12 Kasım 2011 Cumartesi

KCK ve statüko (1) ve KCK ve statüko (2)

Nabi Yağcı  10/11/2011  Küyerel

KCK ve statüko (1)
Sınavdayken de öğrenilebildiğini her öğrenci kendi deneyimiyle bilir. Değişimin dinamik mantığını sınav içinde öğrendiğimiz bir zamanı yaşıyoruz. Bu zaman 2000’li yıllarda kendini açıkça duyuran bir zaman. Önceki zamanlardan farkı değişimin bir günde, bir ayda, bir yılda gerçekleşen değil sürekli bir hâl almış olması, başka deyişle “sürekli değişim”. Ne var ki, kendimize devrimci, liberal falan da desek gündelik mantığımız sürekli değişimi kavrayacak biçimde yapılanmış değildir.

Hatırlayalım. Değişim isteyen aydınlar içinde de bu 2000’li yıllar boyunca ayrışmalar yaşandı. Kemalizm, laikçilik eleştirisinde blok görünüm veren aydınlar mesele başörtüsüne gelince çatladılar, “hizmet verenler takamaz, alanlar takar” gibi bir uzlaşma formülü ortaya çıktıysa da tutmadı, tutamazdı da, zira gerçeklik başkaydı ve formüllere sığmıyordu. Hayat kendi yolunu izleyerek kendi yatağını buldu. Bu tartışmanın en azından ateşi söndü. Bir başka ayrışma “Ermeni soykırımı” meselesinde yaşandı. Tarihî gerçeklerin peş peşe sökün etmesi bu tartışmanın da alevini aldı, Ermeni soykırımı bugün daha rahat telaffuz edilir oldu.
Kürt sorunu ise halen aydınlar ve kamuoyu içinde en önemli ayrışma konusu.

Nereden nereye gelindi?
Çok mesafe kat edildiğini en başta altını çizerek söylemek gerek. Kısaca söylenirse “Kürt yoktur”dan bugün Kürtlerin özerklik haklarını tartışma noktasına geldik. Şimdilerde bu klişe yeniden canlandırılmak istense de “terör örgütü” eklemesi kullanılmadan PKK’den söz edilmezken bugün yalnızca Kürt değil PKK realitesinden söz edilebiliyor.

Ne var ki Kürt ve PKK realitesini gören ve dillendiren aydınlar ve demokratik kamuoyu bugünlerde KCK operasyonları nedeniyle yeni bir ayrışma yaşıyorlar. Ayrışmanın merkezinde KCK’nın ne olup ne olmadığı ve buna karşı tavır yer alıyor. Bu tavır alışlar Kemalizm, laiklik, Ermeni sorunu, Ergenekon davaları konularındakinden çok daha sancılı olacak. Olacak çünkü sözünü ettiğim değişim süreci artık parça parça değişimlerden, yapısökümünden geçerek devletin radikal biçimde değişimine gelip dayanmış durumda.

Ölümler, acılar, tutuklamalar zorlasa da gelişmelere yine de sosyolojik açıdan, bir tarihçi, sosyal bilimci gibi araya mesafe koyarak soğukkanlı bakabiliriz; bunu yapabilirsek eğer yarınki kuşakların yaşayacağı olağan hayatı bugünden görebilir ve hayatın akışına bugünden doğru müdahaleler yapabilir, bu süreci kısaltabilir ve acıları azaltabiliriz.

Seyirci olmayacaksak yapabileceğimiz ve geleceğe karşı duyarlı insanlar olarak yapmamız gereken şey de bu.

Kritik eşik
Evet, Türkiye son on yılda yalnız Kürt sorununda değil pek çok alanda değişimci bir mesafe kat etti. Bu değişim sürecinde kritik moment askerî vesayet rejiminin sökülmesiydi. Bu büyük ölçüde başarıldı. Söküm kısmî anayasa değişikliğiyle taçlandı. Kalıntıları ve geriye dönüş olasılığı varsa da sonuç itibariyle başarıldı. Ne var ki, askerî vesayet rejiminin yerini alacak sivil demokratik, özgürlükçü bir “kurumsal” yapılanma henüz gerçekleşmedi. Ortada ciddi bir boşluk var.

Haydi o klişe lafı edelim, yeridir; hayat da siyaset de boşluk tanımaz.
O nedenle askerî vesayet rejimini sökerek demokrasi açısından kritik momenti aşan Türkiye şimdi bu sürecin devamı olarak kritik bir eşiğe geldi. Moment ile eşik kavramları arasındaki fark süreç ile iradi karar arasındaki farka tekabül eder. Somut örnek anayasa meselesidir. Değişim bir süreç olarak işledi ve bizi yeni bir anayasa yapma noktasına getirdi; yapıp yapmayacağımız veya nasıl bir anayasa yapacağımız ise bizlerin kararına bağlı, bu artık sürecin çözeceği mesele değil.

Karar ama bir gecede, bir günde alınacak bir karar da değil bu. İyi planlayıp, iyi tartışmamız gerek. Tartışmanın merkezinde ise bana göre ulus-devlet modeli duruyor. Tarihsel açıdan ulus-devlet modelinin eleştirisinde hemfikir olan aydınlar bugün Kürt sorununun çözüm yolu ve KCK nedeniyle ayrışıyorlarsa –ki öyle olmakta ve bu ayrışma çok doğal, o kritik eşiğe geldik demektir.

Bu eşik “ulus-devlet “ mantığını aşan bir yönetim modeli tasavvuruna varamadığı durumda geriye gidiş ve otoriter bir rejime dönüş hiç de beklenmedik olmaz.

Eşiğin nasıl bir şey olduğu ve nasıl aşabileceğimiz üstüne düşüncelerimi yazacağım, fakat peşin olarak nasıl ‘aşılamaz’ı söylemeliyim.

Güç kullanma yoluyla aşılamaz. Ne devletin silâh ve yasa gücüyle ne de devlete karşı silâh gücüyle...

KCK ve statüko (2)
KCK operasyonlarına karşı tutum alma aydın kamuoyu içinde yeni bir ayrışma dalgası yarattı. Bu durum olağan sayılmalı. Önceki yazımda söylediğim gibi askerî vesayet rejiminin dikişleri söküldü, şimdi sıra yapının yeniden kurumuna geldi.

Sökmek kolay yeniden dikmek zordur.
Her şeyden önce elinizde bir model olmak zorunda. Sökülen eski kumaştan dikeceğiniz elbise eski modele göre mi olacak, göbeklendiğiniz için pantolonunuzun dikişlerini genişletmekle mi yetineceksiniz, yoksa eski kumaştan yeni bir pantolon mu dikeceksiniz? Ya da onu da beceremeyecek, “pantolon uyduramadık, gömlek verelim” demekle mi yetinilecek?

Aslında dünyada yaşanmakta olan ve kendini ekonomik kriz olarak dışa vuran sorun da aynı: Tarihsel küreselleşen dünyada ulus-devlet modelinin alternatifi olabilecek, halkların, toplulukların kendi geleceklerini kendilerinin belirleyebileceği yeni bir demokratik yönetim modeli nasıl bir şey olacak? Tahrir Meydanı’ndan Wall Street’e kadar sokakların da sorduğu soru aynı.

Bu soruyu rahat koltuklarımızda oturarak tartışmak kolaydı, liberal, sol derinliklerde laf etmek kolaydı ama alışageldiğimiz koltukları da altımızdan çeken hayat içinde tartışmak, tartışmaktan çok olması gereken konusunda açık tutum almak zor.

Sıra kendi statükomuzu yıkmaya geldi.
Eleştirsek de, bildik bileli tepemizde koruyucu fanus gibi duran devlet şemsiyesi dışında temiz havaya çıkabilecek miyiz? Hele Türkiye gibi bir ülkede vesayet rejimi altında yetişmiş, bir baba bir vasi olmadan yürümekten korkan insanlar olarak işimiz bu noktadan sonra hiç kolay değil. Babayı eleştirmek kolaydır ama kapıyı çarpıp çıkmak cesaret ister.

Kemalist laiklik, laikçilik tartışması askerî vesayet rejiminin çözümünde bir anahtar rolü oynadı ve işlevini yerine getirdi, özgürlükçü demokrasi açısından daha iyi bir noktaya geldik. Fakat bir meselenin ayırtına varmalıyız. Laiklik veya din ve inanç sorunlarının çözüm matrisi ulus-devlet modelini fazla zorlamaz, bu model içinde çözüm mümkündür.

Kürt sorunu ise çözülemez.

Eski ve eskimiş devlet modeli ve zihniyeti içinde çözülemez Kürt sorunu.
Bana çok ilginç görünen durum şu: Kürt sorunu “Kürtlere rağmen bir sorun”. Tarihsel bir sorun olarak değişim dinamiğine sahip. Kürtler gelip devlete teslim olsalar da çözülmez, silah da çözmez. Görüldüğü gibi çözülmüyor.

Burada bir parantez açalım. Teknolojik üstünlükle bu kez PKK bitirilecek tarzı görüşlerin hiçbir geçerliliği yok, hiç de orijinal görüşler değil. Buna yalnız bugünkü değil dünkü Dersim mağaraları da şahit. Üstelik “Yüksek teknolojik silahlarla PKK bu kez bitirilecek veya en azından masaya oturtmak için beli kırılacak” diyerek kamuoyunda yaratılan boş beklenti bugün kimi liberal aydınların dahi KCK operasyonlarına “açık” destek vermelerini teşvik ederek demokrasiye zarar veriyor. Dahası, eğer PKK’nin yeni bir saldırısı olursa o zaman ne denecek, “yetmedi daha yüksek teknolojik saldırı gerek” mi denecek? Parantezi kapatıp devam edeyim.

Bugün her iki tarafın elinde de Kürt sorununun çözümüne dair bir model yok. Hiç birimizin yok. Sorun da burada. Fakat sorun şu ki herkes varmış gibi yapıyor. Kürt sorunu Kürtlere rağmen bir sorun deyişimin bir nedeni de bu. Tarihsel Kürt sorununun varlığı her iki tarafı da model bulmaya zorluyor.

Ne var ki kırılma da bu noktada başlıyor, kritik eşik dediğim nokta burası.

Çözüm için model arayışı fikirsel bir faaliyettir, silahsal bir faaliyet değil. Tartışma ve müzakere tek yol. Fakat ayrıntılarına girmeden söylersek bugün tartışma ve müzakerelerle model arayışından hızla uzaklaşıyoruz. Bir yandan KCK operasyonlarının terör ve şiddetle ile hiç ilgisi olmayan aydınları da içine alarak genişlemesi, daha doğrusu AKP iktidarının Kürt sorununun çözümünde kulvar değiştirip güvenlik faktörünü öne çıkaran yeni stratejisi sonucu TMK ve 301 gibi anti-demokratik maddelerin savcılar ve hâkimler tarafından geniş yorumlanarak uygulanması ve öte yandan PKK’nin silahlı şiddet eylemleri model arayışının önünü kesiyor.

“Çözümsüzlük çözümdür”e geri dönüştür bu

Geriye güç kullanmaya dayalı çözüm veya gerçekte çözümsüzlük kalıyor. Şu anda her iki taraf da “çözümsüzlük çözümdür” stratejisine sarılmış durumda. Buradan çıkış güce dayanmayan, değişen dünyanın gerçeklerini dikkate alan fikirsel bir açılımla mümkün.

Prof. Büşra Ersanlı, Ragıp Zarakolu gibi Kürt sorununu derinden bilen aydınların susturulmasının vahameti de burada işte.

“Fikirler sussun, zora dayalı güçler konuşsun” mu?

Fikir özgürlüğüne sınır olmaz
Bazı konularda otuz sene öncesine dönmek can sıkıcı. Bir yandan değişimden söz edelim, öbür yandan değişimin motor gücünü görmeyelim, olur şey değil. Başbakan “KCK operasyonları devam edecek” dedi ve bu operasyonları eleştirenlere KCK’nın ne olduğunu bilip bilmediğimizi sordu. Herkes kulaktan dolma bir şeyler biliyor fakat acaba bilmemizin ve bildiklerimizi tartışabilmemizin koşulları var mı? Yani fikir özgürlüğü var mı?

KCK’yı bırakalım, esas mesele daha geniş planda Kürt sorununu tartışabilmemizin, korkusuzca, özgürce tartışabilmemizin koşullarına sahip miyiz?

İki yazıdır üstünde durduğum Kürt sorununun çözümü için model oluşturmak fikri üstüne birçok soru geldi, açmam isteniyor. Ama önce soralım, acaba bugün yeni koşullarda Kürt sorununun çözümünde her tür çözüm formülü yasal bir kovuşturmaya uğramadan tartışılabilir mi?

Sanmıyorum. Örneğin bugün yasal kovuşturmaya uğrama kaygısı duymadan ne federasyon, ne eyalet sistemi ne özerklik tartışmaları yapılabilir. Bırakalım yazıp çizmeyi etrafımda gördüğüm tedirginliği söyleyeyim: Telefon konuşmalarında Kürt sözcüğü geçmemesine özen gösteren insanlar var, konuşurken birbirlerini uyarıyorlar, bilgisayar üzerinden dinleme takibine uğramamak için.

Acaba iktidar, iktidara yakın yazarlar bu tedirginliğin farkında mı?

Sanmıyorum. Çünkü ne yazık ki, eski ama eskimemiş olduğu görülen en eski sopaya sarılıyorlar. “Sınırsız fikir özgürlüğü olmaz” bayat lakırdısına.

Siyasi hayatımız bu düşüncenin demokrasi ile bağdaşmaz olduğunu anlatmakla geçti. Yeniden başa dönmek insanda derin bir bıkkınlık, bezginlik duygusu uyandırıyor. Hele internet devrimi içinde olduğumuz bu yeni çağda. Gerekçeler de aynı bayat gerekçeler. Özgürlük sınırsızsa bir başkasını öldürme özgürlüğü de özgürlük olarak görülebilir mi? Şiddeti övmek de fikir özgürlüğü içine girer mi?

Bu mantık sosyal psikolojide “yanlış sağduyu” denen, “akarsu pislik tutmaz” deyişindeki gibi sıradan mantığın ürünüdür. Sağduyu her zaman yanlış değildir, eğer tarihsel bir bakışın birikimini yansıtmaktaysa, “alma muzlumun âhını, çıkar aheste aheste” deyişindeki gibi.

Tarihsici değil ama tarihsel bakış açısı bugünü gelişme içinde görmemize yardım eder. Özgürlük kavramı sınırlar icat olduğu için keşfedildi. Özgürlük mücadeleleri sınırlar çekildiği için sınırlara karşı yükseldi. Tersi değil. Sınırlar hâlâ önümüzdeyken şimdi kalkıp bir de özgürlüklere sınır aramak, sınır çekmeye çalışmak, bu mantığı meşru saymak serbestî ile özgürlüğü birbirine karıştıran tarih dışı bir mantığın ürünü olabilir.

Elbette hiç kimse başkasını öldürme serbestîsine sahip değildir ama bunun özgürlükle bir alakası yoktur. Kanunda ölüm cezasının olmasını “özgürlüğe konulmuş haklı bir sınır” olarak mı göreceğiz? Bir insanı kanunla öldürmenin bile insan haklarına aykırı olduğunu bugünün gelişen insan hakları bilincimiz söylüyor, yoksa kanunlarda ölüm cezası varken idam haklıydı bugün kanunlardan çıkarıldığı için artık haksız anlamına gelmez bu; dün de haksızdı bugün de, ama bu insani gerçeği şimdi kavramış oluyoruz. İnsanın yaşam hakkı önüne konulmuş engeli ancak şimdi kaldırabiliyoruz. Tarihsel bakış böyle bir şey.

Azınlık hakları, topluluk hak ve özgürlüklerine de böyle bakmak gerek. Osmanlı idari yönetimi içinde Kürdistan özerk bölgesi vardı, bugün mevcut yasalar ya da yasaların bugünkü uygulanışı bu sözcüğü bölücülük sayıyor diye bu sınırlamayı haklı ve meşru mu sayacağız? Fikir özgürlüğünün sınırsız olmayacağını varsaysak bile bu sınırı kanunlar mı belirleyecek? Kanunlar belirlemeyecekse tartışmaların kanunlarca engellendiği koşullarda demokratik bir fikir ortamından nasıl söz edebileceğiz? TMK’da 301’de makyaj yapmakla sorun çözülmüş olacak mı?

Az gebelik olmaz
Fikir özgürlüğü ya vardır ya da yok, az kuru az pilav gibi ortası olmaz. PKK ye karşı askerî operasyonun fikir özgülüğüne sınır çekerek götürülmesi kabul edilemez, bu makine bir kez çalışmaya başladı mı nerede duracağı belli olmaz. Hele yasal olarak kurulmuş, parlamentoya 36 milletvekiliyle girmiş bir partinin, BDP’nin parti okulunu potansiyel suç mahalli olarak göstermenin ve bunu güya şiddete karşı olma argümanıyla açıklamanın inandırıcı hiçbir yanı yok.

Bu can sıkıcı eskinin tekrarıyla karşı karşıyayken Halil Berktay’ın, Taraf’ın altını çizerek verdiği yazısı sıkıntımı daha da arttırdı. “Biz de BDP okulunda ders vereceğiz” diyerek son tutuklamalara tepki gösteren aydınların bildirisine Halil’in karşı çıkışını haklı bulmadığım gibi gerekçeleri de hiç ikna edici değildi.

Steril devrimciliğin haklı eleştirisi insanı öbür uca, steril demokratlığa savurmamalı diye düşünüyorum.
Yazının aslı:   http://www.kuyerel.com/modules/AMS/article.php?storyid=6120

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder