5 Eylül 2011 Pazartesi

TUSTAV,KOMÜNİSTLİK ve CENAZE TÖRENİ

Tustav Murat Üner 03/09/2011

Anlamamakta direnmiyorum, toreni bitirmek adina yazayim; bu siiri Suleyman Ustun hemen her konusmasinin sonunda okurdu, Trakya Birlik Dayanisma'nin gecesinde yaptigi "Adalet" konulu konusmanin sonunda da okumustu. Urun SD hakkinda yazdiklarina elbette yanit verecek olan kisi ben degilim. "Lirik takilmiyorum" Sana bir sey "yutturamam" zira boyle bir "calismam" da yok. "Nur" ise sonsuz isIk demektir. Enerji ve madde gibi kaybolmayacagi icin evrendeki isIk miktari da sabittir. Ibrahim Cesmeciogullari icin online Birgun gazetesinde "Yildizlara ugurladik" yaziyor. Simdi buradaki metaforu anlatabilmisimdir umarim.

Sadece bazi seyleri sormami kiyasiya elestirmen, komunistlik ve cenaze toreni uzerine yazdigim bazi coskulu ifadelerden yola cikarak bazi dinsel terimlerle, dolayisiyla dinle icli disli oldugumu iddia etmeni anliyorum. Bu senin kendine tanidigin herkesi elestiri ozgurlugun. Bu senin buyuk ozgurlugun.

"Ozgurluk" buyuk bir sozcuktur, ama "sanayi ozgurlugu" bayragi altinda en yagmaci savaslar verilmistir, "emek ozgurlugu" bayragi altinda calisan halk soyulup sogana cevrilmistir. "Elestiri ozgurlugu" teriminin modern kullanimi, dogustan tasidigi ayni sahteligi icermektedir. Bilimde ilerlemeler kaydettiklerine kendilerini gercekten inandirmis olanlar, eski goruslerle yanyana yurumek icin yeni goruslerin ozgurlugunu istemezler, eskilerin yerine yeni goruslerin konulmasini isterler. Bugun isitilmekte olan "yasasin elestiri ozgurlugu", bos fici masalini pek fazla animsatiyor.

Evet bos fici cok ses cikariyor ama bu ses; birbirimizin iteleyen degil; simsIki sarilan ellerimizin bizi kaynastiracagi sarp ve zorlu yolda ilerlerken bir grup olabilirsek etkisizlesebilecektir. Dort yanimiz dusmanla cevrili iken hic durmadan ilerlemek zorunda oldugumuzu animsatmak isterim. Dusmana sunabilecegimiz bir firsat anlamina gelecek o "benci ozgurlugu" varsin olsun kullanmayayim. Kullanmayacagim.

Murat UNER

01 Eylül 2011 14:45 tarihinde f sdf yazdı:


Murat kardeşim sen hala anlamamakta direniyor ve bunu örtmek için de bin dereden su getiriyorsun, muhtemelen ürün dergisinden aktardığın bu şiirin aslı böyle değil maalesef, ama esinlendiği görülüyor ve esinlenen ya İspanyol gençtir,ya da Süleyman Üstünün ağzına yerleştiren Barış,Adalet ve Demokrasi diyen,SOSYALİST DERGİ iddiasından da vazgeçmiş olan ÜRÜN dergisidir ve bu da ayrıdır ve yine de konumuzun içindedir.Şiirin aslını aktarayım ve bu da ayrıdır ama görülüyor ki,bu da konumuzun içindedir.Yani sorunumuz Lirizmin otopsisi değildi,içinde idi belki ama sorunumuz daha bütünseldi.

O nedenle samimi olarak anlamak istiyorsan, Kemalizmden de çık,Üründen de çık ve ver kendini dağlara,bayırlara,kırlara, ama bir tarafından çiçek taşan,bir tarafından cesetler atılan ve diğer tarafından kızıl kan seli boşalan Fransadan söz ediyorum ve bir adım sonrası genç burjuva cumhuriyetidir kısa sürmüştür,işte buradan tarihe seslenen, celladına canlı başını değil,ölü gövdesinde taşıdığı başı teslim eden,ölüyken bile celladının gözlerinin içine içine bakan ve kapitalistlerin bir adım sonra ölüleri bile giyotine gönderdiğini tarihe aktaran,hukuki ve siyasal eşitliğin yetmeyeceğine işaretle " işte ve mülkiyette eşitlik" diyerek,gerçek eşitliğin adresini gösteren ve bu adrese varmak için ise geçici bir diktatörlüğün şart olduğunu formüle eden Babeuf'u araştır. Engels,ilk farkedendir ve Babeufu burjuvaziden bağımsız tek patlama olarak görmesi boşuna değildir,ölüsünü bile giyotine göndermeleri ise hiç şaşırtıcı değildir. O anlamda Nazımın şiirindeki Baböf de şaşırtıcı değildir. Ama yine de şaşırmalıyız ve araştırmalıyız,kimdir bu Babeuf diyerek tarihe bakmalıyız. Tarih ise,Ürünün sayfalarından da Kemalist tarihten de akmıyor. Yani kardeşim sen hele bir Baböfü bul ve ne diyor dinle,yani bana laf yetiştireceğine,benden daha çok bildiğini göstereceğine,Baböfü bul ve daha fazlasını öğren ama daha çok özde ne var onu öğrenmenin işaretlerine ulaş.Ben senin benden az bildiğini ya da benim senden fazla bildiğimi göstermeye çalışmıyorum zaten,elbette çok biliyorsun ama buna karşın neden anlamamakta direndiğini öne çıkartıyorum. Yaptığım budur ve Madem ki Lirik takılıyorsun, Baböfü bulman da zor olmasa gerek.

Şiiri de bir yere not et,sen bana yutturmaya çalışmadı isen,Sosyalist Dergi olmaktan vazgeçen ve hatta sosyalizm peşinde koşmaktan vazgeçip,Barış,adalet ve Demokrasi diyerek "komünist","komünist" kükreyen Ürüncüler hepimize yutturmaya çalışıyor demektir. Burada bir parantez açıp, Savaşın bir şiddet barışıyla değil, gerçekten demokratik bir barışla sona ermesinin, sermaye devrilmeden imkânsız olduğu gerçeğini görmezden gelenlerin,”işçilerin anavatanı yoktur” misli, derin politik önermeler içeren sloganların, öz olarak doğru ama slogan olarak,emperyalizmin kozmopolitizminin peşine takılmanın yansıması olduğunu da görmelerinin mümkün olmadığını hatırlatmak istiyorum.Tıpkı, Leninin vurgusudaki gibi,Leninin, “kahrolsun savaş” şiarının doğru olmasına karşın, anın özgül görevlerinin, geniş kitlelere, başka tarzda yaklaşma zorunluluğunun hakkını vermediğini hatırlatmasıdır.Lenin, bunun, bir zamanların beceriksiz ajitatörünün “kahrolsun çar “şiarıyla kestirmeden kıra gidip dayak yemesini anımsattığını vurguluyordu.Ama onlar bizimkilerden dürüst idiler ve öyle olduğuna inandıkları için peşinden gidiyorlardı. Bizimkiler ise,dürüst değiller,gerçekleri bildikleri halde bilmezden ve anlamazdan geliyorlar.Ve parantezi kapatarak diyeceklerimi sonlandırıyorum,seni veda şiiriyle başbaşa bırakıyorum.

VEDA
ayni yalinlikta ölmek isterim..
aynı yalınlıkta ölmek isterim /kırda bir çiçek gibi sakin
yıldızlar parlasın üstümde /yeryüzü uzansın altımda sessiz..
öldüğümde şafak vaktinde yarın /ağlamayın mezarımın baş ucunda..
olmayacağım toprağın altında /özgürlük rüzgarıyım ben...
olmayacağım toprağın altında /eseceğim üzerinde ülkemin..
geleceğim bazen uykudayken sen /beklenmedik uzak bir konuk gibi
sokakta bir başıma koyma beni /kapıyı sürgüleme üstümden
usulca gelip bir yere ilişeceğim /bir zaman karanlıkta bakacağım yüzüne
görüntün doyasıya dolunca gözlerime
seni kucaklayacak ve çıkıp gideceğm..
özgürlük rüzgarıyım ben /eseceğim üzerinde ülkemin..
dürüstçe yaşadım ben, yüzüm güneşe dönük gideceğim ben..
Nikolai Vaptsarov ( faşistlerce kurşuna dizilmeden kısa bir süre önce yazmış.)

ayrıca ,Jose Martin'e ait de bir şiir var aşağıda,demek ki esinlenen çok ve yanlış değil .Ama hiç biri Nur dan söz etmiyor.Böylece Nura kimler yakın anlamış oluyoruz. ya da aydınlık deyince nur kimlerin aklına geliyor. Bunları okuyunca,aklıma Leninin ağabeyi geldi. Çarın cellatlarınca asıldığı zaman,Leninin mahallesindeki bütün Liberaller,kapılarını sürgüleyip,Leninin ailesi ile selamı sabahı kesmişlerdi.Öyle ki,evlerini başka yere taşımıştı Leninin ailesi. Lenin ağabeyinin taşıdığı özgürlük rüzgarını,daha doğru bir yolda yürüyerek ama yiğitliğini unutturmadan estirdi.Çünkü ağabeyi işkencede adını bile unutmuş ama mahkemede bütün suçu üzerine almıştı. Bize de öyle olmadı mı,mahalleden faşist 12 eylül cuntasının üzerimize çullanıp götürmesinden sonra mahallemize döndüğümüzde kimse yanımıza yaklaşmamıştı.Ve sonra bu rüzgarı bu topraklarda estirecek,kapıların arkasındaki sürgüleri açacak kimse çıkmadığı gibi,çıkmaması gerektiği model olarak öne çıkartılmıştı. Yiğitlik mi dedik,yiğitlik ise,yiğitliği ölüm yıldönümlerinde hatırlayıp,diğer bütün zamanda ondan kaçmakla geçmiştir.Ve bizde Leninin ağabeyi değil,bizimkilerin ve elbette hepimize yakınının,poliste coşan,mahkemede cayan olması model yapılmıştı ve şimdi bu modellerin ve bu modelliği dayatanların,AKP nin akistleri olarak ait oldukları yere döndüklerini görmek şaşırtıcı değildir.O nedenle bu topraklara Lirizm değil,Nurlu ufuklar hiç değil,o tarafa  yüzünü dönenler de değil  ama dürüstçe yaşamaya inatlı,güneşe dönük ölmeye kararlı yiğtler ve yeni leninler gerekiyor.Varlar ve ilerliyorlar ,önlerinde Berktay misli engeller var ve çapları etraflarındaki ahmaklarla orantılıdır ve çapsızdırlar ve de çok telaşlılar. Telaşlarından ve korkularından asıl renklerini çok erken ortaya döküyorlar. İşimizi kolaylaştırıyorlar. Bu kolaylığa su taşıdın bunu inkar etmiyorum ama taşıdığın suyu farklı noktalardan devam ederek bulandırmamaya davet ediyorum. Ettim ve hala anlamıyorsun,demek ki anlamak istemiyorsun. Yoksa denge mi kuruyorsun diye düşünmek hakkımı kullanıp,olan biteni netleştirmeye çalışıyorum. Netleşmesi an meselesidir,benim indimde ise nettir.
 
AYNI YALINLIKLA ÖLMEK İSTERİM

Aynı yalınlıkla ölmek isterim

Kırda bir çiçek gibi, sakin, gösterişsiz.

Mum yerine yıldızlar parlasın üstümde

Yeryüzü uzansın altımda sessiz.

Ben aydınlık ve özgürlük delisiyim

Varsın hainleri gizlesinler soğuk bir taş altında

Dürüstçe yaşadım ben, karşılığında

Yüzüm doğan güneşe dönük öleceğim.

Jose MARTI

Fikret Uzun

Kimden: SMurat Üner



Kime: tustav@yahoogroups.com


Gönderildiği Tarih: 31 Ağustos 2011 13:15 Çarşamba

Konu: [tustav] komünistlik ve cenaze töreni

"Fikret sosyalist kimliği olan sol değerlere saygı duyan, sosyalizmi savunan hiç kimseyi eleştirmiyor."

Maalesef, sevgili Sefer Simsek'in yazdigi bu guzel ovgunun uzerinden cok gecmeden, adeta onu tekzip eden zehir zemberek bir yazi yazmak zorunda mıydın Fikret "yoldas"? Sirf bazi yazdiklarinin daha iyi anlasilmasi adina yaptigim "Kemalizmle araya mesafe koymamak"la ilgili sorgulamamin karsiligi bu mu olmaliydi?

Anlamamakta degil sorgulamakta israr ettigim icin; partili ve YARIN'ci buyuklerimizin dizinin dibinde bitiveren (yetisen) ve once Leninizmi sonrada Marksizmi ters yuz etmeye calisan dogmatik dusunceye uzak oldugum icin, bunu sorguladigim ve bunu muhakkakki sosyalist degerlere bagli kalarak diyalektik maddeci bir yaklasimdan ayrilmadan yaptigimdan bugun sosyalist ve devrimci degerlere sahip olabildigimi biliyorsun. Dahasi "gelecek nesil" edebiyatina sarilmandan "anliyorum" ki artik yasca kemale ermisim(!) Gelecek nesillere nasil bir yapilanma insaa ederek birakacagiz tarzinda yeni bir sorgulamaya girmeyelim simdi.

Malzemenin hangi ateslerle hangi usulle; tipki %0,2 karbon eklenen demirin çelige donusmesi gibi hedefe dogrultulan bir hucum silahina donusmesini burada tekrarlayacak degilim.
Gecmiste, Kemalizm adina"sufi" halk siirini on plana cikarmis olan mantik; bu anlamiyla Mevlana'ya gore daha "kirsal" ve "halkci" kimligi vurgulanmis Yunus Emre'nin karsina bugunku iktidar tarafindan ise "sofu" Mevlana cikartiliyor.


Yine ayni edebiyatin, daha dogrusu gunumuz "Türk" lehcesine yakin ve anlasilir dilinin karsina farisi ve arabi ve de gayet "sofu" Mevleviligin cikarilmasi gunumuz iktidarinin bir fenomeni olma ihtimalidir.

Nazim Hikmet sosyalist egitim doneminin hemen sonrasinda Mayakovski'nin futurizmden en uc noktalariyla etkilenmis "Makinalasmak istiyorum" tarzinda siirler yazmis ancak daha sonra bu asiri maddeci yaklasimin ne icinde yasadigi toplumun ne de kendi "ic dunyasi"nin istemlerine yanit verecegini gorerek ozgun tarzini yaratmaya gitmis ve boylelikle "dev"lesmistir.

Abartı eski deyimiyle "mubalaga" tum edebiyat turlerinde oldugu kadar plastik sanatlarda da vardir. Bu anlatim usulu, genis yiginlarin sanata ilgisini yoneltmesinde bir manivela islevi de gorur ayni zamanda.. Gerek Nazim'in siirinde gerek Yannis Ristos gerekse Viktor Jara'nin dizelerinde hem abartiyi, gercekustu ifadeleri hem de coskun bir lirizmi romantizmi, bunlar yaninda senin hiç hosuna gitmeyecek bazi "dini" ifadeler bile kullanilir.

Uzatmaya gerek yok yazimi Isci sinifinin son nefesine kadar ogretmeni olan Suleyman Ustun'un sozleriyle tamamlamak istiyorum;
sana ve tum TUSTAV grubuna da "seker tadinda bir tatil" diliyorum:

******
"Ve Deniz Gezmisleri astilar. Deniz Gezmisleri astiklari zaman, ayni gunlerde, yani 1972’de Ispanya’da onlar gibi uc genci astilar. Yani, sanki Turkiye’yle yarisiyor, burada uc gencecik insan yok edildi, Ispanya da ayni seyi yapti. Bakin onlardan biri, Ispanya’daki bir genc, asilmadan bir saat, iki saat once soyle bir sey yazmis, birakmis hucresine:



Oldugumde safak vaktinde yarin,


Gelip de aglamayin ustunde mezarimin.


Bir daha okuyorum.


Oldugumde safak vaktinde yarin.


Gelip de aglamayin ustunde mezarimin.


Olmayacagim topragin altinda ben,


Artik ozgurluk ruzgariyim ben,


Esecegim ustunde Ispanya’nin,


Dunyanin uzerinde esecegim ben artik.


Iste bizimkiler de artik ucuyorlar!


Nur saciyorlar!"


Suleyman USTUN

*******

Murat UNER
 
 
 
29 Ağustos 2011 17:36 tarihinde f sdf yazdı:


Murat kardeşim,

senin anlamama hünerin yeni değil,sende anlamamak bir yaşam biçimi olmuş. Bu nedenle yani anlamaktan ziyade anlamamak için hüner geliştirdiğini gördüğüm andan itibaren,sana bir şey anlatmamayı yeğlemiştim ama ne mümkün,işte gene karşımdasın ve üstüne üstlük ,anlaman için her türlü malzeme önüne serilmişken,anlamamakta direnip,beni daha detaylı anlatmaya kışkırtıyorsun. Bari bu son olsun ya anla ya da sana hitaben yazmadığım mektuplarla muhatap olma. Biliyorum,burada ortada oluyor herşey ama,o mektuplar gene de sana değil, bir tarafı bu günkü muhatabına ise,diğer tarafı tarihe nottur . Yani bırak,gelecek nesillerin ,bu dediklerimi okurken ki aklını da karıştırma.

Ve biliyorum,sen en doğrusunu anlıyorsundur mutlaka,o nedenle seni en doğruyu anlaman için eğitmeye çalışmıyorum,çalışmayacağım, buna karşın,benim dediklerimin net olduğunu ve anlattıklarım,sadece senin anladığın kadar olsa idi her halde o kadar cümleyi ardarda dizmeye gerek duymayacak olduğumu ifade etmek isterim. .

Bir ara,ne dersem altından da,üstünden de Kemalizm çıkartan bazı her şeyi çok "bilen" ve çok iyi "anlayanlar"a Kemalist olmadığımızı ,sosyalist olduğumuzu yani sosyalizmi işaret ettiğimizi ama Kemalizmden de geriye gitmeyeceğimizi söylediğimde,aynı zamanda bizi ileriye götürecek olanın Kemalizm olmadığını da ifade etmiş oluyordum.Ama buna cevap,"aha işte Kemalist olduğunu itiraf ediyorsun" yollu,mal bulmuş mağribi misli saldırmak oluyordu,Körlük veya körlüğe yatmak değilse cahillik diye niteliyordum.Değişen bir şey olmadığını görmek beni şaşırtmıyor. Ve evet haklısın, küllerle yaptığın edebiyatın "lirik" bir ifadedir ve ben tam da bunu söylüyorum. Ama Yunus Emre misli ince telli dir.

Fuzuli yanları da, karartan yanları da,sarartan yanları da çoktur. Oysa çıkışı,telli sazladır. Kulağa hep hoş gelmiştir.Coşkularını ve duygularını,acıyı ve sevinci ayrı ayrı yansıtarak tellere vurup seslendiren bir edebiyattır. Hepsi değil elbet ama daha çok acı ile sevinç,iyilik ile kötülük arasındaki farkı silmekte ve birbirine geçişi kolaylaştırmaktadır. Lirizm kimin eline,kimin diline düşerse onun rengini alabilir. Mesela,Fuzuli,şöyle der,Bilim elde ederek yükseklere çıkmak,/Saçma bir istekmiş meğer/Dünyada ne varsa hep aşkmış/Bilim boş bir konuşmaymış ancak.

Ve Laik Kemalist rejimin de hala kutsal kitapları arasında yeri sağlam olan Yunus Emre'miz var. Yunus Emre'nin dilindeki Lirizm,uzun yıllardır dinselleştirmenin göbeğindedir ve Ve burada Halide Edip Adıvarı hatırlatarak,Yunusun dilindeki Lirizmin rengine işaretinin yerinde olduğunu söyleyebiliriz ki, Halide Edip'in,İmamın,dededen daha tehlikeli olduğunu işaretle; dervişin felsefesindeki uyuşturucu ,uyutucu zehirin,imamın ,cennet cehennem masallarından daha tehlikeli olduğunu vurgulaması on yıllarca öncesinin tarihini verir.
 
Ve Bunun sonucunun ise,insanları zalimlere karşı hoşgörülü ve ilgisiz yaptığını ,iyilik ile kötülük arasındaki farkı kaldırdığını işaret eder.


Bugün Yunus Emre ile yatılıp kalkılan Türkiyede,cahilleşmenin tavan yapması şaşırtıcı değildir.Rehberimiz cehalettir ve Laik Kemalist rejimin marifetidir,kültürsüzlere yönetimi teslim edip,kültürün anasını bellemeleri için her türlü mihmandarlığı seve seve yerine getirmişlerdir. Çünkü büyük zenginler orta çağ istiyorlardı ,Kemalist yüksek kadroların da hazır ola geçip,kanal açmaları gerekiyordu ve Yunus Emre orta çağa köprü oluyordu.

Lirizm ,elbette hepsi değil,budur ve ,tartışma konusu Lirizm değildi ve konunun etrafında dolaşmadan ortaya koyduğum ifadelerimin arkasında olarak ,bu konuyu Lirizme hapsettirmediğimin de notunu düşmüş oluyorum.Yani Ruhi Su'nun ezgisindekiler ayrıdır. Yunustakiler ayrıdır. Fuzuli ise apayrıdır.Külleri denize üfleyerek Onbeşlerin yanına göndermek ise bunlardan ayrı değildir. Külleri onbeşlere göndermek için Lirik oluyorsak, Komünistleri neden kendilerini yakmıyor yahut,neden bir imamın arkasında saf tutuyor deyyu yermemek gerekir. Çünkü lirikliğimiz Yunus Emredeki mislidir. Ve Ruhi sudakinden bambaşkadır. Nazımınkine ise hiç yanaşamaz.Ama Nazım Lirik şiirle tasnif edilmez.Ve hepimiz biraz Lirik yaşamıyormuyuz zaten.

Şöyle de söyleyebiliriz,Kafka'nın metamorfozu anlatırken verdiği mesaj ayrıdır, Kunderanın insanlara böcek olun,mesajı verirken kullandığı tasvirleri veya anlatımı ,en azından sosyalist iktidar yürüyüşüne dizilmiş olanları "bok" a,"kitsch"e, benzetip,bunun dışındakileri model insan yaparkenki anlatımı apayrıdır. İkisi de böceğe dikkat çekiyor,biri haber vermektedir ki,pek haberi duyan olduğunu sanmıyorum,hepimiz okuduk ama haber telakki etmedik,diğeri ,Kundera, böcek olun diyor. Büyük yürüyüş tabir ediyor ve sosyalist iktidar yürüryüşüdür,burada yürüyenlere "KİTSCH" ,kiç,diyerek ,yürümeyenleri model yapıyor,istediği böcek insanlardır,ya da sürüdür,en dipte olan insandır. İşte Kafka bu haberi veriyordu ama hepimiz,Kafkanın böceğini iğrenç ve anlamsız bulduk,Kunderayı keşfettik ve onda kendimizi bulduk.Şimdi hem herkese böcek diye saldırıyoruz,hem de böcek olmanın erdemlerini savunuyoruz. yani eleştirdiğim noktadan olumlu sonuç çıkarmak varken,"Liriktir" yollu savunuya geçmek bununla aynıdır. Yanlış anlaşılmasın,Lirizme bir hücumum yoktur,sadece nereden bakıldığının önemini vurguluyorum. Ekliyorum,27 mayıs ile 12 Eylülü aynı çuvala doldurup yargılamak da,12 Eylülün aklanmasını getirir. Getirmiştir. Artık 12 Eylül zemzemle yıkanmış durumdadır,yenisine yer açılıyor. hepsi aynı ve birdir yani aynı bakışın ürünleridir. Böcek diye saldırmak ile böceğe methiye düzmek aynı anda bir paradoksun içinde yer alabiliyorsa,27 Mayısa ,12 Eylül tadında sövmekle,12 Eylülden bir 27 Mayıs paradigmasına dönüş beklemek bir ve aynı paradoksun içindedir. Bakışın paradoksal yansıması demek yerinde olabilir. Ve ben diyorum ki,27 Mayıs burjuva cumhuriyetin son ve en yüksek noktadaki demokrasinin ifadesi idi ve işte sizin demokrasi deyyu istediğiniz veya ütopyanız budur ama bir daha zor görürsünüz,artık hayallerinizden de çıkmak üzeredir. Burada Lirizmi övmek ya da yermek arasında bir yere sıkışıp kalarak uzatmak istemiyordum ama durum budur ve önemli oranda resmetmiş olduğuma inanıyorum. Yani resimde Yunus Emre ile Laik Kemalist rejim ve onun devamı dinci akımların yönetimi ve elbette tarikat dinamiği sarmaş dolaştır. Birine meyledip, diğerlerini yok saymak inandırıcı olmuyor. Buradan hemen sosyalistlere geliyoruz ve hadi kemalizmden geriye gitmeyiz derken,ortaçağa dönmeyiz dediğimiz açıktır ve asıl istikametimizi vurgulamaktan kaçınmadığımız da açıktır ve bir temenninin ötesindedir,somut bir mücadele hedefidir,ama kulağa hoş gelmiyorsa,resme belki bizi de bulaştırıyorsa,öyleyse yalınlaştırarak aydınlanmanın gerisine gitmeyiz diyoruz ki,kendimizi kandırıyoruz,çünkü Kemalist Cumhuriyet çıkışı itibarı ile aydınlanmacıdır,Entelektüel,iyi niyetli krallara bile razıyız ama padişaha ve halifeye asla.Parlak ve aydınlanmış bakanlara okey ama cahiliyeden gelen cahiliyeye sürükleyen vekillerle asla diyoruz.Hep gelişen bir ekonomi ile topyekün zenginleşmeye itirazımız yok ama büyük zenginlerin zenginliğinin ayakları altındaki bir fakirliğe asla diyoruz.Aklın önündeki bütün duvarların yıklımasına ve bunun despot aydınlar eliyle yapılmasına evet ama aklın geriletilmesine ve buna methiye düzülmesine asla diyoruz. Ve hep ilerleme diyerek,gerilemeye karşı hücumu öne koyuyoruz. ve durağımız burası olduğunu kim demiş diyerek,gideceğimiz yeri net ve açıklıkla işaret ediyoruz. Yani aslında hepsini red ile sosyalist iktidar diyoruz,dediğimiz sadece,buradan geriye gitmeyeceğimizdir. Ama işaret ettiğimiz yere giderken dizilen yürüyüşe "kitsch" (bok) misli bakanlarla,bok misli bakmadığını söylese de,bok misli bakanların peşine takılanlarla yürümeyeceğimizi ve en çok da onlarla birlikte yürümeyeceğimizi ama işaret ettiğimiz yere giderken kurduğumuz yürüyüşü genişleten her bir damlayı da içereceğimizi,ona da doğru yolu göstererek yanımızda götüreceğimizi,yani karanlığa direnç yaratacak her bir damla aydınlığı,büyük yürüyüşe içerip,büyük yürüyüşün işaret ettiği aydınlıkla birleştireceğimizi söylüyoruz. Bunu sosyalist soy kütüğünden gelen düşüncelerden kurtulmak lazım diyenlere inat olsun diye de değil,onlara rağmen ve onları bizi sürüklemek için secdeye vardıkları karanlığın başında bırakarak yapacağımızı söylüyoruz. Bundan daha açık olunabilir mi .Ya da hangisi daha az açıktır. Yunusun peşine takılıp,cahiliye devrinde olduğumuzu,zaliminin zulmünde yaşadığımızı,zalime bu zulmün de yetmediğini ve başkaldırı geleneğimizi unutmamız mı açıklıktır. Yunus diye diye,din alanının gerileyeceğine inanmak mı, komünistler neden hala dindar diye yakınırken,Yunus Emrenin Lirizmine teslim olmak ne kadar açıklıktır. Yunus derken,laik Kemalist rejimi mahkum edecğimize inanmak mı,Kemalizme hücum ederken, yanına yaklaştığımızın,Laik Kemalist elbise ile sürerken,bu elbise sosyalist hareketin yükselişini engelleyecek korkuyu ve barikatı sağlayamadığı için,hem bu dar gelen elbiseden kurtulmak ve hem sosyalist hareketin topyekün yok edilmesi için u devamlılık içersinde ortaçağ karanlığına rota tutmuş 12 Eylül rejimi olduğunu unutmak mı, bu karanlık cephenin karşısına koyacak bir tek güç bırakmadan,bu karanlığa cenk açmanın beyhude olduğunu görememek mi ve daha bir sürü lirik yansımalar mı açıklıktır.


Oysa demiştim,yargılamadığımı,olumsuz da bulmadığımı söylemiştim yani küllerin onbeşlere gönderilmesini yermiyorum,bir paradoksa işaret ediyordum.Daha basit ifadesi ile,düşüncede hasıl olan çifte standart diyerek alınganlığa sebebiyet vermemek için işaretim budur. ama görülüyor ki,kör,sağır ve dilsiz dinamiği hareket halinde,ve işine gelenlere bütün organlar açık,değilse,kör ve sağır olmak ve de sükut içinde olmak hala altın. Diğer yandan şimdilerde Lirizmi hepimiz avucumuzda taşıyoruz da haberimiz yoktur. Ne diyor Yahya Kemal, His var mı bu alemde nekahat gibi tatlı / gönlüm bu sevincin heyecanıyla kanatlı. Lirizm budur işte,ama kulağa hep hoş gelen bir ahenktir ama herzaman yüreklerde taşınan her duyguya ve coşkuya edebi bir haberci değildir. Şimdi hepimiz, bir nekahat döneminde ve bu heyecanla yüreklerimiz kanatlanmış değil miyiz.İşçi sınıfına bir mesih misli kurtarıcı gözüyle tapınıp,sonra da yokmuş diye küplere binmiyormuzyuz.Ama mesihsiz yapamadığımız için, İsayı çarmıha gerilmiş görüp,ondan bir mesih,tanrı da denilebilir,çıkaranların izinin peşine düşmüyormuyuz..Ve beklemiyormuyuz hep beraber milenyumu,gelse de İsa Mesih babamız,kursak artık bin yıllık cennetimizi.Ya büyük yürüyüş ne olacak,onun heyecanı nekahat döneminde saklı. Boşuna hepimiz kundurasını kaybetmiş Kunderacılar misli olmadık.Yani aslında hepimiz biraz Lirik yaşamıyormuyuz.

Ve Lirizmle başladım, Nazımdan,Lirizm bulurmusunuz bilmem ama, Nazımın bir şiir ile gene Lirizmle çııkıyorum.

Dördü de önümdeydi.


Kan içindeydiler.

Severim kanı;

anamın rahminde olduğu

ve giyotin sepetine dolduğu için...

Dördü de önümdeydiler.

Kan içindeydiler.

yetiştim onlara omzuma deydiler; Kahrolsun Danton.

Ölmesin Robespiyerim...

Yaşasın Marat ! Ben Baböfle beraberim

dedim.

ve geçtim onları Robespiyer Danton

Baböf Marat...

Ne başlangıç, ne son,

Doğan,ölen,doğan,hayat !...

Böylece asıl konumuza dönüyorum.Sovyet sosyalizminde de bir dönem ve birbirinin simetriğinde zincirleme reaksiyon olarak yaşandı,dine ya aşırı serbestiyet verildi ki,tarikatlar yer üstüne çıkarak örgütlenmesini sürdürdü, sonra da,tam simetriği uygulandı,bu kez aşırı bir hücumla hepsi yer altına indirildi.Her iki durum sürerken ,bu çerçevede bilimsel olarak bir hücum yoktu,hücum ya serbesti vermek,ya da aşırı baskı uygulamak şeklinde idi; Her iki durumda da din alanı genişlemiş ve sisteme tehlike oluşturacak paradigmalarla kaynaşmış bir tehlike haline gelmişti. Hayrettine de hatırlattım,bir zaman kaçıncısı idi hatırlamıyorum,Papa Polonyadan seçilmişti,tesadüf mü idi,elbette hayır ve komünist rahip,en şiddetli hrıstiyanizm yayıcısı oldu.

Burada hatırlattığım,hem tanrıya inanıp,hem de bilime inanmanın mümkün olmadığıdır. Ama artık bunu mümkün kılmanın mümkün olduğunu göstermeye ve göstertmeye çalışıyorlar.Ama özünde,bilimden uzaklaşmayı model yapıyorlar. Sen bunu göremedi isen,Berktayların dediklerini ve dediklerine yönelttiğin eleştirilerini neden buraya taşıdın bunu bilmiyorum.


Yukarda dedim, simetri var,Kemalizm diye diye Kemalizme çelme takanlar, yine aynı çığırtkanlıkla önce,Türbanı yasakladılar. Sonra simetriğine Türbana serbestiyeti koydular. Oyun hala aynıdır,serbestiyeti koyanlar da,yasağı koyup,yasağa dayanarak serbestiyetin serbest olmasına karşı çıkanlar da aynıdır. Tıpkı, duvarı iterken,duvarı geriletmek yerine,kendini geriletmek gibidir. Duvar daha da içlere doğru kalınlaşıyor. Kalınlaşmıştır. Başka alanlarda da,mesela demokrasi çerçevesinde de bir senkronizasyon olduğunu biliyoruz. Demokrasi diye diye,Komünist partinin serbest olmasının yanına ,tarikatların da serbest olması dileğini koymak arasında bir korelasyon var. Hatırlarsın,Nabi yağcı 141-142ye özgürlük derken,163 e özgürlüğü de unutmamıştır,cilası da din ve vicdan hürriyetidir.. Pek özgürlükçü olmuşuz ve daha çok ruhani özgürlüklere yönelmek modadır. İşte bu,sol gömleklerini iğreti taşıyanların,ondan nefret ederek taşıyanların,ondan kurtulmak üzere olduğunun gün batıımıdır. Gün ağarınca, Mürteci oluvermişlerdir ama gömlekleri yadigar kalmıştır ve bir süre daha gereklidir. Ve bu yeni mürtecilerle hesaplaşmadan,din alanı geriletilemez. Hesaplaşma ise,koskoca aydınsın,mürtecilik sana yakışıyormu deyyu nasihat formunda sonuca götürülemez.

Yani demek istediğim şudur,bir; dinle gelişigüzel ve akılsızca hesaplaşmak sonuç getirmez.iki;Sovyet sosyalizminde tutarlı ve iyi düşünülmüş bir din politikası olmamıştır,bu da ya aşırı uzlaşmanın,ya da aşırı hesaplaşmanın politika sayılmasını getirmiştir. Sovyet düzeninin çöküşü ardından gördüklerimiz bunu teyit etmektedir.üç; Genç kapitalizm dinsizdir ama bu uzun sürmemiştir ve Tekelci düzenler tümüyle dindar düzendir yani yobazdır ve bu tümüyle sınıfidir. dört;Türkiyede Dindarlık,dindarların veya bu yöndeki dinamiklerin marifeti değildir,tümüyle devletin marifetidir. Yani Türkiyede dinsellik,Laik kemalist rejimin marifetidir.beş; tarikatların bütünüyle olmasa da,önemli oranda devletin himayesinde olması laik kemalist rejimin temel karakteridir.Bunu hep,"aydın din adamı"arayışını öne çıkartarak gizlemiş ama iktidarı boyunca dinci katliamları engelleyememiştir. Ve tekelci aşamada dinci akımlar,devletin himayesinden devletin kendisi olmaya yükselmiştir. Şimdi bu noktadayız ve bu noktada Kemalizm kalmamıştır. Ama bu noktaya kadar,Kemalist yüksek kadrolar ile büyük zenginler,birlikte İslamcılığı yerleştirmişlerdir. Bu, Kemalizmin de sonudur ama hala her taşın altında,her zulmün şafağında Kemalizm aranmakta,böylece zalimlerin zulmüne hoşgörü köprüsünün atılması kolaylaştırılmaktadır,Yunus Emrenin Lirizmine hapsolmak ise,buna şiir tadı aktarmaktadır.Ölmüş halimizin haberi ortadan kaldırılmaktadır. Şiir gibi böcekleşiyoruz,zalimimizle birlikte zalimin zulmüne ağlayarak kendimizden geçiyoruz. Böyle Lirik bir toplum olduk yani.

Pek Lirik bir mektup oldu belki ama derdimi anlatabildiğime inanıyorum. Hala anlamama modunda isen,bir kaç kez daha okumak faydalı olabilir diye düşünüyorum

Ben de Baböfle beraberim.Ve hep,ismini söylemesem de,"bugün ,Baböfe gerek var" derim. Eşitlik mi,Baböfte en güzeli vardı ve en güzeli,mülkiyette ve işte eşitliktir. Bu eşitlik ise,Zalimin zulmüne zalimle birlikte ağlayarak sağlanamaz.Yunustan çıkmadan ise hiç sağlanamaz. Zalim ise eşitliğe düşmandır ve Baböflere en çok düşmandır. Ve iyi ki Blanqui Baböfü içermiştir ve , içerdiğini Lenin farkederek,tüm eleştirel saldırıları ezerek,Ekim devrimini gerçekleştiren Rus proletaryasına içermiştir. Ve artık içerilmiştir.Ama Baböfler olmazsa,fabrikalara Yunus girer ve girmiştir,işçiler sınıf kinini,celladına teslim ederek,yaşadığı zulümden çok,zalimin haline ağlar. Şimdi ve hala en çok korkulan, ne Robespierdir,ne Mustafa Kemaldir, Baböftür tekellerin akıllılarının korkularını depreştiren. Baböfü en tam anlatan ise Engelstir. Nazım ise en iyi anlamış ve şiirle anlatmıştır. Gerisi ise teferruattır. Yani son paragrafı ve Baböfü at,geriye küller ve zalimle birlikle zulme ağıt kalır. Böyle olunca da büyük yürüyüş hep bir noktada yarım kalır. Büyük yürüyüşün tamamlanması için,fabrikalardan Yunusla birlikte cennet illuzyonunu çıkarıp,her köşesine Baböfleri koy, işçiler o saat,celladının elinden,zulmünü de,teslim ettiği kinini de alır ve geriye ne Yunus kalır,ne Lirizmi,ne de zalime ağlayacak işçi ile zalimin zulmü kalır. İşte o zaman ,bayrakların üzerine mülkiyette ve işte eşitlik yazan işçiler, hepsi birden Baböfle beraber olur,Baböfler olur. Ve işte o zaman din alanının daralmasının ve insanın tanrı önünde eşitlenip tanrı fikrinden kurtularak aslına dönmesinin bilimsel hünerine yol açılmış olur.Sosyalist iktidar böyle kurulur. Kurulmadan önce,tortulardan Baböfle kurtulunur.


Sen şimdi buna da bir soru sorup,beni köşeye sıkıştırmak istersin,bence sorma,hatta ne olur yalvarırım sorma,beni anlamıyorsan bari Baböfü anla.

Fikret Uzun
 
Kimden: SMurat Üner

Kime: tustav@yahoogroups.com
Gönderildiği Tarih: 27 Ağustos 2011 1:06 Cumartesi
Konu: Re: Yan: [tustav] komünistlik ve cenaze töreni

Hepimizin ortaklastigi ve o toreni duzenleyecek "orgutlu yapi" ortada olmadikca tum soylenenler ve yazilanlar havada kalacaktir. Bizleri hahambasi, imam, dede veya papazdan kurtaracak o sinif partisi-mekanizma maalesef henuz olusturulmadi. Mihri Belli'nin cenazesinde imam mikrofondan bagira bagira kuran okudu. Bazilari, daha fazla uzatmamasi icin "biri su imamin cebine iki kurus sIkistiramiyor mu?" demekten kendini alamadi. Kimse pratik bu isi bile yapacak sekilde organize degildi.

Kullerin ayni denizde cansiz bedenleri bulunan eski yoldaslarlari ile bulusmasi lirik bir ifadedir. Kaba materyalizmin luzumu yok. Bu mekanizm ile Nazim'in bir cok siiri gibi pek cok ezgiyi de cope gondermek gerek. Bu da gaddarlik olur. Ruhi Su guzel soylemiş:
KARADENIZ AGITI


Hayali gonlumde yadigar kalan,

Bir yanim deryada calkanir simdi.

On bes mursid ile bogulup olen

Bir yanim deryada calkanir simdi.


Garip garip oter derya kuslari

Su icinde uykulari, dusleri

Bir gelin, doker kanli yaslari

Bir yanim deryada calkanir simdi.


Nazim ile zindanda gun be gun biri

Soyletir dilsizi, aglatir koru

Bir yanim curuyor, bir yanim diri

Bir yanim deryada calkanir simdi.


Yaralarim tuz icinde kaniyor

Uyku gelmis ela gozler sonuyor

Bir yanimda Suphi Nejat oluyor

Bir yanim deryada calkanir simdi.


Gelir gunler gelir, yaram sarilir

Boyle gitmez bir gun hesap sorulur

Bir yanim Acem'den, Cin'den gorunur

Bir yanim deryada calkanir simdi.
 
Not: Iste on yildir, bir taraftan, sol/sosyalist dinamikler ile Laik Kemalist ideoloji arasina duvar orulmesi, diger taraftan din alanina karsi hosgoru dinamiginin sol bir ruzgarla yerlestirilmesi, dine saygi, din ozgurlugune saygi propagandalari ile bu hosgoru dinamiginin guclendirilmesi,bu nedenledir ve hepimizin gordugu gibi,din alani azimsanmayacak duzeyde genisletilmistir.



ifadesinden anladigim su, "laisizm ve kemalizmle araya mesafe koymamak, din alanina hosgoru gostermemek, din ve vicdan ozgurlugune hosgoru gostermemek gereklidir. Boylelikle din alani sosyalistlerin materyalist alanini daraltamaz, cunku bu duzeyde genisleyemez olur."

Dogru mu?

Murat UNER



26 Ağustos 2011 22:30 tarihinde f sdf yazdı:


Merhaba,

Bir süredir devam eden bu tartışmanın gerekli olup olmadığı konusunda bir fikrim olsa da,tartışmaya katılıp,tartışmayı daha da dallandırıp budaklandırılmasına vesile olmak istemedim, ancak hala devam ediyor olması bu konuda ,müdahale olarak algılanmaması dileğiyle ve bu yönde bir tartışmanın, hele ki bu geldiğimiz tarihsel süreçte,gerekli olmadığı gibi, yararlı da olmadığını, hatta zararlı olduğunu da düşündüğümü belirterek,dahası,bu tartışmanın dayandırıldığı asıl sorunun çok daha büyük bir çapı olduğunu ve asıl bu sorunun üstesinden gelinmek üzere yoğunlaşılması gerektiğini,dolayısıyla bu minvaldeki bir tartışmanın,asıl sorunun çözümündeki çabaları ilerletici bir işlev taşımadığına vurgu yaparak,bir kaç noktada ve kitabi yaklaşımdan kaçınmaya özen göstererek,hatırlatmalar yapmak istiyorum.


Öncelikle dini olanla rasyonel olanın, iki ayrı alan olduğunu ve dinin kuralları ile aklın yasalarının uzlaşamaz olduğunu not ederek başlamak istiyorum.

Bunlardan birinin etki alanının genişlemesi, diğerinin daralması demektir. O nedenle aklın alanı sabırlı bir mücadele ile genişletilerek, dinin alanı daraltılabilir.

Bunun için, ne dinin alanını genişletmesi anlamında, bu alanla barış içinde olmak, ne de bu alanı tümüyle kısıtlamak için düşmanca mücadele etmek doğrudur.

Doğru olan ısrarlı, soğukkanlı, dikkatli ve sabırlı bir entelektüel tavırla mücadele etmektir.

Aşırı hesaplaşma ile din alanında örgütlenen tarikatların ve tarikatçıların alan bulması ve alan genişletmesi sonucu doğar. Aşırı uzlaşma ise, akıl alanının daralmasına neden olur ve dolayısıyla tarikat ve tarikatçıların örgütlenmesinin önünü açar.

Buradan hareketle ne aydın din adamı, ne de açık görüşlü İslamiyet mümkün değildir. Bu ancak islamdan uzaklaşanların deşifre olmasına yarar ki, yine de bu alanının genişlemesine yaramaktan başka bir işlevi olmaz.


Dine Marksist pencereden baktığımızda, Marksizmin önermelerinin, idealizmin en yaygın biçimi olan dinsel biçimin kararsız olduğunu gösterdiğini görürüz.


En belirgin çizgisiyle Hıristiyan dininin ya da İslam dininin, dünyayı açıklamak için yaratıcı bir tanrının, sonsuz ve tükenmez bir ruhun müdahalesine gerek duyduğunu ve bu gerekliliğin,

1- Maddenin edilgen ve durağan olmasına ve dolayısıyla hareketini ruhtan almasına;

2- Maddenin kendinde hiçbir doğal zorunluluk taşımadığına, hiçbir birliğe sahip olmadığına dolayısıyla yine maddenin yasalarına sürekli ve değişmez biçimde ruhun konulmasına;

3- Maddenin tarihsel bir gelişme sürecine bağlı olmadığına dolayısıyla dünyanın bir başlangıcı olduğuna ve bir de sonu olacağına, o halde sonsuz bir varlık tarafından yaratılmış olacağına dayandığını görürüz.

Oysa materyalizme göre, bunun tersine, maddenin iç ve zorunlu gelişme halinde kavranışı, doğal olarak kesintisiz dönüşen evrenin sonsuzluğu ve tükenmezliği tezine, maddenin yok edilemez ve yaratılmamış olduğu olumlaması sonucuna götürür.

Din, diyalektik materyalist bilim alanının tam karşıtı, uzlaşmazıdır.

Diyalektik materyalist bilim, gerçeğin çelişkilerini tersyüz etmeden, aslına sadık kalarak, yabancı, hayali, gerçek olmayan bir şey katmadan açıklar.

Din bilgisizlikten doğduğu için, bilimsel açıklamaların yerine hayali açıklamaları koyduğu ölçüde,büyük bölümüyle gerçeği maskelemeye, olayların nesnel açıklamasını gizlemeye yardım eder ve kendi kuruntularına bağlı dindar adam, ilke olarak, şeytan işi saydığı bilime düşman olur.

Bu özellik sömürücü sınıflar tarafından sonuna kadar kullanılmıştır. Kullanılmaktadır.Kendi sınıf baskılarını sonsuzlaştırmak için, kitlelerin edilgenliğine, eylemsizliğine tevekkülüne, yumuşak başlılığına, mutsuzluğunu kadere bağlamasına muhtaçtır. Aynı zamanda, kitlelerin mutluluk umutlarının öteki dünyaya yönlendirilmesi gerekir. Geleceğe ait avutucu cennet umudu, sömürülen yığınlara yeryüzündeki fedakârlıklarının ödülü olarak sunulmuştur.


Bilimdeki ilerlemeleri yavaşlatmak için, gerici feodaller, dinden yararlanıyordu. Tıbbi araştırmayı, aşılamayı, cerrahiyi yasakladılar, dünyanın, âlemin merkezi olmadığını savunduğu için Galile’yi mahkûm ettirdiler. Bütün bunlara en büyük darbeyi, 18. YY. dan başlayarak Materyalizm ve diyalektik materyalizm indirmiştir.

Ancak,1789 Fransız burjuva devriminden sonra, teorik olarak, dinin felsefi içeriği, kesin bir yenilgiye uğrasa da, Paris komününden sonra din, tekrar ihya edilmiştir. Dinin siyasal kullanımı, Kant tarafından ortaya konmuş ve dinin burjuva düzeninin korunması için önemi vurgulanmıştır.

Sosyalizmin tarihsel zaferiyle din, sınıfların hizmetindeki ideolojik bir güç olarak toplumsal temelini yitirmiştir. Ama insanların bilincinde geçmişten arta kalan bir şey olarak varlığını sürdürmüştür. O nedenle sosyalist düzende bilimle din arasında, bilgisizlikle bilgi arasında olduğu gibi, teorik bir savaş sürecektir.

Ancak bu savaş, iki zıttın barış içinde bir arada yaşamasını da, keskin hatlarıyla bir savaşı da içermez.

Bu teorik savaş, iki olguyu da bir arada ele alan barışçıl bir savaş olmalıdır. İşte dine karşı teorik savaşın özü budur. Savaş açmadan savaşmak, savaşarak barışık yaşamak ama dinin akla savaş açmasına izin vermemek. Bu da, sabır, soğukkanlılık ve entelektüel tavır gerektirir.

Sosyalist düzende bu mücadele, teorik olarak ve onun yansıması olan pratik mücadele olarak da, ya tam bir hesaplaşmaya gidildiği ya da bunda başarısız olunca tam bir hoş görüye yönelindiği için, öncelikle akıl alanına karşı örgütlenmesinin boyutları takip edilememiş ve küçümsenmiş, bunun sonucu olarak da, tarikat örgütlenmelerinin önü alınamamıştır.

Öyleyse, her alanda olduğu gibi, din ile mücadele alanında da, sosyalizmden bu güne taşınan deneyimlerin, başarılarından çok, başarısızlıklarından süzülmüş olduğu gerçekliğini bundan sonraki mücadelede hesap etmek gerekmektedir.

Sosyalizmde ya da bunun için mücadele sürdürülen alanlarda, materyalizmin, insanın alın yazısı diye bir şeyin olmadığına kendisinin, ikna olmasının bilimsel temellerinin öğretildiği oranda din alanının, akıl ve bilim alanı karşısında gerilemesinin önü açılmış olur. Gerçeğin bilimsel olarak bilinmesi ve tanımlanmasının yeni bir yaşama geçirebileceğini ve bunun mutluluklarının tadılabileceğini öğrettiği oranda bunu başarabilir.


Materyalizm, tanrı gazabından ezilen insan bilincini kurtardığı ölçüde din alanına karşı, akıl ve bilim alanını genişletecektir. Devlet korkusu ile ezilen insan bilincini özgür kıldığı ölçüde bu alanı daraltmak ve örgütlenmesinin önüne geçmek, giderek, bireyin dini kendi özel işi gibi göz önüne almasını sağlayarak, ondan kurtulmasına olanak vermek mümkün olabilir.

Böylece insan aklının, bilincinin özgürleşmesindeki sınırsızlığın kapısı açılır ve hiçbir şeyin önceden yazılmadığı, daha önce her şeyin önceden yazıldığını gösteren tabletlerin yerine geçmeden bilincin özgür sınırlarına işlemiş olur. Ve böylece de, hareket halindeki maddenin sonsuzluğu ile akıl ve bilincin özgürlüğünün sonsuzluğu çakışarak, hastalıklarla savaşmak için; bu sonsuz hareketin özgürlüğünü hastalıkların nedenlerini çözmede bir savaşçı güç haline getirebilecektir.

İnsan aklının, bilincinin tutsaklığı, insanı edilgen, boyun eğici, karaktere büründürdüğü oranda, insan aklının ve bilincinin devlet korkusundan ve elbette tanrı korkusundan kurtarılarak özgürleştirilmesi de o oranda güçleşir. İnsanın gerçek gücünü görmesi, gerçeği bütün sınırları ile görüp, onun yarattığı durumu değiştirebileceğine inanması ve değiştirebilmesi, insanın aklının, bilincinin tutsaklığından, edilgenlikten ve boyun eğicilikten kurtulması dolayısıyla devlet korkusundan, tanrı korkusundan kurtulması ile mümkündür. Ancak böyle insan etkin ve savaşkan olabilir.

İşte o zaman dinin alanı, sönümlenme noktasına kadar daralacak ve insanlık, dinle kendi özel işi olarak bile ilgilenmekten uzaklaşarak, daha önce ilgilenmiş olduğunu bile hatırlamadan, dünyayı değiştirebilmenin gücünü yaşayarak en zirvedeki insanal mutluluğa erişebilecektir.

Sosyal bilimlerin, halkların hayatını bir dinin kurallarının yapabileceğinden daha doyurucu biçimde düzenlemeyi öğretmesinden bu yana, dinlerin artık modasının geçmiş olduğu iddialarıyla birlikte,( nesnel durum bu iddia ile örtüşmemektedir) yaşadığımız bu zaman diliminde, pratikte sosyal bilimler, Hıristiyanlığın ya da Müslümanlığın sınırlarında yükselen yoksullarla ilgilenme, onlara yapılacak yardım için sivil örgütler kurma ve bunları yeni bir inanç cemaati ile bütünleştirme dinamiği yaratılması kadar etkili olamamaktadırlar.

Sosyal bilimlerin ortaya çıkması, güçlü ve ihtiraslı bir ruhban sınıfının, halkların ekonomik, entelektüel ve moral gelişmesini engellemekte önemli katkısı olduğunu göstermiş, aydınlanma ve eğitimdeki ilerlemelerin genel olarak bu ruhban sınıfının sayı olarak ve etki alanı olarak azaltılması sonucunu doğurmuştur. Ama buna rağmen, sosyal bilimlerin pratikteki etkisi, teorik düzenlemesiyle aynı oranda gelişmemiştir.


Şimdiye kadar dünya tarihinin gösterdiği, ahlaksal ve entelektüel ilerlemenin, dinsel ideolojinin büyük ölçüde yavaş ve müdahaleci davranmamasıyla orantılı olarak gelişmiş olmasıdır. Bu alandaki bütün etkinlikler ve ilerlemeler, dinsel ve dogmatik formu kırmak suretiyle kendini ortaya koyabilmiştir. Ancak bu gelişmelere ve ilerlemelere paralel olarak, dinsel ideolojinin alanının daralması şöyle dursun,tanrı ve din tasarımını mükemmelleştirmeye doğru yönelinmiştir.

Hem tanrıya inanıp, hem de bilime güvenmek mümkün değildir. Bu birbirine zıt iki dünyanın, birbiri ile uyuşması mümkün değildir.

Türkiye'de şu anda var olan sistemin meydana getirilmesini,elbette burjuva devletin devamllığından bağımsız ele almadan ve hep sosyalizme yönelişin önünü kesmeye çalıştığını göz ardı etmeden ancak sosyalizme yönelişin, laik burjuva ideolojisiyle, Kemalizmle durdurulamaması nedeniyle sosyalizme karşı yoğun bir dinci eğitimin önünü açmak ve devam ettirmekle mümkün olduğunun altını çizmek özel önem taşımaktadır. Bunun, laik burjuva ideolojisinin ,Kemalizmin çok gerilerine çekilen bir rejim demek olan irticai yapılanmanın yerleştirilmesi demek olduğu açıktır.

Diğer yandan,bunun, dinci politikayı yoğunlaştırmak yanında, dine saygı ve özgürlüklere saygı adına, dinci akımlarla solu uyuşturmak demek olduğu da açıktır.

Ve geldiğimiz noktada, çok daha açık ve net olarak görünen o ki, sosyalizmin ilerlemesi, dinin etkilerini kırmakla mümkün olabilecektir.

Bu açık ve net olarak görünen olgu, emperyalist ABD ve 12 Eylülcüler tarafından görüldü ve bu yönde 30 yıldır, sosyalizmi geriletmek,topyekün ortadan kaldırmak için,( bunu Kemalistlerin eliyle ve desteğiyle yaptıklarını konumuz bu olmadığı için ayrı tutuyorum) laik burjuva ideolojisi de, Kemalizm de geriletildi, yerine dinci ideolojinin hegemonyası önemli oranda yerleştirildi.

İşte bu nedenle din alanının, akıl ve bilim alanı karşısında önemli bir üstünlük kazandığı,dolayısıyla sosyalist hareketin alanının daha da daraldığı bu günkü koşullarda, din alanı ile akıl ve bilim alanı arasındaki mücadele şimdi çok daha fazla önem taşımaktadır. Çok daha fazla akıl ile ve bilim ile hareket etmeyi yani dine karşı düşmanca mücadeleden de, hoşgörü ile yaklaşmaktan da uzaklaşmayı gerektirmektedir. Yani sabırla ve entelektüel tavırla mücadele etmek gerekmektedir.


Şimdi, İran olayları nedeniyle gündeme gelen TUDEH deneyimini bu açıdan değerlendirmek ve ülkemize, bu deneyimin ışığında dönüp baktığımızda, bu deneyime bile gerek olmayan bir açıklık olduğunu dolayısıyla bu açıklık üzerinden hareket ederek sonuç almaya yönelebileceğimizi görmek gerekmektedir. Bunun temel ekseni, dinci akımların, akıl ve bilim alanındaki hegemonyasına ve kitleleri edilgenleştirmesine karşı, akıl ve bilim alanındaki darlığı aşmak, kitleleri, dinci akımların hegemonyasından ve edilgenlikten kurtarmak için,laik burjuva ideolojisinin, Kemalizmin çok gerisinde bir ideolojinin yapılandırılması demek olan irticai yapılandırılmaya karşı, bu, dinci akımların alanının genişlemesi demek olan alanın daraltılması için, Laik Kemalist ideolojidir. Ancak bu eksenden ileriye doğru hareketle, bu eksende takılı kalmadan, sosyalizm alanını genişletmek için mücadele ile dinci akımların alanını daraltabilmek ve ilerlemek mümkündür.

İşte on yıldır, bir taraftan, sol/sosyalist dinamikler ile Laik Kemalist ideoloji arasına duvar örülmesi, diğer taraftan din alanına karşı hoşgörü dinamiğinin sol bir rüzgârla yerleştirilmesi, dine saygı, din özgürlüğüne saygı propagandaları ile bu hoşgörü dinamiğinin güçlendirilmesi,bu nedenledir ve hepimizin gördüğü gibi,din alanı azımsanmayacak düzeyde genişletilmiştir.

Sonuç olarak, sosyalistler, kimsenin bireysel olarak sürdürdüğü dini inançlarına zorla müdahale etmediğini, etmeyeceğini, ancak bunun devlet eliyle, tarikat örgütlenmeleri ile yerine getirilmesine de ön ayak olmayacağı gibi, bu yöndeki uygulamalardan tümüyle ayrılacağını da göstermelidir. Örneğin, sırf özgürlük yanlısı olmak adına, Türbanın, ibadet etmenin, cenazesinin dini kurallarla kaldırılmasının önüne zorla,hata bu yönde yargılayıcı propagandalar yaparak da,geçmez ama bunu özendirici düzenlemeleri de üzerine vazife olarak almaz.

Ayrıca sosyalistler bilirler ki, insanlık tarihi bir ilericilik, gericilik tarihidir aynı zamanda. İlerleme yönündeki gelişmenin merkezinde ise, sınıf savaşı vardır. O nedenle gericiliğe karşı mücadele sınıf mücadelesinden ayrı değildir. Bu anlamda bilimin ilerleme yönünde gelişmesi, insanlığı kadere boyun eğmekten, edilgenlikten kurtarıp, kaderine hükmetmesi için gericilikle mücadele etmesine, din alanının geriletilmesine olanak sağlar. Ama bu zor yoluyla hesaplaşmanın ifadesi değildir. Bilimin ve ilerlemenin galip gelerek, din alanının insan bilincindeki tahakkümünü daraltması ve insanın bilincinin özgürleşmesini sağlaması demektir. Bu da, sakin, sabırlı bilimin yasalarına sahip çıkılarak, entelektüel bir tavırla mücadele etmek demektir.


Adettendir, bir kısa sonuç yazalım dersek; çıkartılması gereken sonucun, dini akımlara, dine, özgürlüklere saygı temelinde yaklaşıp, onlarla uzlaşmak, onlara karşı alabildiğine hoş görü dinamikleri oluşturmak, onlara güvenmek ve özgürlüklerin ve ilerlemenin onlardan geleceğini beklemek, ne kadar yanlış ve tehlikeli ise; bu alanın antik çağdan bu yana, egemen sınıfların baskılarını sonsuzlaştırmak için, kitleleri edilgenliğe, yumuşak başlılığa, kadere boyun eğmesine razı etmek için kullandığını, siyasal kullanımını ortaya koyan Kant'tan bu yana, burjuva düzeninin tehlikeye düşmeden devam etmesi için kullanıldığını unutmak da yanlış ve tehlikeli sonuçları olan bir yaklaşımdır. Bunun yanında ve bu gerçeklikler ışığında, din alanının geriletilmesi ve sönümlendirilmesi için yürütülen mücadelenin, düşmanca bir dine saldırı biçiminde sürdürülmesi de son derece yanlış ve tehlikeli sonuçlar doğuracaktır. Her durumda da, bu yanlışlıkların doğuracağı sonuç,din alanının genişlemesinden başka bir işe yaramayacaktır. Öyleyse, ilericilik-gericilik mücadelesi ekseninde yürütülen dini akımlarla mücadelenin, sınıf mücadelesinden ayrı olmadığının bilinciyle son derece sakin, kararlı, sabırlı ve ödünsüz bir entelektüel tavırla yapılması ve sınıf mücadelesi dinamiklerine bağlanması en akıllı iştir.





Not,"...Nihat Akseymen yoldasimizin kullerini, Mustafa Suphi ve 15 yoldasimizin yanina gonderdigimiz... ,(bir de,bir çoğumuzun dillendirdiği,"ışıklar içinde yat(sın)" ifadesi var ki,özü aynıdır.Yani her iki ifadede de ruhani bir yaklaşım vardır.) " Biçimindeki ifadeye yansıyan yaklaşım,özünde idealist bakıştan kurtulunamamış olunduğunu gösterir ki,bunu yargılamıyorum ve doğal karşılıyorum,eğer böyle olmasa idi,sovyet sosyalizmi,yaşadığı 70 yıllık süreçte ( neden başarılı olamadığına yukarıda kısaca değindim) din alanını önemli oranda daraltabilirdi. Şimdi daraltmadığı gibi,tam tersine geriye miras olarak çok şiddetli bir şekilde genişlemiş olan bir din alanı bıraktığını görüyoruz. Törenlere,ayinlere değinmeyeceğim ama Türkiyede ölüm yıldönümü anmalarında mezarlıkların dolup taşmasa da hala kimi kalabalıkları ağırlamaya devam ettiğini hepimiz biliyoruz. Bu kalabalıkların biraraya gelmesi, denize serpilmiş veya bir vazoda saklanmış küllerin ardından veya toprağa gömülmüş cansız ve çoktan doğaya karışmış bedenlerin arkasından olsun her hangi fark yaratmayacaktır,yaratmıyor. Öyleyse,bu ifadelere yansıyan bakıştan tam olarak kurtulamamış olduğumuz bir halde iken, "komünistlikle bağdaştırılamaz" yollu yargılama içeren eleştirileri dile getirmeden önce biraz düşünmek gerekmektedir.

Nihat Akseymenin denize savrulmuş külleri nasıl olur da,Mustafa Suphilerin yanına gidebilir, toprağa gömüldükten kısa bir süre sonra çürüyen ve doğaya karışan cansız bedenin ışığa neden ihtiyacı olsun.
Konu hassas olduğu için nota not da gerekiyor; yanlış anlaşıma riskine rağmen açık yüreklilikle düşüncelerimi aktardım ancak bir polemiğe neden olmak da,çok bilmişlik taslıyor olmak da istemiyorum, bu ifadelerin kullanılmasını yargıladığımın zannedilmesini de istemiyorum,ancak dile getirdiklerimin,bir politik propagandanın boyutlarını aşan ifadeler olduğunun da görülmesini istiyorum.


Yani,kapitalizmin doğum izlerini taşıyarak , 70 yıl süren bir sosyalizm kurmaya çalışan sosyalist toplum bile,bu sorunu çözememiş (nedenlerine kısaca yukarıda değindim) ve onu, geride kalan ama aklı sosyalizmin yıkılışı ile dibe çekilemeyen sosyalistlere katmerleşmiş bir sorun olarak miras bırakmışken,Kapitalist toplumda (üstelik de din alanının kıskacına azami oranda girmiş,kapitalizmden çıkmak üzere olan bir kapitalist düzenin toplumunda )yaşayan ve önemli oranda hasar görmüş sosyalistler,bu sorunu bu şekilde çözemiyeceğini görmek zorundadır. Nasıl çözülebileceğine ise , dilimin döndüğünce,aklımın yettiğince işaret etmeye çalıştığıma inanıyorum.

"...Ve burjuva iktisadı,bu yabancı egemenliğinin bedensel bağlantısına bir göz atmaya izin verse bile,bu hiç bir şeyi değiştirmez.Burjuva iktisadı ne genel olarak bunalımları önleyebilir,ne bireysel kapitalisti yitiklerden ,karşılıksız borçlardan ve batkıdan ,ne de işçiyi işsizlik ve sefaletten esirgeyebilir Yalın bilgi,burjuva iktisadı bilgisinden daha ileri ve daha derine de gitse,toplumsal güçleri toplumun egemenliği altına almaya yetmez. Bunun için her şeyden önce toplumsal bir eylem gerekir. Ve bu eylemin yerine getirildiği toplum tüm üretim araçları üzerine el konması ve planlı bir biçimde kullanılması aracıyla,kendini ve bütün üyelerini şimdilik kendileri tarafından üretilmiş ama karşılarına ezici bir yabancı güç olarak dikilen bu üretim araçlarının onları egemenliği altında tuttuğu kölelikten kurtardığı zaman; yani insan yalnızca önerir olmaktan çıktığı ama düzenleyici de olduğu zaman - işte ancak o zaman dinde yansıyan son yabancı güç ortadan kalkacak ve böylece artık yansıtacak hiç bir şey bulunmaması yalın nedeniyle,dinsel yansının kendisi de ortadan kalkacaktır..." Engels-Anti-Dühring

Fikret Uzun
 
Kimden: suat bozkus

Kime: "tustav@yahoogroups.com"
Gönderildiği Tarih: 26 Ağustos 2011 14:29 Cuma
Konu: Re: [tustav] komünistlik ve cenaze töreni

bu ifadenize de ben katilamiyorum, zira o donem sosyalist fikriyatin Turkiye'deki en prestijli yillardir.

Sevgili arkadaşım,

Haklısın, o dönem yükseliş dönemiydi ama "eskiler" kırk yılın yükünü sırtlarında yaşıyorlardı. Akşam sabah dinsiz-Allahsızlıkla suçlanırken işe cenazeden başlamak kolay değil.(Biz bugün bile ne haldeyiz?)

Ayrıca ortalık güllük gülüstanlık da olmamıştı. TİP milletvekilleri sadece dışarda değil TBMM çatısı altında linç edilebiliyordu.

Yaşar Kemal'in radyo konuşmalarında "Biz komünist değiliz, değiliz!" diye konuştuğunu hatırlıyorum.

TİP'liler komünist suçlamalarını iftira olarak kabul ederlerdi.

Taa ki 1975-76 olması gerek, azılı anti komünist Feyzioğlu bir canlı yayında Behice Boran'a "Ben faşist değilim ve faşizme karşıyım. Ama siz komünist değilim diyemezsiniz" diye kışkırttı ve zorladı. Behice Hanım tabii ki komünistim diyemedi ama "komünist değilim demeyeceğim" diyerek bu faşist saldırıyı güç bela savuşturdu.

Bu konuda ilk açık tavır alanlar dini ritueli ve imamı açıkça reddeden Deniz-Yusuf ve Hüseyin olmuştur. Bence bu geleneği sürdürmek gerekiyor.

Selamlar ve sevgilerle....,

Suat

From: SMurat Üner

To: tustav@yahoogroups.com
Sent: Friday, 26 August 2011, 13:15
Subject: Re: [tustav] komünistlik ve cenaze töreni

O vakit birakalim komunistim, sosyalistim demeyi solcuyum demek icin bile yurek-murek gerekirdi.

Sevgili Suat Bozkus, bu ifadenize de ben katilamiyorum, zira o donem sosyalist fikriyatin Turkiye'deki en prestijli yillardir. I. TiP'in %3 oyla 15 milletvekilinin palamentoda oldugu ve tum sosyalist hareketi adeta "tek basina" temsil ettigi, FKF'nin(Fikir Kulupleri Federasyonu) genclik icinde cok etkin oldugu bir donemdi.


Mihri Belli, bes yil once tekrar gundeme gelen M.Kemal'in kuzeni olan Baraner'in cenaze namazi icin; 'Samimi Musluman'in dindarligina saygi duymak lazim. Cenaze namazina katilmak baska, namaz kilmak baska. Biz biraz eksIk yapiyorduk ama yine de katiliyorduk' diye konusmustu. Belli, gecmiste benzer tartismalarin hic olmadigini ifade etmisti.

Goruldugu gibi bu konuda Mihri Belli'nin de kafasi bir parca karisIkmis..

Sevgi ve dostlukla

Murat UNER


 
26 Ağustos 2011 01:44 tarihinde suat bozkus yazdı:


TKP eski genel sekreteri Resat Fuat Baraner'in 1968'deki cenazesinde Mihri Belli, Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve D. Perincek'in saf tuttugu iddiasi var bir de..

Sevgili Murat Öner,

O vakitlerdeki vakıa gerçek olabilir. Onları eleştirmem de, kınamam da... Hatta o vakitte, o günün behrinde TKP genel sekreterinin cenazesine gitmeye cesaret ettiklerine göre ne kahraman yoldaşlarımızmış onlar...O vakit bırakalım komünistim, sosyalistim demeyi solcuyum demek için bile yürek-mürek gerekirdi. Diyenlerin çoğu da genç yaşta bu kara toprakta yattı, yatıyor..

Ama el insaaf... Sene 2011.... Neredeyse yarım asır geçmiş. Biz de mi gidip el pençe divan durup saf tutacağiz ya da tutmalıyız?

Mesele burada...

Ya da Nazım'ın dediği gibi:

Bütün mesele burada Laz İsmail,

Mesele esir düşmekte değil...


Bütün mesele teslim olmamakta...


Selam ve sevgilerle....
Suat Bozkuş

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder