Rıza TÜRMEN T24
Fransız Devrimi’nden bu yana “demokrasi” ve “sosyalizm” birlikte el ele
yürümüşler, birbirlerini tamamlamışlardır. Endüstri devriminin getirdiği
eşitsizlikler, adaletsizlikler, emek sömürüsü karşısında, 1850’lerde
sosyalistler şu soruyu sordular:
“Sınıf eşitsizlikleri, adaletsizlikler üzerine yapılanmış bir toplumda
demokrasi nasıl sağlanabilir?”
O dönemde bu soruya verilen yanıt, üretim araçlarının mülkiyeti ve üretimin
kamusallaştırılması ile ilgiliydi.
Bu soru günümüz için de geçerlidir. Günümüzde eşitliğe ve özgürlüğe dayalı
bir demokrasi nasıl sağlanabilir? Bunun için sola düşen rol nedir?
50 yıl öncesine göreli olarak çok farklı bir dünyada yaşıyoruz. Komünizmin
Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da tasfiye edilmesi, tüm sol hareketlere darbe
vurmuştur. Bundan böyle, neo-liberalizmin serbest piyasa kurallarının hiç bir
düzenlemeye tabi olmadan egemen olacağı varsayılmıştı. Öte yandan, küreselleşme
olgusu, sermaye, mal mübadelesi, teknolojik gelişmelerin ulus devletlerin
sınırlarını ortadan kaldırması, güney yarı küreden, kuzey yarı küreye büyük güç
dalgası, sanayi üretiminin uluslararası boyut kazanması ulus devletin varlığını
ortadan kaldırmasa da niteliğini değiştirmiştir. Ulusun kaderini belirleyen bir
çok karar ulus devletin dışında alınmaya başlamıştır.
Bütün bu gelişmelerin demokrasi üzerindeki etkisi olumlu olmamıştır.
Neo-liberalizmin egemen olduğu bir uluslararası düzende, eşitsizlikler,
adaletsizlikler, ekolojik sorunlar, hem uluslararası alanda, hem de ulusal
düzeyde artmış, kurumsallaşmıştır. Buna karşılık bu düzeni değiştirmek isteyen
sol hükümetlerin hareket alanı daralmıştır.
Öte yandan, küreselleşme ve neo-liberalizm yeni bir otoriter demokrasi tipi
doğurmuştur. “Seçimli otoriterlik”, “plebisiter demokrasi”, “liberal olmayan
demokrasi” gibi adlar verilen rejimlerde, hükümetler seçimle işbaşına
gelmekte ve muhalefet partileri bulunmakta, sınırlı bir muhalefete izin
verilmekte. Buna karşılık medya ve yargı hükümetin denetiminde. Temel hak ve
özgürlüklerin alanını hükümet çizmekte. Ana çizgileri bu olan fakat uygulaması
ülkeden ülkeye değişen bu modelin örneklerini, Rusya’da, Türkiye’de, Macaristan
ve bazı Latin Amerika ülkelerinde görüyoruz. Bütün bu örneklerin ortak yanı güç
yoğunlaşması ile iktidarın kişiselleşmesi arasında bir paralellik bulunması
ve tüm iktidarın tek bir elde toplanması.
Bunun sonucunda, Gramsci’nin teorilerini günümüzde geçerli yapan bir
görünüm ortaya çıkmakta. Bu tür rejimlerde tüm iktidarın tek bir elde
toplandığı hegemonik bir yapının inşası söz konusu. Bütün kurumlar, eğitim,
kültür, toplumun değer sistemi bu yapı tarafından biçimlendirilmekte.
Hegemonyanın ayakta kalması için devlet hem ideolojik aygıtlara, hem de polis
gücüne başvurmakta.
Bu koşullar altında o ülkedeki solun yapması gereken nedir? Kanımızca, bu
koşullarda solun görevi dağınık toplumsal muhalefeti tek bir çatı altında
toplamak ve baskı rejimine karşı bir mücadele başlatmaktır. Bu kurulacak
muhalif blok sadece sol gruplardan değil, hegemonik yapı altında ezilen,
itirazı olan bütün grupları kapsamalıdır. Bu bir demokrasi hareketi
olmalı, demokrasinin sınırları içerisinde kalmalıdır. Ancak, kendine bağımlı
bir yargı yaratarak hukukun çizdiği sınırları tanımayan, ülkeyi keyfi bir
biçimde yöneten bir iktidara karşı son çare olarak direniş hakkının kullanılmasının
da demokrasinin bir gereği olduğu unutulmamalı.
Böyle bir hareket bir siyasal partinin şemsiyesi altına girmemeli ama
siyasal partilerin de eşit statüde katılımına açık olmalı.
Tüm muhalif gruplar arasında bir eklemlenme yaparak bir program çerçevesinde
ortak bir mücadele başlatmak önemli ama yeterli değil. Gramsci’nin de
belirttiği gibi, iktidarın ideolojik hegemonyasını yıkacak bir karşıt ideoloji
üretmek gerekli. Bu her türlü ekonomik, siyasal ve kültürel unsuru kapsayan bir
toplumsal proje olarak tasarlanmalı.
Bunun için her şeyden önce insanların iktidarın baskıcı, tahakküm
düzenini kabul etmelerine yol açan nedenler doğru teşhis edilmeli. Sonra,
iktidar ile kendi tabanı arasındaki ideolojik bağları koparacak bir karşıt
ideolojiyle halka gidilmeli. Bu iki yönlü bir süreç. Önce iktidarın
yarattığı sistemin içine girerek, sistemin sahteliğini, halkın çıkarını
korumadığını anlatmak ve aynı zamanda halka yeni bir değer sistemi içeren, yeni
bir gelecek vaad eden bir ideoloji sunmak gerekir.
Günümüzde, sol ya da sosyal demokrasi sadece sınıfsal çelişkilerle
tanımlanamaz. İşçinin emeğinin karşılığını alması, iş güvenliğinin sağlanması,
sendika, toplu sözleşme, grev haklarının korunması elbette sosyal demokratların
görevi. Bununla birlikte sol, yeni bir katılımcı ve çoğulcu demokrasi
anlayışının yerleşmesine de öncülük etmeli.
Bugün Türkiye’de iktidarın kurduğu hegemonik yapıya karşı mücadele verecek
bir demokratik bloka ve bunu kitlesel bir halk hareketine dönüştürecek
özgürlükçü, eşitlikçi, demokratik bir Türkiye projesine gereksinim var.
Yeni Türkiye projesi günümüzde temsili demokrasinin yetersizliklerini
görerek hazırlanmış, halkı siyasetin içine çekerek aktif bir yurttaşlık bilinci
uyandıran, kendisiyle ilgili kararları almasını sağlayacak bir hukusal, idari
çerçeve çizen, ademi merkeziyetçiliğe dayanan katılımcı bir proje olmalı. Bunun
yanında her türlü etnik, dinsel, cinsel farklılıkları ve buna dayalı kimlikleri
koruyarak birlikte yaşamayı sağlayacak çoğulcu, ortak bir zemin yaratılmalı.
Farklılıkları içeren kollektif bir kimlik oluşturulmalı.
21. yüzyıl solu, aynı zamanda her türlü tahakküm ilişkisine son vermeyi
amaçlayan bir özgürlük ve eşitlik anlayışını yaşama geçirmek yolunda çaba
göstermeli.
Türkiye’nin koşulları giderek ağırlaşıyor. Kıskaç gittikçe kapanıyor.
Demokrasiden uzaklaşıldığı ve hukukun geçerli olmadığı bir ülkede can ve mal
güvenliğinden de söz edilemez.
O nedenle, Türk solunun aralarındaki görüş ayrılıklarını bir yana
bırakarak, acilen, çağdaş bir demokrasiyi, bütün kuralları ile
yerleştirecek, ciddi bir ortak çabanın içine girmesi önem taşıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder