11 Kasım 2011 Cuma

29 Ekim’in düşündürdükleri ve “Kemalizm”e yaklaşım

EKİM 2011 TKP ATILIM

Bu yazıda Türkiye’nin tarihinde ve gündeminde önemli bir yer tutan “Kemalizm” sorununu ele almaya çalışacağız. Baştan söylemek gerekir ki, bu konuda söyelenecek ve söylenmesi gereken her şeyi bir yazıya sığdırmak mümkün değildir. Burada amaç, Türkiye Komünist Partisi’nin 1991 likidasyonu sonrası tekrar toparlanma ve örgütlenme döneminde “Kemalizm” konusundaki ideolojik ve politik değerlendirmesine bir yaklaşım gerçekleştirmektir. Bu çalışma Partimizin, Konferans ve 7.Kongre sürecinde oluşturulacak programatik belgelerine bir ön hazırlık niteliği taşımaktadır, aynen Parti Tarihi ve Kürt Ulusal Sorunu konusunda son dönemlerde yapılan çalışmalarda olduğu gibi. Dolayısıyla bu çalışma sonuçlandırılmış bir çalışma değildir, tam tersine katkılara açık, geliştirilmesi gereken bir ön çalışmadır. Ama aynı zamanda, Partimizin toparlanma ve örgütlenmesini güçlendirme sürecinde yoldaşlarımızın günlük politik faaliyetlerinde, güncel tartışmalarda değerlendirebilecekleri bir çalışma materyalidir.

Mustafa Kemal Atatürk, geçmiş uzun yıllar boyunca ülkemizde genel sol hareket içinde, ulusal kurtuluşcu, anti-emperyalist, ilerici, demokrat hatta devrimci olarak nitelendirilmiştir. 1919 senesini veri alırsak, 92 yıl zarfında bu nitelemelerin ne kadar geliştiği ve değiştiğini irdelemek gerekir.

Aynı konu Partimiz için de geçerlidir. Mustafa Kemal’in 1919 ile 1923 yılları arasında Lenin ile yazışmaları ne denli gerçek düşüncelerini yansıtmaktadır. Mustafa Suphi ve yoldaşları hakkında ne düşünüyordu ? Mustafa Kemal’in komünistler hakkında aynı dönemde TBMM’nin gizli oturumlarında söyledikleri ne idi ?

Bu sorulara bir yanıt aradıktan sonra ise Mustafa Kemal’in sınıfsal yapısına ve yaptıklarını değerlendirmekte ve buradan yola çıkarak “Kemalizm” olgusunu irdelemekte fayda vardır. Aslında “Kemalizm” değil, öncelikle Mustafa Kemal irdelenmelidir. “Kemalizm” tanımı buradan yola çıkarak ele alınmalıdır.
En sonunda da günümüzde kendilerini “Kemalist” olarak nitelendiren çevrelere karşı yaklaşımımızın ne olması gerektiğini ele alabiliriz. Dolayısıyla bu yazı ağırlıkla politik bir değerlendirmeyi amaçlıyor, değilse tarihsel, felsefi ve ekonomik uygulamaları temelinde aslında konunun irdelenmesi gereken farklı yanları da mevcuttur.

Ulusal Kurtuluş Savaşı
Eğitim ve öğrenim kurumlarında okutulan resmi tarihten yola çıkarsak Mustafa Kemal, Ulusal Kurtuluş Savaşının Başkumandanı ve bugünkü Türkiye Cumhuriyetinin kurucusudur, son Padişah Vahdettin’i bir İngiliz savaş gemisi ile Türkiye’den defetmiştir, emperyalizme karşı savaşmıştır, ülkeye parlamenter demokrasiyi getirmiştir, sanayileşmenin temellerini atmıştır, dolayısıyla modern Türkiye’nin mimarıdır.

Yine resmi tarih kitaplarının yazımına göre Osmanlı ordusu dağılmış halde iken Kurtuluş Savaşını örgütlemiş ve yönetmiştir. Buraya kadar olanı buz dağının görünen yüzüdür. Bize Cüneyt Arkın filimlerini andırıyor. Bu ülkede Osmanlı ordusu dağılmış iken emperyalist işgalci güçlere karşı direnişi örgütleyen, Anadolu köylüsünü bu direnişe çeken en başta Çerkez Ethem kumandasındaki Yeşil Ordu’dur, İstanbul, Ege, Karadeniz’de örgütlenen Kızıl Müfrezelerdir ve o günkü adı ile Kürdistan Sancağındaki, Kürt Direniş Birlikleridir. Bu güçlerin kimisi o dönemde genç Sovyet Cumhuriyetinde Kızıl Ordu ve Bolşevikler içinde yetişen Türkiye Komünist Partisi’nin kurucuları ile doğrudan irtibatlıdır, kimisi ise eşgüdüm içinde savaşmaktadır. En büyük güç olan Yeşil Ordu komünistler ile irtibatlıdır. Sovyetler Birliğinden gelen silah ve cephaneyi Karadeniz üzerinden ülkeye getirenler komünistlerdir. Bu mühimmatın ülkenin diğer bölgelerine sevkini sağlayanlar bu konuda köylüleri örgütleyenler yine komünistlerdir. Anadolu’nun orta ve doğu yörelerinde resmi tarihte bilinçli şekilde “Çeteler” olarak adlandırılanlar aslında Gerilla Birlikleridir. İşte “dağılmış Osmanlı Ordusu” yerine direnen güçler bunlardır. Öncelikle bunun adını koymamız gerekir.

Ekim Devrimi
Buna bağlı olarak ikinci önemli konu genç Sovyet İktidarının rolüdür. 1917 Ekim Devriminin idelerine bağlı olarak Bolşeviklerin dünya devrim sürecine somut bir katkı ve itki olarak değerlendirmeleri sonucu Ulusal Kurtuluş Savaşına verdikleri maddi ve manevi destek belirleyicidir. Bunun oluşmasında Sovyetlerdeki Türkiyeli komünistlerin, yani Mustafa Suphi, Ethem Nejat ve diğer yoldaşlarımızın yönlendirici etkisi ve çalışması gerçeğin tam kendisidir. Onun içindir ki gerek 1918’den itibaren Lenin ile Mustafa Kemal arasında, gerekse de 10 Eylül 1920’de Türkiye Komünist Partisi kurulduktan sonra, Mustafa Suphi ile Mustafa Kemal arasında doğrudan bir diyalog sürmüştür. Mustafa Suphi’nin Mustafa Kemal ile doğrudan diyaloğu önceleri Sovyet Yönetimi ve daha sonra 1919’dan itibaren Komintern’e rağmen değil bizzat onların da bilgisi dahilinde gelişen bir ilişkidir. Dolayısı ile Parti Belgelerimizde yazılı olarak yer alan “Türkiye Komünist Partisi, Büyük Ekim Devriminin etkileri ve Ulusal Kurtuluş Savaşının ateşleri içinde doğmuştur” nitelemesi boş bir söz değildir. Türkiye Komünist Partisinin ve Sovyet Komünistlerinin Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda somut katkıları vardır ve bu katkı başka güçlerin yanında mütevazi bir katkı değil maddi ve manevi somut bir katkıdır. O dönemde komünistler Mustafa Kemal ve arkadaşlarına kendi ilkeleri doğrultusunda ve bir o kadar da samimi olarak destek neden vermişlerdir? Amaç Büyük Oktobr Devriminden sonra Anadolu’da gelişen anti-emperyalist ulusal kurtuluş hareketini, sosyal ve toplumsal kurtuluş hareketine yükseltmek ve Anadolu topraklarında sosyalizme yönelebilecek, savaşsız, sömürüsüz bir Cumhuriyet kurma hareketinin içinde olmak, ulusal kurtululuş savaşını, sosyal kurtuluş düzeyine yükseltmektir. Bu amaç o dönemdeki Parti Belgelerinde de hiç bir zaman gizlenmemiştir. Mustafa Kemal de bunu bildiği halde genç Sovyet Cumhuriyetinin önderi Lenin ve Partimizin önderleri ile ilişki kurmuştur. Kurduğu ilişki birbirinden niteliksel olarak farklıdır. Lenin ile çıkar temelinde ve gerçek niyetlerini gizleyerek kurulan bir ilişki mevcuttur, Mustafa Suphi ile ise etkinliğini kırmak ve gerekirse yoketmek amacıyla kurulan bir ilişki...!

Bu konularda herhangi bir spekülasyona sebep vermemek için yorumlardan ziyade o dönem Mustafa Kemal’in kendi söylemlerine dönmekte fayda gördük.TBMM’de 1920-1923 yılları arasında Mustafa Kemal’in yaptığı gizli oturum konuşmaları 60 yıl sonra kısmen açılımıştır. Dolayısıyla kendilerinin yayınladığı bu kaynak, tüm sansürlere karşın bize bir fikir verebilir.

Önce Büyük Ekim Devriminin o dönemde Türkiye’de yönetimde olanları bile nasıl etkilediğini ve Soyetlerden çıkar amaçlı yardım alma konusu ile birlikte ele alındığında Mustafa Kemal’in yapmak zorunda kaldığı konuşmalara bakalım.

29 Mayıs 1920 tarihli gizli oturumda şöyle diyor : “... Efendiler, milletvekili Sırrı Bey’in biraz önce söylediklerinde Bolşevikliğe verilen önem ve bu öneme göre Bakanlar Kurulu’nun ne gibi girişimlerde bulunup bulunmadığı sorusu söz konusudur. Kuşkusuz Bolşevikliğin yayılması ve başarısı herkes tarafından bilinmektedir. Bununla ilgili detaylı söz söylemeyeceğim. Ancak yine de söylemek isterim ki; Bolşevikliği, yeteri şekilde herkes gibi Bakanlar Kurulu da, biz de incelemiş ve hak ettiği önemi vermişizdir. Sanıyorum Milli Savunma Bakanı Paşa Hazretlerinin açıklamalarında doğudan bir güneşin doğuşunun beklendiği söylendi. Evet demek oluyor ki biz Bolşevikliğe, gidişatına ve Bolşeviklerden elde edebileceğimiz yarara yabancı değiliz........ Ancak bu noktada iki yönü birbirinden ayırmak gerekir. Biri Bolşevik olmak, diğeri Bolşevik Rusya ile anlaşma yapmak. Biz Bakanlar Kurulu olarak Bolşevik Rusya ile anlaşma yapmaktan söz ediyoruz. Yoksa Bolşevik (komünist) olmaktan söz etmiyoruz. Bolşevik olmak apayrı bir olaydır......”

03 Temmuz 1920 tarihli gizli oturumda ise ; “..... Görüyorum bir kısım arkadaşlar illa Bolşevik olalım gibi bir düşüncededirler. Biz bir milletiz, kendimize özgü adetlerimiz vardır, ilkelerimiz vardır ve biz bunlara içten bağlıyız. Biz Bolşeviklerden söz ettiğimiz zaman bir Bolşevik Rusyası Sovyet Cumhuriyeti var ve onların araçları var, kaynakları var. Onlar bizim düşmanlarımızın düşmanıdır. Biz kendi isteklerimizi gerçekleştirmek için bunlarla birlikte hareket edebiliriz. Yoksa isteklerimizi bırakmak ve onlara köle olmak, sözkonusu değildir.......”

Buraya kadar Mustafa Kemal’in Sovyetler’e yaklaşımının ana düşüncesini anladık. Konuya ilerde tekrar dönmemiz gerekecek. Çünkü komünistlerin halk arasında ciddi bir desteği var, önce bunu kırmak ve bu arada Sovyetler ile de ilişkileri bozmamak gerekiyor. Bu nasıl yapılmış, yine Mustafa Kemal’in kendi ağzından dinleyelim.

Bu arada, yani yukarıda aktardığımız konuşmalar yapıldıktan sonra, 10 Eylül 1920’de Türkiye Komünist Partisi kuruluyor. Henüz CHP kurulmamış. Türkiye’nin ilk siyasi partisi TKP’dir. TKP’nin o dönemdeki etkinliğini anlamak ama aynı zamanda TKP’nin ilk Başkanı Mustafa Suphi’ye karşı girişilecek komplo ile ilgili hazırlıkları görmeyi konuşmalardan anlayacağız.

Mustafa Suphi ve 14 Yoldaşımızın Katliamı
Tarih 22 Ocak 1921. Yani Mustafa Suphi ve 14 yoldaşımızın katlinden sadece bir hafta önce. Yer yine TBMM, oturum yine gizli. “..... Vaktiyle Mustafa Suphi başkanlığında bir heyetin yurdumuza gelmek isteğinde bulunduklarında, bunların bir komünist partiyle ilişkisi olduğu bize bildirilmişti. Mustafa Suphi’nin ahlakı ile ilgili birçok arkadaşımız bilgi sahibidir. Erzurum halkı bunu çok yakından tanımaktadır. Oysa Mustafa Suphi son zamanlarda yurdumuza gelmek üzereydi. Bunların bir kısmını sahil yolu ile göndermişler, kendisi de Kars üzerinden gelmek istiyordu. Bunu haber alan Erzurumlular böyle bir adamın yurda girmesinden son derece heyecanlanmışlar. Yurda sokmamak için resmi makamlara başvuruda bulundular. Bu adamı yurda girdiğinde parçalarız şeklinde.....” Yani halkın haberi ve tepkisi var Ankara’nın hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi davranıyor. Ancak sonra aynı konuşmanın başka bir yerinde ; “ Mustafa Suphi, bana gizli şekilde başvuruda bulunmuştu ve benim görüşümü soruyordu. “ diyor. Ve ekliyor “ Efendiler, sanıyorum ki çok önemli ve ciddi bir olay üzerindeyiz. Değerli arkadaşlar bu konuda görüşlerini ortaya koydular. Ben de bu nedenle gerek Bakanlar Kurulu ve gerek şahsım adına birkaç konuyu özellikle sunacağım.......... Efendiler, bu temeller üzerinde yürüyen insanlar, düşünen beyinler, tabi olarak Komünizmin esaslarıyla uyum içinde bulunamaz. Bunun için Yüce Heyetinizin izlediği politika hiç bir zaman Komünistlik esasına dayanmaz. Bunu bir kez daha yineliyorum, bu böyledir.”

Devamla “.... Rusya’daki bu milletin soysuz, herhalde sersem evlatları, orada da serseriliklerini devam ettirmişlerdir. İşte bu serseriler bir iş yapma hayaline kapılarak, görünüşte yurdumuza ve milletimize yararlı olmak için Türkiye Komünist Partisi diye bir parti kurmuşlardır. Bu partiyi kuranların başında da Mustafa Suphi ve arkadaşlarıdır. Bunlar doğrudan doğruya duygusal yurt sevgisiyle ve milli duygularla değil, kanımca kendilerine belki para veren, bunları önemseyen Moskova’daki koruyucularına yaranmak için bir kısım girişimde bulunmuşlardır. Bunların yaptıkları girişim Rus komünizmini çeşitli kanallardan yurda sokmak olmuştur. Bu suretle vatanımıza, milletimize dışardan komünizm akımı girmeye başlamıştır.

Diğer yandan, yurtiçinde komünizmin ne olduğunu bilmeyen ancak bu esaslara dayanarak meydana gelmiş ve şekillenmiş bir Bolşevik kuvvetin bizim için kurtarıcı olabileceğini kabul eden bir kısım insanlar vardır. Üstelik bu dıştan gelen komünizm akımıyla ilişki kurmaksızın, kendiliğinden komünizm teşkilatı kurma hevesine kapılanlar vardır. Bir zamanlar geldi ki Ankara’da, Eskişehir’de şurada burada, vatanın hemen birçok yerinde, birçok insan birbirlerinden ilgisi olmaksızın Komünist teşkilatı kurmaya başladılar. Aynı zamanda dışarıdan bir kısım insanlar, serseri şekilde dolaşarak propaganda yapmaya başlamışlardır. Esaslarını korumaya içten bağlı Bakanlar Kurulumuz, en yararlı sonucu düşünmek zorunluluğunu duydu. Herhalde bu vatanda, bu millet içinde komünizmin uygulama alanı bulamayacağına inanmıştı ve inanmaktadır.... ” ve devam ediyor; “ Efendiler, bu konuda iki tür önlem alınabilirdi. Birisi; doğrudan doğruya ‘Komünistim’ diyenin kafasını kırmak. Diğeri; Rusya’dan gelen her insanı denizden gelmişse gemiden çıkarmamak, karadan gelmişse sınır dışına çıkarmak gibi zorlayıcı, şiddetli, kırıcı önlem almak.”

Dolayısı ile Mustafa Suphi ve yoldaşlarımızın kalemi böyle kırılıyor. Ancak Sovyetler ile ilişkileri bozmayacaklar ya. Onun için hemen resmi bir Komünist Partisi kuruyorlar. Aynı konuşmada bu hazırlığa şöyle değiniyor: “ Bakanlar Kurulu halkı aydınlatarak bu akımın önünü almayı düşündüğü sırada, aynı şekilde düşünen birkısım kıymetli, ahlaklı arkadaşlar bana başvuruda bulundular. Bu kişiler bu konudaki görüşle vatana ve millete yararlı olacaklarını düşünüyorlardı. İşte bu düşünce ürünü olarak, Ankara’da ‘Komünist Partisi’ adı altında bir parti kuruldu. Bu partiyi kuran insanların bence yakından bilinen düşüncelerini kısaca anlatmak istiyorum ki, yanlış anlama olmasın.”

Bu önlem de alındıktan sonra saldırıya geçmenin önünde hiç bir engel kalmıyor. Görev yerine getiriliyor, 15’ler hunharca katlediliyor. Suç Kazım Karabekir üzerinde kalıyor. Yıllardır ezop dili kullanarak herkes birbirine sorar. “Acaba Atatürk yapılandan bilgi sahibi miydi ?” diye. Buraya kadar olan bölümde emirlerin nasıl hazırlandığını okuduk. Şimdi de Kazım Karabekir nasıl aklanıyor onu görelim. Bilgisi olmadan böyle bir girişimde bulunulmuş olsa acaba böyle mi konuşurdu ? “...... Dediler ki; Kazım Karabekir Paşa zarar verdi......... Bir defa Kazım Karabekir Paşa’yı içinizden tanıyanlar ve tanımayanlar vardır. Kazım Karabekir Paşa, çok zeki, akıllı, namuslu, iyi huylu, tedbirli bir insandır.............Ancak küçük kuşkusu olanlar, Kazım Paşa’nın birbuçuk yıldan bu yana doğunun durumu ile ilgili her gün vermiş olduğu raporları okuduktan sonra bir karara varması ve ona göre konuşması gerekir. O zaman o konuşmayı yapan insanın, bu kıymette, bu güçte bir insanla ilgili değer biçmede ne derece hata yaptığını anlayacaktır. Şimdi bunu kanıtlamak için, küçük bir örmek olmak üzere, burada okunan telgrafta, öncelikle davranma durumu var. Bir defa Mustafa Suphi’yi doğuda herkesten önce, Hüseyin Avni Bey’den önce ortaya çıkaran Kazım Karabekir Paşa’dır. Bu insanın yurda girmesinin zararlı olacağını değerlendiren Kazım Karabekir Paşadır. Bunun yurtdışına, sınır dışına uzaklaştırılması gerektiğini bilen de Kazım Karabekir Paşa’dır. Bunun planını yapan da Kazım Karabekir Paşa’dır. Yoksa Erzurum’da valiliğiniz değildir. Biz değiliz efendiler. Akıllı bir şekilde yapmış olduğu planı, herkesten önce ilgililere veren Kazım Karabekir Paşa’dır.......”

“...... Kazım Paşa ile ilgili başka bir konuya da yanıt vermek isterim. Mustafa Suphi ile ilk ilişki kurduğu zaman yalnızca haberleşmedim. Benim yanıma özel adam göndermiştir. Gerçekten Eskişehir’de bulunduğum sırada Mustafa Suphi’nin ve bir başka adamın imzası ile bir belgeyi ve bir mektubu taşıyan kişi bana geldi. Mustafa Suphi bana başvuruda bulunarak diyor ki; bizim dışarıda kurulma amacımız, içte milli amacımızı kolaylaştırıp, sağlamaktır. Bunun için size nasıl hizmet edebiliriz? Bu mektubu getiren adam aynı zamanda bana gizli olarak diyor ki; merkezi heyetin içindeyim. Mustafa Suphi, Lenin’in tek adamıdır. Lenin Türkiye ile ilgili bir iş yapmadan önce, kesinlikle Mustafa Suphi ile görüşür.....Ben doğrudan doğruya Mustafa Suphi’nin mektubuna cevaben yazdım, onu okuyabilirsiniz......Hiç bir zaman da merkezi dışarıda bulunan bir kuruluşla işbirliği yapamayız. ......”

Mustafa Kemal’in kurdurduğu resmi “TKP”’ye kısaca dönersek ; “18 Ekim 1921’de kendi direktifi altında, kendi arkadaşlarına ‘resmi’ bir Türkiye Komünist Partisi kurdurması ve bunun dışında komünist faaliyetlerini ve propogandasını sıkı bir şekilde yasaklaması çok ilginçtir...... Resmi TKP’nin kuruluşundan sekiz gün sonra, 26 Ekim’de Garp Cephesi Kumandanlığına şifreli bir telgraf geliyor. ‘Sevgili Yoldaş’ hitabıyla başlayan telgrafın altında iki imza var: Türkiye Komünist Partisi Katib-i Umumisi Hakkı Behiç ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal ! Evet, Mustafa Kemal ve resmi TKP genel sekreterinin birlikte imzaladığı şifreli yazı !.. TKP’nin III.Enternasyonal’e bağlı olduğu belirtiliyor.....” Bu alıntı burjuva yazarı, dünün MHP Genel İdare Kurulu üyesi, günümüzün CNN Türk İcra Kurulu Başkan Yardımcısı Taha Akyol’dan. Yorumunu da yapıyor; “ Komünizm mi dediniz, işte partinizi kurduk! “ diyor. Devamla “ ... Komünist Enternasyonal’in ya da öbür adıyla Komintern’in bir partiyi kabul etmesi için meşhur ’21 Şart’ vardır. Ağustos 1920’de ilan edilen bu şartlara göre, enternasyonal’e girecek partinin Marksist olması lazımdır, Leninist olması lazımdır, Bolşevik tarzda örgütlenmiş, aşağıdan yukarıya ihtilal fikrini ve sınıf savaşını benimsemiş olması lazımdır, dahası Sovyetler Birliği’ni kayıtsız şartsız desteklemesi, reformizmi kesinlikle reddedip ihtilalciliğe bağlanması gibi şartlar vardır. Milli Hareket’in ve Kemalizm’in bunların hiçbiriyle ilgisi yok, kurduğu resmi TKP’nin de ilgisi yok. Resmi TKP gibi yapay bir partinin Komintern’e kabul edilebileceğini düşünmek, Bolşevizm’in Ankara’da yeterince incelenmediğinin, bilinmediğinin bir göstergesidir. Mustafa Kemal’in kendisi de Bolşevizm’i tetkik etmediğini söylüyordu. Mustafa Kemal zaten komünizm, Bolşevizm ve sol konumlarına siyasi taktik açısından bakıyor, tek amacı Milli Hareket’e yardım almak ve otoritesini güçlendirmektir.” Evet bunları Taha Akyol “Ama hangi Atatürk” adlı kitabında yazıyor.

Mustafa Kemal’in Sınıfsal Yapısı, Kemalist “Modern” Türkiye ve Sol
Buraya kadar aktardıklarımızın sonucunda Mustafa Kemal’in sınıfsal olarak konum aldığı yer çok berrak ortaya çıkıyor. Mustafa Kemal, Burjuvazi’nin saflarındadır. Öyle olmamış olsa idi hem Sovyet’ler ile ilişki olanağını çok farklı değerlendirir hem de Mustafa Suphi’lerin katline ve TKP’nin yasaklanmasına girişmezdi. Dahası var. Bir yandan Sovyetler ile bu ilişkileri geliştirirken asıl olarak İngiliz Emperyalistleri ile ilişkilerini hiç aralık vermeden sürdürüyor, onlar adına Sovyetlere karşı konum alıyor ve bu sayede 29 Ekim 1923’de İngiltere, Fransa, Almanya vs gibi ülkelerin icazetiyle Türkiye Cumhuriyeti’ni kuruyor. Bunu elde etmek için Sovyetlere ve komünistlere karşı görevlerini buraya kadar anlatıldığı gibi eksiksiz yerine getiriyor. Türkiye’yi kapitalist kalkınma yoluna yönlendiren, Sovyetlerdeki kuruculuğu taklit ederek ama sınıfsal olarak burjuvazinin diktatörlüğü olarak tekelci devlet kapitalizmini geliştiren, tek parti diktatörlüğünü yöneten Mustafa Kemal’dir. Kurtuluş Savaşı sırasında Erzurum ve Sivas’da Kürt halkının ileri gelenleri ile anlaşan, ancak 1924’den sonra Kürt Halkının bütün haklarını elinden alan ve Türkiye Kürdistanı’nı “mahrumiyet bölgesi” ilan eden aynı iktidardır. Bu siyaset Türkiye’yi daha sonra NATO’lara, İMF’lere taşımış ve bugünlere getirmiştir. O açıdan doğrudur: Mustafa Kemal “modern” Türkiye’nin mimarıdır. Bu, modernlikten ne anladığımıza bağlıdır.

Bütün bu gerçeklere karşın Mustafa Kemal’i ilerici ve demokrat gösterilmesi o dönemde ve sonraki yıllarda yetişen aydınlar arasında Kemalizm’in etkisini artırmıştır. Sistemler arası savaşın çok keskin olduğu bir dünyada Mustafa Kemal ve onun devamcıları, bir yandan Emperyalizmin yanında saf tutarken, diğer yandan ikinci dünya savaşının sonuna kadar Sovyetler Birliği’ne karşı ilişkilerinde dikkatli bir devlet politikası izlemişlerdir. Dolayısıyla 1950’li ve 1960’lı yıllarda iki kutuplu dünyada ABD Emperyalizminin saldırgan ve Sovyetleri yoketmeye yönelik soğuk savaş politikalarına koşut olarak, azılı anti-komünist güçler Türkiye’de de etkinliklerini artırdıklarında, Kemalist’ler daha ortada, demokrat gözüken, bir konum almışlardır. Bu süreç özellikle CHP’nin, DP’nin kurulması ile muhalefete düştüğü dönem başlar ve 1991 senesinde Reel Sosyalizm’e karşı devrimin örgütlendiği dönem ile son bulur. 70’li ve 80’li yıllarda açık anti-komünist pozisyon almak yerine örneğin TCK’nın 141 ve 142. maddelerinin kalkması mücadelesini pasif olarak da olsa desteklemişlerdir. 27 Mayıs 1960 darbesı özünde niteliksel olarak gerici, daha doğrusu burjuvazinin kendi arasında hesaplaşmasının darbesi olmuş olsa da, Kemalist’ler kendilerini “sol” olarak ifade etmişler ve yeni 1960 Anayasasının hazırlanmasında bu yönde eğilimleri değerlendirmişlerdir. Türkiye Sol’u uzun yıllar bu oyunun farkına varamamış, hatta aktörü olmuş ve bunun bedelini çok ağır ödemiştir. 12 Mart 1971 cuntası, Sol’un ordu meselesine yanlış yaklaşımından ve Kemalistleri ittifak olarak değerlendirmelerinden dolayı ağır sonuçlar doğurmuştur. Düşününüz ki, 12 Mart darbesinden 3 gün öncesi için kendilerini “Sol” olarak nitelendirenler ordu ile darbe planları yapmışlar, fakat evdeki hesap çarşıya uymamıştır. Bunun bütün sebebi “Kemalist ordu” mantığı ve buna bağlı olarak ona bağlanan yanlış umutlardır. Halbuki ordu, iktidarın, burjuvazinin silahlı gücü olarak vardır. Sınıfsal yapısı bu denli kesin olan bir ordu ile nasıl hesap yapılabilir ? Devrim sürecinde ordunun bölünmesi, tarafsızlaştırılması, bir bölümünün işçi sınıfının mücadelesine kazanılması ayrı bir olgudur, “cuntacı” yaklaşım ayrı bir olgudur. Hikmet Kıvılcımlı’ların, Mihri Belli’lerin provokasyonları, Mehmet Ali Aybar, Sadun Aren ve Behice Boran kliğinin parlamenterizmi ve pasifizmi, gençliğin devrimci önderlerinin kırılması, katledilmesi sonucunu doğurmuştur.

İsmet İnönü Ve CHP Gerçeği
Mustafa Kemal’in sırdaşı, mücadele arkadaşı ve varisi İsmet İnönü ve onun yönetimindeki CHP ile ilgili yanlış yargı ve değerlendirmeler mevcuttur. İsmet İnönü bütünden koparılıp değerlendirilemez. Bunu irdelemek için 1925 yılında uluslar meselesi konusunda devletin görüşünü yansıtan sarfettiği sözleri aktaralım: “ Açıkçası biz milliyetçiyiz... ve bizi bir arada tutan yegane unsur milliyetçiliktir.Türk çoğunluğunun karşısında diğer unsurların herhangi bir nüfuzu söz konusu olamaz. Topraklarımız üzerinde yaşayan insanları her ne pahasına olursa olsun Türkleştirmeliyiz; Türklere ve Türkçülüğe karşı çıkan herkesi de yok edeceğimizi herkes bilmelidir.” ( İngiliz Belgeleriyle Türkiye’de Kürt Sorunu. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1991, S.58) Buyrun bir de buradan yakın. Kürt ulusuna karşı bu kadar açık tavır alan bir Kemalist’ten ne beklenebilir ? Kemalistler her dönemde İşçi Sınıfına, onun partisi Türkiye Komünist Partisi’ne ve Kürt Ulusuna karşı düşman olmuşlardır. Bu gerçeği artık kabul etmek gerekir. Biz de bugün bağlaşıklık ölçütlerimizi bu temelde oluşturmalıyız.

12 Eylül 1980 öncesinde de Kenan Evren’i Genel Kurmay Başkanlığına CHP önerdiği için bazı demokrat ve ilerici çevreler yanlış beklentilere girmişlerdir.

Aynı yanılgı CHP’ye karşı yaklaşımda da kendini göstermiştir. Ulusal Burjuvazi’nin temsilcisi olarak nitelenen CHP, işçi sınıfının ittifakı olarak nitelendirilmiş ancak CHP savaşımın her aşamasında kendi sınıfının iktidarının yanında yerini almıştır. Belki belirli dönemlerde CHP ve Kemalistler ile ittifak yanlış bir bakış açısı olmayabilirdi, ancak bunun ne kadarlık bir süreci kapsadığı ve onlar konum değiştirdiklerinde Sol’un da yaklaşımını değiştirme yeteneği yaşama geçmemiştir. Bütün bu hatalarda Kemalizm meselesinin net olmaması önemli bir rol oynamıştır. Ancak işin temelinde Kemalizmin kendini “sol” olarak gösterebilme ve yanıltma yeteneği yanlışları tetikleyici unsur olmuştur.

Partimiz de dönem dönem aynı yanılgılara düşmüş, özellikle Parti içinde Kemalist akımın etkilerinin olduğu dönemlerde ciddi ideolojik ve politik hatalar yapılmıştır. Bunu inkar etmenin hiç bir anlamı yoktur. Çünkü Partimizin de bugün bu durumda olmasında bu etmenin önemli bir katkısı vardır düşüncesindeyiz. Partimizin tarihine ilişkin çalışmalarda bu konu daha ayrıntılı irdelenmektedir.

Bugün, 1991 likidasyonu ile savrulan kimi eski kadroların Kemalizm’in etkisinde kalmaları bir tesadüf değildir. Bunun geçmişe dayalı nedenleri vardır. 1950’lerden itibaren Partimize ihanet eden yönetici kadrolar, dışımızdaki sol güçler arasında bunun tohumlarını ekmişlerdir ve acı deneylerin sebebi olmuşlardır. Onun için, Şefik Hüsnü, Hikmet Kıvılcımlı, Mihri Belli, Behice Boran gibi TKP kökenli Kemalist yönetici kadroların değerlendirmesi doğru yapılmalıdır ve 5. Kongre’de alınan iade-i itibar kararları gelecek kurullarda yeniden değerlendirilmelidir.

Türkiye Komünist Partisi bu kadar acı deneyimden sonra özellikle Kemalizm konusunda bundan sonra çok net bir politikaya sahip olacaktır, olmak zorundadır.

Bu tespitler Kemalist gelenekten gelen güçler ile eğer ilerde mücadele gerektiriyor ve ortak paydalar elverirse ittifak yapılamayacağı anlamına gelmez. Bu tür ittifaklar mücadelenin içinde bulunduğu aşamaya, toplumdaki güçler dengesine, Partimizin gücüne ve politik duruşuna koşut olarak değerlendirilmesi gereken işbirlikleri olabilmelidir. Belirleyici olan barış ve demokrasi güçleri olmalı, anti-komünist, milliyetçi, Kürt ulusuna karşı etkiler kırılmalıdır. Bunu gerçekleştirmek Parti’nin öncülüğünü, hegemonyasını gerektiriyorsa böyle olmak zorundadır. Bu konuda kimse Komünist Partisinin rol ve görevini eleştirmemelidir. Bu eleştiriler sınıf düşmanının, burjuvazinin taktikleridir. Öncü ve etkin rolünü yerine getirmeyen Parti sınıf düşmanınına yenik düşer.

Kemalizm bir ideoloji değildir. Burjuvazinin dünya görüşünün Türkiye’de ulus-devlet oluşma aşamasında uygulanan ve sınıfsal özü değişmemekle beraber, renkten renke giren bir uygulamasıdır. Burjuvazinin dünya görüşünün karşısında biz Marksizm-Leninizm’i, işçi sınıfının bilimini, dünya görüşünü savunmak durumundayız. Üye ve sempatizanlarımızı bu bilinç ile donatmalıyız, eğitmeliyiz. Mücadelenin zorlu dönemlerinde, tek başına kaldıklarında hiç bir üye veya sempatizanımız bu konuda savrulma yaşamamalıdır. Bundan sonraki süreçler için bunun önlemi bugünden alınmalıdır. Burjuva ideolojileri saflarımızda yer bulamamalı ve bu konuda hiç bir taviz vermemeliyiz. En katı olmamız gereken konuların başında bu geliyor. Çünkü bu insan vücuduna şırınga edilen zehir gibidir. Öldürücüdür. En başta bundan korunmamız lazımdır.

Günümüzde Kemalizm, AKP, Ulusalcılar, Milliyetçi Faşistler

Bu noktaya geldikten sonra günümüzün önemli bir sorununa değinmemiz gerekiyor. Bugün Türkiye’de bir “laiklik – şeriat“ ikilemi ve ona bağlı olarak “ ergenekon – ulusalcılık” tartışması hatta kamplaşması var. Türkiye kapitalizminin gelişme süreçlerine ve onun aşamalarına bağlı olarak, ayrıca Türkiye’nin bağlı olduğu Emperyalist – Kapitalist Sistemin doğrudan etkileri altında egemen burjuvazi arasında çelişkiler çıkabilir, kendi aralarında erki ele geçirme mücadeleleri olabilir. Yerine göre bu çelişkiler iktidar olma kaygısı ile çok sert konumlanmalara da sebep olabilir. Türkiye’de yine Kemalizmin etkisi altında kalan ama “sol” olarak tanınan kişi, aydın veya çevrelerin düştüğü bir yanılgı mevcut. Kemalistleri “sol” gördükleri ve dini kültürün görüntüde daha etkin olduğu devlete karşı oldukları için, kendi bağımsız sınıfsal konumlarını belirleyeceklerine Kemalist politikaların batağına saplanıyorlar. Bu kimi kesimler tarafından bilinçli olarak yaygınlaştırılırken, kimi kesimlerde ise bir reaksiyon olarak oluşuyor. Bu yanlıştır. Komünistler tabii ki egemen güçlerin kendi aralarındaki çelişkileri değerlendirirler, kullanırlar ve derinleştirirler. Hatta mücadelenin değişik aşamalarında politika yaparken bazı uygulamalara destek de verebilirler. Ancak bu hiç bir zaman birilerinin peşine takılma ve kendi bağımsız konumlarını terketme biçiminde olmaz. Örneğin, biz parti olarak Gladio, Kontr-Gerilla ve bugünkü “yasal” adıyla Ergenekon konusunda, bu terör yuvalarının dağıtılması, sorumlularından hesap sorulması ve geriye dönerek aydınlanmamış olayların deşifre edilmesini savunuyoruz. Ancak bu bizim AKP iktidarını savunduğumuz anlamına gelmez. AKP de en az şu aşamada anti-emperyalist geçinen, ulusalcı-milliyetçi blok kadar anti-komünist, anti-demokratik ve sömürücü sınıfların temsilcisidir. Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketine ve İşçi Sınıfının, ilerici güçlerin en küçük direnişine karşı politika ve uygulamaları bunun ispatıdır.

Ancak Ergenekon ve kontr-gerilla kapsamında işbirlikleri sicillenmiş ordunun bir kesimi, statükocu bürokratlar, ulusalcı geçinenler, faşist milliyetçiler ve Kemalistler birlikte hareket ediyorlar. Bunu kabullenmek istemeyen bazı eski üye ve sempatizanlarımız, dışımızdaki devrimci ve sol hareketlerden kimi çevreler, bunun olamayacağını iddia ediyorlar. O ulusalcı kesimlerin anti-emperyalist olduklarını savunuyorlar.

Anti-Emperyalizm Ve Sınıfsal Duruş
Reel Sosyalizmin geçici yenilgisi ve tek kutuplu dünyanın oluşması ile dünyada anti-emperyalizm kavramı da değişikliğe uğramıştır. Bugün bu kavramı eskiden kullanmayan gerici faşist çevreler de içeriğini boşaltarak ve anlamını değiştirerek kullanır oldu. Sovyetler Birliği ve Dünya Sosyalist Sistemi’nin varlığı koşullarında ABD karşıtı olmak anti-emperyalist olmak en azından Sovyet düşmanı olmamak, anti-komünist olmamakla eşdeğer idi. Siyasi güçlerin konumlanması ona göre ölçülüyordu. Tarafsız olanlar bile emperyalizm karşıtı konumlanmış sayılıyorlardı. Bugün durum değişmiştir. Her anti-emperyalistim diyen ona koşut olarak işçi sınıfının dünya görüşüne yakın olduğu, ilerici, demokrat olduğu anlamına gelmiyor. Milliyetçi ve faşist dahi olabiliyor. Dolayısıyla belirli siyasi çevrelerin kendilerini anti-emperyalist olarak nitelendirmeleri onlara destek verilmesi veya onların savunulması anlamına gelmez. Onlar anti-emperyalizmi milliyetçilik olarak nitelendiriyorlar. Tam da bu noktada sınıfsal duruş gündeme geliyor. Biz dışımızdaki gelişmeleri, konumlanmaları sınıfsal olarak analiz etmek ve ona göre yaklaşım belirlemek zorundayız. Bugün Türkiye’de eksik olan budur. Onun için Partimiz önüne birincil görev olarak toplumsal olaylara ve gelişmelere sınıfsal bakış açısını geliştirmek, bunu yaygınlaştırmak ve bunu yaygınlaştıracak olanlar üye ve sempatizanlarımız olduğu için onların Marksçı-Leninci eğitimine önem vermek olarak koyuyor.

“Kemalizm” sorununa Marksçı-Leninci yaklaşımın doğru kavranması yığınlar içinde yürütülen çalışmalarda tüm yoldaş ve yandaşlarımıza ciddi katkı ve kolaylıklar sağlayacaktır. Bugün Kemalizmin etkisinde kalan ancak daha önceki dönemlerde demokratik kitle çalışmalarında yer alan ilerici, demokrat çevreler ile günümüzdeki sorunların tartışılmasında faydalı olacaktır.

Türkiye’de komünistler hariç her siyasi yapılanmanın kendine göre bir Atatürk’ü mevcut. Onu istedikleri biçime sokup yorumlayıp Cumhuriyet’in ana ilkelerine karşı olmadıklarını ispat etmeye çalışıyorlar. Partimizin böyle bir sorunu yok. Biz iktidar amacıyla savaşıyoruz. Dolayısıyla bizim bu tür taktiklere de ihtiyacımız yok. 1921 yılında Mustafa Kemal iktidarı tarafından katledilen Partimizin kurucuları ve ilk MK üyelerinin yarım bırakmak zorunda kaldıkları savaşsız, sömürüsüz bir Türkiye’yi kurmak için mücadele ediyoruz. 29 Ekim’lerde Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş yıldönümü kutlanırken bizim aklımıza bunlar geliyor.
Yazının aslı:     http://www.tkp-online.org/2-makaleler/41-kemalizm-ve-29-ekim.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder