23 Mart 2012 Cuma

Siyasal İktisadın Eleştirisi

Sungur Savran   KÜYEREL
Aşağıdaki yazı ilk kez 1979 yılında Birikim dergisinin ilk dizisinin Mart 1979 tarihini taşıyan 49. sayısında yayınlanmıştı. Aradan geçen yıllarda yazı farklı kuşaklardan Marksistlerce okunmakla birlikte başka hiçbir yerde yayınlanmamıştı. Kapital’in 140. yılının kutlandığı 2008 yılında, Marx’ın bu yapıtında gerçekleştirdiği teorik projenin ayırıcı yanını ortaya koymaya çalışan böyle bir yazının, artık 1980 öncesinde yayınlanan Birikim dergilerine erişme olanağını çok zor bulacak olan genç kuşaklar için yararlı olacağını düşünerek yazıyı bir kez daha Devrimci Marksizm dergisinin 5. sayısında (Kış 2007-2008) yayınladık.
Terminoloji hakkında da kısaca bir şeyler söylemek yararlı olabilir. Yazıda kullanılan ve başlığa da yansıyan “siyasal iktisat” terimi, yaygın olarak kullanılan “ekonomi politik” teriminin Türkçeleştirilmesi yolunda bir çabadır. Çabanın gerekçesi yazının 3 no.lu dipnotunda açıklanıyor. Ancak aradan geçen yıllarda “ekonomi politik” terimi yaygınlığını koruduğu için bu konuda ısrarlı değiliz. Öte yandan, bizim kullandığımız “siyasal iktisat” teriminin ya da bazen “politik iktisat” teriminin de birçok Marksist tarafından kullanılmakta olduğunu görüyoruz. Bu terminoloji meselesini gelecek kuşaklar kararlaştıracak. Yazıyı bugün yayınlarken “siyasal iktisat” terimini kullanmaya devam edişimizin esas nedeni, bir ısrar değil, yazının orijinaline sadık kalma kaygısı. Zaten Türkçe veya dizgi bakımından açıkça yanlış olan bazı yerler dışında yazının orijinal haline dokunmadık.

İktisat bilimi son yıllarda önemli bir bunalımın içinde. Bu bunalımın belirişinde 1960'lardan bu yana  süregelmekte  olan  bazı   teorik  tartışmaların önemi küçümsenemez; ama asıl belirleyici etmen, bir dünya sistemi olarak kapitalizmin kendisinin büyük bir bunalım dönemini yaşıyor olması. İki savaş arasının “Büyük Bunalımı”, bilimin kendisini kapitalizmin acımasız gerçekliğine uyarlamak için yeniden biçimlendirmesine yol açmıştı. Bu dönemin ürünü olan Keynesçilik, 2. Dünya Savaşı sonrasında sermaye birikiminin hiçbir ana bunalımla karşılaşmadan sürdüğü bir bağlamda, üstelik “aşırı” yanları törpülenerek, resmî dogma niteliğini kazanmıştı. Yeni bir bilimle donanmış olan devletin artık kapitalizmin doğasını değiştirdiğine, dönemsel bunalımların geride kaldığına ilişkin inanç, tüm burjuva dünyasını olduğu gibi, iktisat bilimini de büyük bir rahatlığa ve kendine güvene boğmuştu. Ama 1960'lardan itibaren ilk işaretleri beliren bunalım, 1970'lerde bu düşler dünyasının paramparça olmasına yol açacaktı. Aniden, dünün dogmaları bugünün efsaneleri haline geliverdi. Keynesçilik “ölü bir köpek” gibi bir kenara itilirken, 1960'ların “meczubu” Milton Friedman  1970’lerde “politikacıların düşüncelerini yöneten yaşayan iktisatçı” haline geldi.1

Burjuva biliminin içine sürüklendiği bu sarsıntının gülünç ve ciddi sonuçları var. Kapitalizmin bunalımından çok fazla bunalınca, önceki yıllarda iktisat biliminin özgüveninin ve küstahlığının simgesi haline gelmiş olan Paul Samuelson, ABD'de milyonlar satan bir haftalık siyasal dergide okurlarına Marx'ı tavsiye etmeye başladı. Ya da, emperyalist hiyerarşi içinde, ABD'ye bile ödünç verebilecek bir duruma gelen Federal Almanya'nın Başbakanı H. Schmidt, son aylarda, kimden ödünç aldığını açıklamadığı bir kavram kullanarak, Keynesçiliği “bayağı iktisat” olarak niteleyiverdi.2 Ama bunlar sadece ilginç belirtileri bunalımın: Daha ciddi sonuçlar da var. Bu bunalım, karmaşık bir süreç sonunda ortaya çıkan bir başka olguyla, yani Marksizmin elli yıllık durgunluğundan sıyrılarak yeniden canlanışı ile bir araya gelince, kapitalist topluma Marksizmin bakış açısının etkisi, Batı üniversitelerinin en sağlam duvarlarını bile aşarak yayılmaya başladı. Çeşitli ülkelerin özgül koşulları bu yayılma sürecine şüphesiz damgasını vuruyor: Marksist geleneğin henüz güdük olduğu ülkelerde, yeni akım “radikal” v.b. adlar benimsiyor. Ama bu yeni etkinin, aldığı somut biçimler ne olursa olsun, bir eğilim olarak varlığı kuşku götürmez.

Bu sürecin özellikle İngilizce konuşulan ülkelerde, yarattığı bir yan etki de, Marksist olsun olmasın, birçok yazar ve teorisyenin sürekli olarak, “siyasal iktisat” (ekonomi politik) kavramını kullanmaları.3  Her bağlamda,  iktisat  kelimesinin yerini siyasal iktisat deyimi ile dolduruyor bu kişiler. Örneğin,  dün  enflasyon iktisadı diyenler, bugün “enflasyonun siyasal iktisadı” yazıyorlar kitaplarının kapağına. Bunun iki, birbirine yakından bağlı anlamı var: Biri, geleneksel (neoklasik) iktisat biliminin analizlerinde siyasal süreç ve ilişkilerden tümüyle soyutlamasından, bunları alanının dışında bırakmasından kaynaklanıyor. Bunalım içinde emperyalist sermayeler arasındaki çelişkilerin ve sınıf mücadelelerinin keskinleşmesi, bu soyutlama işlemini, gerçek dünya hakkında herhangi bir gözlem yapmak isteyen teorisyen için yırtılıp atılması gereken bir ateşten gömlek haline getiriyor. Dolayısıyla, siyasetin ve sınıfların zorla kovuldukları iktisat biliminin kalesine yeniden ve zaferle girmelerinin bir ürünü bu yeni eğilim. İkinci neden yine sınıf mücadelesinin gelişme biçimleriyle ilgili ama burada girilemeyecek kadar karmaşık; sosyal demokrasinin gelişmiş kapitalizmde, özellikle bunalım çerçevesinde, kazandığı önemle ilgili. Bu yeni siyasal ve ideolojik bağlamda, neoklasik iktisadın ve Friedman okulunun parasalcılığının gericiliğini bir ilericilik maskesiyle değiş-tokuş etmek isteyen “liberal” bilim adamları, “siyasal iktisat” kavramını bu ilericiliklerinin bir simgesi olarak kullanıyorlar.

Nedenleri ne olursa olsun, “siyasal iktisat” kavramı yeniden geçer akçe niteliğini kazanıyor Marksizmin dışında. Bu, uzun yıllardır süregelen başka bir eğilimle bir araya gelince garip bir durum çıkıyor ortaya: burjuva biliminin “iktisat” terimini benimsemesinden sonra Marksizm de kendi yaklaşımını “siyasal iktisat” olarak nitelemekte bir zarar görmemişti yirminci yüzyılda. Dolayısıyla burjuva iktisadı, “siyasal iktisat” terimine birbuçuk yüzyıl sonra yeniden sahip çıkmaya kalkışınca ortaya ilk bakışta sadece terminolojik olan yeni bir sorun çıkıyor: bu “siyasal iktisat”, kapitalizmin analizinde Marksist yaklaşımı mı belirtecek, yoksa burjuva yaklaşımını mı?4

Bu terminolojik soruna bir ikincisini katmak mümkün. Marx'ın hayatı boyunca yayımlanmış eserleri arasında iki tanesi, kapitalist üretim tarzının bütünsel olarak incelenmesine ayrılmış: 1859 yılında yayımlanan Siyasal İktisadın Eleştirisine Bir Katkı ve birinci cildi 1867 yılında yayımlanan Kapital. Bu ikinci, temel eserin altbaşlığı da Siyasal İktisadın Eleştirisi. Marx'ın her iki eserini de siyasal iktisadın bir eleştirisi olarak nitelemesi bir rastlantı olamaz. Ne de buradaki eleştirinin sadece o güne kadar geliştirildiği biçimi altında siyasal iktisada yönelik olduğu düşünülebilir. Kapital kadar temel, üzerinde onca yıl çalışılmış, bir üretim tarzını bütün ayrıntılarıyla inceleyen bir eserin sadece bir düşünce okulunun yani klasik siyasal iktisadın eleştirisine hasredildiğini kabul etmek imkânsız. O zaman, bu “eleştiri” kavramını gerçek teorik ve pratik boyutları içinde anlamaya çalışmak gerekli. Ancak bu araştırmanın sonucunda, Marx'ın eserinin “siyasal iktisat” denen bilimle ilişkisi doğru biçimde kavranabilir.

Gerçekte, yukarıda sözü edilen yeni teorik durumda ortaya çıkan karışıklık, daha genel bir açıdan bakıldığında hiç de yeni değil. Marx'ın kapitalizm analizinin başka iktisadî düşünce okullarıyla karıştırılması ilk kez olmuyor: Kapital yayınlanalı beri, Marx'ın teorisini çeşitli başka iktisat teorileriyle özdeşleştirme eğilimi sürekli olarak varolmuştur. Önce klasik siyasal iktisata özümlenmiştir Marx’ın eseri. Burjuva iktisadı, burada girilemeyecek nedenlerin etkisinde, klasik iktisatın temelini oluşturan emek değer teorisinden kopunca, kendisi de genel bir anlamda bir emek değer teorisi sayılabilecek olan Marksist yaklaşım, Schumpeter’den Samuelson'a dek birçok burjuva iktisatçısı tarafından klasik teorinin bir altbaşlığı, bir dipnotu olarak ilân edilir. İşin ilginç ve acıklı yanı, neoklasik iktisadın egemenlik döneminde başlayan bir eğilimle, birçok Marksistin de bu özdeşleştirmenin terimlerini olduğu gibi kabullenmeleri:    Batı'da bir dönemde (ama artık değil) Marx'ın “iktisadi” düşünceleri konusunda  rakipsiz birer otorite olarak kabul edilen Maurice Dobb, Ronald Meek gibi yazarlar bir “Ricardo-Marx” geleneğinden   bile  söz  ederler  giderek. Öte yandan, “Keynes devrimi”nin heyecanı ile Marx, Keynes'in bir öncüsü olarak kabul edilmeye başlanır. Ama Marx'ın belirli bir iktisat  teorisine özümlenmesi yolundaki en ciddi eğilim ve çaba son onbeş yıla aittir: Piero Sraffa’nın 1960'da yayımlanan ve daha sonraki yıllarda neoklasik teorinin eleştirisine temel olan kitabı Production of Commodities by Means of Commodities'de geliştirdiği tezlerden kalkan güçlü bir akım, Marx'ın kapitalizm analizini bu yeni yaklaşımla bütünleştirmeye ve giderek Sraffacı teoriyi Marksizmin yeni biçimi olarak sunmaya çalışmaktadır. Oldukça karmaşık olan bu tartışmaya burada girmek mümkün değil. Ancak bu yeni tartışma bağlamında Marx'ın siyasal iktisatla ilişkisi yeni bir güncellik kazanmakta. Dolayısıyla, “siyasal iktisadın eleştirisi” kavramı Marksizmin teorik gündeminin acil bir maddesi. Aşağıda görüleceği gibi, Marx'ın düşüncesinin özgüllüğü ancak bu kavram aracılığıyla tanınabilir.

Klasik siyasal iktisat
İktisadî düşüncenin tarihinde klasik siyasal iktisadın özel bir yeri vardır. Sanayi burjuvazisinin yükseliş çağında, 18. yy. sonunda ve 19. yy. başında Adam Smith ve David Ricardo gibi iki büyük iktisatçının eserlerinde en olgun biçimine kavuşan bir düşünce tarzıdır bu. Klasik  siyasal iktisadı öbür burjuva iktisat teorilerinden farklılaştıran ayırıcı özelliği kapitalist üretim ilişkilerinin kendini sunduğu yüzey biçimlerinin analiziyle yetinmemesi, bu ilişkilerin derinde yatan, özsel biçimlerini araştırmaya çabalamasıdır. Bu özelliği ile,  tarihî olarak kendisini izleyen bayağı iktisattan (ve onun en gelişmiş biçimi olan neo-klasik iktisattan) temel bir anlamda ayrılır.5 Klasik siyasal iktisadın bu üstünlüğü göz önünde  tutulduğunda, Marx'ın bilimsel olarak nitelediği bu düşünce tarzına yönelttiği eleştirilerin, bayağı iktisat için haydi haydi geçerli olacağı da anlaşılır.

Klasik okulun bu çabası Adam Smith ile Ricardo'nun eserlerinde farklı biçimlerde ortaya çıkar. Burada şüphesiz bu düşünürlerin eserlerini ve ikisi arasındaki farklılıkları ayrıntılarıyla ele almaya imkân yoktur. Dolayısıyla, her iki yazar da klasik iktisadın kapitalizme bakış tarzını belirleyen yönleri ile kısaca ele alınacaktır.

Smith, kapitalist toplumun iktisadi anatomisinin incelenmesine meta üretiminin temel kavramlarını (işbölümü, mübadele v.b.) araştırarak girer. Baş eseri ve iktisat biliminin ilk sistematik ürünü olarak kabul edilen Ulusların Serveti (The Wealth of Nations) adlı kitabının ilk dört bölümü, bu kavramlara ayrılmıştır. Smith'in bu analizi bir anlamda, günümüze kadar tüm burjuva iktisadının çerçevesini belirleyen bir önkabulün mantıkî temelini attığı için son derece önemlidir.

Analizin odak noktası işbölümü ile mübadele arasındaki ilişkidir. Smith'e göre mübadele, yani üreticilerin ürünlerini karşılıklı olarak değişmesi insan doğasındaki belirli eğilimlerin bir sonucudur: insanın her faaliyetini iletişim ve mübadele çerçevesinde gerçekleştirme yolunda bir eğilimi vardır. Takas ve mübadele eğilimi, işte bu doğal eğilimin iktisadî faaliyet alanında aldığı özel bir biçimden ibarettir.

Böylece mübadele ile işbölümü arasında zorunlu bir bağıntı kurulmuş, birincisi ikincisinin gerekli koşulu haline getirilmiş olmaktadır. Smith'in bu analizinin vargısı açıktır: üretici güçlerin belirli bir gelişme aşamasında ortaya çıkan işbölümünün varolduğu her yerde mübadele de zorunlu olarak varolacağından, meta üretimi ve onun en gelişmiş biçimi olan kapitalist üretim tarzı sonsuza dek varlığını sürdürecektir. Bu, tüm burjuva iktisadının temel önkabulüdür.

Bu şekilde tanımlanan bir teorik alan içinde Smith iki soruya cevap arar: Birinci soru, mübadele içinde malların birbirlerine karşı değerlerinin belirlenmesiyle ilgilidir. Bu soruya Smith'in getirdiği cevap oldukça karmaşıktır: Bir ilk adım olarak değeri malların üretimi için gerekli emek miktarıyla ilişkilendirdikten hemen sonra, bununla özdeş olduğunu düşündüğü bir ikinci ölçütü de paralel olarak geliştirmiştir: bir malın “emrettiği”, yani satın alabildiği emek miktarı! Bu iki kavram arasındaki ilişki ve çelişkinin niteliği ne olursa olsun, asıl önemli olan Smith'in analizinin sonunda, her iki ölçütün de kapitalist toplumda geçerli olmadığına karar vermesi ve başlangıçtaki emek değer teorisinin yerine maliyetler tarafından belirlenen bir doğal fiyat teorisini benimsemesidir.

İkinci soruya gelince, Smith'in asıl amacı şüphesiz bu soruyu çözmektir. Bu soru toplumsal ürünün artışının (yani günümüz iktisadının deyimiyle büyümenin) açıklanmasıyla ilgilidir. Smith'in bu soruya getirdiği cevap, ayrıntılarından arındırılarak, sermaye birikiminin kapitalist toplumda toplumsal ürünün artışının gerekli koşulu olduğu biçiminde özetlenebilir. Sermaye birikiminin gelişimini belirleyen ise toplumun “üç büyük sınıfı” (kapitalistler, işçiler ve toprak sahipleri) arasındaki bölüşümdür: bu bölüşüm içinde kapitalistlerin payı olan kâr, birikimin tek kaynağını oluşturduğundan, kâr oranının gelişimi toplumun bir bütün olarak geleceği konusunda belirleyici bir yer kazanmaktadır. Bu cevap çok önemlidir: Burada, sermaye birikimi ve bunun kaynağı olan kâr kapitalist toplumun hayat sürecinin merkezi olarak ortaya çıkmakta, aynı zamanda tüm toplumun “genel çıkarı” ile kapitalistin “özel çıkarı”nın özdeşliği ilk kez “bilimsel” olarak gösterilmektedir.6

Ricardo'nun teorisi Smith'in analizi bıraktığı noktadan kalkar. İki anlamda: birincisi, Ricardo’nun sorunsalını belirleyen, Smith'in kurduğu çerçeve ve vardığı sonuçlardır. Çağının tüm iktisatçıları gibi Ricardo, teorik alanını Smith'den olduğu gibi devralır. Smith'in kapitalist toplumun doğası, işbölümünün önemi ve mübadeleyle zorunlu bağları konusundaki tüm önermeleri Ricardo için birer varsayımdır; bunlar hakkında en ufak bir soru dahi sormaz Ricardo. Bu genel çerçeve içinde Smith'in büyüme ile sermaye birikimi, bu sonuncusu ile kâr arasında kurduğu ilişkiye de olduğu gibi katılır. Onun da temel sorunsalı toplumsal ürünün sınıflar arasında bölüşümü ile büyüme arasındaki ilişkidir. Ne var ki, Smith/Ricardo ilişkisinin ikinci yönü burada ortaya çıkar: Smith, bölüşümün sermaye birikimi üzerindeki belirleyici etkisini tutarlı bir biçimde açıkladığı halde, sermaye birikimi sürecinin bölüşüm üzerindeki etkisini analiz edememiştir. Oysa birikim süreci içinde bölüşümün gelişmesinin kendi kurduğu teorik çerçeve içindeki önemi açıktır: Kâr oranının zaman içindeki devinimi kapitalist toplumun tüm hayat sürecini belirler bu teorik çerçevede. Ricardo'nun sorunsalı işte Smith'deki bu boşluğun yerini doldurmaya yönelir: Teorisinin baş sorunu birikim içinde bölüşümün ve özellikle de kâr oranının gelişimini incelemektir. Başeseri Siyasal İktisadın ve Vergilemenin İlkeleri'nde (Principles of Political Economy and Taxation, ilk basımı 1817) bu ana sorunsalını ünlü bir bölümde şöyle dile getirir Ricardo: “... toplumun değişik dönemlerinde, yeryüzünün toplam ürününün, rant, kâr ve ücretler adı altında,... sınıfların her birine verilecek olan oranları köklü olarak değişecektir... Bu dağılımı düzenleyen yasaları belirlemek Siyasal İktisadın ana sorunudur.”7

Bu bölüm, siyasal iktisadın sorunsalını, en olgun biçimini aldığı iktisatçının kaleminden sergilediği için son derece önemlidir. Aşağıda, siyasal iktisadın eleştirisi kavramının araştırılmasında bu noktanın önemi ortaya çıkacaktır.

Kapitalist toplumda bölüşümün incelenmesi, siyasal iktisadın alanına son derece önemli bir ikinci öğenin, değer teorisinin de katılmasını zorunlu kılar.8 Bunun nedeni, bu toplumda sınıflar arasında her türlü iktisadî ilişkinin metaların mübadelesi yoluyla kurulması yani metaların değerleri üzerinde temellenmesidir.

Değer teorisi, Ricardo ile Smith'in ikinci ayrılık noktasını oluşturur: Ricardo, Smith'i tutarsızlıkla suçlayarak kendi analizini bir malın değerinin üretimi için harcanan emek miktarı tarafından belirlendiği önermesi üzerine yerleştirir. Bu önermenin önemi açıktır: Ricardo, malların birbirlerine karşı değerini açıklarken, fiyat oluşumunu kapitalistlerin algıladığı biçimler içinde araştırmaktan kaçınmaktadır. Kapitalist açısından malının fiyatı, üretim için gerekli parasal maliyetlerin üzerine toplumda geçerli olan ortalama kâr oranının eklenmesi yoluyla belirlenir. Oysa Ricardo, fiyatı bu verilmiş yüzey biçimi içinde olduğu gibi almaz: Malların birbirlerine karşı göreli değerlerinin üreticilerin üretim içinde harcadıklan emek miktarlarıyla belirlenimini temel alır. Bu, siyasal iktisadı, kapitalist toplumu yüzeyde görünen kategoriler aracılığıyla anlamaya çalışan bayağı iktisata göre üstün kılan özelliktir. Buna karşılık, Ricardo için malların üretimi için gerekli emek ile malların değeri arasındaki bu ilişki bir varsayımdır. Değer ile emeğin ilişkisi hiçbir zaman araştırılmaz, doğrudan doğruya bir postüla olarak kabul edilir. Bu postülanın ardında yatan gerçekliği açıklayabilecek bir akıl yürütmeye siyasal iktisat çerçevesinde rastlamak mümkün değildir.

Marx’ın eleştirisine giriş
Adam Smith ve Ricardo'da en önemli temsilcilerini bulan klasik siyasal iktisat ile Marx'ın eseri arasında önemli yönlerden bir süreklilik ilişkisinden söz edilebilir. Marx, bir anlamda, kapitalist üretim tarzının analizini, klasik siyasal iktisadın içsel sınırları dolayısıyla durduğu noktadan kalkarak gerçekleştirmiş ve bu okulun teorik yaklaşımını mantıkî sonucuna götürmüştür.9 İktisadî düşünce tarihinin bütünü gözönüne alındığında, bu gerçek daha da belirgin olarak ortaya çıkar: Emek değer teorisi Smith ve Ricardo'dan geçerek Marx ile birlikte doruğuna yükselir ve bu andan sonra burjuva iktisadı tarafından tümüyle terkedilir. Bu durum, Marx'ın siyasal iktisadın eleştirisinden klasik teorinin bazı eksik yönlerinin sağlam bir mantıkî süzgeçten geçirilerek düzeltilmesini anladığı yolunda bir görüşe temel olmuştur. Bu görüş şöyle de formülleştirilebilir: klasik iktisadın teorik çerçevesi geçerlidir (emek değer teorisi, sınıflar arası bölüşüm mücadelesi v.b.); ama bu teorik çerçeve içinde vardığı bazı sonuçlar yanlıştır. Marx işte bu yanlışları eleştirmiştir.

Marx'ın gerek Smith'in, gerekse Ricardo'nun eserinde bulduğu teoriyi birçok özgül yönü dolayısıyla eleştirdiği doğrudur. Para konusunda, rant konusunda, sermayenin öğeleri konusunda, emek/emekgücü ayırımı konusunda ve daha birçok konuda Marx, klasik iktisadın analizlerini yetersiz bulur, bu analizlerin yerine yenilerini önerir. Bütün bunların ötesinde, değer ile üretim fiyatı arasında, artık-değer ile kâr arasında geliştirdiği ayırımla, klasik değer teorisinin yalpalamalarını, yanılgılarını, kararsızlıklarını açık bir biçimde ortaya koyar ve aşar. Ne var ki, bütün bunları yapmakla, dolayısıyla emek değer teorisini mantıkî bir tutarlılığa, bütünlüğe kavuşturmakla birlikte, Marx klasik siyasal iktisadın temel çerçevesinin doğru olduğunu kabul etmez. Aksine: Marx’ın Smith ile Ricardo'da yarım kalanı tamamlayabilmesini, tutarsız olanı tutarlığına kavuşturabilmesini mümkün kılan, kapitalist üretimin analizine onlardan çok değişik bir bakış açısı, köklü olarak farklı bir yöntem ile yaklaşmış olmasıdır.

Bu köklü farklılığın niteliğini anlayabilmek için işe siyasal iktisadın sorunsalını irdelemekle girişmek gerekir. Bu sorunsalın kapitalist toplumda malların değerinin oluşumu ve toplumsal ürünün sınıflar arasında bölüşümü tarafından belirlendiği yukarıda görülmüştü. Ne var ki, değerin ve bölüşüm kategorileri olan kâr, rant, ücret v.b.'nin belirlenimini araştıran siyasal iktisat, bu kategorilerin kendilerinin niteliği üzerinde hiç düşünmez. Bunları veri olarak alır. Bunun nedeni siyasal iktisatçıların kapitalist toplumun kategorilerini tarihî olarak belirlenmiş, geçici bir toplum türüne ait toplumsal biçimler olarak değil, doğal biçimler olarak düşünmesidir. Bir kez bu kabul edildiğinde bu biçimler genel, değişmez ve evrensel olarak geçerli bir nitelik kazanırlar. Dolayısıyla, siyasal iktisat açısından, bunların hangi tarihî koşullar altında ortaya çıkacakları ve varlıklarını sürdürebilecekleri bir sorun niteliğini taşımaz: bunlar, kaçınılmaz olarak, siyasal iktisadın teorik sorunsalının, araştırma alanının dışında kalacaktır.

Marx'ın siyasal iktisada yönelttiği eleştirinin başlangıç noktasını kapitalist ilişkilerin tarihîliği oluşturur. Bu ilişkiler ve bu ilişkilerin teorik ifadesi olan kategoriler belirli tarihî koşullar altında ortaya çıkar ve geçmişteki tüm öteki ilişkiler gibi, ancak bu tarihî koşullar altında geçerlidir: bu koşullar ortadan kalktığında kapitalist toplumsal ilişkiler de yerini yeni ilişkilere bırakır. Kısacası, Marx, siyasal iktisadın, kapitalizmi tarihî geçerliliği sınırlı olan bir üretim tarzı olarak anlayamamasını eleştirmekle başlar işe.

Siyasal iktisadın eleştirisi kavramının içeriği genellikle bu başlangıç noktasıyla sınırlanmıştır: bu anlayışa göre, Marx kapitalist üretim tarzında geçerli olan kategorilerin evrensel değil tarihî olduğunu göstermiştir. Siyasal iktisattan ayrıldığı nokta budur. Bu görüş, Marx’ın eleştirisini bu eleştirinin başlangıç noktasına indirgediği için siyasal iktisadın eleştirisi kavramını gerçek ve en önemli boyutları içinde kavrayamaz.

Kavramın gerçek içeriğini geliştirmeye geçmeden önce, bu başlangıç noktasının önemli bir yönüne dikkati çekmek gereklidir. Klasik siyasal iktisadın, özellikle de bu okulun tarih bilinci en gelişmiş üyesi olan Adam Smith'in, kapitalizmin insanlık tarihinin ta başlangıcından itibaren geçerli olduğunu ileri sürebileceğini düşünmek mümkün değildir. Kaldı ki, bu tür bir yanılsamanın, kapitalizmin hemen hemen evrensel biçim haline geldiği günümüz dünyasına karşıt olarak, bu üretim tarzının toplumsal hayatı yeni yeni ele geçirdiği, bu süreç içinde sürekli olarak eski toplumsal biçimlerle yüzyüze geldiği bir çağda ortaya çıkması çok güçtür. Gerçekten de, klasik siyasal iktisadın teorik öncüllerini geliştiren Smith, insanlığın geçimini sağlama tarihinde dört ayrı aşamadan geçtiğini belirtir: avcılık, çobanlık, tarım ve ticaret.10 Kapitalist toplum, iktisadî faaliyetin bu dördüncü türünün geçerli olduğu bir toplumdur. Smith'in deyişiyle, her insanın bir dereceye kadar bir “tüccar”, toplumun ise gerçek anlamıyla bir “ticarî toplum” haline geldiği tarihî aşama.11 Böylece, ilk bakışta, Smith'in kapitalizmi insanlığın üretim faaliyetinin ne doğal, ne de evrensel biçimi olarak kabul etmediği söylenebilecektir. Ricardo'ya gelince, bu yazarın değer teorisini tümüyle Smith'in kurmuş olduğu teorik çerçeve içine yerleştirmiş olduğu yukarıda belirtilmişti. Ricardo'nun bu genel çerçeveden burada ayrıldığını düşündürecek bir belirti yoktur. Kaldı ki, o da aynen Smith gibi bir “ilkel toplum” soyutlamasına başvurmuştur, kapitalist topluma karşıt olarak.

Bu gerçekler göz önünde tutulduğunda Marx’ın siyasal iktisat eleştirisinin daha baştan bir yanılgıdan kaynaklandığı, eleştirinin temelinin ortadan kalktığı düşünülebilir. Görünüşe bakılırsa, siyasal iktisat kapitalizmi öbür üretim tarzlarının yanısıra, onlarla aynı statüde özgül bir üretim tarzı olarak görmüş ve analiz etmiştir. Bu görünüş bazı yazarların klasiklerde emek değer teorisinin varlığını bir tür tarihî maddeciliğe bağlamalarına bile yol açmıştır: Örneğin, Meek, Smith'in sadece emek değer teorisinin değil, tarihî maddeciliğin de temelini attığını ileri sürmüştür.12 Maddeci tarih anlayışı Marx’ın düşünce tarihindeki en özgül katkılarından birini oluşturduğuna göre eğer bu görüş mantıkî sonucuna götürülürse, A. Smith'in Marx-öncesi bir Marksist statüsünü kazanması gibi bir paradoksa da yol açabilir.

Gerçekte bu anlayış Marx’ın siyasal iktisat eleştirisinin yanlış bir biçimde yorumlanmasının basit bir ürünüdür. Klasik iktisatçıların kapitalizm öncesinde insanlığın üretim faaliyetlerinin başka biçimler altında sürdürülmüş olduğu yolundaki görüşlerinin varlığını Marx hiçbir zaman yadsımamıştır. Eleştirisi bambaşka bir temelden kaynaklanır: Siyasal iktisatçıların yanılgısı, kapitalist ilişkilerin insan doğasına uygun, bu yüzden de evrensel ve sonsuz olduğu varsayımından kalkmalarıdır. Geçmişte başka tür üretim faaliyetleri, biçimleri varolmuş olabilir. Ancak bunlar bir yandan “erken ve azgelişmiş” bir aşamanın ürünüdür: Yani insanlığın ilkel bir aşamasına uygun düşer.
Bir yandan da, insanın tarih içinde kendini ağır ağır gerçekleştiren doğal eğilimlerine uygun olmadığı için yapaydır, geçicidir bu üretim aşamaları. Marx siyasal iktisatçıların bu yaklaşımını şöyle özetler:

İktisatçıların çok garip bir yöntemi vardır. Onlar için sadece iki tür kurum mevcuttur: yapay kurumlar ve doğal kurumlar. Feodalitenin kurumları yapay kurumlardır, burjuvazininkiler ise doğal kurumlar. Bu açıdan, iki tür din tanıyan dinbilimcilere benzerler: onlar için de kendilerininkinin dışındaki tüm dinler insanların bir uydurmasıdır, ama kendi dinleri Tanrı buyruğudur... Yani, tarih varolmuştur ama artık yoktur.13

Böylece, siyasal iktisadın hangi anlamda “doğal” bir üretimi incelediği de anlaşılmaktadır. Başka üretim örgütlenmeleri, insan doğasına uygun olmadıkları, insan doğasında eğilim halinde varolan potansiyelleri karşılayamadıkları için ortadan kalkmışlardır. Ama “ticari toplum” insan doğasına uygundur: Bu yüzden de insanların evrensel ve sonsuz olarak bu ilişkiler içinde yaşamaları kaçınılmazdır.14 Bu yaklaşımın en iyi örneği Adam Smith'in işbölümünün gerekli koşulu olarak sunduğu mübadeleyi insan doğasındaki içkin eğilimlere bağlayarak, kapitalizmi ebedîleştirmesidir. Marx mübadele ile işbölümü arasında kurulan bu ilişkiyi eleştirir.15 Gelişmiş bir işbölümü meta üretimi olmadan da varolabilir. İşbölümünün varlığında mübadelenin hangi tarihî koşullar altında ortaya çıkacağına aşağıda geri dönülecektir. Bu tarihî koşullar varolduğu içindir ki mübadele (meta üretimi) kapitalist üretim tarzının temel toplumsal biçimi olarak ortaya çıkar. Ama Smith, kapitalist toplumun bu özgül yönünü evrenselleştirir akıl yürütmesiyle. İşte Marx’ın siyasal iktisatta eleştirdiği anlayış budur: Kapitalizmi tarihî olarak belirlenmiş, öbür üretim tarzlarıyla aynı statüde, onlar gibi belirli bir hayat süreci olan bir üretim tarzı olarak anlayamaması. Kapitalizm insanlığın sürekli olarak yönelmek istediği ve doğasına uygun olduğu için hiç ayrılmayacağı bir durumdur siyasal iktisat için. Marx'ın Proudhon'u eleştirirken yazdığı şu satırlar tüm siyasal iktisada bakışı için geçerli sayılabilir:

Böylece siyasal-iktisadi kategorileri gerçek, geçici, tarihî toplumsal ilişkilerden çıkarsanmış soyutlamalar olarak düşünmek yerine, Bay Proudhon, mistik bir altüst etme işlemiyle, gerçek ilişkilerde bu soyutlamaların ete kemiğe bürünüşünden başka bir şey bulamamaktadır. Bu soyutlamalar ise, dünyanın başlangıcından beri Tanrı Baba'nın bağrında uyuya kalmış formüllerdir.16

Siyasal iktisadın eleştirisi
Kapitalist toplumun kategorileri, siyasal iktisat çerçevesinde olduğu gibi doğal kategoriler olarak görüldüğünde bilim için bir sorun oluşturmaz. Oysa aynı kategoriler, başka bütün üretim tarzlarının kategorileri gibi tarihî olarak belirlenmiş, geçici kategoriler olarak görüldüğünde bilimsel analiz için ortaya yepyeni bir sorun çıkar. Eğer bu kategoriler ancak belirli bir tarihî koşullar demeti altında geçerli ise, bu tarihî koşulların, bu özgül ilişkilerin anlaşılması teorik açıdan öncelik kazanır. Bu ilişkilerin birer özgül tarihî biçim olarak anlaşılmasından önce ve bağımsız olarak toplumsal hayatın bu ilişkiler çerçevesinde nasıl devindiğini anlamak imkânsızdır. Bu durumda, siyasal iktisatçılar için birer varsayım olan toplumsal biçimler, Marx için sorunun kendisi haline gelir. Engels'in deyişiyle, ötekilerin “bir çözüm gördüğü yerde (Marx) bir sorundan başka bir şey görmemiştir.”17

Siyasal iktisadın eleştirisi kavramının gerçek anlamı burada yavaş yavaş ortaya çıkmaktadır. Bu kavramı, Marx'ın kapitalizmin tarihîliğini vurgulamasıyla sınırlamak, sorunu son derece eksik koymak demektir: Siyasal iktisadın eleştirisi bunun ötesine gider. Bu eleştiri açısından gerekli olan, kapitalist toplumun ilişkilerinin ve bu ilişkilerin birer ifadesi olan kategorilerin araştırmanın temel konusu haline getirilmesidir.18 Bilim, sadece değerlerin oluşumunu ve bölüşümü anlamaya çalışmakla yetinemez klasik sorunsalda olduğu gibi. Amaç, sözkonusu toplumsal ilişkilerin hangi tarihî koşullar altında varolabileceğini, varlıklarını hangi süreçler aracılığıyla sürdüreceğini ve hangi yeni koşullar altında yeni, farklı toplumsal ilişkilere dönüşebileceğini araştırmaktadır. Oysa kapitalist ilişkilerin tarihî varoluş koşullarının ne olduğu sorusunu bile sormayan iktisatçılar, sadece bu ilişkilerin varsayıldığı durumda ortaya çıkan nicel yasaları araştırmışlardır. İki yaklaşım arasındaki farkı ve siyasal iktisadın eleştirisinden ne anlaşılması gerektiğini en özlü biçimde Marx'ın kendisi şu bölümde ortaya koyar:

Bizim bakışımız, kapitalist sisteme hapsolmuş oldukları için, kapitalist ilişkiler içinde nasıl üretildiğini görebilen, ancak bu ilişkinin kendisinin nasıl üretildiğini ve aynı zamanda kendi çözülüşünün maddî koşullarını nasıl yarattığını anlayamayan iktisatçılardan...temel olarak farklıdır... Onların aksine, biz sermayenin hem nasıl ürettiğini, hem de nasıl üretildiğini görmüş bulunuyoruz.19

 Araştırma konusunun kendisindeki bu değişikliğin Marx'ın teorisi açısından sonuçları çok önemlidir. Smith ve Ricardo'da da varolan emek değer teorisinin sorunsalı tümüyle değişmiştir böylece. Siyasal iktisatçıların değer teorisinin sorunsalı, göreli değerlerin oluşumu, toplumsal ürünün bölüşümü ve büyümesi çevresinde odaklaşır, bunlarla sınırlıdır. Marx'ın teorik alanı hem daha geniştir, hem de odak noktası değişmiştir: klasiklerin ilgilendiği sorunları terketmemiştir Marx, sorunsalı o sorunları da içerir. Ama bu yeni sorunsalın asıl dikkati üretim ilişkilerinin üretimi ve yeniden-üretimi üzerinde yoğunlaşmıştır. Sorun, doğan, gelişen ve yerini yeni bir üretim tarzına bırakacak olan bir tarihî bütün olarak kapitalizmi, kapitalizmin devinim yasalarını anlamaktır.20

Bu yeni sorunsal çerçevesinde düşünüldüğünde Marx'ın siyasal iktisat ile ilişkisi çok farklı bir ışıkta görülecektir. Artık sözkonusu olan Marx'ın klasik iktisadın şu ya da bu yanını, örneğin rant teorisini ya da üretim fiyatı teorisini eleştirmesi, düzeltmesi değildir. Marx'ın sorguya çektiği, siyasal iktisadın olumsal, kusurlu bazı yönleri değildir, temel teorik çerçevesidir, araştırdığı konuyu anlamaya elverişli bir bilim olarak statüsüdür.21

Bu nedenle, Marx'ın teorisini, bütünü bir yana, sadece değer teorisini bile bir “iktisat teorisi” olarak sunmaya çalışanlar yanılmaktadırlar. Değer teorisinin konusu öncelikle birer özgül tarihî/toplumsal biçim olarak kapitalist ilişkilerin hayatıdır. Marx önce bu biçimlerin hangi tarihî koşullar altında varolduğunu ve varlığını sürdürdüğünü araştırır: Kapital’in konusu her şeyden önce meta üreticileri arasındaki ilişkilerin (değer) ve kapitalistle ücretli emekçi arasındaki ilişkinin (sermaye) nasıl üretildiğini ve yeniden üretildiğini araştırmaktır. Bu araştırmanın temeli üzerinde kapitalist üretim tarzının devinim yasalarını inceler Marx: amacı, tarihî olarak geçici bir nitelik taşıyan bu toplumsal biçimlerin çözülmesinin, yerini yeni biçimlere terketmesinin koşullarını araştırmaktır. Göreli değerlerin (fiyatların) oluşumu, bölüşümün nicel belirlenimi, kapitalist ekonominin nicel büyüme hızı, kısacası iktisat biliminin asal konuları hep ikincildir Marx için. Şu anlamda ikincil: bu belirlenimler, kapitalist üretim tarzının tarihî devinimini etkilediği sürece şüphesiz önemlidir. Ama bu önemleri kendiliğinden gelmez: Bu etmenler biçimlerin deviniminin, bir biçimden öbürüne geçisin temelini hazırladığı ölçüde Marx için önemlidir.22 Bu yüzden Marx'ın bilimi, toplumsal ilişkilerin genel bilimidir. Bu, iktisadı kısmî olarak içine alan ama onu eleştiren, tek-yanlılığını aşan bir bilimdir.

Bir örnek: bir üretim ilişkisi olarak değer

            Marx'ın değer teorisine getirdiği yeni sorunsalın tüm zenginliği içinde kavranması, ancak bu teori çerçevesinde gerçekleştirdiği derin analizin bütünü ile anlaşılmasından sonra mümkün olabilir. Teorinin bu sayısız boyutunun tek bir yazı çerçevesinde ele alınamayacağı açıktır. Buna karşılık, Marx'ın yeni yaklaşımı ile ne tür sorunların çözümüne yöneldiği ve bu sorunların siyasal iktisadın sorunlarından nasıl farklılaştığı da, Marx'ın kendi teorik yaklaşımı incelenmeden anlaşılamaz. Dolayısıyla burada Marx'ın özgül yaklaşımının bir örneği olarak, tüm teorik yapısının temeltaşı olan değer kavramı kısaca geliştirilecektir. Ancak bu kavramın Marx'ın teorisinin tüm zenginliği içinde tanınması için kesinlikle yetersiz olduğu vurgulanmalıdır. Belirtildiği gibi, bu sadece bir örnek olarak düşünülmüştür.

            Soruna Marx'ın, siyasal iktisatçıların teorik çerçevesinin yanlışlığını ileri sürerken yaptığı bir gözlemle girmek yararlı olabilir: Marx, iktisatçıların bu temel boşluğunun nedenini kısaca “kapitalist topluma hapsolmuş” olmalarına bağlamıştır yukarıda alıntıda.23 Gerçekten, siyasal iktisadın sorununun temelinde görüş alanının kapitalist toplumun biçimleriyle sınırlı olması yatmaktadır. Oysa kapitalizmi insanlık tarihinin belirli bir aşaması olarak anlamanın önkoşulu, ilk aşamada analizin kapitalist üretim tarzının özgül koşullarından soyutlanması, bu üretim tarzının da kendinden öncekiler gibi dışarıdan, eleştirel bir bakış açısı ile incelenmesidir.24 Bu yapılmadıkça, başlangıç noktasını oluşturan kapitalist biçimler tarihdışı, evrensel biçimler olarak algılanacak, kapitalist toplum özgüllüğü içinde tanınamayacaktır. Marx'ın bu eleştirel bakış açısına sahip olmasını mümkün kılan teorik temel, maddeci tarih anlayışıdır.25

            Marksist anlayış dışındaki tüm öteki tarih görüşlerinin bir ortak yanı vardır: Tarihin belirleyici koşulları, süreçleri, faaliyetleri v.b. konusundaki seçimleri belirli bir rastgelelik taşır. Başka bir deyişle, eğer belirli bir noktanın ötesine kadar zorlanırsa, bu görüşlerin temelinin araştırılmamış, sadece varsayılmış olduğu ortaya çıkar. Buna karşılık, Marx'ın maddeci anlayışı insanlık tarihinin her zaman varolan, mantıkî önkoşullarını araştırır: vardığı indirgenemez, kendisinden soyutlanamaz26 temel, toplumsal üretim faaliyetidir. Tarihin varlığının önkoşulu olan insanlığın maddî yeniden üretimi, insanların doğayı mülkedinerek yeniden üretim araçlarını üretmelerini gerekli kılar. İnsanlık tarihinin bu gerekli koşuluna, tüm aşamalarının bu ortak yanına Marx “genel olarak üretim” adını verir. İnsanların doğayla zorunlu olarak girdikleri bu ilişki gerçek mülkedinme sürecidir. Bu sürecin tüm öğeleri, emek süreci, kullanım değerleri üretimi v.b. her toplumda zorunlu olarak vardır.

            Ne var ki, hiçbir tarihî dönem “genel olarak üretim”in analizi yoluyla açıklanamaz. Farklı toplumlarda bu sürecin aldığı biçimler çok farklıdır. Üreticiler birbirleriyle çok farklı ilişkiler içindedir. Toplumsal yeniden üretim sürecinin kendi gerekleri bile üretimin bu ilişkiler içinde aldığı toplumsal biçimlere bağımlı duruma gelir. Üretim tarzı kavramı işte bu toplumsal biçimlerin, üretici güçlerin belirli bir gelişme düzeyiyle birlikte oluşturduğu bir bütündür. Bir üretim tarzı olarak kapitalizm bu niteliğiyle insanlık tarihinin bir altbölümüdür ve genel olarak üretimin özgül bir tarihî biçimi olarak anlaşılmalıdır.

            Bu temel yaklaşım, Marx'ın kapitalizm analizinin her noktasına sinmiştir. Metanın ikiliğinden (kullanım değeri/değer) üretim sürecinin ikiliğine (emek süreci/değerlenme süreci) tüm analiz, kapitalist üretim tarzını aynı anda hem genel olarak üretimin devamı, hem de tarihî olarak özgül bir toplum olarak inceler. Ne var ki, buradaki amacımız açısından önemli olan Marx'ın bu yöntemle değer kavramına getirdiği açıklamadır. Marx'ın değer teorisinin temelinde de bu ikilik yatar: Yeniden üretimin toplumsal biçimi ne olursa olsun, her toplum üyelerinin emeğini farklı üretim faaliyetleri arasında yeniden üretimin gereklerini karşılayacak biçimde dağıtmak zorundadır. Teknik işbölümünün gelişmiş olduğu bir toplumda, eğer üretim için alınan kararlar merkezi bir eşgüdüme tâbi değilse, bu kararları alanlar birbirlerinden bağımsız davranıyorsa, yani özel üretim geçerli ise, bu üreticilerin emeklerinin toplumsal emeğin öbür bölümleriyle ilişkisi ancak ürünlerinin birer meta olarak, yani değerleri aracılığıyla eşitlenmesi yoluyla kurulabilir. Böylece, gelişmiş bir işbölümü ile özel mülkiyetin bir araya geldiği kapitalist toplumda üreticilerin ürünlerini birer meta olarak mübadele etmeleri gereklidir. Değer, bu durumda, bireysel emeklerin kapitalist toplumda birbiriyle ilişki kurmasının özgül toplumsal biçiminden başka bir şey değildir. Kısacası değer, meta üreticisi topluma özgü bir toplumsal ilişkidir. Bu toplumda, Marx'ın deyişiyle, “birey toplumsal gücünü de, toplumsal bağını da cebinde taşır.”27

            Marx'ın değer analizinin bu niteliğiyle, klasik emek değer teorisinin en olgun biçimini sunan Ricardo'nunkinden ne denli farklı olduğu açıktır. Daha önce de belirtildiği gibi, Ricardo emek ile değerin arasındaki ilişkiyi hiç araştırmamış, malın değerinin, üretimi için harcanan emek miktarınca belirleneceği önermesini teorinin bir postülası olarak kabul etmiştir. Burada emek ile değerin ilişkisi dışsaldır, iki kavram arasındaki içsel bağıntı hiçbir zaman araştırılmaz.28 Marx'da ise bu içsel bağıntı açıkça belirir: Toplumsal soyut emek, değerin içeriğidir (tözü), değer ise toplumsal emeğin kapitalist toplumda alması gerekli biçim. Marx siyasal iktisadın bu eksikliğini şöyle ifade eder:

Siyasal iktisat gerçi değeri ve değerin büyüklüğünü, yetersiz bir biçimde de olsa, tahlil etmiş ve bu biçimlerin altında yatan içeriği keşfetmiştir. Ama, bu içeriğin neden bu özgül biçimi aldığı, yani emeğin neden değerde ve emek zamanının ölçüsünün neden  ürünün değerinin büyüklüğünde temsil edildiği sorusunu hiçbir zaman sormamıştır.29

            Böylece siyasal iktisat çerçevesinde, doğal ve sonsuz olduğu için araştırılmayan değer kategorisi bilimin sadece çerçevesini, başlangıç noktasını oluşturur. Marx ise bu kategorinin kendisini araştırma alanının merkezine getirmiş, bir toplumsal üretim ilişkisi olarak hangi tarihî koşullar altında ortaya çıkabileceğini, çıkması gerektiğini göstermiştir. Bu, teorinin ilk adımında Marx’ın biliminin konusunun iktisat biliminin konusunun nasıl ötesine geçmiş olduğunu açıkça gösteren bir örnektir.

Kapitalist gerçekliğin eleştirisi

            Bu ana kadar geliştirilen, akıl yürütme, şu gerçeği açık olarak ortaya koymuştur: Siyasal iktisatçılar kapitalizmin, tarihî olarak geçici toplumsal biçimlerini sonsuz ve doğal ilişkiler olarak görmüşlerdir. Marx siyasal iktisadın bu yönünü eleştirirken, ana konusu bu toplumsal biçimler olan yeni bir bilim kurmuştur. Tartışma burada durdurulursa, siyasal iktisadın eleştirisinin iktisat biliminin kuramsal statüsünü sorguya çeken bir bilimsel eleştiri olduğu sonucu çıkarılabilir. Bu da kendi başına, son derece önemli bir sonuçtur: Marx'ın herhangi başka bir iktisadî düşünce okuluyla birlikte ele alınamayacağını kesin olarak gösteren bir sonuç.

            Ne var ki, son derece önemli olmakla birlikte, bu sonuç siyasal iktisadın eleştirisi kavramını tüm zenginliği içinde temsil etmeye engeldir. Marx'ın eleştirisinin en az birincisi kadar önemli başka boyutları da vardır. Bu boyutların araştırılması, kavramın tüm belirlenimleriyle birlikte anlaşılması için gereklidir.

            Bu yeni alana yaklaşırken, en iyi başlangıç noktası şu sorudur: Bayağı iktisatçılara karşıt olarak, “gerçek ve gizli” ilişkileri derinlemesine araştıran, bunları keşfetmesine ramak kalan siyasal iktisat, bu ilişkileri neden teorik olarak doğru bir biçimde formülleştirememiştir? Özellikle Ricardo gibi kusursuz bir bilimsel titizlik ve soğukkanlı bir mantıkla çalışan bir iktisatçı neden çabalarında başarısızlığa uğramıştır? Maddeci bir anlayış, bu sorulara mutlaka bir cevap getirilmesini gerektirir: Bu yöntem, bilimsel teorilerin teorik eleştirisi ile yetinemez, bu teorilerin yerleştiği maddî çerçeveyi anlamak zorundadır. Eğer iki yüzyıl boyunca (Petty'den Ricardo'ya) bilimsel siyasal iktisat belirli sınırları bir türlü aşamamışsa, bunu iktisatçıların bireysel eksikliklerine bağlamak imkânsızdır; olayın toplumsal gerçeklikteki temelini araştırmak gerekir.

Bu soruya Marx'ın getirdiği cevabın temeli, siyasal iktisadın burjuva ideolojisi ile ilişkisine dayanır. Siyasal iktisat tüm bilimselliğine rağmen, burjuva ideolojisinin sınırları içinde hapsolduğu, dünyayı bu ideolojinin bakış açısından kavramaya çalıştığı için kapitalist toplumun gerçek, özsel toplumsal ilişkilerine varamaz. Marx’ın deyişiyle, “klasik siyasal iktisat sorunların gerçek niteliğine karanlıkta sağa sola çarparak yaklaşır, ama bu niteliği hiçbir zaman bilinçli bir formülle ifade edemez. Burjuva derisi içinde kaldığı sürece bunu yapabilmesi imkânsızdır.”30

            Neden imkânsızdır? Yani burjuva ideolojisi, bir bilim olarak siyasal iktisadı neden sınırlamakta, kapitalist ilişkileri gerçek doğası içinde kavrayabilmesini engellemektedir? Bu soruya ancak, burjuva ideolojisinin kapitalist gerçekliğin kendisi ile ilişkisi araştırılarak cevap verilebilir. Siyasal iktisatın kapitalist ilişkileri anlayış biçimi burjuva ideolojisinin bir ürünüdür, ama bu ideolojik bakış açısının kendisi de kapitalist ilişkilerin yapısının bir sonucudur. Dolayısıyla, siyasal iktisadın temel yanılgıları, burjuva ideolojisinin yeniden üretiminin maddi temelini sürekli olarak yenileyen kapitalist gerçekliğin özgül doğasından kaynaklanır.

            Kapitalist üretim ilişkilerinin burjuva ideolojisini sürekli yeniden üretmesini sağlayan, bu ilişkilerin niteliğidir. Bu niteliğin temeli ürünün meta biçiminde yatar. Kapitalist üretimde üreticilerin emeklerinin, ancak ürünlerinin eşitlenmesi yoluyla toplumsal bir ilişki içine girdiği yukarıda değer kavramı incelenirken görülmüştü. Dolayısıyla, bu toplumda insanlar arasındaki ilişkilerin zorunlu olarak aldığı biçim, metalar arasında bir ilişkidir. Metalar arasındaki ilişkiler insanlar arasındaki ilişkilerin zorunlu bir dolayımıdır. Böylece metalar dünyası üreticiler açısından bağımsız, üzerinde egemenlik kurulamayacak bir nitelik kazanır. Bu egemenlik basit bir yanılgının ürünü değildir: üreticiler, bu üretim tarzında, kendi ilişkilerinin ürünü olan metalar dünyasının gerçekten egemenliği altına girerler. Bu dünya, yani piyasa, tekil üreticilerin biçimsel bağımsızlığını ortadan kaldırır, onları kendine bağımlı kılar, egemenliğini her biri için “doğal bir yasa” biçiminde bütün ağırlığı ile duyurur.31 Vurgulamakta yarar var: burada sözü edilen, bireylerin ruh durumu ya da ideolojik bakış açısı ile ilgili bir olgu değil, toplumun örgütlenişi ile ilgili nesnel bir gerçektir.

            Meta fetişizmi teorisi ile birlikte kapitalist gerçekliğin çok önemli bir yönü ortaya çıkar: Bu toplumda, üreticiler ürünlerinin egemenliği altındadır, özne ile nesne yer değiştirmiştir. Marx kapitalist toplumun bu özelliğine “altüst olma” adını verir. İlişkilerin bu “altüst” niteliği, ürünlerin üreticiler üstündeki egemenliği, insanlar arasındaki ilişkilerin özgül niteliğinin ürünlere, nesnelere atfedilmesine yol açar. Böylece, insanların dünyasına egemen olan ilişkiler nesneler arasında ilişkiler olduğundan, bu ilişkilerin doğal ilişkiler olduğu, bu ilişkilerin tâbi olduğu yasaların doğal yasalar olduğu inancı gelişir. Kapitalist toplumun özgül sonuçları, üreticilere doğal ve sonsuz gerçekler gibi görünür. Bu toplumun kaçınılmaz olarak sonsuza dek süreceği tartışılmaz bir gerçek niteliği kazanır. Kısacası, kapitalist gerçeklik bu toplumun sonsuzluğunu tartışmasız kabul eden burjuva ideolojisini üretir ve yeniden üretir.

            Bilimsel araştırmaları, siyasal iktisadın fetişizme hapsolma yanılgısından metanın analizi aşamasında kaçınmasını mümkün kılmıştır. Siyasal iktisadın ayırıcı özelliği, metaların değerinde eşitlenenin üreticilerin emeği olduğunu görmesi, bunu tüm araştırmalarına temel yapmasıdır. Ne var ki, değer-biçiminin gelişmesiyle ortaya çıkan para-biçimi, sermaye-biçimi karşısında siyasal iktisat da, öbür tüm iktisat okulları gibi, kapitalist toplumun fetişist niteliğinin tutsağı olmuştur. Bunun en iyi örneği, bu okulun sermaye karşısındaki konumudur.

            Kapitalist üretim tarzının ikili niteliği üretim sürecinde de belirir: Kapitalist üretim süreci hem bir emek süreci, hem de bir değerlenme sürecidir. Bir emek süreci: tarihin tüm dönemlerinde olduğu gibi kapitalist toplumda da üreticiler kullanım değerleri üretirler. Bir değerlenme süreci: Kapitalist toplumda üretimin amacı olan artık-değer (kâr) üretimi, üretim sürecinin her şeyden önce sermayenin genişlemesini, eski değerine yeni bir değer (artık-değer) katarak büyümesini sağlayan bir süreç olmasını gerektirir. Kapitalist üretim sürecinin bu ikili özelliği, yani sürecin bir emek süreci olmakla birlikte aynı zamanda dolayımsız olarak bir değerlenme süreci olması, değerlenme sürecinin her üretim tarzının zorunlu bir öğesi olduğu inancını yaratır. Daha özgül olarak, sermayenin artık-değer elde edebilmesi için mutlaka üretim sürecini düzenlemesinin gerekliliği, bu süreç içinde işçiyi üretim araçlarıyla karşı karşıya getirir. Bu karşılaşma, artık-değer çıkarımı için gereklidir: Burada üretim araçları, işçinin karşısında sermayeyi temsil eder. Böylece, sermaye ile ücretli emeğin ilişkisi zorunlu olarak üretim aracı biçimindeki metaların, nesnelerin dolayımından geçer.

            Burada meta fetişizminin gelişmiş bir biçimi ortaya çıkmaktadır: “Sermaye fetişizmi” olarak adlandırılabilecek nesnel bir olgudur bu. Bu nesnel olgu, kapitalist topluma eleştirel bir gözle bakamayan bilinç açısından temel bir yanılgının kaynağı olur, bu yanılgıyı sürekli olarak yeniden üretir: bu bakış açısı için, nesnelerin bu zorunlu rolü, sermayeyi doğal, kaçınılmaz ve sonsuz bir kategori haline getirir. Sermaye bir üretim ilişkisi olmaktan çıkar, üretimin her toplumsal örgütleniş biçiminde zorunlu bir teknolojik öğesi niteliğini kazanır.32 İşte siyasal iktisat bu yanılgıyı bilimsel olarak yeniden üretir: burjuva ideolojisinin bu öğesi siyasal iktisadın da ayrılmaz bir öğesidir.

            Burada, siyasal iktisadın burjuva ideolojisinin sınırları içinde kaldığı için kapitalist üretimi “altüst” olmuş biçimiyle algıladığı, bu üretim tarzını doğal biçimlerle özdeşleştirerek sonsuzlaştırdığı açık olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla, Marx’ın siyasal iktisat eleştirisi bir yandan da burjuva ideolojisinin bir eleştirisidir. Ama bununla da yetinmez Marx: burjuva ideolojisinde kapitalizmin “altüst” olmuş, doğallaştırılmış biçimde yeniden üretilmesinin temelinde kapitalist üretim tarzının kendisinin “altüst” olmuş niteliğinin yattığını gösterir. Siyasal iktisatın boşluğu bu üretim tarzının fetişist niteliğinin mantıkî bir ürünüdür.33 Böylece Marx'ın eleştirisi aynı zamanda kapitalist gerçekliğin bir eleştirisidir.

Sonuç                            

            “Siyasal iktisat” teriminin kazandığı yeni yaygınlık Marksistler açısından fazla kaygı verici olmamalı. Marksizm yirminci yüzyılda kendini burjuva iktisat biliminden ayırmak amacıyla siyasal iktisat terimini benimsemiş olsa da, burjuva biliminin bu terimi yeniden mülkedinmeye çalışması karşısında terminolojik kargaşayı önleyecek başka yollar var. Çünkü siyasal iktisat zaten bir burjuva biliminin adı. (Bugünün “siyasal iktisadı”, örneğin Ricardo gibi büyük bir iktisatçıyla karşılaştırıldığında ne derece siyasal, ne derece bayağı iktisat olabilir, o ayrı sorun). Marksist yaklaşımın adı ise dün olduğu gibi bugün de siyasal iktisatın eleştirisi olmalı. Şüphesiz, bir bilim adı değil bu. Ama Marksizm de sadece bir bilim değil. Yine de, ille Marksist bilim için bir ad aranıyorsa, burjuvazinin toplumsal bilimler arasında açtığı uçurumu reddeden Marksizm için genel bir ad bulunabilir. Ama bu terminolojik sorun kesinlikle ikincildir, önemli olan Marksizmin neden bir siyasal iktisat olmadığını belirlemek. Bu ise, “siyasal iktisadın eleştirisi” kavramının gerçek içeriğinin, tüm boyutlarıyla birlikte kavranması yoluyla yapılabilir ancak. Bu yazının amacı bu kavramın üç boyutu olduğunu göstermekti: (1) Marx'ın yaklaşımı, siyasal iktisadın veya genel olarak iktisat biliminin kapitalist toplumu veya bu toplumun bir yönünü incelemek açısından yetersiz bir bilim olduğunu gösterir. Bu bilim doğru soruları sormadığı için doğru cevapları elde etmesi mümkün değildir. Marx'ın kendi eserinin sorunsalı iktisat biliminin sorunsalından çok farklıdır: temel konusu üretim tarzının hayat sürecidir. Bu yüzden, Marx’ın eseri iktisat biliminin sınırlan içinde ele alınamaz. (2) Marx için, siyasal iktisat bir burjuva bilimidir. Burjuva ideolojisinin önyargıları bu bilimin öncüllerini oluşturur ve bu bilim aracılığıyla bilimsel kılıkta yeniden üretilir. Burada “burjuva bilimi” kavramı, bu bilim çerçevesinde çalışanların ne kapitalistlerin paralı ajanları olduğunu, ne  de burjuva  düzenini  sürdürmeyi  bilinçli olarak amaçladıkları anlamını taşır (şüphesiz, birçok durumda her iki ihtimal de güçlüdür). Burjuva bilimi kategorisi, bu bilimin gerçekliği anlama çabasında içsel yapısı gereği burjuva ideolojisinin tutsağı olması demektir. Siyasal iktisat burjuva ideolojisinin bilimsel ifadesi olduğu ölçüde, Marx'ın eseri aynı zamanda burjuva ideolojisinin bir eleştirisidir. (3) Burjuva ideolojisinin kapitalizmi algılayış biçimleri, kapitalist gerçekliğin kendisinin altüst olmuş doğasının bir ürünüdür. Dolayısıyla, Marx’ın siyasal iktisat eleştirisi, son olarak, bu fetişist gerçekliğin bir eleştirisidir.

            Bilim ile toplumsal pratik arasına pozitivist bir anlayışla kesin, aşılmaz sınırlar yerleştiren bir bakış açısı için, bu eleştirinin farklı boyutları birbirinden bağımsız, kopuk gibi görünebilir. Ama insanlık tarihini bütünlüğü içinde anlamaya ve dönüştürmeye çalışan bir düşünce ve hareket için bu farklı boyutlar, teori/pratik diyalektik birliğinin öğelerinden başka bir şey değildir. Kapitalizmin fetişizminin eleştirisi hem doğru bilimsel analizin önkoşuludur, hem de toplumsallığın şeylerde, nesnelerde ifade edilmeyeceği yeni bir toplumun habercisidir.                            

DİPNOTLAR
1      “... ister haklı olsunlar, ister yanılsınlar, iktisatçıların ve siyasal felsefecilerin düşünceleri genellikle sanıldığından çok daha etkilidir. Gerçekte dünyayı hemen hemen tümüyle bunlar yönetir. Kendilerini düşünsel etkilerden arınmış sanan eylem adamları genellikle ölü bir iktisatçının köleleridir”. J.M. Keynes, The General Theory of Employment, Interest and Money, Macmillan, Londra, s. 383. Keynes'in yargısının buram buram idealizm koktuğunu eklemek bile gereksiz. Sadece iktisatçıların kimin “kölesi” olduğu sorusunu sormak bile, çerçeveyi parçalamak için yeterlidir.
2    ABD'nin uluslararası sermayesinin sözcüsü Washington Post'un bir muhabirinin şu satırları son yılların havasını yansıtması bakımından anlamlı: “Marx, Schumpeter ve öteki birkaç devin gözlemlemiş olduğu gibi, bunalım kapitalizmin doğasından gelen bir hastalıktır”. The Guardian Weekly, v. 119, No. 18. Marx'ın bir “dev” olarak ilan edilmesinin tarihi çok kısa. Öte yandan, öteki devlerin kim olduğu sorusu bir yana, Schumpeter'in bunalımı kapitalizmin değil genel olarak sanayi üretiminin doğasından çıkarsadığını hatırlatmak yararlı olacak.
3 ABD'de bu bazan eski terimin (“political economy”), burjuva biliminin aşısıyla soysuzlaşmış bir biçiminin (“political economics”) benimsenmesi biçiminde oluyor. Burada, bu metinde neden Türkçe'de yaygınlık kazanmış “Ekonomi politik” yerine “siyasal iktisat” teriminin kullanıldığını kısaca açıklamak uygun olur. “Ekonomi politik” terimi sıfat ile isim arasında Türkçe'nin değil Fransızcanın kurallarına uygun bir sıralanmaya dayanır. Bu yüzden de bu yabancı dille yakınlığı olmayanlar için kafa karıştırıcı olmaktan başka bir erdemi yoktur.
4  “Burjuva bilimi” kavramından irkilenler için bu aşamada yazının geri kalan bölümlerini beklemelerini önermekten başka yapılabilecek bir şey yok.
5  “İlk ve son kez belirteyim ki, klasik siyasal iktisat ile kastettiğim, burjuva  üretim ilişkilerinin görünürdeki çerçevesi içinde debelenmekten öteye gidemeyen, bilimsel siyasal iktisadın çoktan beri geliştirmiş olduğu   malzemeyle  geviş   getirip  duran  ve  burjuvazinin ayak işlerine yetişmek amacıyla en yüzeysel olgulara bu malzeme içinde akla yakın açıklamalar arayan bayağı iktisada karşıt olarak W. Petty'nin döneminden bu yana, üretim ilişkilerinin gerçek içsel çerçevesini araştırmış olan tüm iktisatçılardır. Bayağı iktisatçılar ise, bütün   bunların  yanısıra,   burjuva   üretim  ajanlarının, kendilerine mümkün dünyaların en iyisi gibi gelen dünyaları  konusunda  sahip oldukları  rahat ve sığ kavramları, cafcaflı bir biçimde sistemleştirmekle ve sonsuz gerçekler olarak ilân etmekle yetinirler.” K. Marx, Capital, Penguin basımı, 1976, s. 174n (Türkçesi: Kapital, (Mehmet Selik Çevirisi) c. 1, k. 1, Odak Yayınları, Ankara, 1974, s. 142n).
6 Bu “özdeşlik” burjuva ideolojisinin en güçlü öğelerinden biridir. Çok uzağa gitmeden, günümüz Türkiyesinde “sanayileşme” adı altında, sınıfsal ilişkilerden bağımsız bir görünüm altında bir amaç olarak sunulan süreç, gerçekte sermaye birikiminin önündeki engelleri yıkarak daha hızlı bir biçimde gelişmesinin ideolojik ifadesinden başka bir şey değildir.
7 Principles of Political Economy and Taxation, Penguin, Harmondsworth, 1971, s. 49.
8 Sraffa'nın getirdiği yeni bir Ricardo yorumu, Ricardo'nun daha erken bir eserinde (Essay on Profits - Kârlar Özerine Bir Deneme, 1815) bölüşümü değer sorununa girmeden analiz ettiğini ileri sürer. Burada bu konunun tartışılmasına girilmeyecektir. Sraffa'nın yorumu için bk. “Introduction”, The Works and Correspondence of David Ricardo, c. 1, Cambridge University Press, Cambridge, 1950.
9  Marx, Kapital'in ikinci Almanca basımı  için yazdığı sonsözde Rus yazan  N.I. Ziber'in şu yargısını  onaylayarak aktarır: “Daha 1871'de Kiev Üniversitesi siyasal iktisat profesörü N.I. Ziber benim değer, para ve sermaye teorimin ana  çizgileriyle, Smith-Ricardo öğretisinin  zorunlu   bir  gelişimi   olduğunu   göstermişti”, Capital, a.g.y., s. 99. (Türkçesi: Kapital, a.g.y., s. 45).
10  A. Smith, The Theory of Moral Sentiments  (1758), c. 1., s. 23. Aktaran A. Skinner,  “Introduction”, The Wealth  of NationsPenguin,  1973,  s. 21.  Bu  ayırım Smith'in de üyesi olduğu İskoç Tarihçi Okulu'nun genellikle kabul ettiği bir sınıflandırmaya dayanır.
11  The Wealth of Nations, a.g.y., s. 126.
12 R. Meek, “The Scottish Contribution to Marxist Sociology”, Economics and Ideology and Other Essays, Chapman and Hill, 1967.
13  Felsefenin Sefaleti, Sol Yayınları,  1975, s.  126-127. Marx bu önemli bölümü Kapital'in bir dipnotunda yeniden aktarır. Bk. Capital, I, s. 175n. Metindeki çeviri bu son eserden yapılmıştır (Kapital, a.g.y., s. 143n).
14  Klasik siyasal iktisadın “son büyük temsilcisi Ricardo, sınıf çıkarlarının, ücret ile kârın, kâr ile rantın çelişkisini safdil bir biçimde toplumsal bir doğa yasası sanarak,  bu çelişkiyi  nihayet  (bilinçli  olarak)  araştırmalarının  başlangıç  noktası   haline  getirdi.  Ama   bu katkıyla birlikte, burjuva iktisat bilimi ötesine geçemeyeceği   sınırlara  varmıştı.” Kapital'in  ikinci   basımına sonsöz, Capital, I, s. 96 (Kapital, a.g.y., s. 41).
15  “İşbölümü  meta  üretimi  için  gerekli   bir  koşuldur, ama tersi doğru değildir: meta üretimi toplumsal işbölümü  için gerekli  bir koşul  değildir.”  Capital,  I,  132 (Kapital, a.g.y., s. 89).
16  “Annenkov'a mektup”, 28 Aralık 1846, K. Marx/F. Engels, Lettres sur “le Capital”, Editions Sociales, 1964, s. 32.
17  F. Engels, “Préface”, Le Capital, c. 2., Bölüm 1, Editions Sociales, 1974, s. 21.
18  Bu anlamıyla siyasal iktisadın eleştirisine Marx henüz 1844'de kaleme aldığı fakat ancak 1932'de yayımlanan İktisadî ve Felsefi Elyazmaları'nda girer ilk kez. Bu gençlik eserinde eleştirinin temeli büyük bir açıklıkla atılır ve Marx'ın teorik tasarımının programı çizilir:  “Siyasal   iktisat  özel  mülkiyet  gerçeğinden  kalkar. Bu gerçeği açıklamaz. (Vardığı) yasaları anlamaz, yani  bunların  nasıl  özel  mülkiyetin   doğasından   ileri geldiğini göstermez... açıklaması gerekeni varsayar... Bizim şimdi  özel mülkiyet, açgözlülük,  emek,  sermaye ve toprak arasındaki ayrılık...bütün  bu yabancılaşma sistemi  ile para sistemi arasındaki temel  ilişkiyi  kavramamız  gerekiyor.”  “Economic  and  Philosophical   Manuscripts”,  Early   Writings   içinde,   L.   Colleti (der.), Penguin, 1975, s. 322-323. (Türkçe kaynak: 1844 El Yazmaları, çev.  Murat Belge,  Payel Yayınevi,  İstanbul, 1969, s. 65-66.)
19 K. Marx, Un chapitre inédit du Capital, 10/18, Paris, 1971, s. 264. Vurgu sonradan. Kapital'in yayımlanmamış  altıncı bölümü  olarak bilinen bu çok önemli metin, birinci cilt Marx tarafından yayına hazırlanırken bir kenara bırakılmış, ancak 1933'de Almanca ve Rusça olarak yayımlanmıştır. İngilizce çevirisi ilk kez Kapital'in birinci kitabının Penguin basımı içinde yer almıştır (s. 949-1084).                        
20  E. Mandel,  “Introduction”, K.  Marx, Capital, c. 1, Penguin, içinde, s. 12.
21  S. Veca, Marx e la critica dell'economia  politica, Il Saggiatore, 1973, s. 48.
22  Marx'ın Kapital'in ikinci Almanca basımına yazdığı sonsözde bir yorumcudan onaylayarak aktardığı (“burada diyalektik yöntemden başka neyi anlatıyor ki?”) şu  bölüm   soruna   açıklık   getirmektedir:   “Marx   için önemli  olan  araştırdığı   olguların  yasasını   bulmaktır; ancak onun için anlam taşıyan, verilmiş bir tarihî dönem içinde kesin bir biçime ve karşılıklı bir bağıntıya sahip oldukları ölçüde, sadece bu olguları  yöneten yasa değildir.  Onun  için  çok daha  büyük önem taşıyan, bu olguların değişimlerinin, gelişmelerinin, yani bir biçimden öbürüne, bir dizi bağıntıdan ötekine geçişlerinin  yasasıdır”   Capital,  c.   I,  s.  100  (Türkçe kaynak: Kapital, a.g.y., s. 47-49).                   
23  Bk. 19 no.lu dipnotun metni.                '       .
24 Marx'ın 1857 Önsöz'ündeki, çağdaş toplumun geçmişi anlamada bir anahtar olduğu yolundaki gözlemi (insan/maymun benzetmesi) yer yer yanlış anlaşılmıştır. Marx, orada, çok açık bir ifadeyle, ancak çağdaş toplumun özeleştirisinin başladığı yerde geçmişin de gerçek anlamıyla kavranabileceğini belirtmiştir. Böylece incelemenin başlangıç noktası bugünün toplumu değil, yarının toplumudur. Bk. Grundrisse, Penguin, 1973, S. 105-106.
25  Bu teorik temelin kaynağında yatan sınıf bakış açısının önemi aşağıda ortaya çıkacaktır.
26  K. Marx/F. Engels, The German Ideology, International Publishers, 1969, s. 6-7 (Türkçe kaynak: Alman İdeoloiisi, çev. Selahattin Hilav, Sosyal Yayınlar, 1968, s. 37 vd.)
27  Grundrisse, a.g.y., s. 157. Bu analizle birlikte, Smith'in  işbölümü  ile  mübadele  arasında  kurduğu zorunlu ilişki de ortadan kalkar; artık arada bir ikinci koşul vardır: özel mülkiyet. Özel mülkiyetin olmadığı bir toplumda emeğin toplumsallaşması  çok  farklı yollardan olur.
28  H.G. Backhaus, “Dialectique de la forme de la valeur”, Critiques de l'Economie Politique, 18, Ekim-Aralık 1974.
29  Capital, s. 174. Marx bunun nedenini aynı sayfada bir dipnotta şöyle açıklar:  “Emeğin  ürününün değer-biçimi burjuva üretim tarzının en soyut ama aynı zamanda  en  evrensel   biçimidir...  Dolayısıyla,  eğer  bu biçimi toplumsal üretimin sonsuz doğal biçimi olarak alırsak, değer-biçiminin ve dolayısıyla daha öte gelişmeleri, yani para-biçimi, sermaye-biçimi v.b. ile birlikte meta-biçiminin özgüllüğünü zorunlu olarak gözden kaçırırız.” A.y.,  s.  174n.  (Türkçe kaynak: Kapital, a.g.y., s. 141-142 ve 142n).
30  Capital, c. I., s. 682. Marx'ın siyasal iktisadın boşluklarını,  iktisatçıların burjuva ideolojisine  tutsak  olmalarına   bağladığı  daha  önce de  görülmüştü. Bk. örneğin 19 no.lu dipnotun metnindeki alıntı:  “kapitalist sisteme hapsolmuş oldukları için…”
31 Bu analizi çok “metafizik” bulanlar, son yıllarda Alman demir-çelik kodamanı Krupp'un ya da Fransız dokuma kralı Marcel Boussac'ın “piyasa koşulları” karşısında içine düştükleri aczi göz önüne alırlarsa, burada kapitalist toplumun, boyu bosu ne olursa olsun, bütün bireyleri açısından geçerli olan bir yasasının sözünün edildiğini anlarlar. Şüphesiz aynı şey işçiler için de sözkonusudur: bunalım anında, “piyasa koşulları” elvermediği için işçiler de ellerindeki tek metayı, emekgüçlerini, satamaz hale gelebilirler. Bunun burjuva toplumundaki adı “işsizlik”tir.
32 Günümüz iktisat düşüncesi de sermayeyi “üretilmiş üretim araçları” olarak tanımlarken aynı yanılgıyı başka biçimde tekrarlamakta, kapitalist üretimi genel olarak üretimle karıştırmaktadır.
33 “Emeğin toplumsal biçimlerinin sonuçları nesnelere, bu emeğin ürünlerine atfedilir; ilişkinin kendisi ortaya nesnelerin fantastik biçimini alarak çıkar. Bunun meta üretimi üzerine temellenmiş emeğin özgül bir niteliği olduğunu görmüş bulunuyoruz... Hodgskin bunda, sömürücü sınıfların hilesini ve çıkarlarını gizleyen öznel bir hayalden başka bir şey göremez. Sunuş biçiminin gerçek ilişkinin kendisinin bir sonucu olduğunu, ilişkinin sunuş biçiminin değil, tersine, bu sonuncunun ilişkinin bir ifadesi olduğunu anlayamaz”. K. Marx, Theories of Surplus Value, III, Lawrence and Wishart, 1972, s. 295-296. (Alıntıda sözü edilen Hodgskin, Ricardocu sosyalist olarak bilinen ve işçilerin tüm ürünün sahibi olması gerektiğini savunan 19. yy. düşünce okulunun bir üyesidir.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder