Saffet Bilen 01.12.2016 Ana Fikir
Çağımız batı insanı, hayatı bölümlere ayırarak düşünmeye alışkın.
Bu alışkanlık doğayı, yaşamı, toplumu hem birbirinden hem de kendi içinde
bölümleyerek, ayrıştırarak, sınıflandırarak araştırmadan, incelemeye ve
anlamlandırmaya çalışmaktan kaynaklanıyor.
Yaşayan
insanı, canlılar âleminin memeli sınıfından, primat takımından, insangiller
familyasından, homo cinsinden ve sapiens türünden hayvanlar olarak
tanımlıyoruz.
Yine
vücudumuzun yaklaşık otuz milyar hücreden oluşan, genetik bir sistem tarafından
üretilen ve yönlendirilen bir örgütlenme olduğunu biliyoruz. Bu oluşumun iki ya
da üç milyar yıllık evrim sürecinin ürünü olduğunu, beynimizin, ağzımızın,
ayaklarımızın ve ellerimizin, cinsel organımızın bu evrim süreci sonucunda
maddi bir karşılığa denk gelen organlar olduğu da bilinmekte.
Bütün
bu organizmayı oluşturan organların hidrojen, oksijen, karbon ve azot vb.
atomlar ve bileşimlerinden oluştuğunun bilindiğini de eklemek gerekir.
Bu
kadar bilgi birikimine rağmen, üzerinde tartışmanın eksik olmadığı bir yaratık
insan.
Bunun
ana nedenlerinden birinin, bütün bu bilgi birikiminin aslında tek bir canlıyı
tanımladığını kabul etmeyen, kendi sınırları içinde sıkışıp kalan düşünce
disiplinlerinden kaynaklandığını söylemek yanlış olmasa gerek.
Düşünsel
birikimin başlaması ile-burada söz konusu ettiğim sürecin batı düşüncesi ve
temelleri olduğunu belirtmeliyim-insan kendini doğadan hızla ayırmaya başlamış
ve kendini doğadan ayrı, daha özel ve üstün bir konuma yerleştirmiştir.
Bu
üstün konuma yerleşme doğa da ki her şeyin insan kullanımına ve rahatına
ayrılması düşüncesini getirmiştir. Ona göre, Doğa, içinden çıktığımız, bir
parçası olduğumuz bir bütün değildir. Bacon ve Descartes’ten bu yana doğa
karşıtlığı içinde düşünüyoruz. Doğaya hükmetmenin, onu kontrol etmenin ve ele
geçirmenin görevimiz olduğundan eminiz.
Kendini
tarif ederken geliştirdiği, en gelişmiş, en zeki vb. birçok eni içinde
barındıran üstünlük sıfatlarının diğer bir yönü daha var. Doğadan ve her şeyden
yalıtılmışlık.
Düşünsel
sistemimizi de bu özellikler üzerine kurduğumuz çok açık. Dünya birbiri ile ilintisiz,
üst üste binmiş üç tabakaya ayrılmış, birbirleri ile temas etmeyen, fikir
alışverişi yapmayan üç ayrı düzlemde anlatılmaya, anlamlandırılmaya başlanmış.
Fizik-kimya düzlemi, Yaşam-doğa düzlemi, İnsan-kültür düzlemi.
Süreç
içinde gelişmiş olan doğa üstü insan anlayışının, doğa bilimlerindeki
gelişmelerle ve yöntemlerin düşünsel anlayışlarımıza dahil edilmesi ile
kendiliğinden ortadan kalkacağı, bu birikimin yalıtılmış insan düşüncesini
değiştirmesi beklenebilirdi. Ama böyle olmadı. Her düzlemde yer alan bilimsel
disiplinler, kendi sınırlarının dışına çıkmayı doğru düzgün denemediler bile.
Bu
ilişkisizliği en bariz şekilde Biyoloji ve antropoloji bilimleri arasında
gözlemlemek mümkün. Biyoloji kendini organizma içi bir yaşam anlayışı ile
sınırlamış, canlı varlıklarda zekâ, bilgi ve iletişim alanlarına kapıları
kapatmıştır. Antropoloji için ise insan toplumu ve ruhu, doğada bir benzeri
daha olmayan bir oluşum olarak görülür. İnsan toplumu, ruhsuz ve toplumsuz
biyolojik, vahşi bir dünyanın anti tezi olarak görülmelidir. Örneğin, arılar ve
karınca topluluklarının varlığı, şaşırtıcı istisna türler olarak görüldü. Oysa
çok rahatlıkla canlılar dünyasına kök salmış topluluk örnekleri olarak da
görülebilirler.
Örgütlenme
eyleminin kendisi canlılara yabancı değildi başından itibaren. Proteinlerin
yapı taşı amino asitler ve gelişmiş tek hücre bu fikrin en önemli kanıtıdır.
1953 te genetik kodun kimyasal yapısının keşfi sonucunda biyoloji, kimya
bilimine yabancı olan iletişim, kod, mesaj, program, enformasyon, bastırma,
denetim ve ifade gibi, örgütlenmeye ait kavramlara başvurmaya başladı. Bu
düşünsel süreç için olumlu bir gelişmedir.
Doğadan
ve her şeyden yalıtılmışlık denince bir konudan daha söz etmek gerekir mutlaka.
Bilimsel çalışma alt edilmesi gereken bir karşıtın özelliklerinin açığa
çıkartma faaliyetidir. Bu çalışma gözleme dayanan bir çalışmadır. Gözlem
faaliyeti kabaca gözlenecek bir nesnenin varlığını zorunlu kılar. Birde değişik
koşullar altında ne yaptığını. Sonuç çıkartma işlemi bunlardan sonra gelir. Buraya
kadar söylediklerim hemen herkesin mutabık olabileceği, alışılagelmiş
uygulamaların anlatımıdır.
Ama
sorun bilimsel çalışmanın başlangıcı olan bu işlemde, gözlemci ile gözlenen ve
çevre koşulları arasındaki ilişki nedir? Diye sorulduğunda başlar.
Şöyle
açarak devam edeyim; Gözlemci, gözlenen ve çevre koşulları arasında kurulan
klasik ilişki, tepede gözlemcinin bulunduğu, alt köşelerinde ise gözlenen ve
çevre koşullarının bulunduğu bir üçgen oluşturur. Gözlemcinin neye önem
verdiğine bağlı olarak da alt köşe açıları değişir. Değişmeyen gözlemcinin
konumudur. Gözlemci her şeye yukarıdan bakan bir tanrı/tanrıça konumundadır. Bu
tanrı/ tanrıça değerlendirmesinin yerine, Batı düşünsel dünyasında gelişmiş
insan vahşi doğanın karşıtı, antitezidir, önermesi geçer. Bu önerme daha
sonraları genel kabul gören ve bütün alanlara uygulanır, bir önerme olmuştur.
Gelişmenin,
ilerlemenin tez ve anti tez çatışmasına, çelişmeye bağlı olduğu fikri, Hegel’in
olgunlaştırdığı, geliştirdiği bir önermedir. Bilindiği üzere bu önermeye göre,
önce ortaya bir tez atılır, sonra bu teze karşı bir antitez çıkar ortaya, daha
sonrasında hem tez hem de antitez değerlendirilerek bir sentez oluşturulur. Ama
sentez de bir önermedir, yani bir tezdir, onun antitezi, tez ve antitezin sentezi
derken sürekli bir devinim olur ve sürer gider, bu da gelişmeyi sağlar, yani
sürekli bir gelişim, ilerleme meydana gelir. Yine bilindiği üzere Marks
idealist olan Hegel’i ayaklarının üzerine oturttuğunu söyler. Marks
materyalisttir, Hegel idealist.
Hâlbuki
gelinen noktada insanın hiç de özel bir varlık olmadığı, evrim süreci sonucunda
ortaya çıkmış doğanın bir ürünü ve parçası olduğu, tartışma götürmez bir
gerçeklik artık. Bunun kanıtları her geçen gün daha fazla açığa çıkıyor.
Doğanın rakibi, karşıtı, ona hükmetmek amacı ile ortaya çıkmış bir varlık
değildir insan.
Bu
gerçeklik, ilk ağızda gözlemcinin konumunun değiştirilmesini de zorunlu hale
getirir.
Araştırmayı,
bir üçgenin tepesinde doğadan ayrı bir konumda yürüten bir gözlemci modeli
yerine, aynı sürecin içinde yaşayan, etten kemikten ve sinirden oluşan
biyolojik ve olaylara bilinçli müdahale yeteneği olan bir varlığın, eylemi
olarak düşünmekte yarar var.
İkinci olarak da, yeryüzünde
bulunuşumuzun özel bir anlam ifade etmediği, yaşamın merkezi, doruğu ve bir
şeylerin antitezi olmadığımızın kabulü gereklidir. Farklılık varsa çelişmede
vardır. Ama batı düşünürlerinin ona atfettiği bir önemde de değildir. Yaşam
ikilik, çelişme üzerinden yürümüyor esasen. Bu doğada böyle, toplumlarda da.
Yaşamın
ikilik üzerine yürüdüğü fikri, salt batıya özgüde değildir. Cennetin ve
cehennemin, çalışkan ile tembelin, iyiyle kötünün ortaya çıktığı tarihi doğru
belirlemek gerekir. Bu, toplumsal her
türlü artının bir avuç elit tarafından el konulduğu, kendileri için cennetin kurulduğu,
iktidarın ortaya çıktığı tarihtir.
16
yy Hindistan hükümdarı ve Avrupalıların ‘Büyük Moğol’ diye andıkları Ekber’in
görkem ve gücünün tanığı olarak inşa edilen, mimarlık harikası eşsiz sarayının
duvarında, bugün bile görülebilen şu farsça yazı, ne yaşandığının özeti
gibidir.
‘Yeryüzünde bir cennet varsa buradadır ve
buradan başka yerde değildir’.
Ekber
neredeyse belli başlı bütün dinsel inançların hükümdarı bir muktedir olarak,
sözünü dolandırmadan, doğrudan söylemiş.
Yaşamın
işleyişinin esasen çelişme üzerinden olmadığını ifade etmek insanın varlığını
inkâr etme, insanı toptan silme anlamına da gelmez. Tam aksine, kendi doğal
rutinine dönmesinin, son beş, bilemedin en fazla onbin yıldır kendi elimizle
yarattığımız sorunların çözümünün de başlangıcıdır aynı zamanda.
Yaşamın
içinde farklılıklar var ve bu farklılıklar arasındaki ilişkinin adıdır çelişme.
Ama yaşamın temeli uyumdur, paylaşımdır. Sonsuz rekabet fikri, sınıflı
toplumların icadıdır. Çelişmenin yaşamın gelişiminin temeli olduğu iddiası, sonsuz,
sınırsız rekabet fikrinin, akıllı, çalışkan, doğuştan şanslı olanın
başaracağının fikri temelidir. Kurucu inisiyatifi böyle ele geçirmişler,
sonrasında ise bölerek, parçalayarak sistemin devamını sağlamışlardır.
Çatışmayı çıkaranlarda bunlar, kurtarıcı pozisyonunda ortaya çıkanlarda
bunlardır, esasen.
Sorunu,
sözünü ede geldiğim boyutlarıyla da ele almaya başlayan bilim insanlarının
varlığı, gelecek için iyimser olmamızı kuvvetlendiren gelişmelerden biridir.
Toplumsal
dönüşüm projesi üretmeyi seven bizler içinde oldukça fazla mesaj taşıyan ve
düşünülmesi, tartışılması gereken gelişmelerdir bunlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder