Cemil Fuat Hendek 20/07/2011 KÜYEREL
”Kapitalizm dünya çapında sonul zaferini mi kazandı?. Böylece, tüm insanlığın toplumsal yaşamının ve her türden ekonomik etkinliğinin düzeni önümüzdeki sonsuz zamanlar için değişmez biçimde belirlenmiş mi oldu?”
“İnsanlığı sömürüden, her türlü baskıdan, açlık ve sefaletten nihai kurtuluşa götürecek olan Sosyalizm ve dahası Komünizm böylece tarihin çöplüğüne mi atıldı?”
“İnsanlığı sömürüden, her türlü baskıdan, açlık ve sefaletten nihai kurtuluşa götürecek olan Sosyalizm ve dahası Komünizm böylece tarihin çöplüğüne mi atıldı?”
Yirmi yılı aşkındır ufukları giderek kararan ve korkunçlaşan, tek kutuplu hale getirilmekte olan bir dünyada yașıyoruz: Biri bitmeden diğeri başlayan savaşlar ve içsavaşlar... Çığ gibi büyüyen işsizlik ve ona bağlı olarak artan sömürü ve baskı... Kimi ülkelerde milyonlarca yoksulu tehdit eden açlık, sefalet ve salgın hastalıklar... Bunlar yetmiyormuşçasına birbiri ardına gelen doğal felaketler ve bu felaketlerde canını, tüm varını yoğunu yitiren sayısı belirsiz insan. Dahasını saymaya insanın dili varmıyor...
Sanki ufuktaki kara bulutlar en ufak bir umut belirtisine bile izin vermiyor: Ve işin en vahim yanı da, bunların çoğuna son vereceğine inandığımız bir düzenin, Sosyalizm’in savunucularından bazılarının global bir yenilginin ezikliği içinde ne yapacaklarını bilemez hale gelmiş olmaları. Güvendikleri dağlara kar yağmış. Sosyalizm’in anayurdu Sovyetler Birliği çökertilmiş ve dağıtılmış. Doğu Avrupa’daki tüm sosyalist ülkeler de bu çöküntüyü izleyerek kapitalist blokta yerlerini almışlar. Kimisi çoktan Emperyalizmin önemli bir kalesi olan Avrupa Birliği’ne katılmıș. Kimisi sırada bekliyor. Bir zamanların güçlü komünist partileri ya parçalanmış, ya küçülüp sesini duyuramaz hale gelmiş, ya da hepten likide edilmiş. Onlara karşı denge oluşturmak zorunda oldukları için, sınırlı da olsa hak ve özgürlüklerin savunucusu görünümünde olan Sosyal Demokrat partiler de hepten profillerini yitirmişler. Sendikaların sesi kısılmış, üyeleri dağılmış. Bir zamanlar meydanları dolduran barış hareketi, emperyalizmin artan silahlı müdahalelerine ve bölgesel savaşlara karşın sönmüş. Bu paragrafa da aynı sözcüklerle son vereyim: Dahasını saymaya insanın dili varmıyor.
Sanki ufuktaki kara bulutlar en ufak bir umut belirtisine bile izin vermiyor: Uluslarüstü sermaye tarihin hiçbir döneminde olmadığınca dünyayı kıskacına almış.. ( “Globalizm” dedikleri işte asıl bu olsa gerek.) Bir yandan üretimin ve tüketimin tüm alanlarında ekonomik hakimiyetini pekiştirirken, diğer yanda da tüm dünyaya Neo-Liberal politikaları dikte ediyor. Devlet aygıtına toplumsal hizmet alanlarının hemen tümünden el çektirip, bunların özelleştirilmesini, her türden hizmetin satılacak mal haline getirilmesini sağlıyor. Devlete sadece ordusu ve polisiyle kapitalizmin bekçiliği ve gerektiğinde ülkenin tüm olanaklarını seferber ederek batık spekülatörlerin, bankaların yağmalanmıș kasalarını yeni baştan doldurma görevini bırakıyor.
Ülkeler birbiri ardına iflasın eşiğine geliyor. Bu ödenemez borçların alacaklıları kimlerdir?
Bunları kim ya da hangi güçler iflasa sürüklüyor. Bu soruyu sormaya da yanıtlamaya izin verilmiyor. Uluslarüstü sermaye, tabii bütün bunların yanısıra hükümetleri, partileri ve medyadan bașlayarak, elinin altındaki tüm araçları kullanarak milyarlarca insana kendi ideolojilerini yayıyor. Dahasını saymaya insanın dili varmıyor.
Evet, ufkumuz, hiçbir umut belirtisine izin vermeyen, ilerde de vermeyecekmiş görünen karanlık ve korkunç bulutlarla kaplı. Ve ben șimdi bir kez daha derin bir nefes alarak șu soruları haykırmak istiyorum:
”Kapitalizm dünya çapında sonul zaferini mi kazandı?. Böylece, tüm insanlığın toplumsal yaşamının ve her türden ekonomik etkinliğinin düzeni önümüzdeki sonsuz zamanlar için değişmez biçimde belirlenmiş mi oldu?”
“İnsanlığı sömürüden, her türlü baskıdan, açlık ve sefaletten nihai kurtuluşa götürecek olan Sosyalizm ve dahası Komünizm böylece tarihin çöplüğüne mi atıldı?”
Sadece ben mi? Bir zamanlar insanlığın kurtuluşunun Sosyalizmde olduğunu görmüş olan niceleri bu soruyu hem kendi kendilerine, hem de olanakları elverdiği ölçüde başkalarına soruyor ve kendince yanıtlamaya çalıșıyor. Ne var ki, bunca yenik düşmüş insanlar, onları umutsuzluğun batağına sürükleyecek bir ortamda, insanlığın kaderiyle ilgili böylesine önemli sorulara soğukkanlılıkla yanıt arayabilir mi? Bu konuda derin șüphelerim ve bu şüphelerimi doğrulayacak bir dizi gösterge var.
Aslına bakılırsa, “Garp Cephesi” nde yeni bir șey yok! Sam Webb’in savlarına benzer söylemleri Avrupa’da da, Türkiye’de de defalarca duyduk, okuduk. Demek ki, umutsuzların söylemleri -dünyanın neresinde olursa olsun- aynı noktalarda birleşiyor. Bunlar -nasıl ve hangi kavramlarla ifade ederlerse etsinler- aynı “çözüm önerileri”ni üretiyorlar ve aynı konuma geliyorlar.
Biri geçenlerde “Aklın yolu birdir.” dedi. Ben de hemen düzelttim:
“Marksizm’den sapanın yolu birdir!” Sanırım süreç sırasıyla şöyle işliyor:
- Başarısızlığın ve yenikliğin şaşkınlığı ve ezikliği.
- Çaresizliğin, çözüm üretememenin ve tükenmişliğin yılgınlığı.
- Bu sonucu yaratan -kendisinin dışında- bir “suçlu” arama çabası.
- İçine düștüğü ruhsal durumun kaçınılmaz sonucu olarak, önce vazgeçiş sonra da ihanet!”
Çünkü, Sam Webb ve benzerleri fikirlerini savunurken, insanlığın acil olarak Sosyalizme gereksindiğini gösteren bir dizi somut olguyu dile getiriyorlar. Buraya kadar gözleri de görüyor, mantıkları da çalıșıyor. Derken araya yarım doğrular, tam tarif edilmemiş, hangi araştırmaya dayandığı belli olmayan saptamalar ve yorumlar girmeye başlıyor. Gözler miyoplaşıyor, akıl ve mantık bulanmaya başlıyor. Ve iş asıl can alıcı noktalara geldiğinde gözlerinin feri hepten kaçıyor, mantıklar tersyüz oluyor. Kimi doğruları, yarım doğrularla ve yanlıșlarla karıştırarak yanlışa varıyorlar. Vardıkları bu sonuçlarla, yaptıkları önerilerle ve bunlara uygun etkinlikleriyle de ihanete düşüyorlar.
* * *
Sam Webb 21. Yüzyılın sorunlarına değinerek, bu yüzyıla uygun bir parti önermiş. Yeni çağın yeni çözümler gerektirdiğini iddia etmiş, ama -ișin asıl ilginç yanı da burada- söylemleri ve önerileri yüz yıldır hep yeni baștan tekrarlanmış olanların bir adım ötesine geçememiș. Webb, bu tezleri yazmadan önce bir dizi kitabı yeni baștan okuduğunu söylüyor. Neymiş bu kitaplar? Marks, Engels, Lenin (özellikle “Sosyal Demokrasinin İki Taktiği”, “Sol Komünizm - Bir Çocukluk Hastalığı”, Komünist İnternasyonal’deki konușmaları ve son makaleleri) Antonio Gramsci, Georgi Dimitrov, Rosa Luxemburg, Palmiro Togliatti ve başkaları... Ve okuduklarından yola çıkarak șu sonuca varıyor: “Teorik yapımız (Marksizm-Leninizm) çok hareketsizdi ve formüllerden ibaretti, tahlillerimiz tartıșmalı varsayımlarla doluydu, metodumuz diyalektikten çok uzaktı, yapımız çok merkezciydi ve politikamız politik gerçekliklerden uzaklaştı.” Yani Webb, Marksist literatürün tüm klasiklerini okuduktan sonra, kendisini sorgulamak yerine suçu ideolojiye yüklüyor; kendisine yol gösteren bu ilham kaynaklarını da diğer yoldașlarına ve Parti’sine yasaklamaktan geri durmuyor. Aslında, “Biz Marksizm-Leninizm’in temel yasallıklarına, öngörülerine ve deneylerine dayalı bir reel politika gerçekleştirmekte başarılı olamadık.” demesi gerekirken, 21 Yüzyılda Sosyalizm için mücadele eden bir partinin “kendisini Leninizm’den arıtması” gerektiği sonucuna varıyor.
Sam Webb, tezlerinin bașında 21. Yüzyılın dünyasını tarif ederken, “emek ve doğanın sömürüsü için gerekli koşulların yeniden üretiminin açıkça sınırlarına gelinmiş bir toplumsal sistem”de yaşadığımızı iddia etmiş. (Bu sınırı nereden belirlediği belli olmadığı gibi, bu sınırdan sonrasının ne olacağına da değinmiyor. Sanki, “sömürü koşullarının yeniden üretiminin sınırı”nda daha çok ama çok uzun bir süre kalınacakmış gibi davranıyor.) Sanki Komünistlerin varolan kapitalist düzen içinde, başta işçi sınıfı ve emekçi yığınlar olmak üzere toplumun en geniș kesimlerinin sırtındaki yükleri (sömürü ve baskıyı, her türden ayırımcılığı vb.) azaltacak değișimler için de mücadeleden geri durmadıklarını, bunun için mücadelede çok çeșitli bağlaşıklara ve eylem birliklerine kapılarını açık tuttuklarını unutmuș gibi. Çünkü, çoğu maddede, “21. Yüzyılda Sosyalizmi amaçlayan bir partinin" yığınların bunlara bağlı bağlaşıklar politikası için bazı önerileri öylesine formüle ediyor ki, Komünistlerin bunlara bugüne dek önem vermediği , hatta karşı durduğu sonucu çıkıyor.
Kapitalist sistemin ürünü olan krizlere, aşırı sömürüye, işsizliğe, en başta işçi sınıfı olmak üzere giderek yoksullaşan yığınlara, salgın hastalıklara, büyük savaş tehditlerine, doğanın insanlık tarihi boyunca olmadığınca yağmalanarak hızla yok edilmesine vb. bir sürü soruna ișaret edilen tüm maddeleri okurken, ben işçi sınıfının bağlaşıklarının objektif olarak arttığını görerek seviniyorum. Ama Sam Webb bütün bunlardan başka bir sonuç çıkarıyor.
Çevresine bunca yandaş toplama olanağı olan işçi sınıfının, tarifi yapılmamış, daha doğrusu kapitalizmi iyileștirmeye yarayacak bir “halk” hareketinin önüne geçmesini değil, peşine takılmasını öneriyor.
Aslında Sam Webb’in yapmak istediği, Komünistleri ana hedeflerinden uzaklaştırmak, yığınlara asıl kurtuluş hedefini (Sosyalizm) göstermelerini önlemek ve varolan sistemi iyileştirme mücadelesinde eriyip gitmelerini sağlamak. Onun için, bunu başarmasının önünde duran en can alıcı engellere saldırıyor. “21. Yüzyılda Sosyalizm için çalışan bir Parti”ye yaptığı öneriler işte bu engelleri ortadan kaldırmaktan başka bir amaca hizmet etmiyor. Nedir bu engeller?
- Parti’nin adından “Komünizm” sözcüğünü kaldırıp atmak!
- Partiyi ideolojik olarak Marksist-Leninist devrim teorilerinden uzaklaştırmak ve ucu bucağı belirsiz bir “Reformlar Partisi” haline getirmek!
- Özellikle Kapitalizm koşullarında Komünistlerin etkin mücadelesininolmazsa olmaz koşulu olan Demokratik-Santralizm ilkelerindenvazgeçmek. Partiyi bir “yardımseverler kulübü” gibi herkese açmak.
(Bunun dahası da var: Parti’yi likide ederek, demokrasiye açık olduğunu düşündüğü bir burjuva partisinin içinde bir kanat haline getirmek.)
Webb’in kaleme aldığı 29 madde içinde göze çarpan geçmișe yönelik eleştiriler, çağın içinde bulunduğu duruma yönelik saptamalar ve “Internet’in olanaklarından yararlanmak” gibi geleceğe yönelik önerilerin, kısacası bu taslağın temelinde yatan sonul hedefler sadece ve sadece yukarıda saydıklarımdır.
Burada dikkatle üzerinde durulması gereken nokta da budur. Çünkü, Komünistlerin Sosyalizm için mücadelesindeki “yumuşak karın” asıl bunlardan ibarettir. Ve bugüne dek (yüz yılı aşkındır), burjuva ideologlarının, politologlarının, tarihçilerinin, sosyologlarının ve militan siyasetçilerinin elbirliğiyle saldırdıkları hedefler hep bunlar olmuştur.
“Marksizm’in tarihin çöplüğüne atıldığı”nı, “Leninizm’in darbecilikten başka bir şey olmadığı”nı, “Demokratik Santralizmin Partide bir yönetici sultası olușturmaktan başka işe yaramadığı”nı okumaktan bıkmadık mı? Tabii, düşman kendisi için en büyük tehlike oluşturan noktaları iyi biliyor. Onun için de hep bunlara saldırıyor. Yorgunların, pişmanların ve mücadeleden vazgeçenlerin söylemlerine gelince... Onlar da bu seslere katılınca koro tamamlanıyor. Hep bir ağızdan kanon halinde aynı nakaratları tekrarlıyorlar. Birisi “Marksizm eskidi!” diyor, diğeri “Marksizmden kurtulalım!” diye bağırıyor...
Biri “Lenin darbeciydi!” diyor, diğeri “Reformlarla ilerlenecek!” diye haykırıyor... Biri “Komünist Partisi liderler sultasından bașka bir şey değildir!” diyor, diğeri “Demokratik-Santralizm’den kurtulalım!” diye yakarıyor... Ve hakim sınıflar bu kakafoniyi ellerindeki tüm olanakları seferber ederek yığınlar arasında yaygınlaștırmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar. Lenin’in, burjuva bilimcilerinin ve felsefecilerinin her seferinde heyecanla “çürütüldüğünü ve yok edildiğini” ilan ettiği, fakat “modern toplumun en ilerici sınıfının aydınlanmasına ve örgütlenmesine hizmet eden, bu sınıfın görevlerini gösteren ve (...) bugünkü düzeni bir yenisiyle değiştirmesini öneren” Marksizm’in “her yok edilişten sonra daha güçlü, çelikleşmiş ve yaşam gücüyle dolu olarak ortaya çıktığı” nı yazdığı “Marksizm ve Revizyonizm” başlıklı makalesinin Nisan 1908’de yayınlanmasından bu yana tam 103 yıl, 3 ay geçti. (Bk: V. I. Lenin, Almanca Toplu Eserler, C. 15, S. 17-28)
Șimdi birileri ayağa fırlayıp, Lenin’den alıntı verdim diye beni topa tutacak, “beton kafalılık” la suçlayacak. Umurumda değil! Onlar önce kendi söylemlerinin eskiliğine, değișmezliğine ve yukarıda değindiğim kakafoninin köhneliğine baksınlar.
Bence, Sam Webb de bașta iddia ettiği gibi, bu tezini yazarken Marks, Engel, Lenin’den falan esinlenmiș değil. Onun asıl kaynakları, 1861 yılında Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nin Erfurt Programı’nın pratik bölümünü kaleme almıș olan Eduard Bernstein’dan, Lenin’in yukarıda değindiğim makalesinde bahsini ettiği bilim insanlarına ve felsefecilere, oradan da ABD üniversitelerindeki sayısı hiç de az olmayan, devlet ya da özel sektör tarafından finanse edilen sözümona “Maksizm uzmanı profesörler”e dek uzanıyor. Bunların tümünün söylemi de, Bernstein’ın 19. Yüzyıl sonlarındaki, “o güne dek, ‘sınıf savaşı’ doğrultusundaki oluşumların ve ‘kapitalizmin sona erdirilmesinin’ yaşam tarafından eskitildiği” iddiasını farklı dillerde, değișik biçimde tekrarlamaktan ileri gitmiyor.
Siz de bu sonu gelmez, bıkkınlık verici tekrarlarda bazen ince bazen kaba, bazen gizli bazen açık bir sinsilik/düşmanlık/hainlik sezmiyor musunuz? Neden hep bunlara saldırılıyor diye sormuyor musunuz? Sadece sinsilik/düşmanlık/hainlik değil, dahası da var: KORKU! Burjuvazi korkuyor. Kendisini alaşağı edebilecek, insanoğlunun yaşamını ve geleceğini karartan bir sistem haline dönüşen Kapitalizme son verecek tek kaynak olduğunu bildiği için Marksizm-Leninizm’den ve bu ideoloji temelinde örgütlenmiş partilerden korkuyor.
Bu nedenle, sadece kendi ideologlarıyla yetinmiyor. Kimi zaman korkutarak ve yıldırarak, kimi zaman satın alarak, kimi zaman da yılgınlığa düşürerek, şaşırtarak, aklını karıştırarak Sam Webb gibileri de kendi sözcüsü haline getiriyor.
Korkmakta haklı. Çünkü bunun için -hele günümüzde- yeterince neden mevcut. Bu nedenleri merak ediyorsanız Sam Webb’in tezlerinde günümüz dünyasındaki durumla ilgili saptamaları okuyun. Uluslarüstü sermayenin, dünya çapında ekonomiye hakim olan tekellerin emek ve doğayı sömürüsüne ve yağmasına, dünya çapında ülkeleri, devletleri ve hükümetleri soktukları kıskaca, yürüttükleri savaşlara bakın. Bütün bunların sonucu giderek yok olan işyerlerini, yoksullaşan milyarlarca insanı görün. Hiçbir üretime dayanmaksızın, ülkeden ülkeye sıçrayarak gezinen çapulcu sermayelerin vurgunlarını ve bununla bir avuç insanın servetlerini nasıl milyonları da aşırıp, milyarlarca ABD Dolarına tırmandırdığını inceleyin.
Tüm, sayısının azaldığı, öncü rolünün bittiği iddialarına karşın, üretim ilişkileri temelinde en devrimci sınıfın hala sadece işçi sınıfı olabileceğini anlayın. Bu sömürü ve talan düzenine kimlerin, nasıl ve hangi araçlarla son verebileceğini düşünün!
Benden bu kadar. Gerisi size kalmış.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder