4 Aralık 2016 Pazar

Düşünsel sistemimiz ve bazı gözden geçirilmesi gereken konular.

Saffet Bilen 01.12.2016  Ana Fikir
Çağımız batı insanı, hayatı bölümlere ayırarak düşünmeye alışkın. Bu alışkanlık doğayı, yaşamı, toplumu hem birbirinden hem de kendi içinde bölümleyerek, ayrıştırarak, sınıflandırarak araştırmadan, incelemeye ve anlamlandırmaya çalışmaktan kaynaklanıyor.
Yaşayan insanı, canlılar âleminin memeli sınıfından, primat takımından, insangiller familyasından, homo cinsinden ve sapiens türünden hayvanlar olarak tanımlıyoruz.
Yine vücudumuzun yaklaşık otuz milyar hücreden oluşan, genetik bir sistem tarafından üretilen ve yönlendirilen bir örgütlenme olduğunu biliyoruz. Bu oluşumun iki ya da üç milyar yıllık evrim sürecinin ürünü olduğunu, beynimizin, ağzımızın, ayaklarımızın ve ellerimizin, cinsel organımızın bu evrim süreci sonucunda maddi bir karşılığa denk gelen organlar olduğu da bilinmekte.

Bütün bu organizmayı oluşturan organların hidrojen, oksijen, karbon ve azot vb. atomlar ve bileşimlerinden oluştuğunun bilindiğini de eklemek gerekir.
Bu kadar bilgi birikimine rağmen, üzerinde tartışmanın eksik olmadığı bir yaratık insan.
Bunun ana nedenlerinden birinin, bütün bu bilgi birikiminin aslında tek bir canlıyı tanımladığını kabul etmeyen, kendi sınırları içinde sıkışıp kalan düşünce disiplinlerinden kaynaklandığını söylemek yanlış olmasa gerek.
Düşünsel birikimin başlaması ile-burada söz konusu ettiğim sürecin batı düşüncesi ve temelleri olduğunu belirtmeliyim-insan kendini doğadan hızla ayırmaya başlamış ve kendini doğadan ayrı, daha özel ve üstün bir konuma yerleştirmiştir.
Bu üstün konuma yerleşme doğa da ki her şeyin insan kullanımına ve rahatına ayrılması düşüncesini getirmiştir. Ona göre, Doğa, içinden çıktığımız, bir parçası olduğumuz bir bütün değildir. Bacon ve Descartes’ten bu yana doğa karşıtlığı içinde düşünüyoruz. Doğaya hükmetmenin, onu kontrol etmenin ve ele geçirmenin görevimiz olduğundan eminiz.
Kendini tarif ederken geliştirdiği, en gelişmiş, en zeki vb. birçok eni içinde barındıran üstünlük sıfatlarının diğer bir yönü daha var. Doğadan ve her şeyden yalıtılmışlık.
Düşünsel sistemimizi de bu özellikler üzerine kurduğumuz çok açık. Dünya birbiri ile ilintisiz, üst üste binmiş üç tabakaya ayrılmış, birbirleri ile temas etmeyen, fikir alışverişi yapmayan üç ayrı düzlemde anlatılmaya, anlamlandırılmaya başlanmış. Fizik-kimya düzlemi, Yaşam-doğa düzlemi, İnsan-kültür düzlemi.
Süreç içinde gelişmiş olan doğa üstü insan anlayışının, doğa bilimlerindeki gelişmelerle ve yöntemlerin düşünsel anlayışlarımıza dahil edilmesi ile kendiliğinden ortadan kalkacağı, bu birikimin yalıtılmış insan düşüncesini değiştirmesi beklenebilirdi. Ama böyle olmadı. Her düzlemde yer alan bilimsel disiplinler, kendi sınırlarının dışına çıkmayı doğru düzgün denemediler bile.
Bu ilişkisizliği en bariz şekilde Biyoloji ve antropoloji bilimleri arasında gözlemlemek mümkün. Biyoloji kendini organizma içi bir yaşam anlayışı ile sınırlamış, canlı varlıklarda zekâ, bilgi ve iletişim alanlarına kapıları kapatmıştır. Antropoloji için ise insan toplumu ve ruhu, doğada bir benzeri daha olmayan bir oluşum olarak görülür. İnsan toplumu, ruhsuz ve toplumsuz biyolojik, vahşi bir dünyanın anti tezi olarak görülmelidir. Örneğin, arılar ve karınca topluluklarının varlığı, şaşırtıcı istisna türler olarak görüldü. Oysa çok rahatlıkla canlılar dünyasına kök salmış topluluk örnekleri olarak da görülebilirler.
Örgütlenme eyleminin kendisi canlılara yabancı değildi başından itibaren. Proteinlerin yapı taşı amino asitler ve gelişmiş tek hücre bu fikrin en önemli kanıtıdır. 1953 te genetik kodun kimyasal yapısının keşfi sonucunda biyoloji, kimya bilimine yabancı olan iletişim, kod, mesaj, program, enformasyon, bastırma, denetim ve ifade gibi, örgütlenmeye ait kavramlara başvurmaya başladı. Bu düşünsel süreç için olumlu bir gelişmedir.
Doğadan ve her şeyden yalıtılmışlık denince bir konudan daha söz etmek gerekir mutlaka. Bilimsel çalışma alt edilmesi gereken bir karşıtın özelliklerinin açığa çıkartma faaliyetidir. Bu çalışma gözleme dayanan bir çalışmadır. Gözlem faaliyeti kabaca gözlenecek bir nesnenin varlığını zorunlu kılar. Birde değişik koşullar altında ne yaptığını. Sonuç çıkartma işlemi bunlardan sonra gelir. Buraya kadar söylediklerim hemen herkesin mutabık olabileceği, alışılagelmiş uygulamaların anlatımıdır.
Ama sorun bilimsel çalışmanın başlangıcı olan bu işlemde, gözlemci ile gözlenen ve çevre koşulları arasındaki ilişki nedir? Diye sorulduğunda başlar.
Şöyle açarak devam edeyim; Gözlemci, gözlenen ve çevre koşulları arasında kurulan klasik ilişki, tepede gözlemcinin bulunduğu, alt köşelerinde ise gözlenen ve çevre koşullarının bulunduğu bir üçgen oluşturur. Gözlemcinin neye önem verdiğine bağlı olarak da alt köşe açıları değişir. Değişmeyen gözlemcinin konumudur. Gözlemci her şeye yukarıdan bakan bir tanrı/tanrıça konumundadır. Bu tanrı/ tanrıça değerlendirmesinin yerine, Batı düşünsel dünyasında gelişmiş insan vahşi doğanın karşıtı, antitezidir, önermesi geçer. Bu önerme daha sonraları genel kabul gören ve bütün alanlara uygulanır, bir önerme olmuştur.
Gelişmenin, ilerlemenin tez ve anti tez çatışmasına, çelişmeye bağlı olduğu fikri, Hegel’in olgunlaştırdığı, geliştirdiği bir önermedir. Bilindiği üzere bu önermeye göre, önce ortaya bir tez atılır, sonra bu teze karşı bir antitez çıkar ortaya, daha sonrasında hem tez hem de antitez değerlendirilerek bir sentez oluşturulur. Ama sentez de bir önermedir, yani bir tezdir, onun antitezi, tez ve antitezin sentezi derken sürekli bir devinim olur ve sürer gider, bu da gelişmeyi sağlar, yani sürekli bir gelişim, ilerleme meydana gelir. Yine bilindiği üzere Marks idealist olan Hegel’i ayaklarının üzerine oturttuğunu söyler. Marks materyalisttir, Hegel idealist.
Hâlbuki gelinen noktada insanın hiç de özel bir varlık olmadığı, evrim süreci sonucunda ortaya çıkmış doğanın bir ürünü ve parçası olduğu, tartışma götürmez bir gerçeklik artık. Bunun kanıtları her geçen gün daha fazla açığa çıkıyor. Doğanın rakibi, karşıtı, ona hükmetmek amacı ile ortaya çıkmış bir varlık değildir insan.
Bu gerçeklik, ilk ağızda gözlemcinin konumunun değiştirilmesini de zorunlu hale getirir.
Araştırmayı, bir üçgenin tepesinde doğadan ayrı bir konumda yürüten bir gözlemci modeli yerine, aynı sürecin içinde yaşayan, etten kemikten ve sinirden oluşan biyolojik ve olaylara bilinçli müdahale yeteneği olan bir varlığın, eylemi olarak düşünmekte yarar var.
İkinci olarak da, yeryüzünde bulunuşumuzun özel bir anlam ifade etmediği, yaşamın merkezi, doruğu ve bir şeylerin antitezi olmadığımızın kabulü gereklidir. Farklılık varsa çelişmede vardır. Ama batı düşünürlerinin ona atfettiği bir önemde de değildir. Yaşam ikilik, çelişme üzerinden yürümüyor esasen. Bu doğada böyle, toplumlarda da.
Yaşamın ikilik üzerine yürüdüğü fikri, salt batıya özgüde değildir. Cennetin ve cehennemin, çalışkan ile tembelin, iyiyle kötünün ortaya çıktığı tarihi doğru belirlemek gerekir. Bu, toplumsal her türlü artının bir avuç elit tarafından el konulduğu, kendileri için cennetin kurulduğu, iktidarın ortaya çıktığı tarihtir.
16 yy Hindistan hükümdarı ve Avrupalıların ‘Büyük Moğol’ diye andıkları Ekber’in görkem ve gücünün tanığı olarak inşa edilen, mimarlık harikası eşsiz sarayının duvarında, bugün bile görülebilen şu farsça yazı, ne yaşandığının özeti gibidir.
Yeryüzünde bir cennet varsa buradadır ve buradan başka yerde değildir’.
Ekber neredeyse belli başlı bütün dinsel inançların hükümdarı bir muktedir olarak, sözünü dolandırmadan, doğrudan söylemiş.
Yaşamın işleyişinin esasen çelişme üzerinden olmadığını ifade etmek insanın varlığını inkâr etme, insanı toptan silme anlamına da gelmez. Tam aksine, kendi doğal rutinine dönmesinin, son beş, bilemedin en fazla onbin yıldır kendi elimizle yarattığımız sorunların çözümünün de başlangıcıdır aynı zamanda.
Yaşamın içinde farklılıklar var ve bu farklılıklar arasındaki ilişkinin adıdır çelişme. Ama yaşamın temeli uyumdur, paylaşımdır. Sonsuz rekabet fikri, sınıflı toplumların icadıdır. Çelişmenin yaşamın gelişiminin temeli olduğu iddiası, sonsuz, sınırsız rekabet fikrinin, akıllı, çalışkan, doğuştan şanslı olanın başaracağının fikri temelidir. Kurucu inisiyatifi böyle ele geçirmişler, sonrasında ise bölerek, parçalayarak sistemin devamını sağlamışlardır. Çatışmayı çıkaranlarda bunlar, kurtarıcı pozisyonunda ortaya çıkanlarda bunlardır, esasen.
Sorunu, sözünü ede geldiğim boyutlarıyla da ele almaya başlayan bilim insanlarının varlığı, gelecek için iyimser olmamızı kuvvetlendiren gelişmelerden biridir.
Toplumsal dönüşüm projesi üretmeyi seven bizler içinde oldukça fazla mesaj taşıyan ve düşünülmesi, tartışılması gereken gelişmelerdir bunlar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder