25 Ağustos 2013 Pazar

Sevan Nişanyan 

Rabiacılara neden karşıyız?

Gün Zileli

İki Kemalizm…

Bir kere şunda anlaşalım. Mısır’ın kaderi sadece Mısırlıları ilgilendirmez. Mısır’ın kaosa sürüklenmesi veyahut birtakım gözü dönmüş manyakların yönetimine girmesi, öncelikle komşu ülkelerin güvenliğini ilgilendirir. İkincisi, o kargaşadan etkilenecek olan diğer Arap ve İslam ülkelerini ilgilendirir. Üçüncüsü, onmilyonlarca aç ve öfkeli insanla başa çıkmak zorunda kalacak olan dünya ülkelerini ilgilendirir. Dolayısıyla bu ülkelerin, Mısır’ın intihar etmesine engel olma hakkı – hatta haktan öte görevi – vardır.
“Parayı veren düdüğü çalar” yasasını da akıldan çıkarmayalım. Mısır Suudi’lerin, Amerika’nın ve Avrupa’nın sadakasıyla geçinen bir ülkedir.  Geçen hafta Cengiz Aktar dış yardım rakamlarını vermişti, onun yalancısıyım. Mursi döneminde 9 milyarı Suudi Arabistan’dan olmak üzere 22 milyar dolar dış yardım almışlar. Buna karşılık toplam (2012’de) 28 milyar dolarlık mal ve hizmet ihraç etmişler. Senin toplam dış gelirinin yüzde kırkdördü Suudiyle Amerikalının sana acıdığı yahut batmanın sonuçlarından korktuğu için hibe ettiği paraysa, “ağa benim içişlerime nasıl karışır” diye babalanma hakkın olmaz.

Bu ülke binlerce seneden beri bütün Akdeniz havzasının mahsul ambarıydı, aldığından kat kat fazlasını ihraç ederdi. Bugün bu hale düştüyse bunun nedenini hayali dış mihraklarda aramanın alemi yok. Kötü yönetilmiştir, en az altmış yıldan beri feci derecede kötü yönetilmiştir. Adamların elinde dünyanın en verimli toprakları var, üstüne Süveyş Kanalı gibi (Avrupalıların sana hediyesi) bir para basma makinesi var. Palavra aleminde yaşayan birtakım cahil ve ahmak kadrolar o geliri har vurup harman savurmuş, yatırım diye bir şey akıllarına gelmemiş, sonunda çökmüş bir altyapı, yüzde yirmi küsur işsizlik, sıfır döviz rezervi ve petrol ihtiyacını bile zor karşılayan bir dışsatım kapasitesiyle baş başa kalmışlar.

Şimdi söyler misiniz, Mısır’ı Mısırlılar yönetsin diye ısrar etmenin anlamı ne? Adamlar yönetmekten acizse zavallı Mısır halkını bu eziyete mahkûm etmenin insaniyetle bağdaşan yanı nerede? Sen otomobil alırken yabancıyı tercih ediyorsun. Gazoz alırken yabancıyı tercih ediyorsun. Çocuğunu gâvurun okuluna göndermek için can atıyorsun. Devlet hizmeti satın alırken “bizim olsun, isterse öküz olsun” diye inat etmenin mantığını söyle.

*
Mübarek rejimi otuz senenin sonunda (tıpkı Abdülhamid’in son yılları gibi) çürümüştü. Demokrasi olsun dediler, devirdiler. Herkes bayram etti.

O karambol içinde adamın biri çıktı, Mısır halkının %56,6’sının boykot ettiği bir seçimde, %51, 7 oyla başkan seçildi. Zagazig Üniversitesinde makine mühendisliği profesörü olmaktan başka idari tecrübesi yoktu. Cehaleti yücelten ve dünyayı düşman sayan bir paranoya ideolojisine mensup olmaktan başka entelektüel donanımı da yoktu.  Ülkenin yarısının ve yönetici elitin tamamının kendisine muhalif olduğu bir ortamda, “ben ne dersem o” kibiriyle memleket yönetebileceğini sandı. Anayasayı değiştirip kendine diktatör yetkileri verdi; beceremeyip çark etti. Nargile kahvelerini ve Ümmü Gülsüm şarkılarını yasakladı. Maliye çöktü. Güvenlik çöktü. Belediye hizmetleri çöktü. Turizm çöktü. Yatırımlar komple durdu.

16 yıl önce Luksor’da turistlere katliam yapan adamları Luksor valisi atadı. Bütün ülke ve dünya “gel konuşalım” diye yalvarırken, kırk yıllık yorgun müstebitler gibi sarayına kapandı; belki konuşmaya takati veya cesareti yoktu, belki söyleyecek sözü olmadığından korktu. Her müflis politikacı gibi dış krizden medet umdu, Etiyopya’ya savaş denemesine girişti. Her müflis Şark politikacısı gibi, Yahudi düşmanlığı yaparak cahil halkı galeyana getirmeyi denedi; Allahının arkasına saklanıp İsrail’i lanetledi; peygamberinin arkasına saklanıp “maymun ve domuzlar soyu” diskuru çekti.

Nihayet devrildiğinde, aklı olan herkes derin bir nefes aldı.

Yerine gelenler, hayır, daha matah adamlar değildi; altmış yıldan beri memleketi batıran ekipti. Ama Tahrir cenderesinden geçmişlerdi; kısıtlı da olsa demokrasi olmadan ülkeyi yönetemeyeceklerinin farkındaydılar. Dış sponsorlarının talebi de o yöndeydi. Kısa süre içinde serbest seçim sözü verdiler; İhvan’a “gel konuşalım” dediler; Mursi’ye onurlu bir çıkış yolu önerdiler.

Ama olmadı. İhvan’cıların cihat ve şehadet retoriğiyle efsunlanmış gözleri, çıkış yolunu göremedi. Kalabalıkları sokağa sürdüler. İhtilali ihtilalle altedebileceklerini sandılar. Karşı taraf bir an sendelese ülkeyi kaos ve kargaşaya boğacak bir kumar oynadılar. Karşı taraf sendelemedi. Tahrir-sonrası çekingenliğini bir yana atıp, asli kimliğine geri döndü. Sonuç: şimdilik bin küsur ölü.

Şimdi bütün dünya, ölen “ılımlı İslam” projesinin yasını tutuyor. İslam ülkelerinde demokrasi denemesini bir başka – çok uzak – bahara ertelemenin sıkıntısını yaşıyor.

*
Rabiatül Adeviye Maydanında ölenlerin yasını tutamıyorum, üzgünüm. Piyon olarak sahaya sürüldüler, harcandılar. Orada ölen yüzlerce insanın – ve Mısır’ın ölen demokrasi hayalinin – vebali İhvan’ın ve Mursi’nin omuzlarındadır.

Gezi’de ayaklananlarla Rabia’da ayaklananların aynı kaba konulabileceğini de düşünmüyorum, hayır. Buradakiler, gözü dönmüş bir zorbaya meydan okumak için sokağa çıktılar. Oradakiler, iflas etmiş ve yenilmiş bir zorba adayını geri getirmek için sokağa çıktılar. Gezi’nin Mısır’daki muadili, geçen Aralık’tan beri her gün Tahrir’de sokağa çıkan ve Temerrüd hareketini organize eden milyonlardır.

Gezi bayrağına dört parmak ekleyenler, her şeyden önce, Tahrir’de özgürlük mücadelesi veren Mısır halkına hakaret etmiş olurlar.

Onunla da kalmazlar. Burada, yenilgiyi kabul etmektense ülkeyi yangın yerine çevirmekten çekinmeyecek bir siyaset kumarbazını biraz daha cüretlendirmeye, onun ürkütücü patinajını biraz daha uzatmaya hizmet etmiş olurlar.

http://nisanyan1.blogspot.com/2013/08/rabiaclara-neden-karsyz.html

Gün Zileli
Dün gece uzunca bir yorum geldi siteye.
Yorumu okudun ve aşağıdaki cevabı yazdım.
Bana oldukça  elitist, tepeden kemalist bakış açısı gibi geldi bu yorum,
Bunu üzerine yorumu yollayan arkadaştan kısa bir yorum geldi;
Meğer yorumun altındaki Seven Nişanyan linkini okumamışım.Yorum sandığım yazı Seven Nişanyan'a ait bir yazıymış.
Şöyle yazdım;
Yazının Nişanyana'a ait olduğunu bilmiyordum.Bilmemem daha iyi olmuş.İmzayı görsem belki bu tanıyı koymaktam imtina ederdim.yazı tipik elitisit-kemalist bakış açısının ürünüdür ki esasında bunun Nişanyan'a pekte fazla aykı düşeceğini sanmıyorum.
Siz bakmayın kemalizm'e esip üfüren bazılarına.Ayni seçkinci bakış onlarda da var.Ayni halktan nefrette.Bu yazı bunun güzel bir örneği.
Bu satırları yazmakla birlikte içime sinmedi,yazıyı daha dikkatli bir şekilde yeniden okudum ve aşağıdaki satırları yazdım.

Gün Zileli
Yazıyı yeniden okudum daha dikkatli bir şekilde. Kemalist bakış açısı demekle haksızlık etmediğimi bir kere daha gördüm. Ama bu, ulusalcı bir kemalizm değil de, Kemal’in gerçek haline daha çok yakışan batıcı bir Kemalizmdir. Öte yandan, Tahrir’in ve Temeddüd hareketinin bugünkü şaşkınlığını da görmek gerekir. İki cami arasında binamaz durumundadırlar. Yukarı tükürseler İhvan’ın, aşağı tükürseler ordunun yanına düşeceklerinden iyice pasif bir haldedirler. Hatta sanırım kısmen de ordu destekçesi bir konuma düşmüş bulunuyorlar. Oysa Tahrir’in yapması gereken, hem İhvan’a, hem de orduya karşı mücadele bayrağını yükseltmek ve ordu ile çatışan halk kesimiyle dayanışma içinde olmaktı. Kim yaptıysa, Gezi’nin bayrağına dört parmağı eklemeye kalkışmakla yanlış yapmış ama Türkiye’de bir ordu darbesi olsa Geziciler bence ordunun yanında değil, orduyla çatışanların yanında yer alırlardı. Şahsen ben öyle yapardım.
*****
“Ama bu, ulusalcı bir kemalizm değil de, Kemal’in gerçek haline daha çok yakışan batıcı bir Kemalizmdir.”
Bu cümlem üzerine bütün gece uzun uzun düşündüm. Gerçekten Kemalizmin böyle iki türü var mıydı? Bu düşünceler beni geçmişte tanıdığım iki insana götürdü.
Birincisi, Mualla halamın kocası, Atatürk’ün manevi oğlu Abdürrahim Tuncak’tı. O zamanlar Ankara’daki Gazhane İşletmelerinin Müdürlüğünü yapan Abdurrahim Tuncak, tipik bir “batıcı-Kemalist”ti. Şimdiki ulusalcılığın “batı aleyhtarlığı” ile hiçbir ilgisi yoktu. Ona göre, batılı olan her şey iyi, batıdan gelmeyen her şey kötüydü. Hele Araplar, dünyanın en pis, en nefret edilesi milletiydi. Abdürrahim Beyde öyle koyu bir Arap düşmanlığı vardı ki, “bizi Yemen’de sırtımızdan vurdular” diyerek bir anda Cumhuriyetçiliği falan unutup Osmanlı kesilebilirdi. Araplara düşmanlığını, onların konuşmasını, “yallah yallah el habibi” diye taklit ederek ve aşağılayarak iyice ileri boyutlara vardırırdı. Abdürrahim Beyin kafasında müthiş bir milletler hiyerarşisi vardı. Bu milletler hiyerarşisinin zirvesinde “çalışkan, disiplinli millet” Almanlar geliyordu. Onu, “yaşamasını bilen, zevk sahibi” Fransızlar izliyordu. Onun arkasından da “centilmen, kültürlü” İngilizler geliyordu. Asya tarafında Araplar ve Hintliler hiyerarşinin en alt basamaklarını oluştururken, uzak Asyalılar onların üstünde yer alıyordu.
Ya o Kıbrıs Türkleri! Aman efendim, onların Türklükle ne ilgisi vardı. Türkçeleri bozuktu bir kere, Türkçeyi Rumlar gibi konuşuyorlardı; hatta belki de aslen Rumdu onlar. Ne Kıbrıs’ıymış. Kıbrıs, Türkiye’ye falan ait değildi. Osmanlı zamanında İngilizlere satılmıştı. Oradaki sözde Türkler, aslında Osmanlı idaresi altında Müslümanlığı kabul etmiş Rumlardı vb.
Abdürrahim Beyin, 1950’li yıllarda Türkiye’nin NATO’ya girmiş olmasına hiçbir itirazı yoktu. Türkiye’nin Kore savaşına katılmasına da. Tek çekincesi, “Dünyaya liderlik” yapan Amerikalıların diğer “Avrupa ulusları” kadar kültürlü olmamasıydı.
Yıllar sonra Londra’da, Abdürrahim Beyin bir benzerine daha rastladım. İşsizlik Kurumundan beni zorla “bakıcılık” kurslarına yollamışlardı. Bu kursun ardından da mecburen part-time bakıcılık yapmaya başladım. Bakıcılık yaptığım kişilerden biri de yetmiş yaşlarında, Yahudi bir adamdı. Kanserdi ve yakında öleceği ayan beyan ortadaydı. İsrail’de öğretmenlik yapan yetişkin bir kızı vardı. Ara sıra babasını görmeye geliyordu İsrail’den. İshak Beyle parkta yaptığımız günlük gezintiler sırasında bazen politika konuştuğumuz da olurdu.
İshak Bey, bir gün bana Atatürk hakkında ne düşündüğümü sordu. Ben de samimi düşüncelerimi söyledim. Son derece hiddetlendi. “Sen ne biçim Türksün” diye bağırdı. “Ben Türk değilim” dedim. “Nesin peki?” diye çıkıştı bu sefer. “Valla ne olduğum pek belli değil” dedim, “aslında herhangi bir milliyetten olmayı reddediyorum desem daha doğru olur.” İshak bey parkın ortasında durup bana acı acı ve biraz da acıyarak baktı. Sonra şunları söyledi:
“Atatürk dünyanın en büyük lideridir. Böyle bir lidere sahip olduğunuz için övüneceğinize onu inkâr ediyorsunuz. Geri, sefil bir milleti yerden kaldırmış ve batılılaştırmıştır. Bugün Batı, her ikisi de Müslüman olduğu halde Türklerle Araplar arasında bir fark görüyorsa bunu sağlayan Atatürk’tür.”
Esaslı bir Kemalistle karşı karşıya olduğumu anladığım ve görevimi aksatacağını hissettiğim için tartışmayı uzatmadım. İshak bey de, Abdürrahim Bey gibi “batıcı-Kemalist”ti.
Son yıllarda gelişen ve yaygınlık kazanan “ulusalcı-Kemalist” ile eskiden beri bilinegelen “batıcı-Kemalist” arasında ne gibi önemli farklılıklar vardır?
Birincisi, ulusalcı Kemalist ulus devlete bağnazca bağlıdır ve en azından söylemde şiddetli batı karşıtı (anti-emperyalist?)dır. Batıcı Kemalist için ise ulus devlet sadece batılı devletler ailesi içinde bir temsiliyet sorunudur. Batılı Kemalist esasen batı hayranıdır.
İkincisi, ulusalcı Kemalistlerin önemli bir bölümü diyelim, belki de bugünkü konjönktür icabı Araplara ve Arap devletlerine  ulusal müttefik olarak bakar; batıcı Kemalist ise aşırı Arap düşmanıdır. Onun bütün derdi Türkiye’yi İslam kültüründen kopartıp Avrupa kültürüne adapte edebilmektir.
Üçüncüsü, ulusalcı Kemalistlerde de zaman zaman belirtileri görünse de elitizm ağırlıklı olarak batılı Kemalistlere özgüdür. Hatta ulusalcı Kemalistler bazen bayağılaşacak ölçüde popülizme yönelebilirler. Bunun örnekleri için HalkTV ve Ulusal Kanal seyretmek yeterlidir.
Dördüncüsü, ulusal Kemalistler, kendi saptadıkları ulusal çıkarlarla demokrasi ve özgürlükler çatıştığı zaman ulusal çıkarlar uğrunda en diktatörce önlemleri bile savunabilirler. Batıcı Kemalistler ise, batıdan geldiği için “demokratik kaidelere” daha saygılıdırlar ya da en azından saygılı gözükme gereğini duyarlar. Bazen elitizmleri nedeniyle “bir cahilin oyuyla benim oyum eşit mi olacak” türünden sızlanmaları olsa dahi, bir batı değeri olduğundan demokrasiye açıktan karşıt bir tutum almazlar.
Beşincisi, ulusalcı Kemalistler de, batılı Kemalistler de Kürtlerin bağımsızlık ya da özerkliğine şiddetle karşı olmakla birlikte bu konuda ulusalcı Kemalistler daha bağnaz, batıcı Kemalistler daha olumlu bir noktadadır. Hatta bazen batıcı Kemalistler, “verelim kurtulalım” noktasına bile gidebilirler. Kürtleri şarklı bir halk olarak gören bazı batıcı Kemalistler, “Kürt ağırlığından” kurtulmuş Türkiye’nin batı ile entegrasyonunun daha kolay gerçekleşeceğini düşünürler.
Beşincisi, ulusalcı Kemalistler siyasete daha çok ağırlık verirken, batıcı kemalistler kültüre daha çok önem verirler. Bu, örneğin daha çok Cumhuriyet gazetesinde temsil edilen daha batılı, kültürcü ve dengeli bakış açısıyla, Aydınlık veya Sözcü gazeteleriyle temsil edilen daha hırçın, bağnaz ulusalcı bakış açılarında görülebilir. Batılı Kemalistler, ulusalcıların tersine bağnazlıktan uzak durmaya ve daha uygar bir görüntü vermeye özen gösterirler.
Sevan Nişanyan’ın Kemalizme karşı görüşleri biliniyor. Ama yukarıda linkini verdiğim yazı, Mısır halkına karşı tipik bir batıcı-Kemalist bakış açısı olarak gözüktü bana.

Read more: http://www.gunzileli.com/2013/08/25/iki-kemalizm/#ixzz2cxrdVpMV

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder