13 Mart 2012 Salı

Darbe olmasa, patronların istediği düzen uygulanamazdı

BirGün   11/03/2012
12 Eylül sadece darbecilerle ve yaşanan işkencecilerle anılıyor. Ancak darbelere kimlerin ihtiyaç duyduğu, öncesinde nelerin yaşandığı tartışılmıyor. Ebru Deniz Ozan’ın yazdığı ve Metis’ten çıkan 'Gülme Sırası Bizde' adlı eser, darbelerin sadece ordu içine yuvalanmış bazı kötü niyetli generallerin ve 'derin devlet'in örtülü faaliyetleriyle açıklanmaya çalışıldığı, tarihsel analizlerin merkezine sık sık "ceberrut devlet geleneği" kavramının yerleştirildiği bir dönemde son derece uyarıcı bir çalışma olmuş. Ebru Deniz Ozan ile 12 Eylül öncesini konuştuk.

12 Eylül öncesinde ülkedeki sermaye sınıfı içerisinde siyasi tercih farklılıkları var mıydı? Örneğin Anadolu sermayesi ile TÜSİAD sermayesi arasında… Birisi diğerine göre daha demokrat, diğeri darbeci diyebilir miyiz?

Farklılık, daha çok hangi sermaye birikim stratejisinin benimseneceği konusunda. Varolan ithal ikameci yapı, yani iç pazara dönük üretimi merkeze alan yapı çözülüyor, bir kriz içerisinde. İhracat yönelimli strateji, yani ihracatın arttırılması, teşviki, dış paraza açılma, ücretlerin düşürülmesi, IMF tarafından da önerilen bir çözüm. Burada Anadolu sermayesinin belirli çekinceleri olduğu  söylenebilir. Örneğin Eskişehir Sanayi Odası - küçük-orta ölçekli, iç pazara dönük üretimin temsilcisi olarak nitelendirebileceğimiz ESO- ithalat ve ihracatın dengede durduğu, dışa karşı korumanın da olduğu bir stratejiyi öneriyor. Bu tür farklılıklar var. Ancak, siyasal rejim söz konusu olunca ciddi bir fark tespit etmek, birine daha demokrat diğerine darbeci demek zor. Var olan demokratik parlamenter rejimin tehlikede olduğunu düşündükleri anda devlet otoritesini göreve çağırıyorlar. Kolluk kuvvetlerinin yetkilerinin genişletilmesi, bazı dernek ve sendikaların kapatılması, DGM'lerin kurulması gibi somut talepler dile getiriyorlardı. TİSK, TOBB, MESS tarafından sıklıkla dile getiriliyordu bu talepler.

Ancak, bu dönemde, özellikle başlarda TÜSİAD'ın daha ılımlı bir tavrı var. Yani bir TİSK gibi, MESS gibi keskin söylemleri yok başlarda. Ücretler konusunda örneğin. 1977 yılında bir çalışma yayınlıyor TÜSİAD, işçi ücretlerinin 5 yıldır artmadığını, aksine azaldığını gösteren bir çalışma. Yani sosyal haklar, ücretler gibi konularda, TİSK kadar, MESS kadar sert bir tutum içinde değil TÜSİAD. Ancak daha sonraya bakarsanız, Vehbi Koç'un Kenan Evren'e gönderdiği mektubu anımsarsanız, darbe sonrasında memnuniyetlerini dile getiriyorlar. Bence TÜSİAD'ın ılımlı ya da daha sakin, uzlaşmacı görünen tavrı ardında, tekelci konumu var. Poulantzas'ın tespitinin burada açıklayıcı olacağını düşünüyorum. Tekelci sermaye, işçi sınıfına karşı daha ılımlı olabiliyor, çünkü belli bir esnekliği var. Oysa tekelci olmayan sermaye, işçi sınıfı ile daha doğrudan etkileşimde, bu değişimlere daha duyarlı. Hatta tekelci sermaye için, bir kalkan oluşturuyor tekelci olmayan sermaye. Bu anlamda TÜSİAD daha demokratik daha ılımlı, Anadolu sermayesi ya da tekelci olmayan sermaye daha sert, darbeci demek çok doğru değil. Bu bir görüntüden ibaret. Sonuçta her iki kesim de darbe sonrasında, askeri yönetimden şikayet eden bir tavır sergilemiyor. Ve darbe genel olarak sermaye sınıfının lehine bir durum yaratıyor.
Siz sermaye arasında çelişkiler olabileceğini ancak işçi sınıfına karşı bir şekilde uzlaştıklarını söylüyorsunuz. Bunu örneklendirebilir misiniz?
Evet, çelişkilerden kastım sermaye sınıfının farklı kesimleri arasındaki çıkar çatışmaları. Yani tekelci sermaye ile tekelci-olmayan sermaye arasındaki, büyük sermaye ile küçük sermaye arasındaki ya da büyük toprak sahipleri ile büyük sanayi sermayesi arasındaki. Örneğin taban fiyatları, AET ile ilişkiler ya da vergi düzenlemeleri bu kesimler arasında çatışma unsurları olmuş. Ancak darbe öncesi bu tür çatışma noktalarının geri plana itildiğini, temel iktisadi ve toplumsal konularda uzlaşmaya yöneldiklerini görebiliyoruz. Dönemin farklı sermaye kesimlerini bir araya getiren Hür Teşebbüs Konseyi de bu uzlaşıyı gösteriyor. Bu konseyin açıklamalarındaki talepler, burjuvazinin ortak talepleri olarak sunuluyor: İhracatın teşviki, yabancı sermayenin girişinin sağlanması, AET'ye tam üyelik, vergi düzenlemelerine gidilmesi. Bu talepler arasındaki, var olan rejimin korunması için devlet otoritesine yapılan çağrı, siyasal istikrar ve çalışma barışına, işçi-işveren ilişkilerinin düzenlenmesine örneğin yeni bir ücret politikası oluşturulmasına yönelik talepler de burjuvazinin işçi sınıfına karşı ortak sınıf tavrını ortaya koyuyor.

Hür Teşebbüs Konseyi adlı örgütlenmenin, 80 öncesinde sermayenin temsil krizini aşmak için önemli olduğunu düşünüyorsunuz. Nasıl bir önemi var?
HTK, o dönemde temsil krizinin varlığına işaret ettiği için önemli aslında. Yani böyle farklı bir örgütlenmeye neden gerek duyuldu? Bu soru önemli. Burjuvazinin sahip olduğu temsil örgütleri bir araya gelerek böyle bir platform oluşturuyorlar. Demek ki var olan temsil örgütleri yetersiz kalıyor.  Özellikle siyasal partiler ya da siyasi iktidar, burjuvazinin taleplerini siyasal alana taşımada yetersiz kalıyor. Sermaye sınıfı taleplerini siyasal alana taşıyacak yeni bir örgütlenme biçimine gerek duyuyor. Seslerini bir bütün olarak duyurma ihtiyacı içinde. HTK tüm bunların varlığına işaret ediyor.

Bir de tabii farklı kesimleri, sermayenin farklı kesimlerini bira raya getirmiş olması önemli. Büyük sermaye ile orta-küçük ölçekli sermaye kesimlerini bir arada görüyoruz. Esnaf, çiftçi, büyük toprak sahibi ile sanayici bir arada, ortak talepler dile getirip ilanlar veriyorlar, basın açıklamaları yapıyorlar, siyasal gündeme müdahale etmeye çalışıyorlar. Neden bu kesimler bir araya geliyor ve KDV, dışa dönük strateji, AET'ye üyelik gibi kendi aralarındaki tartışmalı konularda ortak bir tavır sergileyebiliyor? Özellikle büyük sanayi sermayesinin talepleri, bütün sermayenin talepleri olarak sunuluyor. İhracat yönelimli yeni stratejinin, yapısal uyum programının burjuvazinin tüm kesimleri tarafından bir çıkış yolu olarak görüldüğünü de gösteriyor bence. Burjuvazinin iç çelişkilerini geri planda tutarak, erteleyerek böyle bir birliğe gitmelerinin ardında, işçi sınıfı hareketinin güçlendiği bir noktada, işçi sınıfı hareketine karşı bir araya gelme, birleşme taktiği de yatıyor bence. HTK, burjuvazinin hangi koşullarda dayanışma içinde olduğunu gösterdiği için de önemli.

Sermayedarlar MC hükümetlerini neden yeteri kadar desteklemedi? MSP’nin tavrından mı hoşnutsuzdular?
Elbette, MC hükümetleri koalisyon hükümetleri ve hükümet içi ciddi çatışmalara tanık oluyor. Bu siyasal istikrarın sağlanmasında bir engel. Sermaye kesimleri sık sık siyasal istikrarsızlığın sorun olduğunu vurguluyorlar. Yasa tasarıları konusunda anlaşma sağlanamıyor. MSP, anti-tekelci tavrı, ağır sanayiye öncelik veren bir kalkınma modeli izleme çabası yüzünden büyük sermaye desteğinden yoksun. Ancak MC hükümetleri, MSP ve MHP'yi etkili kılan hassas bir denge üzerine kurulu. Bu iki partinin MC hükümetlerinde etkisinin artması, sahip oldukları bakanlıklar, polis arasında kadrolaşmaları, sola yönelik soruşturmaların artması, radikal milliyetçiliği desteklemeleri, toplumsal muhalefeti daha da keskinleştiren, sınıf mücadelesini daha da keskinleştiren unsurlardı. Yani borçlanmak, para basmak gibi kısa dönemli çözümlerle ne iktisadi sorunlara çözüm bulabildi bu hükümetler, ne de daha geniş bir uzlaşıya dayanan siyasi bir iktidar sağlayarak sermayenin sosyal sorunlar olarak tanımladığı sorunlara  çözüm bulabildi.

1980 öncesinde sermaye sınıfının iktisadi ve siyasi krizi aşmak için darbe dışında bir seçeneği yok muydu? 1980 sonrası uygulanan liberal, piyasacı ekonomik program askeri yönetim dışında uygulanamaz mıydı?

Dönemin işçi sınıfı hareketinin vardığı nokta düşünülürse böyle bir çözüm pek mümkün gözükmüyor. Aslında sermaye sınıfının, özellikle büyük sermayenin CHP Hükümeti'ne (Ecevit Hükümeti'ne) başlarda olan desteği böyle bir alternatifi akla getiriyor. Hem sendikalarla, sol muhalefetle ilişkisi olan hem de dışarıda borç bulmada başarılı olabilecek bir hükümet olarak görülüyor başta. Yani toplumsal muhalefetin de siyasal iktidarda temsil edildiği, rızanın, bu anlamda daha geniş bir uzlaşının kurulabileceği bir siyasal iktidar olarak görülüyor CHP Hükümeti. Ama liberal, piyasacı program, böyle bir toplumsal uzlaşıya izin verir nitelikte değil. Ücretlerin düşürülmesi, baskılanması bu programın en temel özelliği. Güçlü bir işçi sınıfı hareketi, toplumsal muhalefet varken bunu yapmanın mümkün olmayacağı açık. 1980 yılının sonlarında, daha önce ertelenmiş birçok grev başlamak üzere. Ciddi bir grev dalgasıyla karşı karşıya Türkiye. Toplumsal örgütlülük düzeyi, işçilerin memurların sendikalaşma düzeyi çok yüksek. Böyle bir ortamda, sınıf temelli toplumsal örgütlenmeye son vermeden bu programın uygulanması pek mümkün gözükmüyor. Bugüne baktığımızda da aslında 12 Eylül'ün bu alanda, yani sınıf-temelli siyasete, toplumsal örgütlenmeye son verdiğini, gerilettiğini, bunda başarılı olduğunu söylemek mümkün.

Sizce darbecilerle o dönemin sermaye kuruluşları arasında açıktan görüşmeler olmuş mudur?

Bilemiyorum ama darbeden sonraki hükümet, Ulusu Hükümeti, bu tür bir ilişkiyi, dirsek temasını ifşa ediyor. Biliyorsunuz, MESS Genel Başkanlığı yapmış, 24 Ocak Kararları mimarı olarak bilinen Turgut Özal, ekonomiden tam sorumlu başbakan yardımcısı oluyor. Kaya Erdem, Maliye Bakanı, Özal'ın yakın arkadaşı.

Madem 1980 darbesi Türkiye’deki patron sınıfının bu denli işine yaradı neden bugün darbecilere yeterli vefayı göstermiyorlar?

Biliyorsunuz, TÜSİAD bugün kendisini sivil toplum örgütü olarak tanımlıyor. Bu aslında 1970'lerin sonunda da böyle ama 1990'arda bu daha da belirginleşiyor. Yani birçok alanda, yalnızca ekonomi ile ilgili meselelerde değil, eğitim, Kürt meselesi gibi konularda da raporlar hazırlıyorlar. Yani demokrasi, demokratikleşme temel ilgi alanlarından biri haline geliyor. Bunda yani demokratikleşme konularına daha çok önem vermelerinin ardında AB sürecinin, Gümrük Birliği'ne girmenin etkisi var.  Durum böyleyken darbecilerle yakınlık, o dönemi açıktan savunmak pek uygun değil.

Ama bence daha önemli bir şey var: 1980 sonrası, sınıf-temelli toplumsal muhalefetin bastırıldığından söz ettim. Bu, 1980 sonrası uygulanan politikanın, hem Dünya'da hem de Türkiye'de, en belirgin özelliklerinden. Bunda da başarılı oluyor 12 Eylül. Böyle bir ortamda, büyük sermayenin demokratikleşmeyi ön plana çıkarması elbette daha kolay. Ciddi bir kriz anında, ciddi bir toplumsal muhalefetle karşılaşan sermaye sınıfı için, askeri yönetim ya da otoriter devlet biçimleri alternatif çözüm olasılıkları olarak yerini koruyacaktır.

Kitabınız boyunca darbenin burjuvazinin çıkarına yapıldığı anlatılıyor, öyleyse bugünkü 12 Eylül yargılaması göstermelik kalmaz mı?

Evet çok doğru. 12 Eylül ile nasıl hesaplaşılacağı çok önemli. Darbecilerin yargılanması önemli bir aşama ancak bir bütün olarak 12 Eylül ile hesaplaşılmadan bu gerçek bir yargılama olamaz. Tam bir hesaplaşmadan kastım 12 Eylül'ün süregelen kurumlarının sorgulanması, bu dönemin zihniyetinin sorgulanması. Seçim sistemi, YÖK, yargı düzeni bunlarla hesaplaşılmalı, bunlar değiştirilmeli. Neoliberalizm olarak adlandırın, milliyetçi-muhafazakar proje olarak adlandırın, bunların temeli 12 Eylül ile atıldı. Neoliberalizmin, milliyetçi-muhafazakarlığın egemenliğini ilan ettiği ve sorgulanmadığı bir dönemde darbeyi yapan kimselerin yargılanması elbette göstermelik olacak. Çünkü aslında 12 Eylül, hayatımızın her alanına sinmiş bir biçimde devam edecek.

Sonuçta darbenin nasıl bir toplumsal dönüşüme yol açtığı, sürecin kazanan ve kaybeden toplumsal kesimlerinin kimler olduğu önemli. Bugün bu kesimler için, burjuvazi için, işçi sınıfı için, toplumsal muhalefeti temsil eden kesimler için ne değişti? Bu soru önemli. Gerçek bir hesaplaşma bu kesimlerin bugünkü durumunda bir değişiklik yaratmalı. O dönemden bugüne neler değişmedi, neler korundu ya da korunuyor bunları ortaya koymak ve süreklilikleri vurgulamak, gerçekten bir hesaplaşma yaşanıp yaşanmadığını anlamak açısından  önemli.

Bir de bu hesaplaşma sürecinin 'mağduriyet' üzerinden yapılıyor olması var. Dönemde işkence gören insanlarla konuşuluyor, medyada röportajlar, görüntüler var. O dönemin uygulamaları üzerinde duruluyor. Yani 12 Eylül'ün geri planı, öncesi tartışılmadan dönemin olaylarına ve 'mağdurlarına' odaklanarak bu hesaplaşma gerçekleştiriliyor. Bunun önemsiz olduğunu söylemiyorum. Ama yalnızca işkenceye odaklanmak, işkence mağdurlarını ön plana çıkarmak sorunlu. 12 Eylül buna indirgeniyor, tüm toplumsal kesimler eşitleniyor. Bu insanlar neyle suçlanmış, neden hapiste, bu insanlar kim, neyi temsil ediyorlardı? Bu soruların yanıtları bu yayınlarda yok. Bu soruların üstü örtülmüş oluyor işkenceye ve işkence mağdurlarına odaklanarak. Bu o dönemde hapishanelerde mücadele vermiş insanları da rencide eden bir tutum. Sanırım 12 Eylül'de cezaevinde bulunmuş bir grup, “biz mağdur değil muhatabız” diyerek bu tutumu eleştirdi. Benim için çarpıcıydı. O dönemdeki direnişlerinin, hapishanelerde verdikleri mücadelenin göz ardı edildiğini, medyanın  zulüm ve işkence görüntülerine odaklandığını, bundan duydukları rahatsızlığı dile getirdiler. Yani demek istediğim, 'mağduriyet' üzerinden bir hesaplaşmanın, diğer birçok unsurun üzerini örtüp, bir tür gösteriye dönüşüp, her şeyi eşitleştirme tehlikesi taşıdığı. 12 Eylül'ün geri planını sorgulamak, dönemin kazanan ve kaybedenlerini ortaya koymak, bugün ne değişti diye sormak önemli...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder