25 Mart 2012 Pazar

Alper Görmüş: ‘Davalardan zamanla soğuduk’ yalanı üzerine...

Alper Gümüş  Sesoline.net
[Sesonline] Medyanın “Ergenekon’a soğuk” kesiminde baştan beri iki temel çizgi vardı. İdeolojik ve fiili önderliğini Cumhuriyet gazetesinin yürüttüğü ulusalcı-laik çizgi baştan beri ve bütünüyle karşıydı davalara ve bunu dürüstçe savundular... Buna karşılık merkez medya ve kimi sol-sosyalist çevreler “Ergenekon önemli, ama...” ile başladıkları yolculuklarında “önemli”yi giderek daha az, “ama”yı giderek daha fazla telaffuz ederek ve davanın kimi yanlış ya da haksız uygulamalarını gerekçe göstererek yolculuktan koptular. (İşaret edilen kırılma noktaları merkez medya için Türkân Saylan’ın evinin aranması, kimi sol-sosyalist çevreler içinse Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanması oldu.) Yani bir bakıma bu uygulamalar, söz konusu çevrelerin Ergenekon davalarına ilişkin derinlerdeki gerçek algılarını su yüzüne çıkardı ve onlar için bir bahane teşkil etti; bugün geldikleri nokta Cumhuriyet’in yanıdır.... [Alper Görmüş'ün iki bölüm halinde yayınlanan yazısının tamamı...] 

Aslında kalben onlar da baştan beri Cumhuriyet’in çizgisini benimsiyorlardı, fakat muhtelif nedenlerle bunu Cumhuriyet’in sergilediği açıklıkla sergileyemiyorlardı. Yine de, derinlerdeki gerçek algıyı ortaya koyacak bazı ipuçları o günlerde dahi belirgindi.

"AMA"LI CÜMLELERDE "AMA"NIN YERİ...

Mesela yalnızca “Ergenekon önemli, ama...”daki “ama”nın yeri bile “önemli”nin lafta kaldığını gösteriyordu.

Taraf gazetesi yazarı Gürbüz Özaltınlı’nın, “ama”lı cümlelerde “ama”nın cümle içinde şurada değil de burada kullanılmasının o cümlenin vurgusunu nasıl değiştireceğine dair çok güzel bir yazısını hatırlıyorum. Fakat konu Ergenekon değildi, Adalet ve Kalkınma Partisi’ne (AK Parti) açılan kapatma davası karşısındaki “ama”lı tavırdı... Şöyle yazmıştı Özaltınlı:

“Bir yazar, önce parti kapatmanın, darbeci entrikaların kabul edilemeyeceğini söyleyip ardından ‘ama’yı yerleştirerek diğer tarafın (AK Parti’nin –A.G.) kabul edilemeyecek özelliklerini sıralıyorsa, beni esas olarak ikinci noktaya dikkat göstermeye davet ediyordur. (...) Aynı temalı bir yazının ‘ama’sının öncesine AKP’nin anti-demokratik, fırsatçı politikalarının yerleştirildiğini ve ‘ama’ dendikten sonra darbe girişimlerine karşı çıkmak gereğini işaret eden bir söylem üzerine kurulduğunu düşünelim. Bu ikisi arasında yazarın önceliği bakımından ciddi fark olduğunu, vurgusunun yer değiştirdiğini algılarız.”

Özaltınlı’nın “ama”lı cümlelere ilişkin olarak yaptığı çözümlemeyi “Ergenekon önemli ama, yapılan hatalar...” türü cümlelere uygulayalım:

Böyle cümlelerdeki “ama”, sahibinin vurguyu Ergenekon davasının önemi üzerine yapmadığını gösteriyor. Oysa cümle “Ergenekon davasında kimi hatalar yapılıyor, ‘ama’ bunlara bakıp davanın önemini gözardı edemeyiz” diye kurulsaydı, vurgu yer değiştirmiş olacaktı.

“ZAMAN İÇİNDE SOĞUDUK..."

Tabii, Ergenekon’a “önemli, ama...” kalıbıyla sahip çıkıyor görünen merkez medya ve bazı sol-sosyalist çevrelerin, aslında baştan beri Cumhuriyet gibi hissettiklerini fakat bunu cesaretle ifade edemediklerini iddia ederken sadece “ama”nın kullanılma biçimine bakıyor değilim.

Merkez medya ve kimi sol-sosyalist çevrelerin“biz başlangıçta davaları destekliyorduk, fakat süreçte öyle şeyler oldu ki, soğuduk” gerekçesinin geçerli olmadığını, bu çevrelerin davalara karşı baştan beri “soğuk” olduklarını doğrudan kendi yayınlarından da görmek mümkün...

Ben de zaten bu yazıyı onları hatırlatmak için dikkatinize sunuyorum... Yazının bundan sonrasında, önce Cumhuriyet’in “harbi” çizgisinin ne olduğuna bakacak, ardından, bizzat merkez medya ve bir kısım sol’un kendi yayınlarından (Hürriyet ve BirGün örnekleri üzerinden), onların çizgilerinin de ta başından itibaren Cumhuriyet’in çizgisinin utangaç bir versiyonundan ibaret olduğunu göstermeye çalışacağım.
Bu yazıda Cumhuriyet’i ve Hürriyet’i, salı günü de Birgün’ü ele alacağım.

CUMHURİYET, BİRİNCİ DAKİKA: HER ŞEY YALAN!

Ergenekon-darbe davaları başlarken (kabaca 2008 ortaları), “muhalif” basındaki üç temel çizgiden en net olanını Cumhuriyet gazetesi temsil ediyordu.

Bu çizgiye göre Ergenekon bir yalandan ibaretti. Amaç, Cumhuriyet’e ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ne diz çöktürtmekti... Aslında Cumhuriyet tavrını bundan çok önce, 22 Ocak 2008’de başlatılan ve aralarında “dokunulamaz general Veli Küçük”ün de bulunduğu birinci Ergenekon dalgasında belli etmişti. İstisnasız bütün gazeteler “hayret verici” gelişmeyi manşetlerinden duyururken sadece Cumhuriyet bu tavrın dışında kalmıştı. (Düşünün ki Yeniçağ bile Kemal Kerinçsiz’i öne çıkararak da olsa haberi manşetten vermişti: “Erdoğan’ı 3 kuruşa mahkûm ettiren avukata gözaltı... Ulusal davaların avukatı...”)

Haber de tuhaftı... Bütün gazeteler, soruşturmanın sekiz ay kadar önce Ümraniye’de ele geçirilen el bombaları soruşturmasının devamı olduğunu, o bombalarınCumhuriyet’e atılanlarla aynı seri numarasını taşıdığını ve gazeteye bomba atanların daha sonra Danıştay saldırısını gerçekleştirdiğini hatırlatırken, Cumhuriyet’in haberinde bu arka plan bilgisi hiç yoktu.

Umur Talu, hayretini ifade ederken, “Cumhuriyet, kendi bahçesine atılan bombanın esas manasını sorgulamamayı, esas manasını inkârı tercih edivermiş. Bu nasıl bir şey!” diye yazmıştı.

İlhan Selçuk da sekiz gün kadar bekledikten sonra soruşturmayı ele aldığı ilk yazısında, konuyu büyüttüğü için basını paylayacaktı (Cumhuriyet, 30 Ocak 2008):

“Medyanın gözde çetesi Ergenekon... (...) Medyanın köşelerinde ve manşetlerinde Ergenekon taht kurmuşken El Kaide ve Hizbullah’a neden yer yok? Çünkü Ergenekon’la uğraşırken derin devlet ayağına askere vurmak olanağı var.” 

HÜRRİYET: GENEL YAYIN YÖNETMENİ...

Bakmayın siz Hürriyet ve benzeri yayınların başlangıçta Ergenekon sürecini destekledikleri, fakat Türkân Saylan’ın evinde arama yapılmasından itibaren bu desteği “sürdüremedikleri” yolundaki iddialarına... Bunlar tümüyle gerçek dışı...

Merkez medya gazeteleri daha iddianame bile ortaya çıkmamışken, ilk gözaltıların üzerinden sadece iki ay geçmişken Ergenekon sürecini itibarsızlaştırmak için dalgalarını geçmeye başlamışlardı. Mesela Ertuğrul Özkök29 Mart 2008 tarihli yazısını televizyondaki bir şakanın“ardındaki gerçek”e ayırmıştı:

“Kime rastlasam önceki akşam Kanal 1’de Mehmet Ali Erbil’in yaptığı espriyi konuşuyor. Erbil, jüri üyeliğine davet edilen Paris Hilton için şu espriyi yapıyor: ‘Ergenekon soruşturması kapsamında gözaltına alındı. Serbest kalınca gelecek.’ (...) Ergenekon soruşturması halka bu algılamayla iniyor. Yani, önüne geleni içine alıp kartopu gibi büyüyen bir soruşturma.”

Yanlış anlaşılmasın: Ertuğrul Özkök böylece davaya olan kamuoyu desteğinin azalacağından korktuğu için aktarmıştı bu “şaka”yı, yoksa tabii ki o da bu soruşturmanın sonuna kadar gitmesini savunuyordu. Yerseniz...

HÜRRİYET: BAŞYAZAR

Başyazar Oktay Ekşi" ise konuya dair hiçbir şey yazmama inadını bir ay sürdürdükten sonra, 1 martta kaleme aldığı bir yazıda bunun nedenini soran “cahiller sürüsü”ne hitap etti: Yazmıyordu, çünkü Türk Ceza Yasası’na göre “yürüyen soruşturmalar” hakkında yorum yapanlar cezaya çarptırılırdı.

Ben o günlerde Ekşi’nin daha önce “yürüyen soruşturmalar”la ilgili olarak neler neler yazdığını çıkartmaya uğraşırken buna hiç gerek kalmadı. O sırada AK Parti’nin kapatılmasıyla ilgili soruşturma başlamıştı ve Ekşi daha iki hafta önce yazdığını unutup döktürüvermişti: “‘Partileri halk kurar, halk kapatır’ diyorlar. O, seçmenini yitiren partiler için geçerlidir. Yasaları çiğneyen partiyi yargı kapatır.” (Hürriyet, 16 mart.)

Çok değil, bundan sadece altı gün sonra ise bu defa “yürümekte olan” Ergenekon soruşturması ile ilgili olarak aynen şu değerlendirmeyi yapacaktır:

“Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, mafyalaşmış bir grubu cezalandırmak gerekçesiyle başlatılan soruşturmadan yararlanarak, önce muhalif sesleri, sonra da Türk demokrasisinin ve modernleşme sürecinin temel dayanağı olan laik rejimi tasfiye etmek istediği anlaşılmaktadır.”(Dünya Basın Konseyleri Birliği Başkanı olarak yaptığı yazılı açıklama, Milliyet, 22 Mart 2008.)

Dikkatinizi çekerim: Henüz iddianame bile yoktur ortada... Sadece iki ay önce başlamış, Türkiye’nin karanlık tarihiyle hesaplaşmayı hedefleyen devasa bir soruşturma ile ilgili olarak yapılmaktadır bu değerlendirmeler...

Zaman içinde soğumuşlarmış!

ERGENEKON SÜRECİNİN BAŞLANGICINDA BİRGÜN'ÜN RAHATSIZLIKLARI

Merkez medya ile bazı sol-sosyalist kesimlerdeki “Ergenekon sürecini başlangıçta destekliyorduk, fakat sonraki hukuksuz uygulamalar nedeniyle destekleyemez hale geldik, soğuduk” söyleminin gerçeği yansıtmadığı üzerinde duruyorduk... İddiam, gerçekte onların da tıpkı ulusalcı-milliyetçi çevreler gibi davalara baştan beri ısınamadıkları, fakat bunu onlar kadar açık yüreklilikle ifade edemedikleri yönündeydi...

Geçen yazıda davalara baştan beri ve açıkça karşı olanulusalcı-milliyetçi kesimin sürecin başlangıcındaki tavrını Cumhuriyet gazetesi üzerinden; “Başlangıçta destekliyorduk ama sonradan soğuduk”çuların merkez medya bölümünü de Hürriyet gazetesi üzerinden ele almış, kendi yayınlarından davaların başında aldıkları pozisyonu göstermeye çalışmıştım.

Bugün de sıra aynı tavrın “sol-sosyalist” varyantında... BirGün gazetesi üzerinden gidelim ve bakalım sürecin başlangıcında bu kesimler nasıl bir pozisyon benimsemişler...

“YİYİN BİRBİRİNİZİ...”

BirGün’ün Ergenekon operasyonlarından rahatsız olduğunu gösteren ilk manşeti, 21 Mart 2008’de gerçekleştirilen beşinci dalgadan sonra geldi: “Yiyin birbirinizi...”

Gazete böylece Veli Küçük ve bazı başka isimlerin gözaltına alındığı 22 ocak üzerinden henüz iki ay geçmeden Ergenekon soruşturmasının kendisini ilgilendirmediğini açıkça beyan ediyordu.

Bu manşet çok tartışıldı, daha sonra bazı BirGün yazarları da manşetin, gazetenin benimsediği sosyalist çizgiyi tam olarak yansıtmadığı görüşünü öne sürdüler.

30 Haziran 2008 tarihli “Editörden” sütununda gazete, gelen eleştiriler karşısında kendisini savundu. Fakat gazete adına bilgisayarın başına oturan kişinin yazdığı satırlar, sıkıntısını apaçık ortaya koyuyordu... “Çok cepheli muhalefet gazetesi” başlığını taşıyan yazıda şöyle deniyordu:

“(...) BirGün’ün işi bu anlamda zor tabii. Yayın çizgisini besleyen siyasal kuramın bütünlüklü yapısı, getirdiği total açıklama ve karşı çıkışlar onu mütemadiyen ‘iki cepheli cepheler’ açmaya yöneltiyor.”

Bir cephede seçimle iktidara gelmiş bir parti, öbür cephede eli silahlı ve ikide bir darbe yapan askerler... Ve gazete, bunların ikisine de aynı ölçüde mesafeli...

O yazıdan bir gün sonra “editör”ün sıkıntısını daha da arttıracak bir gelişme oldu. 1 Temmuz 2008’de iki emekli orgeneral, Şener Eruygur ve Hurşit Tolon gözaltına alındı.

BirGün artık bundan teessür duymaz diye düşünenler, 2 temmuz tarihli “Darbe parodisine mutabakat operasyonu...” manşetini görünce çok şaşırdılar...

Gazetenin, darbeyle suçlanan generallerin gözaltına alınmasını “parodi” diye sunması tuhaf karşılansa da anlaşılmıştı ama, manşetin “mutabakat operasyonu” kısmından neyin murat edildiği tam anlaşılamamıştı... Boşluğu, daha sonra BirGün’ün temsil kabiliyeti de olan bazı önemli köşe yazarları dolduracaktır: “Orgenerallerin Metris’e taşınmasına ordudan bir reaksiyon gelmemesi, bu işin bir tür mutabakatla ve belki de ‘ABD’ye karşı Rusya ile flört’ten söz eden ‘ulusalcı’ bir damarın ordudan tasfiyesinden duyulan memnuniyet”in göstergesi olabilir miydi? (Doğan Tılıç)

Bir yazar da 12 Mart’la (1971) benzerlik ihtimaline dikkat çekiyor, o gün işbaşına gelen Amerikancı generallerin, üç gün önce 9 Mart’ta “solcu” subayları tasfiyesini hatırlatıyordu... (Melih Pekdemir.)

GENERAL GÖZALTILARI VE BİRGÜN YAZARLARININ RAHATSIZLIKLARI

2 ve 3 Temmuzda iki BirGün yazarı, iki orgeneralin gözaltına alınmasından duydukları, “kendilerine bile izah etmekte zorlandıkları” rahatsızlığı ifade eden yazılar kaleme aldılar.

Ahmet Çakmak, 2 Temmuzda şöyle yazdı mesela:

“Neden bu gözaltı haberleri bende alttan alta adını koyamadığım bir rahatsızlık hissi uyandırdı? (...) Hoşuma gitti belki ama rahatsız da oldum. Rahatsız olmamdan da rahatsız oldum ve içimi karıştırıp bulabildiklerimi sizinle paylaşmaya çalıştım.”

Ertesi gün Doğan Tılıç, Çakmak’ın duygularına yakın bir yazı kaleme aldı:

“Tam da Ahmet Çakmak gibi hissediyorum: Ne ‘darbecilere oh oluyor’ diyebiliyorum ne de kafaları epey bulandıran bir tarzda da olsa, yapılan operasyona boş verebiliyorum. (...) Evet, taraf olmak gerek ve tarafız tabii! Ancak, memleketin şu ‘darbe darbeye karşı’ halinde taraf olmak, taraflardan birinin yanında olmayı değil, ikisine de karşı üçüncü, bir sol taraf yaratmayı gerektiriyor. Zor tabii... O yüzden içim sıkılıyor!”

"SIKILMA, SÜRECİN TADINI ÇIKAR"

Gazetedeki rahatsızlık duygusundan rahatsız olan BirGün çalışanları da vardı. Bunlardan biri olan Ahmet Tulgar, “içi sıkılan”, “rahatsız olan ve sonra rahatsız olmaktan da rahatsız olan” arkadaşlarının isimlerini anmadan onları “işin tadını çıkarmaya” çağırdı. Gerekçesi “Ergenekon’un olumlu sosyolojik etkisi”ydi:

“Dolmuşa ilk müşteri olarak bindiğim için epey uzun konuştuk, dolmuş için epey uzun ve bir yandan da radyo dinledik. ‘Ne düşünüyorsun bütün bunlar hakkında?’ diye sordum bir ara. ‘Kardeşim, eğer ben bir suç işlemişsem, beni de alsınlar. Ama bileyim ki, bir gün bir orgeneral suç işlerse onu da alacaklar’ diye cevapladı sorumu dolmuş şoförü. ‘Hah’ dedim, ‘Budur işte. Bu da ‘bişey’dir yani.’

“(...) Akşam bakkalda birkaç başka müşterinin de katıldığı ayaküstü açıkoturumda da benzer bir sonuç çıktı. (...) Böyle bir ‘teach-in’, yani ‘öğrenme-öğrendiğiyle başkaldırma’ döneminde Türkiye toplumu şu sıralar. Pek dahlimiz olamıyor sürece diye görmezden mi geleceğiz yani bu sosyolojik gerçeği? Ergenekon Operasyonu Süreci’nin sosyolojik etkisine burun mu kıvıracağız? (...) Elbette eleştirilerimizi yaparak, rezervlerimizi koruyarak, niyetinden de kuşkulanarak, yine de tadını çıkaralım bu sürecin tam da bunun için işte, bu nedenlerden.”


MİTHAT SANCAR'DAN "PSİKOLOJİK" BİR İZAH

Aslında gazetedeki sıkıntıyı anlamak hakikaten çok zordu. Çünkü Doğan Tılıç’ın dediği gibi bu gazete, “askerî bir darbenin darbelerini etlerinde kemiklerinde, boğazlarına geçirilen ilmiklerde, kanlarında canlarında hisseden” insanlar tarafından çıkarılıyordu.

Peki, o zaman bu “rahatsızlık” neydi?

Gazetenin yazarlarından Mithat Sancar, 14 ve 18 Temmuz 2008’de kaleme aldığı iki yazıda, Ergenekon süreci karşısında kendi gazetesinin aldığı tavrın rasyonel bir açıklamasının olamayacağı düşüncesiyle belki, meseleye farklı, psikolojik bir açılım getirmeye çalıştı:

“(...) Peki, neden Ergenekon operasyonunu değersizleştirmek için binlerce dere dolaşıp su getirmeye çalışıyoruz? Solun 12 Eylül’le kurduğu ‘marazi ilişki’nin, bu nedenler arasında çok özel bir konumu olduğunu düşünüyorum.

“Darbe ve onun kurduğu zulüm sistemi, 12 Eylül’den bu yana, solun kendini tanımlamasında ve hikâyesini kurmasında en temel referans noktası oldu. Asker, solun ağır yenilgisinin simgesi olarak yerleşti zihinlerimize. (...) Şimdi, mevcut hukuksal ve siyasal sistem içinde asla dokunulamayacağına inanılan ‘darbeci ve derin güçler’ gözaltına alınıyor, tutuklanıyor ve sanık olarak mahkemeye çıkmayı bekliyorlar.

“Bu noktada, aklıma çeşitli sorular geliyor.

“Meselâ, bu hakikat, solun geniş kesimlerinin bilincinde veya bilinçaltında, ‘varoluşsal bir boşluk korkusu’nu tetikliyor olabilir mi?

“Meselâ, darbeciliğe ve darbecilere karşı mücadele eden ve edebilecek olan yegâne gücün kendisi olduğuna inanan sol, bunun gereklerini pratikte ne kadar yerine getirdiğinden bağımsız olarak, şimdi bu iddiasını yitirmekte olduğunu sezmenin şaşkınlığını yaşıyor olabilir mi?

“Meselâ, darbeciliğin böylesine ayaklara ve nezarethanelere düşmesi, gözünde ve bilincinde hep kocaman yer tutan o ejderhanın böylesine sefil duruma düşmesi, solu didişerek varolabileceği en somut hedeften mahrum kalma korkusuna sürüklüyor olabilir mi?

“Meselâ, askerin siyasal alandaki belirleyiciliği, solda her türlü siyasal başarısızlığı, alt edilemeyeceğine bir şekilde inanılan o ejderhaya bağlayıp sorumluluktan kurtulma gibi bir alışkanlık yaratmış olabilir mi? Eğer öyleyse, şimdi bu ağırlığın azalması, solda kendi siyasetinin tüm sorumluluğunu üstlenme konusunda içten içe bir paniği harekete geçirmiş olabilir mi?”

O zaman çok etkilenmiştim Sancar’ın sorularından... Şimdi bakıyorum da, hepsi bugün tekrar sorulmayı hak ediyor.

Ergenekon sürecinin başlangıcında sol’un bir kesiminin vaziyeti de işte böyleydi.


Alper Görmüş, Mart 2012 ve 23 Mart 2012 Taraf Gazetesi.

alpergormus@gmail.com 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder