Namık
Çınar TARAF-GEÇ KALMIŞ
YAZILAR, KÜYEREL
Fernand Braudel muhteşem eseri “Akdeniz”de,
Avrupa’nın
bir ucundaki Osmanlı ile diğer ucundaki İspanya’nın küresel
hegemonyanın o dönemdeki kavgasını yaparlarken, 16.yy’ın sonlarına
doğru birdenbire bundan vazgeçerek yerel ve territorial
sorunlara
yönelmek suretiyle kendi içlerine kapandıklarını ve tarih
sahnesinin
daha sonraki perdelerinde artık ikincil, hâttâ üçüncül
rollerin aktörleri
hâline geldiklerini nasıl da güzel anlatır.
Demek ki huylu huyundan vazgeçmiyor ve şimdi de Türkiye,
AKP daha doğrusu Başbakan Erdoğan sayesinde, birazcık
palazlanmaya görsün, küresel bir aktör olmayı hedeflediğini
söylediği
hâlde, eski hinterlandında eşelenmekten öteye gidemeyecek
olduğu
bin yıllık sorunlar yumağına ayaklarını dolayarak,
enerjisini boşu
boşuna tüketeceği bir mecraya doğru sürüklenmeyi seçiyor.
Erdoğan’ın gözlük camları yüzyıllardır yanı başımızda
kaynayan
Arap kazanının buharıyla buğulandığından, küresel ölçekteki
ilişkileri
net görmesi giderek daha da zorlaşacağa benziyor.
İslâmiyet her konu için esas alınan “yumuşak karın” olunca,
aklın süzgeçlerinden geçerek yeryüzü deneyimleriyle
yoğrulmuş
politikalar yerine, denk geldikçe ya Hz. Ömer adaletini ya
da Hz. Ali
umdelerini rehber edinmiş bir millet olduğumuzu
vurgulayarak; bizi,
bin yıllık geri kalmışlıkların temel nedeni olan bir Bedevi
kültürünün
peşine takmaya yol açtığının farkına bile varamıyor.
O kadar da değil Sayın Başbakan!
Durun orada biraz!
Sizin gönlünüzden böyle şeyler geçiyor olabilir; ama bakalım
biz nasıl görüyoruz meseleleri, düşündünüz mü hiç?
Kemalizm’in
militarist vesayetine karşı çıktık diye, uygarlığın evrensel
birikimlerine de karşı olduğumuzu mu sanmıştınız, yoksa siz?
Şimdi artık beğenmeyip satılmışlıkla itham ettiğiniz o bir
avuç
sol-liberaller ile erdemli ve dindar aydınlar, kayıtsız
şartsız demokrasi
istedikleri için en önde olmasalardı, iki kişiden birinin
oyunu öyle
kolayından alabileceğinizi mi sanıyordunuz ki?
Bakın ben “askeri
taktik”ten giderek, birazcık zihninizi açmaya
çalışayım sizin:
Eğer gözlerini budaktan sakınmayarak savunma mevzilerinin
ilerisinde tertiplenen “temas
birlikleri, örtme kuvvetleri, oynak
savunma ve keşif unsurları, muharebe ileri
karakolları”,
öngörüldüğü gibi usulünce değil de, sıdkı sıyrılıp
yıldıkları için önde
olmaktan vazgeçerek geri çekiliyorlar, daha doğrusu,
amaçlardan
sapıldığını görerek o uğurda savaşmayı bırakıyorlarsa; o
vakte
kadar işleri tıkırında yürüyen Asıl Muharebe Hattı
birliklerinin artık
bulundukları yerde tutunmaları da mümkün olamayacak
demektir.
Elbet de politikadaki eylemsel başarılar, yerlerini doğru
değerlendiremediğiniz o yürekli insanların işi değildir;
lâkin
sonucun nereye varacağını sezinlemek, tarih boyunca daima
onların
becerisinden sayılmış durmuştur.
Erdoğan’ın düzen karşıtlığı, vesayetçi güçleri zayıflatıp
“Ortadoğulu kalma”nın
önünü açmak için idiyse, doğrusu bu çok
yanlış bir düşünüş olacaktır. Akla değil de, her hâlükârda
sadece dine
yaslanmaktan gelen bu ifrat, Arap halklarından birine,
meselâ Mısır’a,
Suriye’ye, Libya’ya lider olsaydı; sanki hem daha çok
sevinecekmiş,
hem de âdetâ üstünde daha güzel duracakmış gibi bir
yakıştırmaya yol
açmaktadır.
Oysa Arapların işine bu ölçülerde karışmak ve müdahil
olmak, kavga edenlerin arasına dalıp da onları ayırmaya
kalkanın
bıçaklanacak olması ihtimalindeki gibidir aynı. 1838’den
beri süren
çağdaşlaşma öykümüz hepimizin malûmu iken, henüz birkaç
yıllık
Arap Baharı’nın kimbilir kaç nesli kapsayacağı, hiç mi
geçmez
aklın köşelerinden? Tabii ki destekleyeceğiz ve
özgürleşmeleri için
yanlarında olacağız; ama akşamdan sabaha şıpın işi işler
olmadığını
bilerek, bu meselelerin.
Ayrıca, ülkenin makro-ekonomik olanaklarını büyük oranda
kum-çakıl-çimento sektörüne gömerek, kalanıyla da dünya
silah
pazarının en bonkör ilk üç alıcısından biri yaparak çar-çur
eden
Erdoğan, bu hovardalığıyla küresel belirleyen değil, olsa
olsa
belirlenen olacağını da kavrayamıyor, anlaşılan.
Savaş çığırtkanlığı niyetiyle değil, madem baskına uğrayan
gemine, düşürülen uçağına anında yanıt veremeyeceğin
ikirciklerin
var; o yüzden Fenerbahçe kalecisi gibi kendisine doğru
çekilen
şutu tribündekilerden farksız olarak donakalıp
seyredeceksen, bâri
harcamalarını askeriyeye değil, gelecek nesilleri daha
müreffeh
kılacak alanlara yap da, işe yarasın hiç değilse.
Bu söylemlerim, bürokratik militarist vesayeti savundukları
hâlde kendilerini ilerici ve devrimci zanneden aymazların
ekmeğine
yağ sürmeyeceği gibi, aynı zamanda onlarla bir çizgide
olmaya da
tekabül etmez.
Çünkü onlar Erdoğan’ı yanlış buldukları için değil, her
şeyden
önce kurulu düzen öyle istedi diye muhalefet etmişlerdir.
Düzene karşı
tavır alan biri olarak, vesayet erbabının zerk ettiği
ideolojik önyargılar
adına, daha yola çıkar çıkmaz reddedilmiştir.
Kaldı ki, o laikperest ulusalcılar, din kurumunu, sosyolojik
bir olgu olmak yerine, tıpkı Erdoğan gibi ekonomi-politiğin
temel
bir değişkeni saymakla, aynı şartlanmışlığın öteki kutbunu
temsil
etmektedirler.
“Al birini vur ötekine” dedikleri, işte bu hâller için söylenmiş olsa gerekir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder