Nabi Yağcı
Nuriye Akman’ın 22 ocak tarihli Zaman’da ilginç bir yazısı vardı, insanlık hallerine dair, beyinsel yaşlanmayla nasıl baş edebileceğimizle ilgili. Beyinsel canlılığımızı korumak, beyinsel yaşlanmayı yavaşlatmak için ne yapsak?
“Geç kalmış ya da boşa çabalayan kaptansınızdır. Bıyık altından gülünür, hatta sizi ancak teneşirin paklayacağı bile ima edilir. ‘Öğrenmenin yaşı yoktur’ yargısı ne kadar azametli görünse de ‘bu yaştan sonra’nın yanında solda sıfır kalır. Körlerin arasında bir gözünü kapatman önerilir de iki gözlülerin arasında üçüncü bir göz daha edinmelisin diyen çıkmaz.
Peki, yaş aldıkça beyin hücrelerimizdeki azalmayla nasıl baş edeceğiz? 20 yaşından itibaren her gün 50 bin hücremizi kaybediyoruz. 60 yaşında bu 100 bin hücreyi buluyor. 75’imizde tüm nöronların yüzde 10’u Hakk’ın rahmetine kavuşuyor. Eğer beynimizi yeterince çalıştırmazsak bunamaya başlıyoruz. İyi ama neyi nasıl yaparsak ‘yeterince’ oluyor? İşte bütün mesele bu” demiş sevgili Nuriye Akman.
Konunun uzmanlarının görüşlerine de başvurmuş bu arada. Anlıyoruz ki, bir şeyler yapmak elzem ama mesele öyle göründüğü kadar basit değil. Ama yine de bazı kesinlikler var. “En büyük tehlike: Rutin.” Bu tesbite katılmamak mümkün değil. Bu nedenle haklı olarak Akman “Eski köyünüze yeni âdet getirin” demiş, yazısının başlığı da bu zaten.
“İster yürü, ister bulmaca çöz, ister yeni beceriler ya da arkadaşlar kazan, her halükârda fiziksel, zihinsel ve sosyal aktiviteleri artırmak gerekiyor. ‘Paşa gönlüme hangisi yakınsa onu seçerim’ diyorsanız uzmanlar ‘Bir dakika!’ pankartıyla karşınıza dikiliyor. Diyorlar ki, önce öğrenme biçiminizin tipini bileceksiniz. Yani görsel mi, işitsel mi yoksa dokunsal mısınız? Çoğumuzda bunların her üçü de var ama biri daha baskın. (Bunu belirleyen bazı testler var.) Mesela Türklerde dokunsallık, Amerikalılarda görsellik, Orta ve Kuzey Avrupa ülkelerinde işitsellik daha dominant.
Daha az baskın olan duyuların aktive edilmesi beyin faaliyetlerini arttırıyor. Eğer matematiksel düşünmeye alışmış bir mühendisseniz, beyninizi spor veya resim yaparak koruyabilirsiniz. Alıştığınız alanda çalışmak pek faydalı olmuyor. Daha önce girmediğiniz sularda kulaç atacaksınız. Hiç değilse gündelik rutininizi kıracaksınız. Sağ elinizi kullanıyorsanız, solu da devreye sokacak, mesela saçınızı sol elle tarayacaksınız.”
Bu öneriler başka bir nedenle kendi tecrübelerime ilişkin gayet yerinde görünüyor bana.
Duvarların yıkılması, Sovyet sosyalizminin çökmesinin hemen ardından bu şokun etkisi altında yanlışları arıyordum. Okuyordum, okuyordum, durmaksızın okuyordum, kitapların birini alıp ötekini bırakıyordum. Ama bulduğum her neden, yeni sorular doğuruyor, beni tatmin etmiyor, sorular zinciri uzayıp gidiyordu. Sorusuz yanıtlar çıkıyordu hep karşıma bende ise yanıtsız sorular...
Bir gün öylesine bunalmıştım ki attım bütün o “bildik” kitapları elimden ve çalışma odamın kapısını vurup çıktım. Sokağa atmıştım kendimi. Yanlış anlamayın gezintiye çıkmış değildim, sokağa çıkmıştım ve üç yıl kadar sürdü sokak maceram. Bu dönemim beni en çok heyecanlandıran, kendimi ve somut insanı tanımamı getiren dönemimdir. Bu arada meyhaneci de oldum, bilerek ve isteyerek.
Siyasetle ilgi alanımı en aza indirdiğim, siyasetsiz su içmeye başladığım, insanlarla gündelik sokak diliyle konuştuğum, kimseye “bilinç” vermeye, akıl öğretmeye dünyayı kurtarmaya kalkmadığım, kendim için sokaktan öğrenmeye çalıştığım dönemimdi bu... Harika idi.
Dün farkında olmadığım bütün ilgilerimin canlandığını hissetmeye başlamıştım. Cazla ilgilendim ve caz üzerinden felsefeye döndüm, Spinoza ile dünya evine girdim ve cezaevindeyken tanışıp yarı bıraktığım Anadolu-İslâm felsefesi ve Tasavvuf üzerine büyük bir iştaha ile okumalara giriştim; çok ama çok şey öğrendim oradan, halen de sürüyor...
Özetle bu dönemimde dün benim için “anti” olan, “out” olan (ideolojik nedenlerle) ne varsa hepsini “in” yaptım ve dün inandıklarımın tersini söyleyenleri, eleştirenleri okudum öncelikle.
Sonuçta bütün bunları heybeme doldurup köyüme geri döndüm şimdi. Son on yıldır, eski köyümü snopça küçümsemeden köyüme yeni âdetler getirmenin yollarına kafa yoruyorum. Bu kez de bu yola düşmek bütün ilgilerimi canlandırıyor. Kesinlikle öyle oluyor.
Geriye dönüp baktığım zaman geçmişin yanlışlarını “derinlik vurgunu yemiş olmak” olarak özetliyorum. Bu hastalığın sağaltımı ise yavaş yavaş “sığa” çıkmak, sığlaşmaktır. Halil Berktay, sığ buluyormuş beni, öyle yazmış; Teveccüh buyurmuş henüz oraya varamadım.
Utanıyor muyuz?
Onbinler acı soğuğa rağmen yollara düşüp acısını haykırdı yine, soğuğun acısını yalnız yüzünüzde duyarsınız o da geçer, ama bu farklı, utancın acısı bu, hiçbir zaman geçmeyecek.
Yaşam farkındalığı denen bir şey var, biriken deneylerin bilinç düzeyine çıkıp bir iç aydınlanma yaratması bu. Böyle bir şeyi yaşamış ve yazmıştım. Hrant’ın öldürüldüğü haberi henüz haber ajanslarına kara leke gibi düşmemişti, sevgili dostum Zakarya Mildanoğlu’nun telefonuyla öğrenmiştim. Kurşun acısı gibi önce hiçbir şey duymuyorsunuz, acı yavaş yavaş duyuruyor kendini ve olayın vahameti de...
İstanbul’a doğru yola düşmeden önce içimdeki acıyı kâğıda dökmeliydim. Yazının sonlarına doğru tarif edemediğim bir duygu sarmıştı beni, acı değildi başka bir şeydi, aniden anladım ne olduğunu...
Utanç...
O âna dek etnik kimlik gibi bir derdim hiç olmamıştı, Kürt müyüm Türk müyüm, Ermeni mi Çerkes mi hiç umurum değildi. İşte şimdi şimşek çakması kadar kısa bir anda Türklüğümü fark ediyordum. Aslında kimlik olarak öyle de değildim. İsterse safkan Çerkes olmuş olayım fark etmezdi, hissettiğim duygu Türklüktü. Bu yaşadığım ânı daha sonra yazmıştım : “İlk kez Türklüğümü duydum: Utandım” diye.
Ermenileri tanımış olmasaydım, onlardan dostum, arkadaşım, Ustam olmasaydı ve Usta’mdan daha 1960’lardan başlayarak bugün artık herkesin bildiği şeyleri, Ermeni kıyımını o günlerde gizli gizli duyuyor olmasaydım bu utanç duygusu yine de sarar mıydı beni? Sanmıyorum. Acı duyardım yine ama utanmak başka bir duygu.
Üstelik de solcuydum, gizli gizli duyduğum Ermeni gerçeğini ben de o tarihlerde ne kadar biliyorsam o kadarıyla çevremde anlatıyordum; o tarihlerden buyana ne devlettim ne devlet yanlısı, tam karşıda duruyordum, kurşun sıkan da değildim, yani yüzümün kızarması için bir neden yoktu. Ama kızarmıştı.
Çünkü solcu olmam beni bu ülkenin vatandaşı olduğumu unutturmuyordu ve solcu da olsam, devletin şiddetine uğramış da olsam yine de bu ülkede ayrıcalıklı olduğumu hissediyordum; çünkü bu ülkede yaşayan bir Ermeni, bir Yahudi, bir Kürt, bir Rum, bir Roman değildim. Yüreğimde güvercin kanadı tedirginliği yoktu. Etnik kimliğim nedeniyle aşağılanma hissetmiyordum. Mağdurun, mazlumun “kendini bir bütüne ait hissetmeme, yalnızlık” duygusu yoktu bende. Kendimi solcu, enternasyonalist, dünya vatandaşı, hümanist olarak tarif etmem, milliyetçiliğe karşı oluşum gerçekten de karşı olduğumu, mazlumu anladığımı göstermezdi. Ama kendimi de kandırarak öyleymişim gibi sanabilirdim.
O utanç ânında, bir bakıma o trans halinde bütün bunları düşünmedim elbette, duyduğum şey salt Türklüğümdü. Böyle duyuşuma şaşırmıştım hatta. Ama dediğim doğru anlaşılmalı buradaki mesele bizatihi Türklük, Türk olmak değil Türk olmanın egemen ayrıcalığı ifade eden bir aidiyete tekabül etmesidir. Yoksa örneğin Bulgaristan’da baskı altında bir Türk için aynı şey söylenemez.
Anlatmak istediğim şey, solcu veya liberal de olsanız sırf öyle olmanız apriori olarak mazlumu, ezileni anlıyor olmanızı getirmeyeceğidir. Empati sözcüğü bugün en çok kullanılan ama en çok da içi boşaltılan bir sözcük.
Olaylar karşısında olayları nasıl tarif ettiğimizden çok nerede durduğumuz daha önemli kanımca. İnsanlar vicdanlarını avutacak delilleri çok rahat üretirler. Hele biraz kitap yalamış aydınsanız laf kalabalığıyla siyahı beyaz göstermeniz işten bile değildir. Ama duruşlar turnusol kâğıdı gibidir, gerçeği ele verir.
Aynı duyguyu Uludere katliamında 34 çocuk ve gencin öldürülmesinde de duydum. KCK operasyonları nedeniyle de duyuyorum. Şimdi Kürtler olağanüstü tedirgin. Nereden daha neler gelecek diye bekliyorlar.
Acıları ve sevinçleri paylaşarak ortaklaşa duygular haline getirmediğimiz durumda toplumda demokrasi boş laf olarak kalır. Acıma duygunuz ya vardır ya yok, ya gelişmiştir ya değil. Bugünkü yaşayan insanların gerçek acılarını duymayanların tarihten acı duymaları pek de inandırıcı durmaz. Elbette o zaman tarihteki Ermeni kıyımına bir insanlık trajedisi, bir suç diye bakmaz siyaset üzerinden bakarsınız, Uludere acısı için bir özrü çok görürsünüz.
Uygarlığın ölçütü utanma duygumuzla doğru orantılıdır.
Türkiye’nin vicdanı kanıyor
Hrant Dink davasını bitiren mahkeme kararı zaten açık olan, kanayan yaraya bıçak soktu. Kanayan, Türkiye’nin vicdanıdır. Hrant’ın öldürülmesi ilk kez yalnız bireysel değil, toplumsal bir vicdan olduğu gerçeğini ortaya çıkartmıştı; uyuklamakta olan toplumsal vicdan uyanıp sokağa dökülmüş, onun altı delik ayakkabısıyla cansız bedeninin yattığı kaldırama koşmuştu; mumlarla, karanfillerle...
Toplumsal vicdana can suyu taşıyan şey, Hrant’ın sade, yaşamı gibi süssüz püssüz ama öyle olduğu için de müthiş etkili duruşuydu. Şıp şıp damlayan ufacık su damacıklarının granit bir kayayı parçalaması gibi Hrant vicdanların üstünü örten duvarı daha öldürülmeden önce delmeyi başarabilmişti. Onun bunu başarmadaki sırrı, üstüne onca yazılmış olduğu halde bana göre hâlâ düşünülmesi, kazılıp bulunması gereken toprak altındaki cevher gibidir.
Dink davası kararı yüreğimizi acıttı, Türkiye’nin vicdanı kanıyor, ama öğretici de oldu.
Devleti göremeyen şiddeti de çözümleyemez
12 Eylül darbecilerini yargı önüne çıkaran savcı iddianamesi Türkiye’de devlet gerçeğini bütün çıplaklığıyla ortaya çıkardığı halde, KCK operasyonlarının neredeyse kitlesel tutuklama boyutları almış olduğu, otoriterleşmenin artık gözle görülür, elle tutulur olduğu bir momentte sola yüklenmek giderek dikkat çekici bir hâl alıyor. Anlam veremez oldum. Galiba Roma’yı da biz yaktık!
12 Eylül’e doğru gidişte sosyalistlerin-komünistlerin yanlışlarını konuşmak, eleştirmek, geçmişten ders çıkarmak başka şey, esası gözden kaçırmak, ağaçlara bakıp ormanı görememek başka. Öyle bir tablo çiziliyor ki, 12 Eylül’ün sorumlusu soldu sanki. Sol sanki şiddet yöntemleri kullanıyor, neredeyse dağa çıkıyordu da 12 Eylül’e gerekçe hazırladı. Sanki 12 Eylül’ü teşhir eden sol değildi de başkalarıydı...
Avrupa’da bile “silahlı devrim” diyen son derece marjinal fikirler vardır, buradan kalkarak Avrupa solu herhalde şiddet yanlısı gösterilemez. 12 Eylül öncesi solun durumu bundan çok farklı değildi. Silahlı çatışmaların, solun şiddet yanlısı olmasından değil büyük bir kışkırtmadan kaynaklandığı ortadayken solu şiddet bağlamında eleştirmek haksızlık olduğu kadar tarihi gerçeklere de terstir. Bir örnek vermek istiyorum.
Sorumlu sol mu?
12 Eylül öncesinde TKP (şimdiki değil) Türkiye sosyalist hareketi içinde en yaygın ve etkin örgüt veya örgütlerden biriydi. 12 Eylül’e doğru giderken etrafımızı nasıl bir provokasyonun kuşattığını neredeyse adım adım hisseden biriydim. Ama hissetmekle, bugün tanıdığımız gibi devleti derindeki kollarıyla birlikte tanımak elbette farklıdır, elbette bugünkü gibi bilmek mümkün değildi.
Sağ-sol çatışması o hale gelmişti ki artık mahallelerde çocukları Ülkücü olan veya Sol olan aileler mahallelere, kahvelere kadar uzanan çatışmayı durdurmak için biraraya gelme eğilimi içindeydiler. Mahallelerde “can güvenliği” komiteleri kuruluyordu ve biz de destekliyor, teşvik ediyorduk. Can güvenliği komiteleri silahlı çatışmalara, silahlara karşı çıkmak içindi. Kendi üyelerimize, can güvenliği için bile olsa silah taşımama konusunda uyarı üstüne uyarı yapıyorduk. Ama can güvenliği, neredeyse silahsız sağlanamaz noktaya doğru önlenemez bir hızla tırmanıyordu. Bu kadar silahı gençler nereden buluyor şaşıyordum o zamanlar. Can güvenliğini koruma gerekçesiyle silah bulma talebi bizi dahi zorlar hale geliyordu. Bizleri korkaklıkla, pasifizmle suçlayan gençlerimiz bile vardı. Özelikle Çorum olaylarında kıskaca alınan üyelerimizden bize silah bulun talebi had safhaya varmıştı. Türkiye iç savaşa doğru çılgın biçimde sürükleniyordu.
Bir gün, DİSK’e bağlı bir sendika’nın (Maden-İş) bir şubesine Ülkücülerin silahlı bir baskın düzenleyecekleri ve sendikayı korumak için çevredeki parti üyelerimizin silah bulamadıkları için bir yol inşaatından birkaç dinamit lokumu buldukları ve savunma hazırlıkları yaptıkları haberi gelmişti. Karar alıp acele ulaştırdık, “hiçbir silah, patlayıcı vs. olmayacak” diye. Bir baskın oldu gerçekten de, ama gelenler Ülkücüler değil “sendika binasında silah olduğu ihbarını aldık arama yapılacak” gerekçesiyle polisti. Elbette hiçbir silah bulunamadı.
Hatırlayın, 12 Eylül darbesinin ilk gününde darbeciler “DİSK silah yığınakları yaptı” açıklaması yapmıştı ama işkenceler altında uzun sorgulamalara rağmen bu iddianın koskoca bir yalan olduğu kanıtlanmıştı.
Geçmişte yaptığımız sol sekter yanlışları, demokrasiyi burjuva demokrasisi deyip hafife almamızı çok eleştirdik. Daha da söylenmesi gerekenler var ama bunlar değil, Türkiye’de şiddetin kaynağını sol veya sağ-sol çatışması ya da Kürtler, PKK olarak görmek değil.
“Sol, her tür şiddete karşıyım diyemiyor” genelleme ve tekerlemesi doğru değil ama daha kötüsü şiddetin kaynağını örtüyor olması açısından da zararlı bir ütüleyici genelleme bu.
Bana önce Kürtlerin (Ermenilerin) bu devlete güvenmeleri için ikna edici tek bir sebep söyleyin, gerisini sonra konuşalım.
“Bir bebekten bir katil yaratan KARANLIĞI sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim.”
Sivillerin askerleşmesi
Yeni bir KCK dalgası geldiğini T.24’ün aktardığı haberden okudum: Geçtiğimiz gün 17 ilde eş zamanlı KCK operasyonları yapılmış. İstanbul, Ankara, Diyarbakır, Van, Şanlıurfa, Ağrı Batman, Siirt ve diğer yerlerde. Ve tabii gözaltılar var. Tutuklananlar arasında BDP eski milletvekili Fatma Kurtulan da var. Bu arada milletvekili olduğu için dokunulmazlığı olan Leyla Zana’nın evi buna rağmen aranmış. KESK Genel Merkezi de arama yapılan yerlerin içinde. Artık belli oldu ki bu dalga durmayacak.
Şu anda BDP fiilen kapatılmış, çalışamaz hale getirilmiş durumda. Bizim tarih boyu demokrasiden öğrendiğimiz işte bu kadar, düşerken bile çelme atmayı iyi öğrenmişiz ve bunu gayet “demokratik” ustalık içinde yapıyoruz.
Kapatma felç et
Parti kapatmalar demokratik dünyada artık tepki mi yaratıyor, kolayı var biz de kapatmaz ama felç ederiz, parti tabelası kalır ama içeride odacıdan başka kimse kalmaz. Gazete kapatmak, gazete toplatmak dünya önünde ayıp mı, onun da kolayı var, gazeteler durur ama yazı yazacak gazetecileri tutuklarız yazacak kimse kalmaz. Fikir suçu nedeniyle insanları mahkûm etmek mi zorlaştı yine, kolayı var, terör gerekçesiyle gözaltına alır, tutuklar içeri atarız ve öyle uzun bir tutuklama olur ki bu, zaten ceza verseniz de o kadar vereceksiniz. Bir taraftan 12 Eylülcüler için yargı süreci başlar, generaller tutuklanır dünya sizi sivil demokrasi adına alkışlar ama sivil Başbakan’ımız onca sivil tutuklu varken tutuklanan bir general için mesai arkadaşımdı, iyi çocuktu, tutuklanmasaydı iyi olurdu gibi laflar edebilir.
Sivil bile bizde sivil olma halinden utanıyor, şapkasını çıkardığında kendini çırılçıplak sanıp tedirgin oluyor, önünü kapatacak şapka arıyor. Demokrasinin giyinmek değil soyunmak, gizlenmek değil şeffaflaşmak demek olduğunu hiç öğrenememişiz ki!
Nereye gidiyoruz?
Şimdi herkes nereye gidiliyor diye soruyor? Sivil demokrasi için bir şeyler yapılıyor, yapılanlar hiç de önemsiz şeyler değil ama biraz altını kazıyınca bakıyoruz altında yatan mantık sivil mantık değil. O zaman soruyoruz: Nereye gidiyoruz? Nereye gidiyoruz sorusu aslında yalnız ülkemiz için değil bugünlerde dünyanın gidişatının da sorusu.
Soru tek boyutlu değil, yanıtı da öyle kuşkusuz ama meselenin bir odak noktası var ki asla gözardı edilmemesi gerekiyor. Bu da militarizm meselesidir.
Daha önce birkaç kez militarizmi “asker” diye anlamak gerektiğinin altını çizen yazılar yazmıştım, bu önemliydi çünkü bizim gibi genlerine militarizm aşılanmış bir toplumda “sivil” kavramı konusunda kafalarda bir açık-seçiklik olmadığı için militarizm denince kimse, hiçbir sivil üstüne alınmıyor, askere seslendiğimiz sanılıyor. Oysa zaten elde silah, ordu nizamnamesi okuyarak yetişmiş ve zaten mesleği bu olana “militarist” demek anlamsız. “Militarist asker” demek tuhaflığı gibi. Asker olup da militarist ruhta olmayan ender istisnalar da var kuşkusuz, onları tenzih ederek söylüyorum ama onlar da yanlış yerde duranlardır. “Militarist sivil” lafı ise paradoksal iki sözcüğün yan yana gelmesi nedeniyle tuhaf dursa da pratik gerçeklik içinde ve özellikle bizde hiç de anlamsız bir tuhaflık değil.
Örnekse, “Güçlü ordu, güçlü Türkiye” sözünü eğer bir sivil tekrarlıyorsa işte buradaki mantık tipik militarist mantıktır.
Taraf yazarı Sezin Öney iki yazıdır bu konuya gayet yerinde olarak dikkatlerimizi çekmeye çalışıyor. Meselenin tarihsel boyutlarını görebilmek için Murat Belge de “Militarist Modernleşme” kitabıyla yine iyi bir zamanlama yapmış oldu. Yasemin Çongar dünkü “Faşist temaşaya Milli Eğitim darbesi” yazısında stadyumlarda yapılan 19 Mayıs törenlerinin artık yapılmayacağına dair Milli Eğitim Bakanlığı’nın yazısı üstünde duruyor; bu gösteriler de aslında militarist ruhun dışa vurumudur ama aynı zamanda bu ruhu besleyip canlı tutan ayinlerden biridir, bu nedenle bu gösterilere son verilmesi yerinde bir karar. Hiç kuşku yok militarist ruhlar bu karara tepki verecektir.
“Nereye gidiyoruz” sorusuna yanıt arama açısından Sezin Öney’in “Askerleşen Siviller/ Sivilleşen Askerler (2)” başlıklı yazısındaki şu fikri kendi yorumlarımı yakın hissettim, Öney: “1990’lar ve 2000’lerde Türkiye’de ve dünyada, askerlerin sivilleşmesini tartışırken belki de artık, tartışma konusunun değiştiğini, yeni tartışma alanının ‘sivillerin askerleşmesi’ olduğunu göz önüne almak durumundayız” diyor.
Devam edeceğim.
Zor bir sorun, sivilleşme
Geçen yazımda Sezin Öney’in Taraf’taki “Askerleşen siviller ve sivilleşen askerler” başlıklı iki yazısına dikkat çekmiştim. Kafamda yerini oturmayan bazı taşların yerine oturması açısından Öney’in iki yazıda dikkat çektiği hususlar önemliydi.
Son zamanlarda ben dâhil hemen herkes bir klişe kullanıyor. “Bir yandan... ama öte yandan da...” klişesi. Noktalı boşlukları son güncel olaylarla dolduruyoruz. Bir yandan şu, şu iyi şeyler oluyor, öte yandan ise aksine şu, şu kötü şeyler diyoruz sürekli. Bir bakıma önümüzde hazır bir şablon var, ama biz uydurmuyoruz, durum getiriyor önümüze. Fakat bu şablonda iyi şeyler hanesine yazılanların giderek ve hatta hızla azalmakta olduğu şerhini de düşmeliyim.
Kürt meselesinin çözümü ne kadar kötüye gidiyorsa siyasetin karnesindeki kötüler hanesine yazılanlar da o kadar çoğalıyor. Çoğalma kötülüklerin yalnızca niceliksel yani sayıca artması anlamına gelmiyor, bu artış siyasette otoriterleşmeye doğru niteliksel bir değişimi de getiriyor. Son zamanlarda ve özellikle son günlerde BDP üzerindeki baskı inanılmaz ölçülerde arttı. Bu baskının olağan hukuk prosedürü içinde gerçekleştiğine kimsenin inanacak hali yok; bu, hükümetin siyasi tavrının bir sonucu, kimse topu yargıya atmasın. Başbakan’ın neredeyse her konuşması örtülü değil açık biçimde BDP’yi hedef alıyor. Üstelik de Uludere Katliamı’nın ortaya çıktığı ve katmerli acının ruhları kemirdiği bir ortam içinde olmamıza rağmen, Başbakan’dan özür dileme beklenirken aksine Başbakan kullandığı üslupla yalnız BDP çevresini değil bütün Kürtleri karşısına alıyor. Gözü kara bir politika bu. Bunun adı siyasetin otoriterleşmesidir. Kanımca bu dip temizliğinden sonra kendilerince daha makul bir Kürt siyasi alternatifinin ortaya çıkacağını ve bu yolla Kürt sorununun çözüleceğini umanlar ve sessizliklerini bu gerekçeyle vicdanileştirenler de hayal görüyorlar. İnsanlar ödenen bedelleri unutmazlar...
Hiç basit değil
İşte bu noktada Sezin Öney’e dönüyorum.
“Bugün, Türkiye’de eski bir genelkurmay başkanının tutuklanması da, ‘askerin sivilleşmesi’ sürecinin bir örneği olarak, ‘olumlu’ bir gelişme olarak karşılanıyor. 12 Eylül Darbesi’nin hukuken hesabının sonunda sorulabilmeye cidden başlanması, bu konuda ‘derin devletin sığ tarihi’ üzerine manifesto gibi bir iddianame yazılması, Şemdinli olaylarında rol alan ordu mensuplarının cezaya çarptırılması.. bunlar gerçekten de ‘askerin sivilleşmesi’ açısından son derece kilit gelişmeler.
‘Türkiye, Soğuk Savaş’ın bitişine, yirmi yılcık bir gecikmeyle nihayet tanık oluyor’ yorumları haksız değil.
Eğer ki, ben de, 2007’deki bakış açımla konuya yaklaşıyor olsaydım hâlâ, bu görüşte ve ‘sevinç içinde’ olur, o noktada durur, kafamı da daha ilerisine yormazdım. Ancak işler bu kadar basit değil.” (Alt çizgi bana ait –NY)
Evet. Öney’in dediği o basit olmayan noktadayız. O halde kafa yormalıyız. Dediği gibi 1990-2000’li yıllarda dünyada olduğu gibi biz de askerin sivilleşmesine çok kafa yormuştuk, halen de oradayız, orada kalmışız meğer. Oysa yeni bir tartışma alanına, “sivillerin askerleşmesine” dikkat vermemizi kanımca çok yerinde olarak öneriyor Öney. Bu konuya Batı’da kafa yoranların düşüncelerini de aktararak. Okumadıysanız bu iki makalenin tümünü okumanızı önereceğim, o nedenle çok alıntı vermiyorum.
Dünyada olduğu gibi bizde de ordu bir bakıma kendi gettosunda yaşayan, zihniyet dünyası tümden ayrı bir kurum. Askerlerin sivil zihniyeti algılaması çok zor olduğu gibi sivillerin de askerin dünyasını tanıması olağanüstü zor. Her şeyden önce gizlilik nedeniyle ordunun nasıl bir kurum olduğunu iyi bilemiyoruz. Ancak son zamanlarda Ergenekon davaları nedeniyle bir parça bilgi sahibi olabildik ama devede kulak bunlar.
Bu iki makaleden Batı’da asker/sivil probleminin çözümü üstüne modellerin tartışıldığını anlıyoruz. “Diğer bir deyişle, Janowitz, siviller ve askerlerin keskin hatlarla ayrılmış iki ayrı kültürden, ortak bir kültüre geçişini savunuyordu. Bir yandan, asker sivilleşirken, sivil de askerleşecekti.”
Ama diyor Öney, “Bu yakınlaşma özellikle 11 Eylül’den sonra dünyada terörizmle savaş ve yabancı göçlerine durdurma gerekçeleriyle hem askerin sivil alana eskiden daha fazla müdahalesini getirdiği gibi, orduların sivilleşmesi ve sivillerin askerleşmesi, diğer bir deyişle yakınlaşma sürecinin yaşanması, daha demokratik ve barışçı toplumlarda yaşayacağımız anlamına gelmiyor.”
“Sivillerin askerî güce olan bağımlılığı Kürt Sorunu nedeniyle, çoğu zaman farkına bile varılmadan sürekli artıyor. Örneğin, son on yılda giderek artan biçimde, Türkiye’nin kendi silahlarını üretmek ve silah teknolojileri konusundaki kapasitesini arttırmakta yükselen bir çizgi izlediği, bunun da sivil iradenin destek ve sahiplenilmesiyle gerçekleştiği unutulmamalı.”
Sözün özü şu ki, karşı karşıya olduğumuz sorunların ne kendisi basit ne de çözümleri.
Yzının aslı: http://www.kuyerel.com/modules/AMS/article.php?storyid=6812
Nuriye Akman’ın 22 ocak tarihli Zaman’da ilginç bir yazısı vardı, insanlık hallerine dair, beyinsel yaşlanmayla nasıl baş edebileceğimizle ilgili. Beyinsel canlılığımızı korumak, beyinsel yaşlanmayı yavaşlatmak için ne yapsak?
“Geç kalmış ya da boşa çabalayan kaptansınızdır. Bıyık altından gülünür, hatta sizi ancak teneşirin paklayacağı bile ima edilir. ‘Öğrenmenin yaşı yoktur’ yargısı ne kadar azametli görünse de ‘bu yaştan sonra’nın yanında solda sıfır kalır. Körlerin arasında bir gözünü kapatman önerilir de iki gözlülerin arasında üçüncü bir göz daha edinmelisin diyen çıkmaz.
Peki, yaş aldıkça beyin hücrelerimizdeki azalmayla nasıl baş edeceğiz? 20 yaşından itibaren her gün 50 bin hücremizi kaybediyoruz. 60 yaşında bu 100 bin hücreyi buluyor. 75’imizde tüm nöronların yüzde 10’u Hakk’ın rahmetine kavuşuyor. Eğer beynimizi yeterince çalıştırmazsak bunamaya başlıyoruz. İyi ama neyi nasıl yaparsak ‘yeterince’ oluyor? İşte bütün mesele bu” demiş sevgili Nuriye Akman.
Konunun uzmanlarının görüşlerine de başvurmuş bu arada. Anlıyoruz ki, bir şeyler yapmak elzem ama mesele öyle göründüğü kadar basit değil. Ama yine de bazı kesinlikler var. “En büyük tehlike: Rutin.” Bu tesbite katılmamak mümkün değil. Bu nedenle haklı olarak Akman “Eski köyünüze yeni âdet getirin” demiş, yazısının başlığı da bu zaten.
“İster yürü, ister bulmaca çöz, ister yeni beceriler ya da arkadaşlar kazan, her halükârda fiziksel, zihinsel ve sosyal aktiviteleri artırmak gerekiyor. ‘Paşa gönlüme hangisi yakınsa onu seçerim’ diyorsanız uzmanlar ‘Bir dakika!’ pankartıyla karşınıza dikiliyor. Diyorlar ki, önce öğrenme biçiminizin tipini bileceksiniz. Yani görsel mi, işitsel mi yoksa dokunsal mısınız? Çoğumuzda bunların her üçü de var ama biri daha baskın. (Bunu belirleyen bazı testler var.) Mesela Türklerde dokunsallık, Amerikalılarda görsellik, Orta ve Kuzey Avrupa ülkelerinde işitsellik daha dominant.
Daha az baskın olan duyuların aktive edilmesi beyin faaliyetlerini arttırıyor. Eğer matematiksel düşünmeye alışmış bir mühendisseniz, beyninizi spor veya resim yaparak koruyabilirsiniz. Alıştığınız alanda çalışmak pek faydalı olmuyor. Daha önce girmediğiniz sularda kulaç atacaksınız. Hiç değilse gündelik rutininizi kıracaksınız. Sağ elinizi kullanıyorsanız, solu da devreye sokacak, mesela saçınızı sol elle tarayacaksınız.”
Bu öneriler başka bir nedenle kendi tecrübelerime ilişkin gayet yerinde görünüyor bana.
Duvarların yıkılması, Sovyet sosyalizminin çökmesinin hemen ardından bu şokun etkisi altında yanlışları arıyordum. Okuyordum, okuyordum, durmaksızın okuyordum, kitapların birini alıp ötekini bırakıyordum. Ama bulduğum her neden, yeni sorular doğuruyor, beni tatmin etmiyor, sorular zinciri uzayıp gidiyordu. Sorusuz yanıtlar çıkıyordu hep karşıma bende ise yanıtsız sorular...
Bir gün öylesine bunalmıştım ki attım bütün o “bildik” kitapları elimden ve çalışma odamın kapısını vurup çıktım. Sokağa atmıştım kendimi. Yanlış anlamayın gezintiye çıkmış değildim, sokağa çıkmıştım ve üç yıl kadar sürdü sokak maceram. Bu dönemim beni en çok heyecanlandıran, kendimi ve somut insanı tanımamı getiren dönemimdir. Bu arada meyhaneci de oldum, bilerek ve isteyerek.
Siyasetle ilgi alanımı en aza indirdiğim, siyasetsiz su içmeye başladığım, insanlarla gündelik sokak diliyle konuştuğum, kimseye “bilinç” vermeye, akıl öğretmeye dünyayı kurtarmaya kalkmadığım, kendim için sokaktan öğrenmeye çalıştığım dönemimdi bu... Harika idi.
Dün farkında olmadığım bütün ilgilerimin canlandığını hissetmeye başlamıştım. Cazla ilgilendim ve caz üzerinden felsefeye döndüm, Spinoza ile dünya evine girdim ve cezaevindeyken tanışıp yarı bıraktığım Anadolu-İslâm felsefesi ve Tasavvuf üzerine büyük bir iştaha ile okumalara giriştim; çok ama çok şey öğrendim oradan, halen de sürüyor...
Özetle bu dönemimde dün benim için “anti” olan, “out” olan (ideolojik nedenlerle) ne varsa hepsini “in” yaptım ve dün inandıklarımın tersini söyleyenleri, eleştirenleri okudum öncelikle.
Sonuçta bütün bunları heybeme doldurup köyüme geri döndüm şimdi. Son on yıldır, eski köyümü snopça küçümsemeden köyüme yeni âdetler getirmenin yollarına kafa yoruyorum. Bu kez de bu yola düşmek bütün ilgilerimi canlandırıyor. Kesinlikle öyle oluyor.
Geriye dönüp baktığım zaman geçmişin yanlışlarını “derinlik vurgunu yemiş olmak” olarak özetliyorum. Bu hastalığın sağaltımı ise yavaş yavaş “sığa” çıkmak, sığlaşmaktır. Halil Berktay, sığ buluyormuş beni, öyle yazmış; Teveccüh buyurmuş henüz oraya varamadım.
Utanıyor muyuz?
Onbinler acı soğuğa rağmen yollara düşüp acısını haykırdı yine, soğuğun acısını yalnız yüzünüzde duyarsınız o da geçer, ama bu farklı, utancın acısı bu, hiçbir zaman geçmeyecek.
Yaşam farkındalığı denen bir şey var, biriken deneylerin bilinç düzeyine çıkıp bir iç aydınlanma yaratması bu. Böyle bir şeyi yaşamış ve yazmıştım. Hrant’ın öldürüldüğü haberi henüz haber ajanslarına kara leke gibi düşmemişti, sevgili dostum Zakarya Mildanoğlu’nun telefonuyla öğrenmiştim. Kurşun acısı gibi önce hiçbir şey duymuyorsunuz, acı yavaş yavaş duyuruyor kendini ve olayın vahameti de...
İstanbul’a doğru yola düşmeden önce içimdeki acıyı kâğıda dökmeliydim. Yazının sonlarına doğru tarif edemediğim bir duygu sarmıştı beni, acı değildi başka bir şeydi, aniden anladım ne olduğunu...
Utanç...
O âna dek etnik kimlik gibi bir derdim hiç olmamıştı, Kürt müyüm Türk müyüm, Ermeni mi Çerkes mi hiç umurum değildi. İşte şimdi şimşek çakması kadar kısa bir anda Türklüğümü fark ediyordum. Aslında kimlik olarak öyle de değildim. İsterse safkan Çerkes olmuş olayım fark etmezdi, hissettiğim duygu Türklüktü. Bu yaşadığım ânı daha sonra yazmıştım : “İlk kez Türklüğümü duydum: Utandım” diye.
Ermenileri tanımış olmasaydım, onlardan dostum, arkadaşım, Ustam olmasaydı ve Usta’mdan daha 1960’lardan başlayarak bugün artık herkesin bildiği şeyleri, Ermeni kıyımını o günlerde gizli gizli duyuyor olmasaydım bu utanç duygusu yine de sarar mıydı beni? Sanmıyorum. Acı duyardım yine ama utanmak başka bir duygu.
Üstelik de solcuydum, gizli gizli duyduğum Ermeni gerçeğini ben de o tarihlerde ne kadar biliyorsam o kadarıyla çevremde anlatıyordum; o tarihlerden buyana ne devlettim ne devlet yanlısı, tam karşıda duruyordum, kurşun sıkan da değildim, yani yüzümün kızarması için bir neden yoktu. Ama kızarmıştı.
Çünkü solcu olmam beni bu ülkenin vatandaşı olduğumu unutturmuyordu ve solcu da olsam, devletin şiddetine uğramış da olsam yine de bu ülkede ayrıcalıklı olduğumu hissediyordum; çünkü bu ülkede yaşayan bir Ermeni, bir Yahudi, bir Kürt, bir Rum, bir Roman değildim. Yüreğimde güvercin kanadı tedirginliği yoktu. Etnik kimliğim nedeniyle aşağılanma hissetmiyordum. Mağdurun, mazlumun “kendini bir bütüne ait hissetmeme, yalnızlık” duygusu yoktu bende. Kendimi solcu, enternasyonalist, dünya vatandaşı, hümanist olarak tarif etmem, milliyetçiliğe karşı oluşum gerçekten de karşı olduğumu, mazlumu anladığımı göstermezdi. Ama kendimi de kandırarak öyleymişim gibi sanabilirdim.
O utanç ânında, bir bakıma o trans halinde bütün bunları düşünmedim elbette, duyduğum şey salt Türklüğümdü. Böyle duyuşuma şaşırmıştım hatta. Ama dediğim doğru anlaşılmalı buradaki mesele bizatihi Türklük, Türk olmak değil Türk olmanın egemen ayrıcalığı ifade eden bir aidiyete tekabül etmesidir. Yoksa örneğin Bulgaristan’da baskı altında bir Türk için aynı şey söylenemez.
Anlatmak istediğim şey, solcu veya liberal de olsanız sırf öyle olmanız apriori olarak mazlumu, ezileni anlıyor olmanızı getirmeyeceğidir. Empati sözcüğü bugün en çok kullanılan ama en çok da içi boşaltılan bir sözcük.
Olaylar karşısında olayları nasıl tarif ettiğimizden çok nerede durduğumuz daha önemli kanımca. İnsanlar vicdanlarını avutacak delilleri çok rahat üretirler. Hele biraz kitap yalamış aydınsanız laf kalabalığıyla siyahı beyaz göstermeniz işten bile değildir. Ama duruşlar turnusol kâğıdı gibidir, gerçeği ele verir.
Aynı duyguyu Uludere katliamında 34 çocuk ve gencin öldürülmesinde de duydum. KCK operasyonları nedeniyle de duyuyorum. Şimdi Kürtler olağanüstü tedirgin. Nereden daha neler gelecek diye bekliyorlar.
Acıları ve sevinçleri paylaşarak ortaklaşa duygular haline getirmediğimiz durumda toplumda demokrasi boş laf olarak kalır. Acıma duygunuz ya vardır ya yok, ya gelişmiştir ya değil. Bugünkü yaşayan insanların gerçek acılarını duymayanların tarihten acı duymaları pek de inandırıcı durmaz. Elbette o zaman tarihteki Ermeni kıyımına bir insanlık trajedisi, bir suç diye bakmaz siyaset üzerinden bakarsınız, Uludere acısı için bir özrü çok görürsünüz.
Uygarlığın ölçütü utanma duygumuzla doğru orantılıdır.
Türkiye’nin vicdanı kanıyor
Hrant Dink davasını bitiren mahkeme kararı zaten açık olan, kanayan yaraya bıçak soktu. Kanayan, Türkiye’nin vicdanıdır. Hrant’ın öldürülmesi ilk kez yalnız bireysel değil, toplumsal bir vicdan olduğu gerçeğini ortaya çıkartmıştı; uyuklamakta olan toplumsal vicdan uyanıp sokağa dökülmüş, onun altı delik ayakkabısıyla cansız bedeninin yattığı kaldırama koşmuştu; mumlarla, karanfillerle...
Toplumsal vicdana can suyu taşıyan şey, Hrant’ın sade, yaşamı gibi süssüz püssüz ama öyle olduğu için de müthiş etkili duruşuydu. Şıp şıp damlayan ufacık su damacıklarının granit bir kayayı parçalaması gibi Hrant vicdanların üstünü örten duvarı daha öldürülmeden önce delmeyi başarabilmişti. Onun bunu başarmadaki sırrı, üstüne onca yazılmış olduğu halde bana göre hâlâ düşünülmesi, kazılıp bulunması gereken toprak altındaki cevher gibidir.
Dink davası kararı yüreğimizi acıttı, Türkiye’nin vicdanı kanıyor, ama öğretici de oldu.
Devleti göremeyen şiddeti de çözümleyemez
12 Eylül darbecilerini yargı önüne çıkaran savcı iddianamesi Türkiye’de devlet gerçeğini bütün çıplaklığıyla ortaya çıkardığı halde, KCK operasyonlarının neredeyse kitlesel tutuklama boyutları almış olduğu, otoriterleşmenin artık gözle görülür, elle tutulur olduğu bir momentte sola yüklenmek giderek dikkat çekici bir hâl alıyor. Anlam veremez oldum. Galiba Roma’yı da biz yaktık!
12 Eylül’e doğru gidişte sosyalistlerin-komünistlerin yanlışlarını konuşmak, eleştirmek, geçmişten ders çıkarmak başka şey, esası gözden kaçırmak, ağaçlara bakıp ormanı görememek başka. Öyle bir tablo çiziliyor ki, 12 Eylül’ün sorumlusu soldu sanki. Sol sanki şiddet yöntemleri kullanıyor, neredeyse dağa çıkıyordu da 12 Eylül’e gerekçe hazırladı. Sanki 12 Eylül’ü teşhir eden sol değildi de başkalarıydı...
Avrupa’da bile “silahlı devrim” diyen son derece marjinal fikirler vardır, buradan kalkarak Avrupa solu herhalde şiddet yanlısı gösterilemez. 12 Eylül öncesi solun durumu bundan çok farklı değildi. Silahlı çatışmaların, solun şiddet yanlısı olmasından değil büyük bir kışkırtmadan kaynaklandığı ortadayken solu şiddet bağlamında eleştirmek haksızlık olduğu kadar tarihi gerçeklere de terstir. Bir örnek vermek istiyorum.
Sorumlu sol mu?
12 Eylül öncesinde TKP (şimdiki değil) Türkiye sosyalist hareketi içinde en yaygın ve etkin örgüt veya örgütlerden biriydi. 12 Eylül’e doğru giderken etrafımızı nasıl bir provokasyonun kuşattığını neredeyse adım adım hisseden biriydim. Ama hissetmekle, bugün tanıdığımız gibi devleti derindeki kollarıyla birlikte tanımak elbette farklıdır, elbette bugünkü gibi bilmek mümkün değildi.
Sağ-sol çatışması o hale gelmişti ki artık mahallelerde çocukları Ülkücü olan veya Sol olan aileler mahallelere, kahvelere kadar uzanan çatışmayı durdurmak için biraraya gelme eğilimi içindeydiler. Mahallelerde “can güvenliği” komiteleri kuruluyordu ve biz de destekliyor, teşvik ediyorduk. Can güvenliği komiteleri silahlı çatışmalara, silahlara karşı çıkmak içindi. Kendi üyelerimize, can güvenliği için bile olsa silah taşımama konusunda uyarı üstüne uyarı yapıyorduk. Ama can güvenliği, neredeyse silahsız sağlanamaz noktaya doğru önlenemez bir hızla tırmanıyordu. Bu kadar silahı gençler nereden buluyor şaşıyordum o zamanlar. Can güvenliğini koruma gerekçesiyle silah bulma talebi bizi dahi zorlar hale geliyordu. Bizleri korkaklıkla, pasifizmle suçlayan gençlerimiz bile vardı. Özelikle Çorum olaylarında kıskaca alınan üyelerimizden bize silah bulun talebi had safhaya varmıştı. Türkiye iç savaşa doğru çılgın biçimde sürükleniyordu.
Bir gün, DİSK’e bağlı bir sendika’nın (Maden-İş) bir şubesine Ülkücülerin silahlı bir baskın düzenleyecekleri ve sendikayı korumak için çevredeki parti üyelerimizin silah bulamadıkları için bir yol inşaatından birkaç dinamit lokumu buldukları ve savunma hazırlıkları yaptıkları haberi gelmişti. Karar alıp acele ulaştırdık, “hiçbir silah, patlayıcı vs. olmayacak” diye. Bir baskın oldu gerçekten de, ama gelenler Ülkücüler değil “sendika binasında silah olduğu ihbarını aldık arama yapılacak” gerekçesiyle polisti. Elbette hiçbir silah bulunamadı.
Hatırlayın, 12 Eylül darbesinin ilk gününde darbeciler “DİSK silah yığınakları yaptı” açıklaması yapmıştı ama işkenceler altında uzun sorgulamalara rağmen bu iddianın koskoca bir yalan olduğu kanıtlanmıştı.
Geçmişte yaptığımız sol sekter yanlışları, demokrasiyi burjuva demokrasisi deyip hafife almamızı çok eleştirdik. Daha da söylenmesi gerekenler var ama bunlar değil, Türkiye’de şiddetin kaynağını sol veya sağ-sol çatışması ya da Kürtler, PKK olarak görmek değil.
“Sol, her tür şiddete karşıyım diyemiyor” genelleme ve tekerlemesi doğru değil ama daha kötüsü şiddetin kaynağını örtüyor olması açısından da zararlı bir ütüleyici genelleme bu.
Bana önce Kürtlerin (Ermenilerin) bu devlete güvenmeleri için ikna edici tek bir sebep söyleyin, gerisini sonra konuşalım.
“Bir bebekten bir katil yaratan KARANLIĞI sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim.”
Sivillerin askerleşmesi
Yeni bir KCK dalgası geldiğini T.24’ün aktardığı haberden okudum: Geçtiğimiz gün 17 ilde eş zamanlı KCK operasyonları yapılmış. İstanbul, Ankara, Diyarbakır, Van, Şanlıurfa, Ağrı Batman, Siirt ve diğer yerlerde. Ve tabii gözaltılar var. Tutuklananlar arasında BDP eski milletvekili Fatma Kurtulan da var. Bu arada milletvekili olduğu için dokunulmazlığı olan Leyla Zana’nın evi buna rağmen aranmış. KESK Genel Merkezi de arama yapılan yerlerin içinde. Artık belli oldu ki bu dalga durmayacak.
Şu anda BDP fiilen kapatılmış, çalışamaz hale getirilmiş durumda. Bizim tarih boyu demokrasiden öğrendiğimiz işte bu kadar, düşerken bile çelme atmayı iyi öğrenmişiz ve bunu gayet “demokratik” ustalık içinde yapıyoruz.
Kapatma felç et
Parti kapatmalar demokratik dünyada artık tepki mi yaratıyor, kolayı var biz de kapatmaz ama felç ederiz, parti tabelası kalır ama içeride odacıdan başka kimse kalmaz. Gazete kapatmak, gazete toplatmak dünya önünde ayıp mı, onun da kolayı var, gazeteler durur ama yazı yazacak gazetecileri tutuklarız yazacak kimse kalmaz. Fikir suçu nedeniyle insanları mahkûm etmek mi zorlaştı yine, kolayı var, terör gerekçesiyle gözaltına alır, tutuklar içeri atarız ve öyle uzun bir tutuklama olur ki bu, zaten ceza verseniz de o kadar vereceksiniz. Bir taraftan 12 Eylülcüler için yargı süreci başlar, generaller tutuklanır dünya sizi sivil demokrasi adına alkışlar ama sivil Başbakan’ımız onca sivil tutuklu varken tutuklanan bir general için mesai arkadaşımdı, iyi çocuktu, tutuklanmasaydı iyi olurdu gibi laflar edebilir.
Sivil bile bizde sivil olma halinden utanıyor, şapkasını çıkardığında kendini çırılçıplak sanıp tedirgin oluyor, önünü kapatacak şapka arıyor. Demokrasinin giyinmek değil soyunmak, gizlenmek değil şeffaflaşmak demek olduğunu hiç öğrenememişiz ki!
Nereye gidiyoruz?
Şimdi herkes nereye gidiliyor diye soruyor? Sivil demokrasi için bir şeyler yapılıyor, yapılanlar hiç de önemsiz şeyler değil ama biraz altını kazıyınca bakıyoruz altında yatan mantık sivil mantık değil. O zaman soruyoruz: Nereye gidiyoruz? Nereye gidiyoruz sorusu aslında yalnız ülkemiz için değil bugünlerde dünyanın gidişatının da sorusu.
Soru tek boyutlu değil, yanıtı da öyle kuşkusuz ama meselenin bir odak noktası var ki asla gözardı edilmemesi gerekiyor. Bu da militarizm meselesidir.
Daha önce birkaç kez militarizmi “asker” diye anlamak gerektiğinin altını çizen yazılar yazmıştım, bu önemliydi çünkü bizim gibi genlerine militarizm aşılanmış bir toplumda “sivil” kavramı konusunda kafalarda bir açık-seçiklik olmadığı için militarizm denince kimse, hiçbir sivil üstüne alınmıyor, askere seslendiğimiz sanılıyor. Oysa zaten elde silah, ordu nizamnamesi okuyarak yetişmiş ve zaten mesleği bu olana “militarist” demek anlamsız. “Militarist asker” demek tuhaflığı gibi. Asker olup da militarist ruhta olmayan ender istisnalar da var kuşkusuz, onları tenzih ederek söylüyorum ama onlar da yanlış yerde duranlardır. “Militarist sivil” lafı ise paradoksal iki sözcüğün yan yana gelmesi nedeniyle tuhaf dursa da pratik gerçeklik içinde ve özellikle bizde hiç de anlamsız bir tuhaflık değil.
Örnekse, “Güçlü ordu, güçlü Türkiye” sözünü eğer bir sivil tekrarlıyorsa işte buradaki mantık tipik militarist mantıktır.
Taraf yazarı Sezin Öney iki yazıdır bu konuya gayet yerinde olarak dikkatlerimizi çekmeye çalışıyor. Meselenin tarihsel boyutlarını görebilmek için Murat Belge de “Militarist Modernleşme” kitabıyla yine iyi bir zamanlama yapmış oldu. Yasemin Çongar dünkü “Faşist temaşaya Milli Eğitim darbesi” yazısında stadyumlarda yapılan 19 Mayıs törenlerinin artık yapılmayacağına dair Milli Eğitim Bakanlığı’nın yazısı üstünde duruyor; bu gösteriler de aslında militarist ruhun dışa vurumudur ama aynı zamanda bu ruhu besleyip canlı tutan ayinlerden biridir, bu nedenle bu gösterilere son verilmesi yerinde bir karar. Hiç kuşku yok militarist ruhlar bu karara tepki verecektir.
“Nereye gidiyoruz” sorusuna yanıt arama açısından Sezin Öney’in “Askerleşen Siviller/ Sivilleşen Askerler (2)” başlıklı yazısındaki şu fikri kendi yorumlarımı yakın hissettim, Öney: “1990’lar ve 2000’lerde Türkiye’de ve dünyada, askerlerin sivilleşmesini tartışırken belki de artık, tartışma konusunun değiştiğini, yeni tartışma alanının ‘sivillerin askerleşmesi’ olduğunu göz önüne almak durumundayız” diyor.
Devam edeceğim.
Zor bir sorun, sivilleşme
Geçen yazımda Sezin Öney’in Taraf’taki “Askerleşen siviller ve sivilleşen askerler” başlıklı iki yazısına dikkat çekmiştim. Kafamda yerini oturmayan bazı taşların yerine oturması açısından Öney’in iki yazıda dikkat çektiği hususlar önemliydi.
Son zamanlarda ben dâhil hemen herkes bir klişe kullanıyor. “Bir yandan... ama öte yandan da...” klişesi. Noktalı boşlukları son güncel olaylarla dolduruyoruz. Bir yandan şu, şu iyi şeyler oluyor, öte yandan ise aksine şu, şu kötü şeyler diyoruz sürekli. Bir bakıma önümüzde hazır bir şablon var, ama biz uydurmuyoruz, durum getiriyor önümüze. Fakat bu şablonda iyi şeyler hanesine yazılanların giderek ve hatta hızla azalmakta olduğu şerhini de düşmeliyim.
Kürt meselesinin çözümü ne kadar kötüye gidiyorsa siyasetin karnesindeki kötüler hanesine yazılanlar da o kadar çoğalıyor. Çoğalma kötülüklerin yalnızca niceliksel yani sayıca artması anlamına gelmiyor, bu artış siyasette otoriterleşmeye doğru niteliksel bir değişimi de getiriyor. Son zamanlarda ve özellikle son günlerde BDP üzerindeki baskı inanılmaz ölçülerde arttı. Bu baskının olağan hukuk prosedürü içinde gerçekleştiğine kimsenin inanacak hali yok; bu, hükümetin siyasi tavrının bir sonucu, kimse topu yargıya atmasın. Başbakan’ın neredeyse her konuşması örtülü değil açık biçimde BDP’yi hedef alıyor. Üstelik de Uludere Katliamı’nın ortaya çıktığı ve katmerli acının ruhları kemirdiği bir ortam içinde olmamıza rağmen, Başbakan’dan özür dileme beklenirken aksine Başbakan kullandığı üslupla yalnız BDP çevresini değil bütün Kürtleri karşısına alıyor. Gözü kara bir politika bu. Bunun adı siyasetin otoriterleşmesidir. Kanımca bu dip temizliğinden sonra kendilerince daha makul bir Kürt siyasi alternatifinin ortaya çıkacağını ve bu yolla Kürt sorununun çözüleceğini umanlar ve sessizliklerini bu gerekçeyle vicdanileştirenler de hayal görüyorlar. İnsanlar ödenen bedelleri unutmazlar...
Hiç basit değil
İşte bu noktada Sezin Öney’e dönüyorum.
“Bugün, Türkiye’de eski bir genelkurmay başkanının tutuklanması da, ‘askerin sivilleşmesi’ sürecinin bir örneği olarak, ‘olumlu’ bir gelişme olarak karşılanıyor. 12 Eylül Darbesi’nin hukuken hesabının sonunda sorulabilmeye cidden başlanması, bu konuda ‘derin devletin sığ tarihi’ üzerine manifesto gibi bir iddianame yazılması, Şemdinli olaylarında rol alan ordu mensuplarının cezaya çarptırılması.. bunlar gerçekten de ‘askerin sivilleşmesi’ açısından son derece kilit gelişmeler.
‘Türkiye, Soğuk Savaş’ın bitişine, yirmi yılcık bir gecikmeyle nihayet tanık oluyor’ yorumları haksız değil.
Eğer ki, ben de, 2007’deki bakış açımla konuya yaklaşıyor olsaydım hâlâ, bu görüşte ve ‘sevinç içinde’ olur, o noktada durur, kafamı da daha ilerisine yormazdım. Ancak işler bu kadar basit değil.” (Alt çizgi bana ait –NY)
Evet. Öney’in dediği o basit olmayan noktadayız. O halde kafa yormalıyız. Dediği gibi 1990-2000’li yıllarda dünyada olduğu gibi biz de askerin sivilleşmesine çok kafa yormuştuk, halen de oradayız, orada kalmışız meğer. Oysa yeni bir tartışma alanına, “sivillerin askerleşmesine” dikkat vermemizi kanımca çok yerinde olarak öneriyor Öney. Bu konuya Batı’da kafa yoranların düşüncelerini de aktararak. Okumadıysanız bu iki makalenin tümünü okumanızı önereceğim, o nedenle çok alıntı vermiyorum.
Dünyada olduğu gibi bizde de ordu bir bakıma kendi gettosunda yaşayan, zihniyet dünyası tümden ayrı bir kurum. Askerlerin sivil zihniyeti algılaması çok zor olduğu gibi sivillerin de askerin dünyasını tanıması olağanüstü zor. Her şeyden önce gizlilik nedeniyle ordunun nasıl bir kurum olduğunu iyi bilemiyoruz. Ancak son zamanlarda Ergenekon davaları nedeniyle bir parça bilgi sahibi olabildik ama devede kulak bunlar.
Bu iki makaleden Batı’da asker/sivil probleminin çözümü üstüne modellerin tartışıldığını anlıyoruz. “Diğer bir deyişle, Janowitz, siviller ve askerlerin keskin hatlarla ayrılmış iki ayrı kültürden, ortak bir kültüre geçişini savunuyordu. Bir yandan, asker sivilleşirken, sivil de askerleşecekti.”
Ama diyor Öney, “Bu yakınlaşma özellikle 11 Eylül’den sonra dünyada terörizmle savaş ve yabancı göçlerine durdurma gerekçeleriyle hem askerin sivil alana eskiden daha fazla müdahalesini getirdiği gibi, orduların sivilleşmesi ve sivillerin askerleşmesi, diğer bir deyişle yakınlaşma sürecinin yaşanması, daha demokratik ve barışçı toplumlarda yaşayacağımız anlamına gelmiyor.”
“Sivillerin askerî güce olan bağımlılığı Kürt Sorunu nedeniyle, çoğu zaman farkına bile varılmadan sürekli artıyor. Örneğin, son on yılda giderek artan biçimde, Türkiye’nin kendi silahlarını üretmek ve silah teknolojileri konusundaki kapasitesini arttırmakta yükselen bir çizgi izlediği, bunun da sivil iradenin destek ve sahiplenilmesiyle gerçekleştiği unutulmamalı.”
Sözün özü şu ki, karşı karşıya olduğumuz sorunların ne kendisi basit ne de çözümleri.
Yzının aslı: http://www.kuyerel.com/modules/AMS/article.php?storyid=6812
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder