Mehmet A.Yılmaz 20/11/2011 Muhalefet
Yeni liberalizmin işçi sınıfını dağıtan, örgütsüzleştirerek zayıf düşürmeye çalışan politikasına uyum sağlarcasına proletarya dışındaki kesimler üzerinden terminoloji geliştirmeyi, örgütlenme önermeyi marifet sanan bazı post-solcular da yaptıkları saptırmaları en doğru sosyalistlik olarak lanse etmekten geri kalmadılar.
Doğu Avrupa’daki Revizyonist yönetimlerin 1989–90 yıllarında birer ikişer çökmelerinden itibaren Marksizm’in ölümcül bir sürece girdiği iddiaları yıllarca sürdürüldü. Emperyalist kapitalizmin zaferinin kutlandığı bu dönemde Marksistler ise çoğunlukla içe, iç hesaplaşmaya döndüler. Kapitalizmin eleştirisine neredeyse son verdiler.
1970’li yıllarda emperyalizme karşı dünya halklarının verdiği gürül gürül çağıldayan mücadele ve Bloksuzlar hareketi ise sönüp gitti. Meydanı boş bulan emperyalistler, liberal politikaları ve bu politikaların ideologlarını, kurgucularını ve savunucularını piyasaya sürdüler. “sol aydınlar”ın da birçoğunu doğrudan ya da dolaylı olarak kontrol altına alan bu kesimler devrimci düşünceleri ve kavramlarını çarpıklaştırarak, içlerini boşaltarak, itibarsızlaştırarak etkisizleştirmeye ve böylece düzenle uyumlu hale getirmeye çalıştılar. Devrimci hareketlerin önder kadrolarının da bir bölümünü dönüştürerek, liberalleştirerek, konformistleştirerek, önlerine düzenle uyumlu mücadele yolları açarak reformizmin batağına sürüklediler. Hiç şüphesiz bu noktada suçun büyüğü bu yeni oyunu görmeyen ya da görmek istemeyen bu kadrolardaydı. Emperyalizme karşı mücadele yerine onunla uzlaşanları bir kenara bırakırsak, diğer bir kısmı da açıkça mücadele etmek yerine arkadan dolanarak mücadele ediyormuş gibi yapmayı tercih ettiler.
Bu çevrelerde, “Genellikle karşılaştığımız tipik durum, en iyi olasılıkla, kapitalizmin çatlaklarının aranması ve buralarda alternatif ‘söylemlere’, etkinliklere ve kimliklere yer açılması” halidir. ( E. M. Wood, Kapitalizm Demokrasiye Karşı, s.16, Yordam Kitap)
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte koro halinde, bir bütün olarak devrimciliğe, saldıran birçok “solcu aydın” yıllardır savundukları kavramlara ve fikirlere karşı birden bire düşman kesildiler. Aslında sosyalizme hiçbir zaman inanmadıkları anlaşılan bu çevreler kapitalizm ile rahatça halvet oldular ve bu sistemi demokrat, sivil, özgürlükçü ilan etmekten de geri kalmadılar. Kapitalizmin “çatlaklarından” geçerek bir çıkış yolu arayanlar ise bu sistemi doğrudan eleştirmek yerine sistemin solun gözünde meşrulaşmasına hizmet ediyorlardı. Yerelcilik, kimlikçilik yapılarak sınıfsal içerikli kavramları, devrimcilerin canları pahasına duvarlara yazdıkları sloganların üstünü karalayan emniyet görevlileri gibi kapatmaya çalıştılar. Anti-emperyalist, anti-kapitalist mücadelenin karşısında durdular ve halen de egemen çevrelerin gizli, yarı-gizli sözcülüğünü yaptıkları ise herkesçe malum. Yeni liberalizmin işçi sınıfını dağıtan, örgütsüzleştirerek zayıf düşürmeye çalışan politikasına uyum sağlarcasına proletarya dışındaki kesimler üzerinden terminoloji geliştirmeyi, örgütlenme önermeyi marifet sanan bazı post-solcular da yaptıkları saptırmaları en doğru sosyalistlik olarak lanse etmekten geri kalmadılar.
1970’li yıllarda kendilerini büyük devrimciler olarak sunanların bir bölümünün 1990’lardan sonra Marksizmi açıkça veya çaktırmadan bir kenara atmaya çalışmalarının altında yatan nedenlerden belki de en önde geleni karşılarındaki sistemi yenmenin zorluğunu keşfetmeleriydi. Kapitalist emperyalizmi 1970’lerde alt edememenin yarattığı hayal kırıklığı alternatif strateji ve taktikler aramak yerine arıyormuş gibi yapmayı tercih etmelerine neden oluyordu. Bu şekilde gizli kapaklı davranarak da birçok samimi devrimciyi ve devrimci adayını oyaladılar ve onların da mücadeleden soğumalarına ve giderek uzaklaşmalarına neden oldular.
Bu dönemde dağılan sadece Sovyetler Birliği değildi. Üstüne üstlük Ulusal Kurtuluş Mücadelelerinin sönmesini de yeterli bulmaya emperyalistler, Yugoslavya’yı da AB ve NATO marifetiyle yok etmişlerdi. Bizim ülkenin devrimcilerini daha yakından ilgilendiren Filistin’deki kurtuluş mücadelesi ise Batı ile uzlaşma yoluna girmiş, ABD burnumuzun dibine Irak’a on binlerce asker yığmış ve yenilgiden çıkmış devrimci hareketlerin, partilerin dağınık kadroları da ne yapacaklarını, nasıl yapacaklarını bilmez bir haldeydiler. Bu moral bozucu koşulları yaşayan solcuların en azından azımsanmayacak bir kısmını çeşitli yöntemlerle etkilemek, yönlendirmek ve hatta içselleştirmek mümkündü ve öyle de olduğu zamanla anlaşıldı. “Tarihin sonu” nu ilan eden tarafla davrananları, aydınlanmayı, Marksizm-Leninizm’i çaktırmadan çarpıtmaya ve unutturmaya kalkışanları, post-modernizmi savunanları ve onları baş tacı eden “solcuları” bu topraklar ne yazık ki hala üstünde taşımak bahtsızlığını yaşamaktadır. Bunların devrimciliğe, halka ve ülkeye düşman olan düşüncelerine hala değer verenleri önemseyerek siyaset yapmak ise oportünistlik değilse nedir?
Sol, sosyalizm bütün dünyada bir sürüsü meslekten veya gönüllü cellât tarafından katledilirken “bizim devrimciler” Marksist teoriyi savunmak yerine, dogmatik olmamak ve “değişim” adına Marksizm’in temel ilkelerinin üstünden atlayarak teori üretmeye ve dahası ilkesiz, reformist politika yapmaya kalkıştılar. AB’ci, sivil toplumcu kişi ve kesimlerle kol kola olmayı tercih ederek geleneksel devrimci çevrelerinden ve ana çizgiden, ana damardan koptular. Yerelciliğin, etnikçiliğin veya mezhepçiliğin gölgeleri altına girdiler. Bu arada da devrimci geçmişlerini herkesten daha fazla savunuyor görüntüsü vermeyi de ihmal etmediler. Siyaseti aldatma, kandırma ve yalan üzerine inşa edenlerin bu ülkede ne kadar iyi prim yaptıklarını memleketin siyasi hayatı gözler önüne sermiyor mu? Bu davranışların ve yapılanların devrimcilik dışındaki oluşumların ve çevrelerin kontrolüne girdiğini ve işlerine yaradığını ise pratik açıklıkla gözler önüne koymaktadır. Tabii ki görmeye niyeti olanlar için. Eğer hırslarımız gözümüzü kör etmediyse bu acı gerçekliği bütün çıplaklığı ile görebiliriz.
Kapitalizmin bu son krizine kadar ideolojik ve ilkesel olarak dik durmayı becerebilseydik hiç şüphesiz emekçi kitleler devrimcilerle birlikte davranırlardı. Bu günlerde dünyanın birçok ülkesi, özellikle de kapitalist emperyalizmin merkezleri kaynıyor, bizde ise tık yok. Bu durumun sorumlusu kimler, hiç düşünüyor muyuz? Sosyalizme düşman olanların yanı sıra onların değirmenlerine yıllardır su taşıyan “sol aydınlar” değil mi? Bu “post solcular” solun can suyunu yıllardır emip kurutmaya çalışmıyorlar mı? Gerçek solun en önemli sorunu, emperyalizmin fikir korsanlarından, siyaset bezirgânlarından bir an önce kurtulmasıdır.
Tarih bize bu ülkenin insanlarının bugünlerde gördüğü kötülüklerden çok daha ağırını eski dönemlerde yaşadığını öğretiyor. O zaman bugünkü olumsuzluklara razı olmayı düşünmek bile bu ülkenin insanlarına ve hele de devrimcilerine hiç yakışmaz. Devrimciler bu badireyi de atlatacaktır.
Marks ve Engels Manifesto’yu yazalı 163 yıl oldu. Demek ki Marksizm bu kadar zamandan beri mücadele ediyor. Feodal gericiliğe, kapitalizme ve emperyalizme ve içinden üreyen sapkın akımlara karşı mücadele yürütüyor. Bu kavga daha da sürecek. Türkiye’deki devrimci mücadelenin tarihi ise çok daha genç. Her türlü saldırıya ve yenilgiye rağmen umutsuz olmamalıyız. Devrimci teoriye ve devrimci değerlerimize her zamankinden daha fazla sahip çıkmalı çarpıtmalara, saptırmalara meydan vermemeliyiz. Devrimci siyaset ancak bu değerlerin üzerine inşa edilebilir.
Yazının aslı: http://www.muhalefet.org/yazi-postmodernizmin-solu-mehmet-ali-yilmaz-26-496.aspx
Yeni liberalizmin işçi sınıfını dağıtan, örgütsüzleştirerek zayıf düşürmeye çalışan politikasına uyum sağlarcasına proletarya dışındaki kesimler üzerinden terminoloji geliştirmeyi, örgütlenme önermeyi marifet sanan bazı post-solcular da yaptıkları saptırmaları en doğru sosyalistlik olarak lanse etmekten geri kalmadılar.
Doğu Avrupa’daki Revizyonist yönetimlerin 1989–90 yıllarında birer ikişer çökmelerinden itibaren Marksizm’in ölümcül bir sürece girdiği iddiaları yıllarca sürdürüldü. Emperyalist kapitalizmin zaferinin kutlandığı bu dönemde Marksistler ise çoğunlukla içe, iç hesaplaşmaya döndüler. Kapitalizmin eleştirisine neredeyse son verdiler.
1970’li yıllarda emperyalizme karşı dünya halklarının verdiği gürül gürül çağıldayan mücadele ve Bloksuzlar hareketi ise sönüp gitti. Meydanı boş bulan emperyalistler, liberal politikaları ve bu politikaların ideologlarını, kurgucularını ve savunucularını piyasaya sürdüler. “sol aydınlar”ın da birçoğunu doğrudan ya da dolaylı olarak kontrol altına alan bu kesimler devrimci düşünceleri ve kavramlarını çarpıklaştırarak, içlerini boşaltarak, itibarsızlaştırarak etkisizleştirmeye ve böylece düzenle uyumlu hale getirmeye çalıştılar. Devrimci hareketlerin önder kadrolarının da bir bölümünü dönüştürerek, liberalleştirerek, konformistleştirerek, önlerine düzenle uyumlu mücadele yolları açarak reformizmin batağına sürüklediler. Hiç şüphesiz bu noktada suçun büyüğü bu yeni oyunu görmeyen ya da görmek istemeyen bu kadrolardaydı. Emperyalizme karşı mücadele yerine onunla uzlaşanları bir kenara bırakırsak, diğer bir kısmı da açıkça mücadele etmek yerine arkadan dolanarak mücadele ediyormuş gibi yapmayı tercih ettiler.
Bu çevrelerde, “Genellikle karşılaştığımız tipik durum, en iyi olasılıkla, kapitalizmin çatlaklarının aranması ve buralarda alternatif ‘söylemlere’, etkinliklere ve kimliklere yer açılması” halidir. ( E. M. Wood, Kapitalizm Demokrasiye Karşı, s.16, Yordam Kitap)
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte koro halinde, bir bütün olarak devrimciliğe, saldıran birçok “solcu aydın” yıllardır savundukları kavramlara ve fikirlere karşı birden bire düşman kesildiler. Aslında sosyalizme hiçbir zaman inanmadıkları anlaşılan bu çevreler kapitalizm ile rahatça halvet oldular ve bu sistemi demokrat, sivil, özgürlükçü ilan etmekten de geri kalmadılar. Kapitalizmin “çatlaklarından” geçerek bir çıkış yolu arayanlar ise bu sistemi doğrudan eleştirmek yerine sistemin solun gözünde meşrulaşmasına hizmet ediyorlardı. Yerelcilik, kimlikçilik yapılarak sınıfsal içerikli kavramları, devrimcilerin canları pahasına duvarlara yazdıkları sloganların üstünü karalayan emniyet görevlileri gibi kapatmaya çalıştılar. Anti-emperyalist, anti-kapitalist mücadelenin karşısında durdular ve halen de egemen çevrelerin gizli, yarı-gizli sözcülüğünü yaptıkları ise herkesçe malum. Yeni liberalizmin işçi sınıfını dağıtan, örgütsüzleştirerek zayıf düşürmeye çalışan politikasına uyum sağlarcasına proletarya dışındaki kesimler üzerinden terminoloji geliştirmeyi, örgütlenme önermeyi marifet sanan bazı post-solcular da yaptıkları saptırmaları en doğru sosyalistlik olarak lanse etmekten geri kalmadılar.
1970’li yıllarda kendilerini büyük devrimciler olarak sunanların bir bölümünün 1990’lardan sonra Marksizmi açıkça veya çaktırmadan bir kenara atmaya çalışmalarının altında yatan nedenlerden belki de en önde geleni karşılarındaki sistemi yenmenin zorluğunu keşfetmeleriydi. Kapitalist emperyalizmi 1970’lerde alt edememenin yarattığı hayal kırıklığı alternatif strateji ve taktikler aramak yerine arıyormuş gibi yapmayı tercih etmelerine neden oluyordu. Bu şekilde gizli kapaklı davranarak da birçok samimi devrimciyi ve devrimci adayını oyaladılar ve onların da mücadeleden soğumalarına ve giderek uzaklaşmalarına neden oldular.
Bu dönemde dağılan sadece Sovyetler Birliği değildi. Üstüne üstlük Ulusal Kurtuluş Mücadelelerinin sönmesini de yeterli bulmaya emperyalistler, Yugoslavya’yı da AB ve NATO marifetiyle yok etmişlerdi. Bizim ülkenin devrimcilerini daha yakından ilgilendiren Filistin’deki kurtuluş mücadelesi ise Batı ile uzlaşma yoluna girmiş, ABD burnumuzun dibine Irak’a on binlerce asker yığmış ve yenilgiden çıkmış devrimci hareketlerin, partilerin dağınık kadroları da ne yapacaklarını, nasıl yapacaklarını bilmez bir haldeydiler. Bu moral bozucu koşulları yaşayan solcuların en azından azımsanmayacak bir kısmını çeşitli yöntemlerle etkilemek, yönlendirmek ve hatta içselleştirmek mümkündü ve öyle de olduğu zamanla anlaşıldı. “Tarihin sonu” nu ilan eden tarafla davrananları, aydınlanmayı, Marksizm-Leninizm’i çaktırmadan çarpıtmaya ve unutturmaya kalkışanları, post-modernizmi savunanları ve onları baş tacı eden “solcuları” bu topraklar ne yazık ki hala üstünde taşımak bahtsızlığını yaşamaktadır. Bunların devrimciliğe, halka ve ülkeye düşman olan düşüncelerine hala değer verenleri önemseyerek siyaset yapmak ise oportünistlik değilse nedir?
Sol, sosyalizm bütün dünyada bir sürüsü meslekten veya gönüllü cellât tarafından katledilirken “bizim devrimciler” Marksist teoriyi savunmak yerine, dogmatik olmamak ve “değişim” adına Marksizm’in temel ilkelerinin üstünden atlayarak teori üretmeye ve dahası ilkesiz, reformist politika yapmaya kalkıştılar. AB’ci, sivil toplumcu kişi ve kesimlerle kol kola olmayı tercih ederek geleneksel devrimci çevrelerinden ve ana çizgiden, ana damardan koptular. Yerelciliğin, etnikçiliğin veya mezhepçiliğin gölgeleri altına girdiler. Bu arada da devrimci geçmişlerini herkesten daha fazla savunuyor görüntüsü vermeyi de ihmal etmediler. Siyaseti aldatma, kandırma ve yalan üzerine inşa edenlerin bu ülkede ne kadar iyi prim yaptıklarını memleketin siyasi hayatı gözler önüne sermiyor mu? Bu davranışların ve yapılanların devrimcilik dışındaki oluşumların ve çevrelerin kontrolüne girdiğini ve işlerine yaradığını ise pratik açıklıkla gözler önüne koymaktadır. Tabii ki görmeye niyeti olanlar için. Eğer hırslarımız gözümüzü kör etmediyse bu acı gerçekliği bütün çıplaklığı ile görebiliriz.
Kapitalizmin bu son krizine kadar ideolojik ve ilkesel olarak dik durmayı becerebilseydik hiç şüphesiz emekçi kitleler devrimcilerle birlikte davranırlardı. Bu günlerde dünyanın birçok ülkesi, özellikle de kapitalist emperyalizmin merkezleri kaynıyor, bizde ise tık yok. Bu durumun sorumlusu kimler, hiç düşünüyor muyuz? Sosyalizme düşman olanların yanı sıra onların değirmenlerine yıllardır su taşıyan “sol aydınlar” değil mi? Bu “post solcular” solun can suyunu yıllardır emip kurutmaya çalışmıyorlar mı? Gerçek solun en önemli sorunu, emperyalizmin fikir korsanlarından, siyaset bezirgânlarından bir an önce kurtulmasıdır.
Tarih bize bu ülkenin insanlarının bugünlerde gördüğü kötülüklerden çok daha ağırını eski dönemlerde yaşadığını öğretiyor. O zaman bugünkü olumsuzluklara razı olmayı düşünmek bile bu ülkenin insanlarına ve hele de devrimcilerine hiç yakışmaz. Devrimciler bu badireyi de atlatacaktır.
Marks ve Engels Manifesto’yu yazalı 163 yıl oldu. Demek ki Marksizm bu kadar zamandan beri mücadele ediyor. Feodal gericiliğe, kapitalizme ve emperyalizme ve içinden üreyen sapkın akımlara karşı mücadele yürütüyor. Bu kavga daha da sürecek. Türkiye’deki devrimci mücadelenin tarihi ise çok daha genç. Her türlü saldırıya ve yenilgiye rağmen umutsuz olmamalıyız. Devrimci teoriye ve devrimci değerlerimize her zamankinden daha fazla sahip çıkmalı çarpıtmalara, saptırmalara meydan vermemeliyiz. Devrimci siyaset ancak bu değerlerin üzerine inşa edilebilir.
Yazının aslı: http://www.muhalefet.org/yazi-postmodernizmin-solu-mehmet-ali-yilmaz-26-496.aspx
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder