Rıza
Tümen T24
1.Çoğu basın mensubu 31 kişinin 14 Aralık günü gözaltına
alınması iktidarın siyasal amaçlarını gerçekleştirmeye yönelik hukuka aykırı
bir operasyon. Cumhurbaşkanı’nın “ihanet şebekesini çökerteceğiz” demesinden üç
gün sonra operasyonunun başlaması bile yapılanların hukuka değil, siyasal bir
karara dayandığını göstermeye yeterli.
Operasyon iktidarın
yargıyı kendi keyfi kararlarını uygulamak için araçsallaştırdığı bir dizi
önlemden sonra gerçekleştirildi. Önce Sulh Ceza Hakimlikleri kuruldu. HSYK 1
Dairesinin oluşumu ve yetkileri değiştirilerek bu hakimliklere iktidara yakın
yargıçların atanması sağlandı.
Arkasından CMK’da
değişiklik yapılarak “kuvvetli şüphe” yerine “makul şüpheye” dönüldü. Böylece
arama ve el koyma kolaylaştırıldı. Son olarak Yargıtay ve Danıştay’ın
Daireleri, Daire Başkanları değiştirildi, HSYK Yargıtay’a 144, Danıştay’a 33
yeni üye seçti. Amaç açık: yüksek yargıda iktidardan yana olmayan üyeleri, yani
doğru dürüst tarafsız ve bağımsız yargıçlık yapmak isteyenleri azınlıkta
bırakmak.
Yargı böylelikle iktidara
göre biçimlendirildikten sonra sıra operasyona geldi. Bütün bunlardan sonra
iktidarın masumluk oynayarak “Yargıya intikal etmiş bir olay var. Bizim
dışımızda cereyan ediyor. Bağımsız yargıya saygı duymalı, sonucu beklemeliyiz”
yolunda sözler söylemesi hukuk devleti ile alay etmek gibi oluyor.
Operasyon basın
özgürlüğüne indirilen ağır bir darbe. “gazeteciler yazdıkları yazıları
nedeniyle değil, devlet egemenliğini ele geçirmek amacıyla örgüt kurmak gibi
suçlardan gözaltına alındılar, 2.tutuklandılar” gibi mazeretlerin uydurulması
bu darbenin niteliğini değiştirmiyor. Ya da bazı gazetecilerin serbest
bırakılması da basın özgürlüğünün hukuka aykırı bir biçimde sınırlandırıldığı
gerçeğini değiştirmiyor. Basının sağlıklı bir demokrasinin işleyişi bakımından
yaşamsal bir rolü var. O nedenle basın üzerindeki sınırlamalara ancak çok
istisnai durumlarda izin veriliyor. AİHM içtihadı bu bakımdan çok açık.Basın
mensuplarının cezaevine konulması ya da basının özgürce haber vermesini, halkı
bilgilendirmesini engelleyen, oto-sansüre yol açan baskılar AİHM tarafından
basın özgürlüğünün ihlali olarak görülüyor.
Örneğin Taner Akçam
|Türkiye kararında (2011) başvurucu ile ilgili olarak başlatılan soruşturma
takipsizlik kararı ile sona erdi. AİHM bu davada ifade özgürlüğünün ihlal
edildiği sonucuna vardı. AİHM’e göre soruşturma takipsizlik kararı ile
sonuçlanmış olsa dahi, bir yaptırım olasılığının meydana getirdiği korku, Taner
Akçam’ın ileride aynı yönde yazılar yazmasını engelleyecek bir caydırıcı etki yaratacaktır.
Ahmet Şık | Türkiye
kararında (2014), AİHM başvurucunun tutuklanarak 1 yıl hukuka aykırı bir
biçimde özgürlüğünden yoksun bırakılması ile ifade özgürlüğünü birleştirdi.
Ahmet Şık’ın tutuklanmasının hukuka aykırı olduğunu saptayıp, kişi özgürlüğü
ile ilgili maddelerinin ihlaline karar verdi ve bir basın mensubunun bu şekilde
1 yıl cezaevinde kalmasının ifade özgürlüğünü ihlal ettiği sonucuna vardı.
Bu kararlar da gösteriyor
ki, demokratik ülkelerde basın üzerinde “caydırıcı etki” yaratacak dolaylı
baskılara bile izin verilmiyor. Basının özgürce, korkmadan, kamuoyunu
ilgilendiren konularda halkı bilgilendirmesi, halkın bilgi alma hakkı ile sıkı
sıkıya bağlantılı. 14 Aralık operasyonu Türkiye’nin basın özgürlüğünden ne
denli uzak olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi.
3.Özgürlük bir bütün.
Benim özgürlüğüm ancak çevremdeki herkesin özgür olmasıyla mümkün olabilir.
Özgürlük kısmi olamaz. Yandaş basına özgürlük, muhalif basına baskı varsa,
basın özgürlüğünden söz edilemez. Ya da basının bir bölümü “muhalif basına
uygulanan baskıdan bana ne derse” basın özgürlüğünün ihlaline karşı çıkmazsa,
kendisi de özgür olamaz.
Basının özgür olmadığı,
yargının bağımsız olmadığı, iktidarın özgürlükleri keyfi bir biçimde
sınırlandırdığı Türkiye’de, iktidar ve yandaşlarının bazen daha yüksek, bazen
daha alçak sesle dile getirdiği görüş şu: “Bizi devirmek isteyen düşmanlarla
savaşıyoruz. Bu savaş sürerken, demokrasiyi, hukuk devletini, insan haklarını
askıya almak gerekir. Başka türlü bu savaşı kazanamayız”. Önce Gezi direnişinde
ortaya çıkan, sonra 17-25 Aralık 2013’de ve nihayet 14 Aralık 2014’de giderek
güçlenerek yenilenen bu argüman demokrasi bakımından en büyük tehlikeyi
oluşturmakta. Bu görüşün birbirini tamamlayan iki dayanağı var.
Birincisi, 18 yüzyılda
kalmış Rousseau’nun genel irade ve buna bağlı olarak demokrasiyi seçim
sandığına indirgeyen görüş. AKP meşruiyet kaynağı olarak bu görüşe sımsıkı
sarılıyor. Bu görüş geçerliliğini çoktan yitirdi. Seçim sandığı ülkeyi kimin
yöneteceğini belirler. Ama günümüzde demokrasi iktidarın nasıl kullanıldığını
da içerir. İktidar hukuka, insan haklarına, güçler ayrılığına uygun olarak
kullanılmıyorsa,yargı bağımsızlığı yoksa, temel hak ve özgürlükler ihlal
ediliyorsa demokrasiden söz edilemez. İktidarın demokratik meşruiyetinden de.
İkinci dayanak,
kritik dönüşüm dönemlerinde siyasetin hukuktan önce gelmesi, hukukun siyasete
tabi olması yolundaki görüş.
Bu Hitler’in hukukçusu
Carl Schmitt’in görüşleri ile büyük bir benzerlik oluşturuyor.
4.Schmitt’e göre siyasetin
amacı dost-düşman ayrım yapmak ve düşmana karşı mücadele ederek onu ortadan
kaldırmak. Dost homojen bir ulusun üyeleridir. Düşman ise homojen kriterine
uymayan ve gruptan dışlananlardır. (Türkiye’de AKP’nin hegemonyasını kabul
etmeyen herkes)
Egemen olağanüstü hale karar
veren liderdir. Bu durumda hukuk düzeni liderin alacağı kararlara dayanır.
Olağanüstü durumlarda hukukun kaynağı liderin kararlarıdır. Bugünkü Türkiye’de
yaşasaydı Carl Schmitt herhalde Cumhurbaşkanı baş danışmanı olurdu.
Schmitt’in görüşleri,
Hitler rejiminin hukuksal dayanağıydı. Nazi rejimine meşruiyet kazandırmayı
amaçlıyordu. Türkiye de hızla aynı noktaya doğru mu gidiyor? Türkiye’nin
demokratik devletler kulübünden giderek dışlanması girdiği yolun yönünü
de gösteriyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder