yaşanabiliyor... 30.5.2012
Sol ve siyaset
İki yıl önceki dar kapsamlı anayasa referandumunda, ancak ideolojik bir bağlam üzerinden anlayabileceğimiz bir tutum ortaya çıkmıştı.
'Yetmez ama evet' diye sloganlaşan bu tutumun takipçileri yapılacak değişimi yeterli bulmadıklarını, ancak desteklediklerini beyan ediyorlardı. Ne var ki referanduma sunulan metni kaleme alan hükümet üyeleri bile bu değişikliğin yeterli olmadığını söylerken, değişikliğin yeterli olduğunu savunan kimse de yoktu. Yani 'yetmez ama evet' duruşu 'yeterli olduğu için evet' diyen bir karşı görüşü hedef almıyordu. Bu sloganlaştırmanın altında yatan, kendilerini 'sağcı' hükümetle aynı tarafta bulan 'solcuların' rahatsızlığıydı. Verilmek istenen mesaj ise, kendilerinin 'farklı' olduklarıydı.
Soru, solcuların kendilerini 'farklı' görürken dayandıkları verilerin ne olduğudur. Buradaki 'yetmez' sözcüğünün referansı acaba nerede aranmalıdır? Ortada apaçık bir yetmezlik hali olduğuna ve herkes buna katıldığına göre, buradaki 'yetmez' kelimesi şu an yaşanan bir yetmezlikten ziyade muhtemelen 'yeterli' olanın bilgisine göndermede bulunmaktadır. Nitekim söz konusu kampanyaya başka kesimlerden de bireysel katılımların olmasına karşın, bu sloganı toplumsal bir bağlama oturtarak 'sol' kılan nitelik, yeterli olanın, ulaşılması gereken hedefin zımnen işaret edilmesidir.
Muhtemelen 'sağ' ve 'sol' siyaset arasındaki en kritik farklılık budur... 'Sağ' bugün için istenen ve olabilecek olanın peşinden giden, ideallerini ise ahlaki ve kültürel zeminde arayan bir siyaset anlayışını işaret ediyor. Oysa 'sol', ideal olarak olması gereken ve gelecekte neredeyse 'kaçınılmaz' olarak gerçekleşecek bir hedefin takipçiliğini yapıyor ve ahlaki zeminini de doğrudan bu ideallerden türetiyor.
Dolayısıyla sol için bu ideal hedeflerin vurgulanması hem psikolojik olarak rahatlatıcı, hem de sosyal bağlamda kimlik oluşturucu bir nitelik arz ediyor. 'Yetmez' kelimesi bir yandan reformları desteklemeyi mümkün kılarken, diğer yandan da sol kimliğin cemaatleşmesine katkıda bulunuyor. Ne var ki aynı referandumda solun bir bölümünün 'hayır' dediğini ve hatta 'yetmez' diyenleri solculuğun dışına ittiklerini de biliyoruz. Aradaki fark otoriter zihniyetin ne denli içselleştirildiği veya ona ne kadar mesafe alınabildiğiyle ilişkili. 'Hayır' diyenler otoriter anlayışın taşıyıcıları olarak, doğruyu bildiklerinden çok daha emin olmaları bir yana, doğru olanın 'sulandırılmasına' da karşılar. Söz konusu sulanmanın en bariz göstergesi ise reformları 'kimin' yaptığı... Çünkü tarihin yasalarını kavramamış, bilinçsiz kişilerin yürüteceği bir reform bizi gidilecek hedefin daha da uzağına götürebilir. Hele bu kişiler mevcut nizamın veya 'geri' bir ideolojik konumun sahipleri ise, reformun kötüye kullanılacağından ve bir tür 'karşı devrim' olarak hayata geçeceğinden emin olmanız gerekir...
Böylece sol kendi iradesiyle kendisini siyasetin dışına çıkararak, siyasetin tümüyle reddini bir tür 'siyaset' haline getirmeyi tercih edebilmekte, 'sağlam' duruşunu pekiştirerek cemaatsal yapısını koruyabilmektedir.
Son dönemde bu anlayışın izdüşümü olarak değerlendirilebilecek iki beyanat gündeme geldi. Biri DİSK Genel Sekreteri'nin anayasa çalışmalarını engelleyici bir tutum içinde olacaklarını söylemesiydi. Gerekçe, hükümetin 'gerçekten' bir toplumsal anayasa istemediği ve kendi anayasasını toplumsal bir kisve altında sunmayı amaçladığı tespitiydi. DİSK sürece müdahil olup olması gereken anayasayı üretmeye çalışma peşinde olmayacaktı, çünkü bunun hükümete destek vermek olduğu düşünülmekteydi. Anlaşılacağı üzere sol için anayasalar tedrici olarak iyiye gitmesi beklenen ve somut toplumsal tercihleri taşımakla yetinen metinler değiller. Olması gereken, ideal bir varoluş halini hayata geçirmesi gereken ve bu açıdan toplumsal desteğe muhtaç olmayan metinler... Dolayısıyla da olması gereken anayasayı zaten biliyor olanların topluma rağmen devrim yoluyla o anayasayı hayata geçirmeleri gayet meşru olabilmekte.
Daha yumuşak bir örnek ise BDP Genel Başkanı'ndan geldi... Demirtaş "anayasa Kürt halkını tanımayacaksa... biz bu anayasaya yeni anayasa diyemeyiz. Darbe anayasasından hiçbir farkı olmaz" diye konuştu. Siyasetçi diliyle, mesaj vermek üzere söylendiğini kabul etsek de, Demirtaş'ın 'anayasa yenilik getirse de bu yeterli olmayabilir' şeklinde bir nüansı ifade edemeyeceğini iddia etmemiz pek mümkün değil. Dolayısıyla karşımızda sol dilin doğal halinin bulunduğunu göz ardı etmemekte yarar var. Mesaj, eğer olması gereken olmayacaksa, olabilecek olan hiçbir şeyin 'iyi' olamayacağıdır. Eğer sol, olması gerekenin ne olduğunu toplumsal talep ve tercihlere dayandırsaydı bu tutumun işlevsel olduğu bile öne sürülebilirdi. Ne var ki solun temel sorunu olması gerekeni zaten bildiğine, toplumun ise bunu hiçbir zaman bilemeyeceğine inanmasıdır. Bu bakış ideolojik ve 'bilimsel' bağlamda kategorik bir üstünlük yaratarak şiddeti onaylayan bir psikoloji yaratmakta, bunu hedefe uzak olmanın ima ettiği kategorik mağduriyet duygusu ile pekiştirmekte ve böylece devre kapanmaktadır...
Solcu aydın
Aslında sol üzerine diziye böyle bir yazı eklemeyi düşünmemiştim. Ancak Ahmet İnsel'in Radikal'de çıkan 22 Mayıs tarihli yazısı uyarıcı oldu. Sol üzerine yazıp çizmiştim, 'yanlışı gören, doğruyu bilen' solcu kimlik üzerinde durmuştum, bu kimliğin içselleşmiş bir pozitivizm ve evrimciliğin ürünü olarak nasıl 'aydın' hale geldiğine işaret etmiştim ama bütün bunlar fazlasıyla teorik kalabilirdi. Oysa İnsel bu yazısıyla bizlere somut bir örnek sunmakta...
İnsel benim bir yazımın bir cümlesini referans vererek, aslında devlete hâkim olan AKP'nin benim gibi bazı kişiler tarafından sanki devlete hâkim olamamış gibi gösterilmesinden şikâyetçi. Hükümetin hâkimiyetini ima eden birçok cümle sıraladıktan sonra esas olarak daha nasıl bir gelişme olursa 'AKP devlete hâkim' yargısına varılacağını soruyor. Ayrıca böyle bir noktanın artık parti-devlet bütünleşmesi olarak adlandırılması gerektiğini, yani o noktada olayın 'hâkim olma' sınırını da aşacağını söylüyor.
Doğal olarak AKP hükümeti de daha önceki hükümetler kadar devlete hâkim olmak istemekte. Hatta İslamî niteliği ve uzun yıllar ideolojik olarak gayrimeşru sayılması dikkate alınırsa, bu ihtiyacın çok daha derinden duyulacağını kavramak mümkün. Nitekim 2007 yılında muhtıra görmüş, sonrasında kapatılma senaryoları ile karşılaşmış bir partiden söz ediyoruz. Ayrıca ortada güvenlik bürokrasisinin niteliğini epeyce açığa çıkaran Uludere ve MİT krizi gibi olaylar var. Görünen o ki bütün çabasına ve böbürlenmesine karşın AKP devlete hâkim olmakta hâlâ zorlanmakta. Örneğin bugün ekonomik performansta bir bozulma gerçekleşirse hükümetin 'hâkim' olduğu sanılan o devletin nasıl davranacağını tahmin etmek pek zor değil. Teslim etmek gerek ki yüzeysel bakanlar için, Başbakan'ın bu konudaki aşırı ancak temeli zayıf beyanları epeyce aldatıcı oluyor. Başbakan bir yandan bu bürokrasi ile çalışmak zorunda ve PKK şiddeti devam ettiği sürece de o bürokrasiye mahkûm. Güvenlikçi olmayan bir yola girdiğinde ise hem devlet-PKK ilişkisinin bu stratejiyi baltalayacağını, hem de anayasa referandumu için gereksindiği milliyetçi oyları kaybedeceğini hesaplıyor. Diğer yandan da hükümet bürokrasi ile 'anlaştığını' göstererek İslamî kesimdeki derin 'kabullenilme' ihtiyacına yanıt vermenin peşinde, çünkü o kesim için 'başarı' devletle barışmaktan geçiyor.
İnsel bu tür analizlerin peşinde değil... Uludere veya MİT olayı hakkında defalarca yazmış olması bir önem arz etmiyor. Şimdi AKP eleştirisi zamanı ve bu eleştiriyi yıpratabilecek olgulardan uzak durmakta fayda var... İnsel'in durum tespiti ise doğrusu insanı gülümseten cinsten: "Kendi kadrolarını devlet içine büyük ölçüde yerleştirmiş... MİT'e, MGK'ya, polise ve yargıya hâkim" bir AKP. Hükümetin bu yönde büyük bir gayret göstermekte olduğu, sendikaları ve medyayı kendi çeperine doğru çektiği, tabii ki istediği yasaları kolaylıkla geçirip diğerlerini savsakladığı doğrudur. Karşımızda gerçekten güçlü bir hükümet var. Ama bu hükümetin devlete hâkim olduğu tezi gerçekleşmiş bir durumdan ziyade bir olasılık ve ancak bir tür melezleşme ile birlikte hayata geçebilecek bir olasılık. Yani AKP'nin devlete gerçekten hâkim olması ancak AKP'nin de devlete 'yanaşması' ile mümkün. Bu durum İnsel'in dediği gibi bir parti-devlet bütünleşmesi olacak, ancak o parti bugünkü AKP olmaktan çıkacaktır.
Şimdi gelelim solcu aydın meselesine... Acaba İnsel, yetenekleri rahatlıkla elvermesine rağmen, niçin daha nüanslı bir değerlendirme yapmaktansa 'AKP devlete hâkim' mesajını seslendirmek istemektedir? Solun anlam dünyası bu mesaja ihtiyaç duyulduğunu düşündürtüyor. Çünkü bu değerlendirme AKP içindeki ve onun çevresi ile olan ilişkilerindeki karmaşıklığı bir hamlede yok ederek, AKP'yi 'saflaştırıyor'. Böylece hükümetin kategorik olarak sorumlu ve 'yanlış' olduğunu ileri sürme fırsatı veriyor. Enerjimizi nereye hasretmemiz, siyasetin hedefinin ne olması gerektiği de bu şekilde ortaya çıkıyor.
Solcu aydın işte bu değerlendirmeyi yapabilen kişidir. Amacı dışımızdaki olguları anlamak değil, onları operasyonel olarak kendi siyasetine hizmet eder hale getirmektir. Bu misyon solcu aydını hem cemaat oluşturucu bir nitelikle mücehhez kılar, hem de onu söz konusu cemaatin rehberliğine oturtabilir. Karmaşık ve çok yönlü gerçekliği basitleştirip anlaşılır bir kıvama getirmek, hele bunu sol teorinin 'bilimsel' makro analizinin içine oturtabilmek herkesin harcı değildir. Tabii ki asgari bir bilgi, zekâ ve dil yeteneğini ima eder. Ama bu çabanın sonucu olarak ortaya gerçekliği 'anlayan' ve dolayısıyla doğru siyaset üretebilen bir bakış çıkmaz. Gerçekliği 'kurutan' ve kuramsallaştırarak hayattan kopartan, yani ideolojik bir 'gerçeği' yaşananın yerine ikame eden bir yaklaşım ürer.
Sonuç şaşırtıcı olmayan bir biçimde, toplumla bağ kuramayan, giderek içine kapanan, doğruyu bilmenin verdiği güvenle olması gerekeni söyleyen, buna karşılık apolitik kaldığının farkında olmayan ve marjinalleşmesini ise mağduriyetle açıklayan bir aydın cemaatidir... 3.6.2012
Klasik sol literatürde toplum önemli bir yer tutar.
Sınıfların üzerinde yoğunlaşılması, toplumun hangi kesiminin ilerici olduğunu göstererek siyasetin çizgisini belirlemesi açısından önemlidir. Ama sol bir analiz toplumun diğer sınıflarını görmezden gelmez, aksine o kesimin niçin yenilgiye mahkum olduğunu kuramsallaştırarak açıklar. Böyle bakıldığında toplumla irdeleme ve yönlendirme amaçlı ilişki kurmayan bir hareketin sol birikimle bağı da kuşkuludur. Ama öte yandan sol çok kolaylıkla mücadeleden vazgeçip kabuğuna çekilen bir yaklaşımı ima eder. Çünkü devletin apaçık ve mutlak olarak toplumdan bağımsız ele alınabileceği durumlar hariç, muhatap alınan toplumun sistemle organik bir bütünleşme içinde olduğu açıktır. Ayrıca ne ilerici ne de gerici sınıfların kendi içinde yeknesak olmadıkları, bu çeşitliliğin sömürü hesaplamalarını epeyce biçimsel hale getirdiği de bellidir. Diğer bir deyişle sol, toplumu kuramın ışığı altında kesip biçer, böler ve bütünleştirir. Böylece idealize edilmiş bütünsellikler üreterek, bunlara toplumsal aktör muamelesi yapar. Oysa ortada bir amaç ve yöntem birlikteliği yoktur...
Bu durum solun en parlak dönemlerinin niçin büyük çatışma süreçleri olduğunu açıklar. Çünkü bu dönemler toplumların gerçekten de tahkim edilmiş gruplara bölünmesini ifade eder ve grup içi farklılaşmaları ikincil kılar. Bugün Türkiye'de sol için Kürt meselesinin cazibesi budur... Devlet karşısında Kürt olmanın, farklı Kürtlerin varlığı gerçeğini anlamsızlaştırdığı bir çatışma durumu... Dolayısıyla sol bu 'esas' çatışmanın yükselmesine, dolayısıyla şiddet kullanımına taraftır. Ahlaki açıdan şiddetin kınanması ile siyasetin şiddetten beslenmesi bir çelişki gibi algılanmaz, çünkü 'şiddet' kategorik olarak sistemin, 'ötekinin' niteliğidir.
Bu yaklaşımın en kritik özelliği gerçek toplumun teoriye göre hareket etmesi, teori içinde anlam bulması beklentisidir. Gerçeklik buna uymadığı ölçüde hayal kırıklıklarının yaşanması ve kabuğuna çekilme dönemlerinin gelmesi beklenir ve nitekim dünya deneyimleri bunun yığınla örneğini sunar. Ancak asıl mesele toplumsal dinamiği böylesine önemseyen bir ideolojik tutumun, nihayette toplumla bağ kuramayacak hale gelmesi, toplumu ancak sınıfsallaştırarak veya cemaatleştirerek benimseyebilmesi ve sonuçta topluma bir bütün olarak yabancılaşmasıdır.
Solun tarihi bize toplumla ilişki kurmak üzere heveslenen ama başarısız kalan eylemcileri örnek verirken, aslında solu aklar da... Toplum henüz yeterince bilinçlenmemiştir, doğanın yasalarını kavramakta acizdir... Dolayısıyla bir kerteden sonra toplumla ilişki kurmayan solcuyu da anlayışla karşılarız. Aslında ilişki kurmak isteyen ama toplumun zaafları nedeniyle ilişki kuramayan solculara sempati duyarız. Oysa bu yüzeysel durumun altında başka bir gerçeklik yatar: Sol toplumla ilişki kurmayı sağlayan bir ideolojiye sahip olmadığı için bu bağı kuramamaktadır. İdeoloji geçmişten geleceğe tüm gerçekliği kavradığı ölçüde, ideolojiye hakim olan solcu da 'bilen' durumundadır. Dolayısıyla toplumla ilişki aslında bir külfet, bir fedakarlıktır, çünkü solcuyu kendisinden daha az bilinçli birileri ile karşı karşıya getirir. Bunun anlamı solcunun topluma anlamak üzere değil, ne olduğu zaten belli olan toplumu kendi mensuplarına tanıtmak üzere yaklaşmasıdır. Kısacası sol toplumla ilişki kurmayı araçsallaştırdığı ölçüde, onunla ilişki kuramaz.
Otoriter zihniyet bu noktada net bir biçimde açığa çıkar: Solcu kişi kendisini sıradan insanlar karşısında kategorik bir üstünlük içinde bulur ve bu üstünlüğünün karşılığını siyaseten alma hakkına sahip olduğunu düşünür. Yabancılaşmayı kaçınılmaz kılan bu tutum, Türkiye'de ilave bir unsur sayesinde çok daha pekişmiş ve toplumdan kopukluğu vahim bir noktaya sürüklemiştir: Solcunun kendisini üstün görmesinin nedeni, gerekli zihinsel dönüşümü gerçekleştirmiş ve özgürleşmiş olduğuna inanmasıdır. Bu bağlamda laiklik bir kamusal alan düzenlemesi değil, kimlik üreten ve iktidar alanı yaratan bir nitelik haline gelir ve Türkiye'deki solun başlıca kurucu unsurlarından birini oluşturur. Hele sınıfsal açıdan geri olan toplumsal kesimlerin, bir de ayrıca zihniyet olarak geri olduğu teşhisi yapılmışsa solcunun toplumla ilişki kurmak için neredeyse hiçbir nedeni kalmaz. Bu geri kesimin çoğunluk olduğu bir ülkede solun topluma yabancılaşması ve marjinalleşmesi neredeyse bir 'kader' olarak algılanır ve bu durum mağduriyeti artırdığı gibi, apolitik konumda sıkışıp kalmış olmayı da 'bilimsel' olarak açıklar.
Türkiye'deki sol kendisini ta baştan itibaren, genel olarak toplumdan ve özel olarak İslami kesimden hem bilişsel hem de kültürel olarak üstün gördü. Bunun bizatihi otoriter bir tavır olduğu ve sistemin içerdiği şiddeti mümkün kıldığı idrak edilmedi. Mücadele edilen devlete gerçekte ideolojik payandalık yapıldığı anlaşılmadı. Değiştirilmesi gereken gerçeklik, böylece solu kendisine uydururken, sol müesses nizamın elinde araçsallaştı. Bu nedenle bugün 1 Mayıs'ın devrimcisi ile devletin provokatörünü birbirinden ayırmakta zorluk çekiyoruz. 27.5.2012
Sol ve ideoloji
Şükrü Hanioğlu'nun, Sabah gazetesindeki 13 Mayıs tarihli yazısında ele aldığı 'tarihçi' bakış, Türkiye'deki modern ve sol anlayışın 'evrensel' ideolojik köklerini anlamamız açısından epeyce elverişli gözüküyor.
Hanioğlu'nun tanımından hareket edersek "tarihçilik, yaşamın ve güncelin sadece tarih üzerinden anlaşılabileceğini, geleceğin de tarihin ilerleme çizgisinin kavranması aracılığıyla tahmin edilebileceğini savunan bir dünya görüşüdür." Kısacası bu dünya görüşü tarihin 'özneleşmesini' ifade etmekte... Diğer bir deyişle sanki tarih iradesi, niyetleri ve amacı olan bir yarı-ilahi aktör gibi, insanlığı ve insanları şekillendirip kendi emelleri doğrultusunda yönlendirmektedir. Dolayısıyla insanlığın macerası söz konusu olduğunda, doğanın yasaları da tarihin yasalarına dönüşmektedir. Hanioğlu'nun kelimeleriyle "On dokuzuncu asır bu anlamıyla tarihteki olguların değil, bir süreç olarak tarihin 'kendisinin' ya da 'insanlık tarihi' olarak kavramsallaştırılmış şeklinin belirleyici olduğu bir 'güncellik' yaratıyor... Tarih belirli kanunlar çerçevesinde yaşamı ve geleceği belirleyen bağımsız bir varlık haline geliyordu."
Bu algının bizatihi bilimsel bir paye kazanmasına paralel olarak, sosyal alanda bilimsel bir siyaset üretmenin mümkün olduğu fikri doğdu ve bilimselliğin temeli de doğal olarak tarihin yasalarında arandı. Eğer bu yasaları kavrayabilirsek, kaçınılmaz geleceği de öngörebilirdik. İnsan iradesini neredeyse tali bir konuma indirgeyen bu bakışın dayandığı tespit, tarihin yasalarına aykırı olan iradenin ve o yöndeki siyasetlerin başarısız kalacağı 'gerçeğiydi'. Dolayısıyla, aksi yönden bir çıkarsamayla başarılı olan siyasî irade ve eylem programlarının tarihin yasalarına uygun olduğunu öne sürmek mümkün ve akla uygun hale geliyordu.
Sol bu yaklaşımın hararetli sahiplenicilerinden biri oldu ve söz konusu 'bilimsel' anlayışı devrimciliğin zemini olarak işlevselleştirdi. Zor kullanımı ve iktidarı ele geçirmek üzere yürütülen silahlı mücadeleler bu sayede meşrulaştı. Dahası bunun dışında kalanlar tarihin yasalarını algılayamayan bir bilinçsizlik halinin temsilcileri olarak görüldükleri ölçüde 'solun' dışına itildiler. Sol siyaset giderek 'bilinçli' olanların tekeli altına alınırken, bilinç de dışımızdaki gerçekliğin ancak kendi eylemlerimizle sınanabilecek yasalarını içselleştirmiş olmamızla sınırlandı. Öte yandan tarihin bir içkin amacının olması, onun bir yöne ve hedefe doğru 'ilerlediğini' ima etmekte ve dolayısıyla tarih bilinci de bu ilerlemeye hizmet etmeyi, onu hızlandırmayı gerektirmekteydi. Bu durumda özgürleşme öncelikle bu ilerlemenin gerektirdiklerini anlayan bir bilinç haline tekabül ediyor ve tarihin yasalarını kavramanın sonucu olarak ortaya çıkıyordu. 'Bilimsel sosyalizm', 'sosyalist bilinç' gibi sürükleyici kavramlar bu arka plana oturtuldu ve solculara, insanlığın gelişme bilimini anlayamayan bilinçsiz yığınlar üzerinde bir üstünlük duygusu verdi.
Bu bakışın zihniyet bağlamında en dikkat çekici yönü normatif bir gerçekliği, yaşanmakta olan gerçekliğin yerine ikame etmesidir. Bu durum yaşanan gerçekliğin çoğul ve karmaşık yapısının kategorik hale getirilip basitleştirilmesi ve idealize edilmesiyle sonuçlandı. Böylece örneğin sosyal ve ekonomik sınıflar tarihsel bağlamından çıkartılarak, ezeli ve ebedi varlıklar haline geldiler. Yaşanan gerçekliğin sınıfları ise, bu ideale ulaşmaya çalışan eksik ve aksak, dolayısıyla bilinçli olanların yardım ve yönlendirmesine muhtaç 'sakatlanmış' prototipleri olarak görüldü. Hanioğlu yazısında 19. yüzyılın en önemli dört düşünce hareketi olan pozitivizm, milliyetçilik, evrimcilik ve Marksizm'in 'tarihçi' karakter taşıdığının altını çizmekteydi. Pozitivizm, bir yandan bilimi tek doğru olarak öne süren, öte yandan bilimselliği mutlak bir nesnellik şeklinde sunan bir anlayıştı ve tüm modern ideolojilerin içinde kendine yer buldu. Evrimcilik ise, 'ilerleme' fikrini merkeze alarak, her türlü değişimin amaçlı olduğunu öne sürerken, ulaşılacak hedefi halen var olan somut durumdan daha önemli kıldı. Bu iki anlayışın birlikteliği, varılacak noktayı bilen bilinçli kesimleri diğerlerinden daha üstün hale getirdi. Bu 'zihin açıklığını' sağlayan ise, zihnin geçmişe saplanmış hurafelerden temizlenerek bilimsel bir düşünce ve algılama boyutuna yükselmesiydi ki buna da kabaca 'sekülerleşme' demek mümkündü...
Marksizm, pozitivizm ve evrimcilik birbiriyle fazlasıyla iç içe geçmiş bir bütünlük olarak sosyalleştiler. Öte yandan pozitivizm ile evrimcilik arasındaki en doğal ve verimli kaynaşma otoriter laikliğin biçimlenmesinde ortaya çıktı. Dolayısıyla siyaseten 'bilinçsiz' varsayılan kitlenin aynı zamanda dindar olduğu Türkiye'de sol, Marksizm'in laiklikle bir tür 'evliliğine' dönüştü. Diğer taraftan Kemalizm de aynı laikliği milliyetçilikle bütünleştirdi ve tarihi milletler üzerinden okuyan bir kategorik bakışın taşıyıcısı oldu. Bu nedenle sol ile Kemalizm arasında güçlü bir akrabalık mevcut ve 'tarih' izin verdiğinde ikisi arasında hızlı geçişler yaşanabiliyor... 30.5.2012
Sol ve siyaset
İki yıl önceki dar kapsamlı anayasa referandumunda, ancak ideolojik bir bağlam üzerinden anlayabileceğimiz bir tutum ortaya çıkmıştı.
'Yetmez ama evet' diye sloganlaşan bu tutumun takipçileri yapılacak değişimi yeterli bulmadıklarını, ancak desteklediklerini beyan ediyorlardı. Ne var ki referanduma sunulan metni kaleme alan hükümet üyeleri bile bu değişikliğin yeterli olmadığını söylerken, değişikliğin yeterli olduğunu savunan kimse de yoktu. Yani 'yetmez ama evet' duruşu 'yeterli olduğu için evet' diyen bir karşı görüşü hedef almıyordu. Bu sloganlaştırmanın altında yatan, kendilerini 'sağcı' hükümetle aynı tarafta bulan 'solcuların' rahatsızlığıydı. Verilmek istenen mesaj ise, kendilerinin 'farklı' olduklarıydı.
Soru, solcuların kendilerini 'farklı' görürken dayandıkları verilerin ne olduğudur. Buradaki 'yetmez' sözcüğünün referansı acaba nerede aranmalıdır? Ortada apaçık bir yetmezlik hali olduğuna ve herkes buna katıldığına göre, buradaki 'yetmez' kelimesi şu an yaşanan bir yetmezlikten ziyade muhtemelen 'yeterli' olanın bilgisine göndermede bulunmaktadır. Nitekim söz konusu kampanyaya başka kesimlerden de bireysel katılımların olmasına karşın, bu sloganı toplumsal bir bağlama oturtarak 'sol' kılan nitelik, yeterli olanın, ulaşılması gereken hedefin zımnen işaret edilmesidir.
Muhtemelen 'sağ' ve 'sol' siyaset arasındaki en kritik farklılık budur... 'Sağ' bugün için istenen ve olabilecek olanın peşinden giden, ideallerini ise ahlaki ve kültürel zeminde arayan bir siyaset anlayışını işaret ediyor. Oysa 'sol', ideal olarak olması gereken ve gelecekte neredeyse 'kaçınılmaz' olarak gerçekleşecek bir hedefin takipçiliğini yapıyor ve ahlaki zeminini de doğrudan bu ideallerden türetiyor.
Dolayısıyla sol için bu ideal hedeflerin vurgulanması hem psikolojik olarak rahatlatıcı, hem de sosyal bağlamda kimlik oluşturucu bir nitelik arz ediyor. 'Yetmez' kelimesi bir yandan reformları desteklemeyi mümkün kılarken, diğer yandan da sol kimliğin cemaatleşmesine katkıda bulunuyor. Ne var ki aynı referandumda solun bir bölümünün 'hayır' dediğini ve hatta 'yetmez' diyenleri solculuğun dışına ittiklerini de biliyoruz. Aradaki fark otoriter zihniyetin ne denli içselleştirildiği veya ona ne kadar mesafe alınabildiğiyle ilişkili. 'Hayır' diyenler otoriter anlayışın taşıyıcıları olarak, doğruyu bildiklerinden çok daha emin olmaları bir yana, doğru olanın 'sulandırılmasına' da karşılar. Söz konusu sulanmanın en bariz göstergesi ise reformları 'kimin' yaptığı... Çünkü tarihin yasalarını kavramamış, bilinçsiz kişilerin yürüteceği bir reform bizi gidilecek hedefin daha da uzağına götürebilir. Hele bu kişiler mevcut nizamın veya 'geri' bir ideolojik konumun sahipleri ise, reformun kötüye kullanılacağından ve bir tür 'karşı devrim' olarak hayata geçeceğinden emin olmanız gerekir...
Böylece sol kendi iradesiyle kendisini siyasetin dışına çıkararak, siyasetin tümüyle reddini bir tür 'siyaset' haline getirmeyi tercih edebilmekte, 'sağlam' duruşunu pekiştirerek cemaatsal yapısını koruyabilmektedir.
Son dönemde bu anlayışın izdüşümü olarak değerlendirilebilecek iki beyanat gündeme geldi. Biri DİSK Genel Sekreteri'nin anayasa çalışmalarını engelleyici bir tutum içinde olacaklarını söylemesiydi. Gerekçe, hükümetin 'gerçekten' bir toplumsal anayasa istemediği ve kendi anayasasını toplumsal bir kisve altında sunmayı amaçladığı tespitiydi. DİSK sürece müdahil olup olması gereken anayasayı üretmeye çalışma peşinde olmayacaktı, çünkü bunun hükümete destek vermek olduğu düşünülmekteydi. Anlaşılacağı üzere sol için anayasalar tedrici olarak iyiye gitmesi beklenen ve somut toplumsal tercihleri taşımakla yetinen metinler değiller. Olması gereken, ideal bir varoluş halini hayata geçirmesi gereken ve bu açıdan toplumsal desteğe muhtaç olmayan metinler... Dolayısıyla da olması gereken anayasayı zaten biliyor olanların topluma rağmen devrim yoluyla o anayasayı hayata geçirmeleri gayet meşru olabilmekte.
Daha yumuşak bir örnek ise BDP Genel Başkanı'ndan geldi... Demirtaş "anayasa Kürt halkını tanımayacaksa... biz bu anayasaya yeni anayasa diyemeyiz. Darbe anayasasından hiçbir farkı olmaz" diye konuştu. Siyasetçi diliyle, mesaj vermek üzere söylendiğini kabul etsek de, Demirtaş'ın 'anayasa yenilik getirse de bu yeterli olmayabilir' şeklinde bir nüansı ifade edemeyeceğini iddia etmemiz pek mümkün değil. Dolayısıyla karşımızda sol dilin doğal halinin bulunduğunu göz ardı etmemekte yarar var. Mesaj, eğer olması gereken olmayacaksa, olabilecek olan hiçbir şeyin 'iyi' olamayacağıdır. Eğer sol, olması gerekenin ne olduğunu toplumsal talep ve tercihlere dayandırsaydı bu tutumun işlevsel olduğu bile öne sürülebilirdi. Ne var ki solun temel sorunu olması gerekeni zaten bildiğine, toplumun ise bunu hiçbir zaman bilemeyeceğine inanmasıdır. Bu bakış ideolojik ve 'bilimsel' bağlamda kategorik bir üstünlük yaratarak şiddeti onaylayan bir psikoloji yaratmakta, bunu hedefe uzak olmanın ima ettiği kategorik mağduriyet duygusu ile pekiştirmekte ve böylece devre kapanmaktadır...
Solcu aydın
Aslında sol üzerine diziye böyle bir yazı eklemeyi düşünmemiştim. Ancak Ahmet İnsel'in Radikal'de çıkan 22 Mayıs tarihli yazısı uyarıcı oldu. Sol üzerine yazıp çizmiştim, 'yanlışı gören, doğruyu bilen' solcu kimlik üzerinde durmuştum, bu kimliğin içselleşmiş bir pozitivizm ve evrimciliğin ürünü olarak nasıl 'aydın' hale geldiğine işaret etmiştim ama bütün bunlar fazlasıyla teorik kalabilirdi. Oysa İnsel bu yazısıyla bizlere somut bir örnek sunmakta...
İnsel benim bir yazımın bir cümlesini referans vererek, aslında devlete hâkim olan AKP'nin benim gibi bazı kişiler tarafından sanki devlete hâkim olamamış gibi gösterilmesinden şikâyetçi. Hükümetin hâkimiyetini ima eden birçok cümle sıraladıktan sonra esas olarak daha nasıl bir gelişme olursa 'AKP devlete hâkim' yargısına varılacağını soruyor. Ayrıca böyle bir noktanın artık parti-devlet bütünleşmesi olarak adlandırılması gerektiğini, yani o noktada olayın 'hâkim olma' sınırını da aşacağını söylüyor.
Doğal olarak AKP hükümeti de daha önceki hükümetler kadar devlete hâkim olmak istemekte. Hatta İslamî niteliği ve uzun yıllar ideolojik olarak gayrimeşru sayılması dikkate alınırsa, bu ihtiyacın çok daha derinden duyulacağını kavramak mümkün. Nitekim 2007 yılında muhtıra görmüş, sonrasında kapatılma senaryoları ile karşılaşmış bir partiden söz ediyoruz. Ayrıca ortada güvenlik bürokrasisinin niteliğini epeyce açığa çıkaran Uludere ve MİT krizi gibi olaylar var. Görünen o ki bütün çabasına ve böbürlenmesine karşın AKP devlete hâkim olmakta hâlâ zorlanmakta. Örneğin bugün ekonomik performansta bir bozulma gerçekleşirse hükümetin 'hâkim' olduğu sanılan o devletin nasıl davranacağını tahmin etmek pek zor değil. Teslim etmek gerek ki yüzeysel bakanlar için, Başbakan'ın bu konudaki aşırı ancak temeli zayıf beyanları epeyce aldatıcı oluyor. Başbakan bir yandan bu bürokrasi ile çalışmak zorunda ve PKK şiddeti devam ettiği sürece de o bürokrasiye mahkûm. Güvenlikçi olmayan bir yola girdiğinde ise hem devlet-PKK ilişkisinin bu stratejiyi baltalayacağını, hem de anayasa referandumu için gereksindiği milliyetçi oyları kaybedeceğini hesaplıyor. Diğer yandan da hükümet bürokrasi ile 'anlaştığını' göstererek İslamî kesimdeki derin 'kabullenilme' ihtiyacına yanıt vermenin peşinde, çünkü o kesim için 'başarı' devletle barışmaktan geçiyor.
İnsel bu tür analizlerin peşinde değil... Uludere veya MİT olayı hakkında defalarca yazmış olması bir önem arz etmiyor. Şimdi AKP eleştirisi zamanı ve bu eleştiriyi yıpratabilecek olgulardan uzak durmakta fayda var... İnsel'in durum tespiti ise doğrusu insanı gülümseten cinsten: "Kendi kadrolarını devlet içine büyük ölçüde yerleştirmiş... MİT'e, MGK'ya, polise ve yargıya hâkim" bir AKP. Hükümetin bu yönde büyük bir gayret göstermekte olduğu, sendikaları ve medyayı kendi çeperine doğru çektiği, tabii ki istediği yasaları kolaylıkla geçirip diğerlerini savsakladığı doğrudur. Karşımızda gerçekten güçlü bir hükümet var. Ama bu hükümetin devlete hâkim olduğu tezi gerçekleşmiş bir durumdan ziyade bir olasılık ve ancak bir tür melezleşme ile birlikte hayata geçebilecek bir olasılık. Yani AKP'nin devlete gerçekten hâkim olması ancak AKP'nin de devlete 'yanaşması' ile mümkün. Bu durum İnsel'in dediği gibi bir parti-devlet bütünleşmesi olacak, ancak o parti bugünkü AKP olmaktan çıkacaktır.
Şimdi gelelim solcu aydın meselesine... Acaba İnsel, yetenekleri rahatlıkla elvermesine rağmen, niçin daha nüanslı bir değerlendirme yapmaktansa 'AKP devlete hâkim' mesajını seslendirmek istemektedir? Solun anlam dünyası bu mesaja ihtiyaç duyulduğunu düşündürtüyor. Çünkü bu değerlendirme AKP içindeki ve onun çevresi ile olan ilişkilerindeki karmaşıklığı bir hamlede yok ederek, AKP'yi 'saflaştırıyor'. Böylece hükümetin kategorik olarak sorumlu ve 'yanlış' olduğunu ileri sürme fırsatı veriyor. Enerjimizi nereye hasretmemiz, siyasetin hedefinin ne olması gerektiği de bu şekilde ortaya çıkıyor.
Solcu aydın işte bu değerlendirmeyi yapabilen kişidir. Amacı dışımızdaki olguları anlamak değil, onları operasyonel olarak kendi siyasetine hizmet eder hale getirmektir. Bu misyon solcu aydını hem cemaat oluşturucu bir nitelikle mücehhez kılar, hem de onu söz konusu cemaatin rehberliğine oturtabilir. Karmaşık ve çok yönlü gerçekliği basitleştirip anlaşılır bir kıvama getirmek, hele bunu sol teorinin 'bilimsel' makro analizinin içine oturtabilmek herkesin harcı değildir. Tabii ki asgari bir bilgi, zekâ ve dil yeteneğini ima eder. Ama bu çabanın sonucu olarak ortaya gerçekliği 'anlayan' ve dolayısıyla doğru siyaset üretebilen bir bakış çıkmaz. Gerçekliği 'kurutan' ve kuramsallaştırarak hayattan kopartan, yani ideolojik bir 'gerçeği' yaşananın yerine ikame eden bir yaklaşım ürer.
Sonuç şaşırtıcı olmayan bir biçimde, toplumla bağ kuramayan, giderek içine kapanan, doğruyu bilmenin verdiği güvenle olması gerekeni söyleyen, buna karşılık apolitik kaldığının farkında olmayan ve marjinalleşmesini ise mağduriyetle açıklayan bir aydın cemaatidir... 3.6.2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder