Sungur
Savran KÜYEREL
Aşağıdaki yazı ilk kez 1979 yılında Birikim
dergisinin ilk dizisinin Mart 1979 tarihini taşıyan 49. sayısında yayınlanmıştı.
Aradan geçen yıllarda yazı farklı kuşaklardan Marksistlerce okunmakla birlikte
başka hiçbir yerde yayınlanmamıştı. Kapital’in 140. yılının kutlandığı
2008 yılında, Marx’ın bu yapıtında gerçekleştirdiği teorik projenin ayırıcı yanını
ortaya koymaya çalışan böyle bir yazının, artık 1980 öncesinde yayınlanan Birikim
dergilerine erişme olanağını çok zor bulacak olan genç kuşaklar için yararlı
olacağını düşünerek yazıyı bir kez daha Devrimci Marksizm dergisinin 5.
sayısında (Kış 2007-2008) yayınladık.
Terminoloji hakkında da kısaca bir şeyler
söylemek yararlı olabilir. Yazıda kullanılan ve başlığa da yansıyan “siyasal
iktisat” terimi, yaygın olarak kullanılan “ekonomi politik” teriminin Türkçeleştirilmesi
yolunda bir çabadır. Çabanın gerekçesi yazının 3 no.lu dipnotunda açıklanıyor.
Ancak aradan geçen yıllarda “ekonomi politik” terimi yaygınlığını koruduğu için
bu konuda ısrarlı değiliz. Öte yandan, bizim kullandığımız “siyasal iktisat”
teriminin ya da bazen “politik iktisat” teriminin de birçok Marksist tarafından
kullanılmakta olduğunu görüyoruz. Bu terminoloji meselesini gelecek kuşaklar
kararlaştıracak. Yazıyı bugün yayınlarken “siyasal iktisat” terimini kullanmaya
devam edişimizin esas nedeni, bir ısrar değil, yazının orijinaline sadık kalma
kaygısı. Zaten Türkçe veya dizgi bakımından açıkça yanlış olan bazı yerler dışında
yazının orijinal haline dokunmadık.
İktisat bilimi son yıllarda önemli
bir bunalımın içinde. Bu bunalımın belirişinde 1960'lardan bu yana süregelmekte
olan bazı teorik
tartışmaların önemi küçümsenemez; ama asıl belirleyici etmen, bir dünya
sistemi olarak kapitalizmin kendisinin büyük bir bunalım dönemini yaşıyor olması.
İki savaş arasının “Büyük Bunalımı”, bilimin kendisini kapitalizmin acımasız
gerçekliğine uyarlamak için yeniden biçimlendirmesine yol açmıştı. Bu dönemin
ürünü olan Keynesçilik, 2. Dünya Savaşı sonrasında sermaye birikiminin hiçbir
ana bunalımla karşılaşmadan sürdüğü bir bağlamda, üstelik “aşırı” yanları
törpülenerek, resmî dogma niteliğini kazanmıştı. Yeni bir bilimle donanmış olan
devletin artık kapitalizmin doğasını değiştirdiğine, dönemsel bunalımların
geride kaldığına ilişkin inanç, tüm burjuva dünyasını olduğu gibi, iktisat
bilimini de büyük bir rahatlığa ve kendine güvene boğmuştu. Ama 1960'lardan
itibaren ilk işaretleri beliren bunalım, 1970'lerde bu düşler dünyasının
paramparça olmasına yol açacaktı. Aniden, dünün dogmaları bugünün efsaneleri
haline geliverdi. Keynesçilik “ölü bir köpek” gibi bir kenara itilirken,
1960'ların “meczubu” Milton Friedman
1970’lerde “politikacıların düşüncelerini yöneten yaşayan iktisatçı”
haline geldi.1
Burjuva biliminin içine sürüklendiği
bu sarsıntının gülünç ve ciddi sonuçları var. Kapitalizmin bunalımından çok
fazla bunalınca, önceki yıllarda iktisat biliminin özgüveninin ve küstahlığının
simgesi haline gelmiş olan Paul Samuelson, ABD'de milyonlar satan bir haftalık
siyasal dergide okurlarına Marx'ı tavsiye etmeye başladı. Ya da, emperyalist
hiyerarşi içinde, ABD'ye bile ödünç verebilecek bir duruma gelen Federal
Almanya'nın Başbakanı H. Schmidt, son aylarda, kimden ödünç aldığını açıklamadığı
bir kavram kullanarak, Keynesçiliği “bayağı iktisat” olarak niteleyiverdi.2
Ama bunlar sadece ilginç belirtileri bunalımın: Daha ciddi sonuçlar da var. Bu
bunalım, karmaşık bir süreç sonunda ortaya çıkan bir başka olguyla, yani
Marksizmin elli yıllık durgunluğundan sıyrılarak yeniden canlanışı ile bir
araya gelince, kapitalist topluma Marksizmin bakış açısının etkisi, Batı
üniversitelerinin en sağlam duvarlarını bile aşarak yayılmaya başladı. Çeşitli
ülkelerin özgül koşulları bu yayılma sürecine şüphesiz damgasını vuruyor:
Marksist geleneğin henüz güdük olduğu ülkelerde, yeni akım “radikal” v.b. adlar
benimsiyor. Ama bu yeni etkinin, aldığı somut biçimler ne olursa olsun, bir eğilim
olarak varlığı kuşku götürmez.
Bu sürecin özellikle İngilizce konuşulan
ülkelerde, yarattığı bir yan etki de, Marksist olsun olmasın, birçok yazar ve
teorisyenin sürekli olarak, “siyasal iktisat” (ekonomi politik) kavramını
kullanmaları.3 Her bağlamda, iktisat
kelimesinin yerini siyasal iktisat deyimi ile dolduruyor bu kişiler.
Örneğin, dün enflasyon iktisadı diyenler, bugün
“enflasyonun siyasal iktisadı” yazıyorlar kitaplarının kapağına. Bunun iki,
birbirine yakından bağlı anlamı var: Biri, geleneksel (neoklasik) iktisat
biliminin analizlerinde siyasal süreç ve ilişkilerden tümüyle soyutlamasından,
bunları alanının dışında bırakmasından kaynaklanıyor. Bunalım içinde
emperyalist sermayeler arasındaki çelişkilerin ve sınıf mücadelelerinin
keskinleşmesi, bu soyutlama işlemini, gerçek dünya hakkında herhangi bir gözlem
yapmak isteyen teorisyen için yırtılıp atılması gereken bir ateşten gömlek
haline getiriyor. Dolayısıyla, siyasetin ve sınıfların zorla kovuldukları
iktisat biliminin kalesine yeniden ve zaferle girmelerinin bir ürünü bu yeni eğilim.
İkinci neden yine sınıf mücadelesinin gelişme biçimleriyle ilgili ama burada
girilemeyecek kadar karmaşık; sosyal demokrasinin gelişmiş kapitalizmde,
özellikle bunalım çerçevesinde, kazandığı önemle ilgili. Bu yeni siyasal ve
ideolojik bağlamda, neoklasik iktisadın ve Friedman okulunun parasalcılığının
gericiliğini bir ilericilik maskesiyle değiş-tokuş etmek isteyen “liberal”
bilim adamları, “siyasal iktisat” kavramını bu ilericiliklerinin bir simgesi
olarak kullanıyorlar.
Nedenleri ne olursa olsun, “siyasal
iktisat” kavramı yeniden geçer akçe niteliğini kazanıyor Marksizmin dışında.
Bu, uzun yıllardır süregelen başka bir eğilimle bir araya gelince garip bir
durum çıkıyor ortaya: burjuva biliminin “iktisat” terimini benimsemesinden
sonra Marksizm de kendi yaklaşımını “siyasal iktisat” olarak nitelemekte bir
zarar görmemişti yirminci yüzyılda. Dolayısıyla burjuva iktisadı, “siyasal
iktisat” terimine birbuçuk yüzyıl sonra yeniden sahip çıkmaya kalkışınca ortaya
ilk bakışta sadece terminolojik olan yeni bir sorun çıkıyor: bu
“siyasal iktisat”, kapitalizmin analizinde Marksist yaklaşımı mı belirtecek,
yoksa burjuva yaklaşımını mı?4
Bu terminolojik soruna bir
ikincisini katmak mümkün. Marx'ın hayatı boyunca yayımlanmış eserleri arasında
iki tanesi, kapitalist üretim tarzının bütünsel olarak incelenmesine ayrılmış:
1859 yılında yayımlanan Siyasal İktisadın Eleştirisine Bir Katkı ve
birinci cildi 1867 yılında yayımlanan Kapital. Bu ikinci, temel eserin
altbaşlığı da Siyasal İktisadın Eleştirisi. Marx'ın her iki eserini de
siyasal iktisadın bir eleştirisi olarak nitelemesi bir rastlantı olamaz. Ne de
buradaki eleştirinin sadece o güne kadar geliştirildiği biçimi altında siyasal
iktisada yönelik olduğu düşünülebilir. Kapital kadar temel, üzerinde
onca yıl çalışılmış, bir üretim tarzını bütün ayrıntılarıyla inceleyen bir
eserin sadece bir düşünce okulunun yani klasik siyasal iktisadın
eleştirisine hasredildiğini kabul etmek imkânsız. O zaman, bu “eleştiri” kavramını
gerçek teorik ve pratik boyutları içinde anlamaya çalışmak gerekli. Ancak bu
araştırmanın sonucunda, Marx'ın eserinin “siyasal iktisat” denen bilimle ilişkisi
doğru biçimde kavranabilir.
Gerçekte, yukarıda sözü edilen yeni
teorik durumda ortaya çıkan karışıklık, daha genel bir açıdan bakıldığında hiç
de yeni değil. Marx'ın kapitalizm analizinin başka iktisadî düşünce okullarıyla
karıştırılması ilk kez olmuyor: Kapital yayınlanalı beri, Marx'ın
teorisini çeşitli başka iktisat teorileriyle özdeşleştirme eğilimi sürekli
olarak varolmuştur. Önce klasik siyasal iktisata özümlenmiştir Marx’ın eseri.
Burjuva iktisadı, burada girilemeyecek nedenlerin etkisinde, klasik iktisatın
temelini oluşturan emek değer teorisinden kopunca, kendisi de genel bir anlamda
bir emek değer teorisi sayılabilecek olan Marksist yaklaşım, Schumpeter’den
Samuelson'a dek birçok burjuva iktisatçısı tarafından klasik teorinin bir altbaşlığı,
bir dipnotu olarak ilân edilir. İşin ilginç ve acıklı yanı, neoklasik iktisadın
egemenlik döneminde başlayan bir eğilimle, birçok Marksistin de bu özdeşleştirmenin
terimlerini olduğu gibi kabullenmeleri: Batı'da
bir dönemde (ama artık değil) Marx'ın “iktisadi” düşünceleri konusunda rakipsiz birer otorite olarak kabul edilen
Maurice Dobb, Ronald Meek gibi yazarlar bir “Ricardo-Marx” geleneğinden bile
söz ederler giderek. Öte yandan, “Keynes devrimi”nin
heyecanı ile Marx, Keynes'in bir öncüsü olarak kabul edilmeye başlanır. Ama
Marx'ın belirli bir iktisat teorisine
özümlenmesi yolundaki en ciddi eğilim ve çaba son onbeş yıla aittir: Piero
Sraffa’nın 1960'da yayımlanan ve daha sonraki yıllarda neoklasik teorinin eleştirisine
temel olan kitabı Production of Commodities by Means of Commodities'de
geliştirdiği tezlerden kalkan güçlü bir akım, Marx'ın kapitalizm
analizini bu yeni yaklaşımla bütünleştirmeye ve giderek Sraffacı teoriyi
Marksizmin yeni biçimi olarak sunmaya çalışmaktadır. Oldukça karmaşık olan bu
tartışmaya burada girmek mümkün değil. Ancak bu yeni tartışma bağlamında Marx'ın
siyasal iktisatla ilişkisi yeni bir güncellik kazanmakta. Dolayısıyla, “siyasal
iktisadın eleştirisi” kavramı Marksizmin teorik gündeminin acil bir maddesi. Aşağıda
görüleceği gibi, Marx'ın düşüncesinin özgüllüğü ancak bu kavram aracılığıyla
tanınabilir.
Klasik
siyasal iktisat
İktisadî düşüncenin tarihinde klasik
siyasal iktisadın özel bir yeri vardır. Sanayi burjuvazisinin yükseliş çağında,
18. yy. sonunda ve 19. yy. başında Adam Smith ve David Ricardo gibi iki büyük
iktisatçının eserlerinde en olgun biçimine kavuşan bir düşünce tarzıdır bu.
Klasik siyasal iktisadı öbür burjuva
iktisat teorilerinden farklılaştıran ayırıcı özelliği kapitalist üretim ilişkilerinin
kendini sunduğu yüzey biçimlerinin analiziyle yetinmemesi, bu ilişkilerin
derinde yatan, özsel biçimlerini araştırmaya çabalamasıdır. Bu özelliği
ile, tarihî olarak kendisini izleyen
bayağı iktisattan (ve onun en gelişmiş biçimi olan neo-klasik iktisattan) temel
bir anlamda ayrılır.5 Klasik siyasal iktisadın bu üstünlüğü göz
önünde tutulduğunda, Marx'ın bilimsel
olarak nitelediği bu düşünce tarzına yönelttiği eleştirilerin, bayağı iktisat
için haydi haydi geçerli olacağı da anlaşılır.
Klasik okulun bu çabası Adam Smith
ile Ricardo'nun eserlerinde farklı biçimlerde ortaya çıkar. Burada şüphesiz bu
düşünürlerin eserlerini ve ikisi arasındaki farklılıkları ayrıntılarıyla ele
almaya imkân yoktur. Dolayısıyla, her iki yazar da klasik iktisadın kapitalizme
bakış tarzını belirleyen yönleri ile kısaca ele alınacaktır.
Smith, kapitalist toplumun iktisadi
anatomisinin incelenmesine meta üretiminin temel kavramlarını (işbölümü,
mübadele v.b.) araştırarak girer. Baş eseri ve iktisat biliminin ilk sistematik
ürünü olarak kabul edilen Ulusların Serveti (The Wealth of Nations) adlı
kitabının ilk dört bölümü, bu kavramlara ayrılmıştır. Smith'in bu analizi bir
anlamda, günümüze kadar tüm burjuva iktisadının çerçevesini belirleyen bir
önkabulün mantıkî temelini attığı için son derece önemlidir.
Analizin odak noktası işbölümü ile
mübadele arasındaki ilişkidir. Smith'e göre mübadele, yani üreticilerin
ürünlerini karşılıklı olarak değişmesi insan doğasındaki belirli eğilimlerin
bir sonucudur: insanın her faaliyetini iletişim ve mübadele çerçevesinde
gerçekleştirme yolunda bir eğilimi vardır. Takas ve mübadele eğilimi, işte bu
doğal eğilimin iktisadî faaliyet alanında aldığı özel bir biçimden ibarettir.
Böylece mübadele ile işbölümü arasında
zorunlu bir bağıntı kurulmuş, birincisi ikincisinin gerekli koşulu haline
getirilmiş olmaktadır. Smith'in bu analizinin vargısı açıktır: üretici güçlerin
belirli bir gelişme aşamasında ortaya çıkan işbölümünün varolduğu her yerde
mübadele de zorunlu olarak varolacağından, meta üretimi ve onun en gelişmiş
biçimi olan kapitalist üretim tarzı sonsuza dek varlığını sürdürecektir. Bu,
tüm burjuva iktisadının temel önkabulüdür.
Bu şekilde tanımlanan bir teorik
alan içinde Smith iki soruya cevap arar: Birinci soru, mübadele içinde malların
birbirlerine karşı değerlerinin belirlenmesiyle ilgilidir. Bu soruya Smith'in
getirdiği cevap oldukça karmaşıktır: Bir ilk adım olarak değeri malların
üretimi için gerekli emek miktarıyla ilişkilendirdikten hemen sonra, bununla
özdeş olduğunu düşündüğü bir ikinci ölçütü de paralel olarak geliştirmiştir:
bir malın “emrettiği”, yani satın alabildiği emek miktarı! Bu iki kavram arasındaki
ilişki ve çelişkinin niteliği ne olursa olsun, asıl önemli olan Smith'in analizinin
sonunda, her iki ölçütün de kapitalist toplumda geçerli olmadığına karar
vermesi ve başlangıçtaki emek değer teorisinin yerine maliyetler tarafından
belirlenen bir doğal fiyat teorisini benimsemesidir.
İkinci soruya gelince, Smith'in asıl
amacı şüphesiz bu soruyu çözmektir. Bu soru toplumsal ürünün artışının (yani
günümüz iktisadının deyimiyle büyümenin) açıklanmasıyla ilgilidir. Smith'in bu
soruya getirdiği cevap, ayrıntılarından arındırılarak, sermaye birikiminin
kapitalist toplumda toplumsal ürünün artışının gerekli koşulu olduğu biçiminde
özetlenebilir. Sermaye birikiminin gelişimini belirleyen ise toplumun “üç büyük
sınıfı” (kapitalistler, işçiler ve toprak sahipleri) arasındaki bölüşümdür: bu
bölüşüm içinde kapitalistlerin payı olan kâr, birikimin tek kaynağını oluşturduğundan,
kâr oranının gelişimi toplumun bir bütün olarak geleceği konusunda belirleyici
bir yer kazanmaktadır. Bu cevap çok önemlidir: Burada, sermaye birikimi ve
bunun kaynağı olan kâr kapitalist toplumun hayat sürecinin merkezi olarak
ortaya çıkmakta, aynı zamanda tüm toplumun “genel çıkarı” ile kapitalistin
“özel çıkarı”nın özdeşliği ilk kez “bilimsel” olarak gösterilmektedir.6
Ricardo'nun teorisi Smith'in analizi
bıraktığı noktadan kalkar. İki anlamda: birincisi, Ricardo’nun sorunsalını
belirleyen, Smith'in kurduğu çerçeve ve vardığı sonuçlardır. Çağının tüm
iktisatçıları gibi Ricardo, teorik alanını Smith'den olduğu gibi devralır.
Smith'in kapitalist toplumun doğası, işbölümünün önemi ve mübadeleyle zorunlu
bağları konusundaki tüm önermeleri Ricardo için birer varsayımdır; bunlar hakkında
en ufak bir soru dahi sormaz Ricardo. Bu genel çerçeve içinde Smith'in büyüme
ile sermaye birikimi, bu sonuncusu ile kâr arasında kurduğu ilişkiye de olduğu
gibi katılır. Onun da temel sorunsalı toplumsal ürünün sınıflar arasında bölüşümü
ile büyüme arasındaki ilişkidir. Ne var ki, Smith/Ricardo ilişkisinin ikinci
yönü burada ortaya çıkar: Smith, bölüşümün sermaye birikimi üzerindeki
belirleyici etkisini tutarlı bir biçimde açıkladığı halde, sermaye birikimi
sürecinin bölüşüm üzerindeki etkisini analiz edememiştir. Oysa birikim süreci
içinde bölüşümün gelişmesinin kendi kurduğu teorik çerçeve içindeki önemi açıktır:
Kâr oranının zaman içindeki devinimi kapitalist toplumun tüm hayat sürecini belirler
bu teorik çerçevede. Ricardo'nun sorunsalı işte Smith'deki bu boşluğun yerini
doldurmaya yönelir: Teorisinin baş sorunu birikim içinde bölüşümün ve özellikle
de kâr oranının gelişimini incelemektir. Başeseri Siyasal İktisadın ve
Vergilemenin İlkeleri'nde (Principles of Political Economy and Taxation,
ilk basımı 1817) bu ana sorunsalını ünlü bir bölümde şöyle dile getirir
Ricardo: “... toplumun değişik dönemlerinde, yeryüzünün toplam ürününün, rant,
kâr ve ücretler adı altında,... sınıfların her birine verilecek olan oranları
köklü olarak değişecektir... Bu dağılımı düzenleyen yasaları belirlemek Siyasal
İktisadın ana sorunudur.”7
Bu bölüm, siyasal iktisadın sorunsalını,
en olgun biçimini aldığı iktisatçının kaleminden sergilediği için son derece önemlidir.
Aşağıda, siyasal iktisadın eleştirisi kavramının araştırılmasında bu noktanın
önemi ortaya çıkacaktır.
Kapitalist toplumda bölüşümün
incelenmesi, siyasal iktisadın alanına son derece önemli bir ikinci öğenin, değer
teorisinin de katılmasını zorunlu kılar.8 Bunun nedeni, bu toplumda
sınıflar arasında her türlü iktisadî ilişkinin metaların mübadelesi yoluyla
kurulması yani metaların değerleri üzerinde temellenmesidir.
Değer teorisi, Ricardo ile Smith'in
ikinci ayrılık noktasını oluşturur: Ricardo, Smith'i tutarsızlıkla suçlayarak
kendi analizini bir malın değerinin üretimi için harcanan emek miktarı tarafından
belirlendiği önermesi üzerine yerleştirir. Bu önermenin önemi açıktır: Ricardo,
malların birbirlerine karşı değerini açıklarken, fiyat oluşumunu
kapitalistlerin algıladığı biçimler içinde araştırmaktan kaçınmaktadır.
Kapitalist açısından malının fiyatı, üretim için gerekli parasal maliyetlerin
üzerine toplumda geçerli olan ortalama kâr oranının eklenmesi yoluyla
belirlenir. Oysa Ricardo, fiyatı bu verilmiş yüzey biçimi içinde olduğu gibi
almaz: Malların birbirlerine karşı göreli değerlerinin üreticilerin üretim
içinde harcadıklan emek miktarlarıyla belirlenimini temel alır. Bu, siyasal
iktisadı, kapitalist toplumu yüzeyde görünen kategoriler aracılığıyla anlamaya
çalışan bayağı iktisata göre üstün kılan özelliktir. Buna karşılık, Ricardo
için malların üretimi için gerekli emek ile malların değeri arasındaki bu ilişki
bir varsayımdır. Değer ile emeğin ilişkisi hiçbir zaman araştırılmaz,
doğrudan doğruya bir postüla olarak kabul edilir. Bu postülanın ardında yatan
gerçekliği açıklayabilecek bir akıl yürütmeye siyasal iktisat çerçevesinde
rastlamak mümkün değildir.
Marx’ın
eleştirisine giriş
Adam Smith ve Ricardo'da en önemli
temsilcilerini bulan klasik siyasal iktisat ile Marx'ın eseri arasında önemli
yönlerden bir süreklilik ilişkisinden söz edilebilir. Marx, bir anlamda,
kapitalist üretim tarzının analizini, klasik siyasal iktisadın içsel sınırları
dolayısıyla durduğu noktadan kalkarak gerçekleştirmiş ve bu okulun teorik
yaklaşımını mantıkî sonucuna götürmüştür.9 İktisadî düşünce
tarihinin bütünü gözönüne alındığında, bu gerçek daha da belirgin olarak ortaya
çıkar: Emek değer teorisi Smith ve Ricardo'dan geçerek Marx ile birlikte doruğuna
yükselir ve bu andan sonra burjuva iktisadı tarafından tümüyle terkedilir. Bu
durum, Marx'ın siyasal iktisadın eleştirisinden klasik teorinin bazı eksik
yönlerinin sağlam bir mantıkî süzgeçten geçirilerek düzeltilmesini anladığı
yolunda bir görüşe temel olmuştur. Bu görüş şöyle de formülleştirilebilir:
klasik iktisadın teorik çerçevesi geçerlidir (emek değer teorisi, sınıflar arası
bölüşüm mücadelesi v.b.); ama bu teorik çerçeve içinde vardığı bazı sonuçlar
yanlıştır. Marx işte bu yanlışları eleştirmiştir.
Marx'ın gerek Smith'in, gerekse
Ricardo'nun eserinde bulduğu teoriyi birçok özgül yönü dolayısıyla eleştirdiği
doğrudur. Para konusunda, rant konusunda, sermayenin öğeleri konusunda,
emek/emekgücü ayırımı konusunda ve daha birçok konuda Marx, klasik iktisadın
analizlerini yetersiz bulur, bu analizlerin yerine yenilerini önerir. Bütün
bunların ötesinde, değer ile üretim fiyatı arasında, artık-değer ile kâr arasında
geliştirdiği ayırımla, klasik değer teorisinin yalpalamalarını, yanılgılarını,
kararsızlıklarını açık bir biçimde ortaya koyar ve aşar. Ne var ki, bütün
bunları yapmakla, dolayısıyla emek değer teorisini mantıkî bir tutarlılığa,
bütünlüğe kavuşturmakla birlikte, Marx klasik siyasal iktisadın temel
çerçevesinin doğru olduğunu kabul etmez. Aksine: Marx’ın Smith ile Ricardo'da
yarım kalanı tamamlayabilmesini, tutarsız olanı tutarlığına kavuşturabilmesini mümkün
kılan, kapitalist üretimin analizine onlardan çok değişik bir bakış
açısı, köklü olarak farklı bir yöntem ile yaklaşmış olmasıdır.
Bu köklü farklılığın niteliğini
anlayabilmek için işe siyasal iktisadın sorunsalını irdelemekle girişmek
gerekir. Bu sorunsalın kapitalist toplumda malların değerinin oluşumu ve
toplumsal ürünün sınıflar arasında bölüşümü tarafından belirlendiği yukarıda
görülmüştü. Ne var ki, değerin ve bölüşüm kategorileri olan kâr, rant, ücret
v.b.'nin belirlenimini araştıran siyasal iktisat, bu kategorilerin kendilerinin
niteliği üzerinde hiç düşünmez. Bunları veri olarak alır. Bunun
nedeni siyasal iktisatçıların kapitalist toplumun kategorilerini tarihî olarak
belirlenmiş, geçici bir toplum türüne ait toplumsal biçimler olarak değil, doğal
biçimler olarak düşünmesidir. Bir kez bu kabul edildiğinde bu
biçimler genel, değişmez ve evrensel olarak geçerli bir nitelik kazanırlar.
Dolayısıyla, siyasal iktisat açısından, bunların hangi tarihî koşullar altında
ortaya çıkacakları ve varlıklarını sürdürebilecekleri bir sorun niteliğini taşımaz:
bunlar, kaçınılmaz olarak, siyasal iktisadın teorik sorunsalının, araştırma
alanının dışında kalacaktır.
Marx'ın siyasal iktisada yönelttiği
eleştirinin başlangıç noktasını kapitalist ilişkilerin tarihîliği
oluşturur. Bu ilişkiler ve bu ilişkilerin teorik ifadesi olan kategoriler
belirli tarihî koşullar altında ortaya çıkar ve geçmişteki tüm öteki ilişkiler
gibi, ancak bu tarihî koşullar altında geçerlidir: bu koşullar ortadan kalktığında
kapitalist toplumsal ilişkiler de yerini yeni ilişkilere bırakır. Kısacası,
Marx, siyasal iktisadın, kapitalizmi tarihî geçerliliği sınırlı olan bir üretim
tarzı olarak anlayamamasını eleştirmekle başlar işe.
Siyasal iktisadın eleştirisi kavramının
içeriği genellikle bu başlangıç noktasıyla sınırlanmıştır: bu anlayışa göre,
Marx kapitalist üretim tarzında geçerli olan kategorilerin evrensel değil
tarihî olduğunu göstermiştir. Siyasal iktisattan ayrıldığı nokta budur. Bu görüş,
Marx’ın eleştirisini bu eleştirinin başlangıç noktasına indirgediği için
siyasal iktisadın eleştirisi kavramını gerçek ve en önemli boyutları içinde
kavrayamaz.
Kavramın gerçek içeriğini geliştirmeye
geçmeden önce, bu başlangıç noktasının önemli bir yönüne dikkati çekmek
gereklidir. Klasik siyasal iktisadın, özellikle de bu okulun tarih bilinci en
gelişmiş üyesi olan Adam Smith'in, kapitalizmin insanlık tarihinin ta başlangıcından
itibaren geçerli olduğunu ileri sürebileceğini düşünmek mümkün değildir. Kaldı
ki, bu tür bir yanılsamanın, kapitalizmin hemen hemen evrensel biçim haline
geldiği günümüz dünyasına karşıt olarak, bu üretim tarzının toplumsal hayatı
yeni yeni ele geçirdiği, bu süreç içinde sürekli olarak eski toplumsal
biçimlerle yüzyüze geldiği bir çağda ortaya çıkması çok güçtür. Gerçekten de,
klasik siyasal iktisadın teorik öncüllerini geliştiren Smith, insanlığın
geçimini sağlama tarihinde dört ayrı aşamadan geçtiğini belirtir: avcılık,
çobanlık, tarım ve ticaret.10 Kapitalist toplum, iktisadî faaliyetin
bu dördüncü türünün geçerli olduğu bir toplumdur. Smith'in deyişiyle, her insanın
bir dereceye kadar bir “tüccar”, toplumun ise gerçek anlamıyla bir “ticarî
toplum” haline geldiği tarihî aşama.11 Böylece, ilk bakışta,
Smith'in kapitalizmi insanlığın üretim faaliyetinin ne doğal, ne de evrensel
biçimi olarak kabul etmediği söylenebilecektir. Ricardo'ya gelince, bu yazarın
değer teorisini tümüyle Smith'in kurmuş olduğu teorik çerçeve içine yerleştirmiş
olduğu yukarıda belirtilmişti. Ricardo'nun bu genel çerçeveden burada ayrıldığını
düşündürecek bir belirti yoktur. Kaldı ki, o da aynen Smith gibi bir “ilkel
toplum” soyutlamasına başvurmuştur, kapitalist topluma karşıt olarak.
Bu gerçekler göz önünde tutulduğunda
Marx’ın siyasal iktisat eleştirisinin daha baştan bir yanılgıdan kaynaklandığı,
eleştirinin temelinin ortadan kalktığı düşünülebilir. Görünüşe bakılırsa,
siyasal iktisat kapitalizmi öbür üretim tarzlarının yanısıra, onlarla aynı statüde
özgül bir üretim tarzı olarak görmüş ve analiz etmiştir. Bu görünüş bazı
yazarların klasiklerde emek değer teorisinin varlığını bir tür tarihî maddeciliğe
bağlamalarına bile yol açmıştır: Örneğin, Meek, Smith'in sadece emek değer
teorisinin değil, tarihî maddeciliğin de temelini attığını ileri sürmüştür.12
Maddeci tarih anlayışı Marx’ın düşünce tarihindeki en özgül katkılarından
birini oluşturduğuna göre eğer bu görüş mantıkî sonucuna götürülürse, A.
Smith'in Marx-öncesi bir Marksist statüsünü kazanması gibi bir paradoksa da yol
açabilir.
Gerçekte bu anlayış Marx’ın siyasal
iktisat eleştirisinin yanlış bir biçimde yorumlanmasının basit bir ürünüdür.
Klasik iktisatçıların kapitalizm öncesinde insanlığın üretim faaliyetlerinin başka
biçimler altında sürdürülmüş olduğu yolundaki görüşlerinin varlığını Marx
hiçbir zaman yadsımamıştır. Eleştirisi bambaşka bir temelden kaynaklanır:
Siyasal iktisatçıların yanılgısı, kapitalist ilişkilerin insan doğasına
uygun, bu yüzden de evrensel ve sonsuz olduğu varsayımından
kalkmalarıdır. Geçmişte başka tür üretim faaliyetleri, biçimleri varolmuş
olabilir. Ancak bunlar bir yandan “erken ve azgelişmiş” bir aşamanın ürünüdür:
Yani insanlığın ilkel bir aşamasına uygun düşer.
Bir
yandan da, insanın tarih içinde kendini ağır ağır gerçekleştiren doğal eğilimlerine
uygun olmadığı için yapaydır, geçicidir bu üretim aşamaları. Marx siyasal
iktisatçıların bu yaklaşımını şöyle özetler:
İktisatçıların çok garip bir yöntemi
vardır. Onlar için sadece iki tür kurum mevcuttur: yapay kurumlar ve doğal
kurumlar. Feodalitenin kurumları yapay kurumlardır, burjuvazininkiler ise doğal
kurumlar. Bu açıdan, iki tür din tanıyan dinbilimcilere benzerler: onlar için
de kendilerininkinin dışındaki tüm dinler insanların bir uydurmasıdır, ama
kendi dinleri Tanrı buyruğudur... Yani, tarih varolmuştur ama artık yoktur.13
Böylece, siyasal iktisadın hangi
anlamda “doğal” bir üretimi incelediği de anlaşılmaktadır. Başka üretim
örgütlenmeleri, insan doğasına uygun olmadıkları, insan doğasında eğilim halinde
varolan potansiyelleri karşılayamadıkları için ortadan kalkmışlardır. Ama
“ticari toplum” insan doğasına uygundur: Bu yüzden de insanların evrensel ve
sonsuz olarak bu ilişkiler içinde yaşamaları kaçınılmazdır.14 Bu
yaklaşımın en iyi örneği Adam Smith'in işbölümünün gerekli koşulu olarak sunduğu
mübadeleyi insan doğasındaki içkin eğilimlere bağlayarak, kapitalizmi ebedîleştirmesidir.
Marx mübadele ile işbölümü arasında kurulan bu ilişkiyi eleştirir.15
Gelişmiş bir işbölümü meta üretimi olmadan da varolabilir. İşbölümünün varlığında
mübadelenin hangi tarihî koşullar altında ortaya çıkacağına aşağıda geri
dönülecektir. Bu tarihî koşullar varolduğu içindir ki mübadele (meta üretimi)
kapitalist üretim tarzının temel toplumsal biçimi olarak ortaya çıkar. Ama Smith,
kapitalist toplumun bu özgül yönünü evrenselleştirir akıl yürütmesiyle. İşte
Marx’ın siyasal iktisatta eleştirdiği anlayış budur: Kapitalizmi tarihî olarak
belirlenmiş, öbür üretim tarzlarıyla aynı statüde, onlar gibi belirli bir hayat
süreci olan bir üretim tarzı olarak anlayamaması. Kapitalizm insanlığın sürekli
olarak yönelmek istediği ve doğasına uygun olduğu için hiç ayrılmayacağı bir
durumdur siyasal iktisat için. Marx'ın Proudhon'u eleştirirken yazdığı şu satırlar
tüm siyasal iktisada bakışı için geçerli sayılabilir:
Böylece siyasal-iktisadi kategorileri
gerçek, geçici, tarihî toplumsal ilişkilerden çıkarsanmış soyutlamalar olarak
düşünmek yerine, Bay Proudhon, mistik bir altüst etme işlemiyle, gerçek ilişkilerde
bu soyutlamaların ete kemiğe bürünüşünden başka bir şey bulamamaktadır. Bu
soyutlamalar ise, dünyanın başlangıcından beri Tanrı Baba'nın bağrında uyuya
kalmış formüllerdir.16
Siyasal
iktisadın eleştirisi
Kapitalist toplumun kategorileri,
siyasal iktisat çerçevesinde olduğu gibi doğal kategoriler olarak görüldüğünde
bilim için bir sorun oluşturmaz. Oysa aynı kategoriler, başka bütün üretim
tarzlarının kategorileri gibi tarihî olarak belirlenmiş, geçici kategoriler
olarak görüldüğünde bilimsel analiz için ortaya yepyeni bir sorun çıkar. Eğer
bu kategoriler ancak belirli bir tarihî koşullar demeti altında geçerli ise, bu
tarihî koşulların, bu özgül ilişkilerin anlaşılması teorik açıdan öncelik kazanır.
Bu ilişkilerin birer özgül tarihî biçim olarak anlaşılmasından önce ve bağımsız
olarak toplumsal hayatın bu ilişkiler çerçevesinde nasıl devindiğini anlamak
imkânsızdır. Bu durumda, siyasal iktisatçılar için birer varsayım olan
toplumsal biçimler, Marx için sorunun kendisi haline gelir.
Engels'in deyişiyle, ötekilerin “bir çözüm gördüğü yerde (Marx)
bir sorundan başka bir şey görmemiştir.”17
Siyasal iktisadın eleştirisi kavramının
gerçek anlamı burada yavaş yavaş ortaya çıkmaktadır. Bu kavramı, Marx'ın
kapitalizmin tarihîliğini vurgulamasıyla sınırlamak, sorunu son derece eksik
koymak demektir: Siyasal iktisadın eleştirisi bunun ötesine gider.
Bu eleştiri açısından gerekli olan, kapitalist toplumun ilişkilerinin ve bu ilişkilerin
birer ifadesi olan kategorilerin araştırmanın temel konusu haline
getirilmesidir.18 Bilim, sadece değerlerin oluşumunu ve bölüşümü
anlamaya çalışmakla yetinemez klasik sorunsalda olduğu gibi. Amaç, sözkonusu
toplumsal ilişkilerin hangi tarihî koşullar altında varolabileceğini, varlıklarını
hangi süreçler aracılığıyla sürdüreceğini ve hangi yeni koşullar altında yeni,
farklı toplumsal ilişkilere dönüşebileceğini araştırmaktadır. Oysa kapitalist
ilişkilerin tarihî varoluş koşullarının ne olduğu sorusunu bile sormayan
iktisatçılar, sadece bu ilişkilerin varsayıldığı durumda ortaya çıkan nicel yasaları
araştırmışlardır. İki yaklaşım arasındaki farkı ve siyasal iktisadın eleştirisinden
ne anlaşılması gerektiğini en özlü biçimde Marx'ın kendisi şu bölümde ortaya
koyar:
Bizim bakışımız, kapitalist sisteme
hapsolmuş oldukları için, kapitalist ilişkiler içinde nasıl üretildiğini
görebilen, ancak bu ilişkinin kendisinin nasıl üretildiğini ve
aynı zamanda kendi çözülüşünün maddî koşullarını nasıl yarattığını anlayamayan
iktisatçılardan...temel olarak farklıdır... Onların aksine, biz sermayenin hem
nasıl ürettiğini, hem de nasıl üretildiğini görmüş bulunuyoruz.19
Araştırma konusunun kendisindeki bu
değişikliğin Marx'ın teorisi açısından sonuçları çok önemlidir. Smith ve
Ricardo'da da varolan emek değer teorisinin sorunsalı tümüyle değişmiştir
böylece. Siyasal iktisatçıların değer teorisinin sorunsalı, göreli değerlerin
oluşumu, toplumsal ürünün bölüşümü ve büyümesi çevresinde odaklaşır, bunlarla sınırlıdır.
Marx'ın teorik alanı hem daha geniştir, hem de odak noktası değişmiştir:
klasiklerin ilgilendiği sorunları terketmemiştir Marx, sorunsalı o sorunları da
içerir. Ama bu yeni sorunsalın asıl dikkati üretim ilişkilerinin üretimi ve
yeniden-üretimi üzerinde yoğunlaşmıştır. Sorun, doğan, gelişen ve yerini yeni
bir üretim tarzına bırakacak olan bir tarihî bütün olarak kapitalizmi, kapitalizmin
devinim yasalarını anlamaktır.20
Bu yeni sorunsal çerçevesinde düşünüldüğünde
Marx'ın siyasal iktisat ile ilişkisi çok farklı bir ışıkta görülecektir. Artık
sözkonusu olan Marx'ın klasik iktisadın şu ya da bu yanını, örneğin rant
teorisini ya da üretim fiyatı teorisini eleştirmesi, düzeltmesi değildir. Marx'ın
sorguya çektiği, siyasal iktisadın olumsal, kusurlu bazı yönleri değildir,
temel teorik çerçevesidir, araştırdığı konuyu anlamaya elverişli bir bilim
olarak statüsüdür.21
Bu nedenle, Marx'ın teorisini,
bütünü bir yana, sadece değer teorisini bile bir “iktisat
teorisi” olarak sunmaya çalışanlar yanılmaktadırlar. Değer teorisinin konusu
öncelikle birer özgül tarihî/toplumsal biçim olarak kapitalist ilişkilerin
hayatıdır. Marx önce bu biçimlerin hangi tarihî koşullar altında varolduğunu ve
varlığını sürdürdüğünü araştırır: Kapital’in konusu her şeyden
önce meta üreticileri arasındaki ilişkilerin (değer) ve kapitalistle ücretli
emekçi arasındaki ilişkinin (sermaye) nasıl üretildiğini ve yeniden üretildiğini
araştırmaktır. Bu araştırmanın temeli üzerinde kapitalist üretim tarzının
devinim yasalarını inceler Marx: amacı, tarihî olarak geçici bir nitelik taşıyan
bu toplumsal biçimlerin çözülmesinin, yerini yeni biçimlere terketmesinin koşullarını
araştırmaktır. Göreli değerlerin (fiyatların) oluşumu, bölüşümün nicel
belirlenimi, kapitalist ekonominin nicel büyüme hızı, kısacası iktisat
biliminin asal konuları hep ikincildir Marx için. Şu anlamda ikincil: bu
belirlenimler, kapitalist üretim tarzının tarihî devinimini etkilediği sürece şüphesiz
önemlidir. Ama bu önemleri kendiliğinden gelmez: Bu etmenler biçimlerin
deviniminin, bir biçimden öbürüne geçisin temelini hazırladığı ölçüde Marx için
önemlidir.22 Bu yüzden Marx'ın bilimi, toplumsal ilişkilerin genel
bilimidir. Bu, iktisadı kısmî olarak içine alan ama onu eleştiren, tek-yanlılığını
aşan bir bilimdir.
Bir
örnek: bir üretim ilişkisi olarak değer
Marx'ın değer teorisine getirdiği
yeni sorunsalın tüm zenginliği içinde kavranması, ancak bu teori çerçevesinde
gerçekleştirdiği derin analizin bütünü ile anlaşılmasından sonra mümkün
olabilir. Teorinin bu sayısız boyutunun tek bir yazı çerçevesinde ele alınamayacağı
açıktır. Buna karşılık, Marx'ın yeni yaklaşımı ile ne tür sorunların çözümüne
yöneldiği ve bu sorunların siyasal iktisadın sorunlarından nasıl farklılaştığı
da, Marx'ın kendi teorik yaklaşımı incelenmeden anlaşılamaz. Dolayısıyla burada
Marx'ın özgül yaklaşımının bir örneği olarak, tüm teorik yapısının temeltaşı
olan değer kavramı kısaca geliştirilecektir. Ancak bu kavramın Marx'ın
teorisinin tüm zenginliği içinde tanınması için kesinlikle yetersiz olduğu
vurgulanmalıdır. Belirtildiği gibi, bu sadece bir örnek olarak düşünülmüştür.
Soruna Marx'ın, siyasal iktisatçıların
teorik çerçevesinin yanlışlığını ileri sürerken yaptığı bir gözlemle girmek
yararlı olabilir: Marx, iktisatçıların bu temel boşluğunun nedenini kısaca
“kapitalist topluma hapsolmuş” olmalarına bağlamıştır yukarıda alıntıda.23
Gerçekten, siyasal iktisadın sorununun temelinde görüş alanının kapitalist
toplumun biçimleriyle sınırlı olması yatmaktadır. Oysa kapitalizmi insanlık
tarihinin belirli bir aşaması olarak anlamanın önkoşulu, ilk aşamada analizin
kapitalist üretim tarzının özgül koşullarından soyutlanması, bu üretim tarzının
da kendinden öncekiler gibi dışarıdan, eleştirel bir bakış açısı ile
incelenmesidir.24 Bu yapılmadıkça, başlangıç noktasını oluşturan
kapitalist biçimler tarihdışı, evrensel biçimler olarak algılanacak, kapitalist
toplum özgüllüğü içinde tanınamayacaktır. Marx'ın bu eleştirel bakış açısına
sahip olmasını mümkün kılan teorik temel, maddeci tarih anlayışıdır.25
Marksist anlayış dışındaki tüm öteki
tarih görüşlerinin bir ortak yanı vardır: Tarihin belirleyici koşulları,
süreçleri, faaliyetleri v.b. konusundaki seçimleri belirli bir rastgelelik taşır.
Başka bir deyişle, eğer belirli bir noktanın ötesine kadar zorlanırsa, bu görüşlerin
temelinin araştırılmamış, sadece varsayılmış olduğu ortaya çıkar. Buna karşılık,
Marx'ın maddeci anlayışı insanlık tarihinin her zaman varolan, mantıkî önkoşullarını
araştırır: vardığı indirgenemez, kendisinden soyutlanamaz26 temel,
toplumsal üretim faaliyetidir. Tarihin varlığının önkoşulu olan insanlığın
maddî yeniden üretimi, insanların doğayı mülkedinerek yeniden üretim araçlarını
üretmelerini gerekli kılar. İnsanlık tarihinin bu gerekli koşuluna, tüm aşamalarının
bu ortak yanına Marx “genel olarak üretim” adını verir. İnsanların doğayla
zorunlu olarak girdikleri bu ilişki gerçek mülkedinme sürecidir.
Bu sürecin tüm öğeleri, emek süreci, kullanım değerleri üretimi v.b. her
toplumda zorunlu olarak vardır.
Ne var ki, hiçbir tarihî dönem
“genel olarak üretim”in analizi yoluyla açıklanamaz. Farklı toplumlarda bu
sürecin aldığı biçimler çok farklıdır. Üreticiler birbirleriyle çok farklı ilişkiler
içindedir. Toplumsal yeniden üretim sürecinin kendi gerekleri bile üretimin bu
ilişkiler içinde aldığı toplumsal biçimlere bağımlı duruma gelir.
Üretim tarzı kavramı işte bu toplumsal biçimlerin, üretici güçlerin belirli bir
gelişme düzeyiyle birlikte oluşturduğu bir bütündür. Bir üretim tarzı olarak
kapitalizm bu niteliğiyle insanlık tarihinin bir altbölümüdür ve genel olarak
üretimin özgül bir tarihî biçimi olarak anlaşılmalıdır.
Bu temel yaklaşım, Marx'ın
kapitalizm analizinin her noktasına sinmiştir. Metanın ikiliğinden (kullanım değeri/değer)
üretim sürecinin ikiliğine (emek süreci/değerlenme süreci) tüm analiz,
kapitalist üretim tarzını aynı anda hem genel olarak üretimin
devamı, hem de tarihî olarak özgül bir toplum olarak inceler. Ne var ki,
buradaki amacımız açısından önemli olan Marx'ın bu yöntemle değer kavramına
getirdiği açıklamadır. Marx'ın değer teorisinin temelinde de bu ikilik yatar:
Yeniden üretimin toplumsal biçimi ne olursa olsun, her toplum üyelerinin emeğini
farklı üretim faaliyetleri arasında yeniden üretimin gereklerini karşılayacak
biçimde dağıtmak zorundadır. Teknik işbölümünün gelişmiş olduğu bir toplumda, eğer
üretim için alınan kararlar merkezi bir eşgüdüme tâbi değilse, bu kararları
alanlar birbirlerinden bağımsız davranıyorsa, yani özel üretim geçerli
ise, bu üreticilerin emeklerinin toplumsal emeğin öbür bölümleriyle ilişkisi
ancak ürünlerinin birer meta olarak, yani değerleri aracılığıyla eşitlenmesi
yoluyla kurulabilir. Böylece, gelişmiş bir işbölümü ile özel mülkiyetin bir
araya geldiği kapitalist toplumda üreticilerin ürünlerini birer meta olarak
mübadele etmeleri gereklidir. Değer, bu durumda, bireysel
emeklerin kapitalist toplumda birbiriyle ilişki kurmasının özgül toplumsal biçiminden
başka bir şey değildir. Kısacası değer, meta üreticisi topluma özgü bir toplumsal
ilişkidir. Bu toplumda, Marx'ın deyişiyle, “birey toplumsal gücünü
de, toplumsal bağını da cebinde taşır.”27
Marx'ın değer analizinin bu niteliğiyle,
klasik emek değer teorisinin en olgun biçimini sunan Ricardo'nunkinden ne denli
farklı olduğu açıktır. Daha önce de belirtildiği gibi, Ricardo emek ile değerin
arasındaki ilişkiyi hiç araştırmamış, malın değerinin, üretimi için harcanan
emek miktarınca belirleneceği önermesini teorinin bir postülası olarak
kabul etmiştir. Burada emek ile değerin ilişkisi dışsaldır, iki kavram arasındaki
içsel bağıntı hiçbir zaman araştırılmaz.28 Marx'da ise bu içsel bağıntı
açıkça belirir: Toplumsal soyut emek, değerin içeriğidir (tözü), değer ise
toplumsal emeğin kapitalist toplumda alması gerekli biçim. Marx siyasal iktisadın
bu eksikliğini şöyle ifade eder:
Siyasal iktisat gerçi değeri ve değerin
büyüklüğünü, yetersiz bir biçimde de olsa, tahlil etmiş ve bu biçimlerin altında
yatan içeriği keşfetmiştir. Ama, bu içeriğin neden bu özgül biçimi aldığı, yani
emeğin neden değerde ve emek zamanının ölçüsünün neden ürünün değerinin büyüklüğünde temsil edildiği
sorusunu hiçbir zaman sormamıştır.29
Böylece siyasal iktisat
çerçevesinde, doğal ve sonsuz olduğu için araştırılmayan değer kategorisi
bilimin sadece çerçevesini, başlangıç noktasını oluşturur. Marx ise bu
kategorinin kendisini araştırma alanının merkezine getirmiş, bir
toplumsal üretim ilişkisi olarak hangi tarihî koşullar altında ortaya çıkabileceğini,
çıkması gerektiğini göstermiştir. Bu, teorinin ilk adımında Marx’ın biliminin
konusunun iktisat biliminin konusunun nasıl ötesine geçmiş olduğunu açıkça
gösteren bir örnektir.
Kapitalist
gerçekliğin eleştirisi
Bu ana kadar geliştirilen, akıl
yürütme, şu gerçeği açık olarak ortaya koymuştur: Siyasal iktisatçılar
kapitalizmin, tarihî olarak geçici toplumsal biçimlerini sonsuz ve doğal ilişkiler
olarak görmüşlerdir. Marx siyasal iktisadın bu yönünü eleştirirken, ana konusu
bu toplumsal biçimler olan yeni bir bilim kurmuştur. Tartışma burada
durdurulursa, siyasal iktisadın eleştirisinin iktisat biliminin kuramsal
statüsünü sorguya çeken bir bilimsel eleştiri olduğu sonucu çıkarılabilir. Bu
da kendi başına, son derece önemli bir sonuçtur: Marx'ın herhangi başka bir
iktisadî düşünce okuluyla birlikte ele alınamayacağını kesin olarak gösteren
bir sonuç.
Ne var ki, son derece önemli olmakla
birlikte, bu sonuç siyasal iktisadın eleştirisi kavramını tüm zenginliği içinde
temsil etmeye engeldir. Marx'ın eleştirisinin en az birincisi kadar önemli başka
boyutları da vardır. Bu boyutların araştırılması, kavramın tüm
belirlenimleriyle birlikte anlaşılması için gereklidir.
Bu yeni alana yaklaşırken, en iyi başlangıç
noktası şu sorudur: Bayağı iktisatçılara karşıt olarak, “gerçek ve gizli” ilişkileri
derinlemesine araştıran, bunları keşfetmesine ramak kalan siyasal iktisat, bu
ilişkileri neden teorik olarak doğru bir biçimde formülleştirememiştir?
Özellikle Ricardo gibi kusursuz bir bilimsel titizlik ve soğukkanlı bir mantıkla
çalışan bir iktisatçı neden çabalarında başarısızlığa uğramıştır? Maddeci bir
anlayış, bu sorulara mutlaka bir cevap getirilmesini gerektirir: Bu yöntem,
bilimsel teorilerin teorik eleştirisi ile yetinemez, bu teorilerin yerleştiği
maddî çerçeveyi anlamak zorundadır. Eğer iki yüzyıl boyunca (Petty'den
Ricardo'ya) bilimsel siyasal iktisat belirli sınırları bir türlü aşamamışsa,
bunu iktisatçıların bireysel eksikliklerine bağlamak imkânsızdır; olayın
toplumsal gerçeklikteki temelini araştırmak gerekir.
Bu
soruya Marx'ın getirdiği cevabın temeli, siyasal iktisadın burjuva ideolojisi
ile ilişkisine dayanır. Siyasal iktisat tüm bilimselliğine rağmen, burjuva
ideolojisinin sınırları içinde hapsolduğu, dünyayı bu ideolojinin bakış açısından
kavramaya çalıştığı için kapitalist toplumun gerçek, özsel toplumsal ilişkilerine
varamaz. Marx’ın deyişiyle, “klasik siyasal iktisat sorunların gerçek niteliğine
karanlıkta sağa sola çarparak yaklaşır, ama bu niteliği hiçbir zaman bilinçli
bir formülle ifade edemez. Burjuva derisi içinde kaldığı sürece bunu
yapabilmesi imkânsızdır.”30
Neden imkânsızdır? Yani burjuva
ideolojisi, bir bilim olarak siyasal iktisadı neden sınırlamakta, kapitalist
ilişkileri gerçek doğası içinde kavrayabilmesini engellemektedir? Bu soruya
ancak, burjuva ideolojisinin kapitalist gerçekliğin kendisi ile ilişkisi araştırılarak
cevap verilebilir. Siyasal iktisatın kapitalist ilişkileri anlayış biçimi
burjuva ideolojisinin bir ürünüdür, ama bu ideolojik bakış açısının kendisi de
kapitalist ilişkilerin yapısının bir sonucudur. Dolayısıyla, siyasal iktisadın
temel yanılgıları, burjuva ideolojisinin yeniden üretiminin maddi temelini
sürekli olarak yenileyen kapitalist gerçekliğin özgül doğasından kaynaklanır.
Kapitalist üretim ilişkilerinin
burjuva ideolojisini sürekli yeniden üretmesini sağlayan, bu ilişkilerin niteliğidir.
Bu niteliğin temeli ürünün meta biçiminde yatar. Kapitalist üretimde
üreticilerin emeklerinin, ancak ürünlerinin eşitlenmesi yoluyla toplumsal bir
ilişki içine girdiği yukarıda değer kavramı incelenirken görülmüştü. Dolayısıyla,
bu toplumda insanlar arasındaki ilişkilerin zorunlu olarak aldığı biçim, metalar
arasında bir ilişkidir. Metalar arasındaki ilişkiler insanlar arasındaki
ilişkilerin zorunlu bir dolayımıdır. Böylece metalar dünyası üreticiler açısından
bağımsız, üzerinde egemenlik kurulamayacak bir nitelik kazanır. Bu egemenlik
basit bir yanılgının ürünü değildir: üreticiler, bu üretim tarzında, kendi ilişkilerinin
ürünü olan metalar dünyasının gerçekten egemenliği altına
girerler. Bu dünya, yani piyasa, tekil üreticilerin biçimsel bağımsızlığını
ortadan kaldırır, onları kendine bağımlı kılar, egemenliğini her biri için “doğal
bir yasa” biçiminde bütün ağırlığı ile duyurur.31 Vurgulamakta yarar
var: burada sözü edilen, bireylerin ruh durumu ya da ideolojik bakış açısı ile
ilgili bir olgu değil, toplumun örgütlenişi ile ilgili nesnel bir
gerçektir.
Meta fetişizmi teorisi ile birlikte
kapitalist gerçekliğin çok önemli bir yönü ortaya çıkar: Bu toplumda,
üreticiler ürünlerinin egemenliği altındadır, özne ile nesne yer değiştirmiştir.
Marx kapitalist toplumun bu özelliğine “altüst olma” adını verir. İlişkilerin
bu “altüst” niteliği, ürünlerin üreticiler üstündeki egemenliği, insanlar arasındaki
ilişkilerin özgül niteliğinin ürünlere, nesnelere atfedilmesine yol açar.
Böylece, insanların dünyasına egemen olan ilişkiler nesneler arasında ilişkiler
olduğundan, bu ilişkilerin doğal ilişkiler olduğu, bu ilişkilerin
tâbi olduğu yasaların doğal yasalar olduğu inancı gelişir.
Kapitalist toplumun özgül sonuçları, üreticilere doğal ve sonsuz gerçekler
gibi görünür. Bu toplumun kaçınılmaz olarak sonsuza dek süreceği tartışılmaz
bir gerçek niteliği kazanır. Kısacası, kapitalist gerçeklik bu toplumun
sonsuzluğunu tartışmasız kabul eden burjuva ideolojisini üretir ve yeniden
üretir.
Bilimsel araştırmaları, siyasal
iktisadın fetişizme hapsolma yanılgısından metanın analizi aşamasında kaçınmasını
mümkün kılmıştır. Siyasal iktisadın ayırıcı özelliği, metaların değerinde eşitlenenin
üreticilerin emeği olduğunu görmesi, bunu tüm araştırmalarına temel yapmasıdır.
Ne var ki, değer-biçiminin gelişmesiyle ortaya çıkan para-biçimi,
sermaye-biçimi karşısında siyasal iktisat da, öbür tüm iktisat okulları gibi,
kapitalist toplumun fetişist niteliğinin tutsağı olmuştur. Bunun en iyi örneği,
bu okulun sermaye karşısındaki konumudur.
Kapitalist üretim tarzının ikili
niteliği üretim sürecinde de belirir: Kapitalist üretim süreci hem bir emek
süreci, hem de bir değerlenme sürecidir. Bir emek süreci: tarihin tüm
dönemlerinde olduğu gibi kapitalist toplumda da üreticiler kullanım değerleri
üretirler. Bir değerlenme süreci: Kapitalist toplumda üretimin amacı olan artık-değer
(kâr) üretimi, üretim sürecinin her şeyden önce sermayenin genişlemesini, eski
değerine yeni bir değer (artık-değer) katarak büyümesini sağlayan bir süreç
olmasını gerektirir. Kapitalist üretim sürecinin bu ikili özelliği, yani
sürecin bir emek süreci olmakla birlikte aynı zamanda dolayımsız olarak bir değerlenme
süreci olması, değerlenme sürecinin her üretim tarzının zorunlu bir öğesi olduğu
inancını yaratır. Daha özgül olarak, sermayenin artık-değer elde edebilmesi
için mutlaka üretim sürecini düzenlemesinin gerekliliği, bu süreç içinde işçiyi
üretim araçlarıyla karşı karşıya getirir. Bu karşılaşma, artık-değer çıkarımı
için gereklidir: Burada üretim araçları, işçinin karşısında sermayeyi temsil
eder. Böylece, sermaye ile ücretli emeğin ilişkisi zorunlu olarak üretim aracı
biçimindeki metaların, nesnelerin dolayımından geçer.
Burada meta fetişizminin gelişmiş
bir biçimi ortaya çıkmaktadır: “Sermaye fetişizmi” olarak adlandırılabilecek nesnel
bir olgudur bu. Bu nesnel olgu, kapitalist topluma eleştirel bir gözle
bakamayan bilinç açısından temel bir yanılgının kaynağı olur, bu yanılgıyı
sürekli olarak yeniden üretir: bu bakış açısı için, nesnelerin bu zorunlu rolü,
sermayeyi doğal, kaçınılmaz ve sonsuz bir kategori haline getirir. Sermaye bir
üretim ilişkisi olmaktan çıkar, üretimin her toplumsal örgütleniş biçiminde
zorunlu bir teknolojik öğesi niteliğini kazanır.32 İşte siyasal
iktisat bu yanılgıyı bilimsel olarak yeniden üretir: burjuva ideolojisinin bu öğesi
siyasal iktisadın da ayrılmaz bir öğesidir.
Burada, siyasal iktisadın burjuva
ideolojisinin sınırları içinde kaldığı için kapitalist üretimi “altüst” olmuş
biçimiyle algıladığı, bu üretim tarzını doğal biçimlerle özdeşleştirerek
sonsuzlaştırdığı açık olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla, Marx’ın siyasal iktisat
eleştirisi bir yandan da burjuva ideolojisinin bir eleştirisidir. Ama
bununla da yetinmez Marx: burjuva ideolojisinde kapitalizmin “altüst” olmuş, doğallaştırılmış
biçimde yeniden üretilmesinin temelinde kapitalist üretim tarzının kendisinin
“altüst” olmuş niteliğinin yattığını gösterir. Siyasal iktisatın boşluğu bu
üretim tarzının fetişist niteliğinin mantıkî bir ürünüdür.33 Böylece
Marx'ın eleştirisi aynı zamanda kapitalist gerçekliğin bir eleştirisidir.
Sonuç
“Siyasal iktisat” teriminin kazandığı
yeni yaygınlık Marksistler açısından fazla kaygı verici olmamalı. Marksizm
yirminci yüzyılda kendini burjuva iktisat biliminden ayırmak amacıyla siyasal
iktisat terimini benimsemiş olsa da, burjuva biliminin bu terimi yeniden
mülkedinmeye çalışması karşısında terminolojik kargaşayı önleyecek başka yollar
var. Çünkü siyasal iktisat zaten bir burjuva biliminin adı. (Bugünün “siyasal
iktisadı”, örneğin Ricardo gibi büyük bir iktisatçıyla karşılaştırıldığında ne
derece siyasal, ne derece bayağı iktisat olabilir, o ayrı sorun). Marksist
yaklaşımın adı ise dün olduğu gibi bugün de siyasal iktisatın eleştirisi olmalı.
Şüphesiz, bir bilim adı değil bu. Ama Marksizm de sadece bir bilim değil. Yine
de, ille Marksist bilim için bir ad aranıyorsa, burjuvazinin toplumsal bilimler
arasında açtığı uçurumu reddeden Marksizm için genel bir ad bulunabilir. Ama bu
terminolojik sorun kesinlikle ikincildir, önemli olan Marksizmin neden
bir siyasal iktisat olmadığını belirlemek. Bu ise, “siyasal iktisadın eleştirisi”
kavramının gerçek içeriğinin, tüm boyutlarıyla birlikte kavranması yoluyla yapılabilir
ancak. Bu yazının amacı bu kavramın üç boyutu olduğunu göstermekti: (1) Marx'ın
yaklaşımı, siyasal iktisadın veya genel olarak iktisat biliminin kapitalist
toplumu veya bu toplumun bir yönünü incelemek açısından yetersiz bir bilim olduğunu
gösterir. Bu bilim doğru soruları sormadığı için doğru cevapları elde etmesi
mümkün değildir. Marx'ın kendi eserinin sorunsalı iktisat biliminin sorunsalından
çok farklıdır: temel konusu üretim tarzının hayat sürecidir. Bu yüzden, Marx’ın
eseri iktisat biliminin sınırlan içinde ele alınamaz. (2) Marx için, siyasal
iktisat bir burjuva bilimidir. Burjuva ideolojisinin önyargıları bu bilimin
öncüllerini oluşturur ve bu bilim aracılığıyla bilimsel kılıkta yeniden
üretilir. Burada “burjuva bilimi” kavramı, bu bilim çerçevesinde çalışanların
ne kapitalistlerin paralı ajanları olduğunu, ne
de burjuva düzenini sürdürmeyi
bilinçli olarak amaçladıkları anlamını taşır (şüphesiz, birçok durumda
her iki ihtimal de güçlüdür). Burjuva bilimi kategorisi, bu bilimin gerçekliği
anlama çabasında içsel yapısı gereği burjuva ideolojisinin tutsağı olması
demektir. Siyasal iktisat burjuva ideolojisinin bilimsel ifadesi olduğu ölçüde,
Marx'ın eseri aynı zamanda burjuva ideolojisinin bir eleştirisidir. (3) Burjuva
ideolojisinin kapitalizmi algılayış biçimleri, kapitalist gerçekliğin
kendisinin altüst olmuş doğasının bir ürünüdür. Dolayısıyla, Marx’ın siyasal
iktisat eleştirisi, son olarak, bu fetişist gerçekliğin bir eleştirisidir.
Bilim ile toplumsal pratik arasına
pozitivist bir anlayışla kesin, aşılmaz sınırlar yerleştiren bir bakış açısı
için, bu eleştirinin farklı boyutları birbirinden bağımsız, kopuk gibi
görünebilir. Ama insanlık tarihini bütünlüğü içinde anlamaya ve dönüştürmeye
çalışan bir düşünce ve hareket için bu farklı boyutlar, teori/pratik diyalektik
birliğinin öğelerinden başka bir şey değildir. Kapitalizmin fetişizminin eleştirisi
hem doğru bilimsel analizin önkoşuludur, hem de toplumsallığın şeylerde,
nesnelerde ifade edilmeyeceği yeni bir toplumun habercisidir.
DİPNOTLAR
1 “... ister haklı
olsunlar, ister yanılsınlar, iktisatçıların ve siyasal felsefecilerin düşünceleri
genellikle sanıldığından çok daha etkilidir. Gerçekte dünyayı hemen hemen
tümüyle bunlar yönetir. Kendilerini düşünsel etkilerden arınmış sanan eylem
adamları genellikle ölü bir iktisatçının köleleridir”. J.M. Keynes, The
General Theory of Employment, Interest and Money, Macmillan, Londra, s.
383. Keynes'in yargısının buram buram idealizm koktuğunu eklemek bile gereksiz.
Sadece iktisatçıların kimin “kölesi” olduğu sorusunu sormak bile, çerçeveyi
parçalamak için yeterlidir.
2 ABD'nin uluslararası sermayesinin sözcüsü Washington
Post'un bir muhabirinin şu satırları son yılların havasını yansıtması bakımından
anlamlı: “Marx, Schumpeter ve öteki birkaç devin gözlemlemiş olduğu gibi, bunalım
kapitalizmin doğasından gelen bir hastalıktır”. The Guardian Weekly, v.
119, No. 18. Marx'ın bir “dev” olarak ilan edilmesinin tarihi çok kısa. Öte
yandan, öteki devlerin kim olduğu sorusu bir yana, Schumpeter'in bunalımı
kapitalizmin değil genel olarak sanayi üretiminin doğasından çıkarsadığını hatırlatmak
yararlı olacak.
3 ABD'de
bu bazan eski terimin (“political economy”), burjuva biliminin aşısıyla
soysuzlaşmış bir biçiminin (“political economics”) benimsenmesi biçiminde
oluyor. Burada, bu metinde neden Türkçe'de yaygınlık kazanmış “Ekonomi politik”
yerine “siyasal iktisat” teriminin kullanıldığını kısaca açıklamak uygun olur.
“Ekonomi politik” terimi sıfat ile isim arasında Türkçe'nin değil Fransızcanın
kurallarına uygun bir sıralanmaya dayanır. Bu yüzden de bu yabancı dille yakınlığı
olmayanlar için kafa karıştırıcı olmaktan başka bir erdemi yoktur.
4 “Burjuva bilimi” kavramından irkilenler için
bu aşamada yazının geri kalan bölümlerini beklemelerini önermekten başka yapılabilecek
bir şey yok.
5 “İlk ve son kez belirteyim ki, klasik siyasal
iktisat ile kastettiğim, burjuva üretim
ilişkilerinin görünürdeki çerçevesi içinde debelenmekten öteye gidemeyen,
bilimsel siyasal iktisadın çoktan beri geliştirmiş olduğu malzemeyle
geviş getirip duran
ve burjuvazinin ayak işlerine
yetişmek amacıyla en yüzeysel olgulara bu malzeme içinde akla yakın açıklamalar
arayan bayağı iktisada karşıt olarak W. Petty'nin döneminden bu yana, üretim
ilişkilerinin gerçek içsel çerçevesini araştırmış olan tüm iktisatçılardır.
Bayağı iktisatçılar ise, bütün bunların yanısıra,
burjuva üretim ajanlarının, kendilerine mümkün dünyaların en
iyisi gibi gelen dünyaları
konusunda sahip oldukları rahat ve sığ kavramları, cafcaflı bir biçimde
sistemleştirmekle ve sonsuz gerçekler olarak ilân etmekle yetinirler.” K. Marx,
Capital, Penguin basımı, 1976, s. 174n (Türkçesi: Kapital,
(Mehmet Selik Çevirisi) c. 1, k. 1, Odak Yayınları, Ankara, 1974, s. 142n).
6
Bu “özdeşlik” burjuva ideolojisinin en güçlü öğelerinden biridir. Çok uzağa
gitmeden, günümüz Türkiyesinde “sanayileşme” adı altında, sınıfsal ilişkilerden
bağımsız bir görünüm altında bir amaç olarak sunulan süreç, gerçekte sermaye
birikiminin önündeki engelleri yıkarak daha hızlı bir biçimde gelişmesinin
ideolojik ifadesinden başka bir şey değildir.
7 Principles
of Political Economy and Taxation, Penguin, Harmondsworth, 1971, s. 49.
8
Sraffa'nın getirdiği yeni bir Ricardo yorumu, Ricardo'nun daha erken bir
eserinde (Essay on Profits - Kârlar Özerine Bir Deneme, 1815) bölüşümü
değer sorununa girmeden analiz ettiğini ileri sürer. Burada bu konunun tartışılmasına
girilmeyecektir. Sraffa'nın yorumu için bk. “Introduction”, The Works and
Correspondence of David Ricardo, c. 1, Cambridge University
Press, Cambridge, 1950.
9 Marx, Kapital'in ikinci Almanca
basımı için yazdığı sonsözde Rus
yazan N.I. Ziber'in şu yargısını onaylayarak aktarır: “Daha 1871'de Kiev
Üniversitesi siyasal iktisat profesörü N.I. Ziber benim değer, para ve sermaye
teorimin ana çizgileriyle, Smith-Ricardo
öğretisinin zorunlu bir
gelişimi olduğunu göstermişti”, Capital, a.g.y.,
s. 99. (Türkçesi: Kapital, a.g.y., s. 45).
10 A. Smith, The Theory of Moral Sentiments (1758), c. 1., s. 23. Aktaran A.
Skinner, “Introduction”, The
Wealth of Nations, Penguin,
1973, s. 21. Bu ayırım
Smith'in de üyesi olduğu İskoç Tarihçi Okulu'nun genellikle kabul ettiği bir sınıflandırmaya
dayanır.
11 The Wealth of Nations, a.g.y.,
s. 126.
12
R. Meek, “The Scottish Contribution to Marxist Sociology”, Economics and
Ideology and Other Essays, Chapman and Hill, 1967.
13 Felsefenin Sefaleti, Sol Yayınları, 1975, s.
126-127. Marx bu önemli bölümü Kapital'in bir dipnotunda
yeniden aktarır. Bk. Capital, I, s. 175n. Metindeki çeviri bu son
eserden yapılmıştır (Kapital, a.g.y., s. 143n).
14 Klasik siyasal iktisadın “son büyük
temsilcisi Ricardo, sınıf çıkarlarının, ücret ile kârın, kâr ile rantın çelişkisini
safdil bir biçimde toplumsal bir doğa yasası sanarak, bu çelişkiyi
nihayet (bilinçli olarak)
araştırmalarının başlangıç noktası
haline getirdi. Ama
bu katkıyla birlikte, burjuva iktisat bilimi ötesine geçemeyeceği sınırlara
varmıştı.” Kapital'in ikinci basımına sonsöz, Capital, I, s. 96 (Kapital,
a.g.y., s. 41).
15 “İşbölümü
meta üretimi için
gerekli bir koşuldur, ama tersi doğru değildir: meta
üretimi toplumsal işbölümü için
gerekli bir koşul değildir.”
Capital, I, 132 (Kapital, a.g.y., s. 89).
16 “Annenkov'a mektup”, 28 Aralık 1846, K.
Marx/F. Engels, Lettres sur “le Capital”, Editions Sociales, 1964,
s. 32.
17 F. Engels, “Préface”, Le Capital, c.
2., Bölüm 1, Editions Sociales, 1974, s. 21.
18 Bu anlamıyla siyasal iktisadın eleştirisine
Marx henüz 1844'de kaleme aldığı fakat ancak 1932'de yayımlanan İktisadî ve
Felsefi Elyazmaları'nda girer ilk kez. Bu gençlik eserinde eleştirinin
temeli büyük bir açıklıkla atılır ve Marx'ın teorik tasarımının programı
çizilir: “Siyasal iktisat
özel mülkiyet gerçeğinden
kalkar. Bu gerçeği açıklamaz. (Vardığı) yasaları anlamaz, yani bunların
nasıl özel mülkiyetin
doğasından ileri geldiğini
göstermez... açıklaması gerekeni varsayar... Bizim şimdi özel mülkiyet, açgözlülük, emek,
sermaye ve toprak arasındaki ayrılık...bütün bu yabancılaşma sistemi ile para sistemi arasındaki temel ilişkiyi
kavramamız gerekiyor.” “Economic
and Philosophical Manuscripts”, Early
Writings içinde, L.
Colleti (der.), Penguin, 1975, s. 322-323. (Türkçe kaynak: 1844 El
Yazmaları, çev. Murat
Belge, Payel Yayınevi, İstanbul, 1969, s. 65-66.)
19
K. Marx, Un chapitre inédit du Capital, 10/18, Paris, 1971, s.
264. Vurgu sonradan. Kapital'in yayımlanmamış
altıncı bölümü olarak bilinen
bu çok önemli metin, birinci cilt Marx tarafından yayına hazırlanırken bir
kenara bırakılmış, ancak 1933'de Almanca ve Rusça olarak yayımlanmıştır. İngilizce
çevirisi ilk kez Kapital'in birinci kitabının Penguin basımı
içinde yer almıştır (s. 949-1084).
20 E. Mandel,
“Introduction”, K. Marx, Capital,
c. 1, Penguin, içinde, s. 12.
21 S. Veca, Marx e la critica
dell'economia politica, Il
Saggiatore, 1973, s. 48.
22 Marx'ın Kapital'in ikinci
Almanca basımına yazdığı sonsözde bir yorumcudan onaylayarak aktardığı (“burada
diyalektik yöntemden başka neyi anlatıyor ki?”) şu bölüm
soruna açıklık getirmektedir: “Marx
için önemli olan araştırdığı
olguların yasasını bulmaktır; ancak onun için anlam taşıyan,
verilmiş bir tarihî dönem içinde kesin bir biçime ve karşılıklı bir bağıntıya
sahip oldukları ölçüde, sadece bu olguları
yöneten yasa değildir. Onun için
çok daha büyük önem taşıyan, bu
olguların değişimlerinin, gelişmelerinin, yani bir biçimden öbürüne, bir dizi
bağıntıdan ötekine geçişlerinin yasasıdır” Capital, c. I,
s. 100
(Türkçe kaynak: Kapital, a.g.y., s. 47-49).
23 Bk. 19 no.lu dipnotun metni. ' .
24
Marx'ın 1857 Önsöz'ündeki, çağdaş toplumun geçmişi anlamada bir anahtar olduğu
yolundaki gözlemi (insan/maymun benzetmesi) yer yer yanlış anlaşılmıştır. Marx,
orada, çok açık bir ifadeyle, ancak çağdaş toplumun özeleştirisinin başladığı
yerde geçmişin de gerçek anlamıyla kavranabileceğini belirtmiştir. Böylece
incelemenin başlangıç noktası bugünün toplumu değil, yarının toplumudur. Bk. Grundrisse,
Penguin, 1973, S. 105-106.
25 Bu teorik temelin kaynağında yatan sınıf bakış
açısının önemi aşağıda ortaya çıkacaktır.
26 K. Marx/F. Engels, The German Ideology,
International Publishers, 1969, s. 6-7 (Türkçe kaynak: Alman İdeoloiisi,
çev. Selahattin Hilav, Sosyal Yayınlar, 1968, s. 37 vd.)
27 Grundrisse, a.g.y., s. 157. Bu
analizle birlikte, Smith'in işbölümü ile
mübadele arasında kurduğu zorunlu ilişki de ortadan kalkar; artık
arada bir ikinci koşul vardır: özel mülkiyet. Özel mülkiyetin olmadığı bir
toplumda emeğin toplumsallaşması çok farklı yollardan olur.
28 H.G. Backhaus, “Dialectique de la forme de la
valeur”, Critiques de l'Economie Politique, 18, Ekim-Aralık 1974.
29 Capital, s. 174. Marx bunun nedenini
aynı sayfada bir dipnotta şöyle açıklar:
“Emeğin ürününün değer-biçimi burjuva
üretim tarzının en soyut ama aynı zamanda
en evrensel biçimidir...
Dolayısıyla, eğer bu biçimi toplumsal üretimin sonsuz doğal
biçimi olarak alırsak, değer-biçiminin ve dolayısıyla daha öte gelişmeleri,
yani para-biçimi, sermaye-biçimi v.b. ile birlikte meta-biçiminin özgüllüğünü
zorunlu olarak gözden kaçırırız.” A.y.,
s. 174n. (Türkçe kaynak: Kapital, a.g.y.,
s. 141-142 ve 142n).
30 Capital, c. I., s. 682. Marx'ın
siyasal iktisadın boşluklarını, iktisatçıların
burjuva ideolojisine tutsak olmalarına
bağladığı daha önce de
görülmüştü. Bk. örneğin 19 no.lu dipnotun metnindeki alıntı: “kapitalist sisteme hapsolmuş oldukları
için…”
31
Bu analizi çok “metafizik” bulanlar, son yıllarda Alman demir-çelik kodamanı
Krupp'un ya da Fransız dokuma kralı Marcel Boussac'ın “piyasa koşulları” karşısında
içine düştükleri aczi göz önüne alırlarsa, burada kapitalist toplumun, boyu
bosu ne olursa olsun, bütün bireyleri açısından geçerli olan bir yasasının
sözünün edildiğini anlarlar. Şüphesiz aynı şey işçiler için de sözkonusudur:
bunalım anında, “piyasa koşulları” elvermediği için işçiler de ellerindeki tek
metayı, emekgüçlerini, satamaz hale gelebilirler. Bunun burjuva toplumundaki adı
“işsizlik”tir.
32
Günümüz iktisat düşüncesi de sermayeyi “üretilmiş üretim araçları” olarak tanımlarken
aynı yanılgıyı başka biçimde tekrarlamakta, kapitalist üretimi genel olarak
üretimle karıştırmaktadır.
33
“Emeğin toplumsal biçimlerinin sonuçları nesnelere, bu emeğin ürünlerine
atfedilir; ilişkinin kendisi ortaya nesnelerin fantastik biçimini alarak çıkar.
Bunun meta üretimi üzerine temellenmiş emeğin özgül bir niteliği olduğunu görmüş
bulunuyoruz... Hodgskin bunda, sömürücü sınıfların hilesini ve çıkarlarını
gizleyen öznel bir hayalden başka bir şey göremez. Sunuş biçiminin gerçek ilişkinin
kendisinin bir sonucu olduğunu, ilişkinin sunuş biçiminin değil, tersine, bu
sonuncunun ilişkinin bir ifadesi olduğunu anlayamaz”. K. Marx, Theories of
Surplus Value, III, Lawrence and Wishart, 1972, s. 295-296. (Alıntıda
sözü edilen Hodgskin, Ricardocu sosyalist olarak bilinen ve işçilerin tüm
ürünün sahibi olması gerektiğini savunan 19. yy. düşünce okulunun bir
üyesidir.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder